bugün

"dedeme son mektup"

Yaşarken sen, seni anlatmaya kelimeler yetmezken; çekip gittiğindeyse soranlara tek kelime edesim dahi yok. Gidişini hala kabullenemedim. Belki zamanın alıştırmakta zorlanacağı şeylerden biri gidişin. Belki yüzüne hiç söyleyemedim ama eğer duyuyorsan beni bir yerlerden ya da okuyabiliyorsan içimi, bilmeni isterim: Sen hep benim örnek aldığım adamdın!

Yaşarken servetin gibi ölürken mirasın da dürüstlük oldu. Arkandan herkes ne kadar iyi bir "Adam" olduğunu söyledi durdu. Peki ya hangisi seni benim kadar yaşatmıştı içinde? Hangisi başkalarına daralttığı içinden biraz daha yer açabilmek için uğraşmıştı sana?

Ben küçük bir çocukken iple çekerdim hafta sonlarını. Dedem beni gezmeye götürecek diye beklerdim sabırsız bir sabırla. Samatya'ya giderdik hep. Samatya sen'din benim için. O koca Samatya bana aldığın mısırdan ibaretti sanki. Sonrasında yedirdiğin kağıt helvalardı o sahil ve o çocuk sesleriyle kalabalıklaşmış mutlu günlerim. 50'li yaşlardaki insanların çok yaşlı sayıldığı dönemlerdi. Hep bir gün benden çok uzaklara gitmenden korkardım. Sahil boyunca yorsam da seni, dinlene dinlene yürümeye devam ederdin torunun üzülmesin diye.

Hiç şikayet etmedin. Birçok kere korkuttun bizi. 10 sene diyaliz, 2 kalp krizi, 2 kere kesilen ayak parmağın ve çektiğin türlü işkenceler. Bir kere bile ah demedin bir eyvah dedirtmemek için. Hayatında bir kere bile herhangi birine kızdığın, kalbini kırdığın görülmemiş. Kimseden duyamadım buna dair bir şey. Ne gariptir ki senin canını yakanlar, hakkını yiyenler anlattı en çok nasıl dürüst bir adam olduğunu ve kimsenin kalbini dahi kırmadığını.

Gidişine alışamadım. Küçükken seninle yatmayı severdim en çok. Uykunu dar edip sabaha kadar masallar anlattırırdım sana. 20 sene evvel uydurduğun türlü saçma masallar hala aynı saçmalıklarıyla aklımda. Ama şimdi saçma görünen o masallarınla sevdim seni. Bana ayırdığın vaktinle, çocukla çocuk, büyükle büyük olmanla sevdim. Gidişine yakın yine masallar anlatmanı istedim senden. Oysa takatin yoktu o eski günlerdeki gibi masal anlatmaya. Anlatamadığın için içine dert olduysam affet dedem. Seni asla üzmek istemem biliyorsun.

Gidişinden önce hastane işlerinle ilgilenmek için 1 aya yakın sizde kalışım belki de çocukluktan kalma günlerin anısına tanrının bir lutfu idi. Seninle sohbetlerimizi doyası ettik. Yanında yattım, uzandım. Bana öğütler verdin. Hepsini aklıma yazdım. Sana doyabilmek imkansız olsa da, eğer gideceğini bilseydim tanrıdan isteyeceğim şey belki de bundan fazlası olamazdı. Dedemle dolu 1 ay. Seninle ilgilenmem çok hoşuna gitmiş. Herkese de anlatmışsın benden başka. Söylediler. içime dolarak dinledim. Uğurcan altımı bile temizledi demişsin. Keşke yaşasaydın da en kolay işim o olsaydı be dedem. Biliyor musun, beni de mutlu eden şey benden utanmaman olmuştu. Yüzünde torununun seni sevdiğini anladığın ifaden zaten bana en büyük hediyendi. Diğer büyük hediyen de bakımın için özellikle beni istemen. Ne anneannem, ne kızların. ille de Uğurcan. Uğur denen adımı bir sen Uğurcan olarak dillendirdin. "can" demenin sebebini anlatmışsın herkese. Ben zaten beni neden Uğurcan olarak çağırdığını biliyordum dedem. Sen de sana neden "dede" değil de "dedem" dediğimi anladın mı hiç?

Hastanede naaşını ilk ben gördüm. Sanki uyuyordun. Teneşirde yıkarken seni, sanki "burnuma su kaçırdın torunum" diyerek uyanacakmışsın gibi geldi hep. Sanki tüm olanlar bir kabustan ibaretti. Evin önünde helal ederken sana hakkımızı, o kör olası tabutun içinde sıkılıyormuşsun gibi geldi. Peki ya sen de helal ettin mi hakkını dedem? Sen de helal ettin mi? Musalla taşında gözüm tabutta, bir şekilde içinden çıkmanı bekledim hep. Sanki içinden çıksan hiç şaşırmayacağım bir şeymiş ve oyun yapıyormuşuz gibi boynuna sarılışımı hayal ettim. Ama kalkmadın. En kötüsü ise seni mezara gömmekti. Sanırım öldüğünü ilk o zaman anladım. Doktorun ölüm açıklaması, morgda seni öpüşüm, gasilhanede seni yıkayışımız, kılınan cenaze namazın sanki bir oyundu. Ölümünü ilk o an anladım. iyi günlerinde güle güle söylediğin vasiyetindeki gibi gömdük seni. Özgür eniştem verdi seni Alper ile bana. Alper iri yarı olduğundan ağır olur diye baş tarafını ona tutturmak istemiştin. Burada bile bana kıyamamışsın. Yüzünü son bir kez gördükten sonra uyuyor gibi, sanki birazdan uyanacak gibi duran bedenini indirdik toprağa. Sonra yine ilk küreği ben attım. Üstüne toprak atarken bir daha masal okuyamayacağını, bir daha göğsüne yatamayacağımı, bir daha seni göremeyeceğimi düşündüm hep. Sonra gözyaşlarımdan hiçbir şey göremez oldum.

Gidişinin ertesi günü mezarına ilk gelen de bendim. Toprağını temizledim. Etrafını taşlarla ördüm. içimi döktüm sana. Beni duydun mu?

Hiç yapmadığın şekilde son zamanlarda benim evliliğimi görmek gibi bir şey dert olmuştu sana. Bu haline hiç alışamamıştım. Ama bir gün öyle biri olursa ve böyle bir şeye karar verirsem, ilk mezarına getireceğim dedem sana Uğurcan sözü!

Canım dedem. Rahat uyu olmaz mı? Kızların, torunların ve anneannem önce Allah'a sonra bana emanet. Daha birkaç aylıkken dedelerini tanıyamadan kaybeden 2 torunun, yani senin söyleminle Karanfil ve Kar Çiçeği de bana emanet. Senin gibi birini tanıyamadıkları için çok şanssızlar. Umarım seninle kaybettikleri seni bende bulurlar. Bunun için uğraşacağım dedem. Sık sık ziyaretine de geleceğim. Rahat uyu dedem. Rahat uyu.

Uğur Yaman

28.09.2010

01:23

-15 Eylül 2010'da vefat eden Veli Ünlü'nün anısına-
Bugün 2 Temmuz...

5. yılında yine dün gibi aklımda her şey. Zamanın silmesine izin vermediğim yegane hazinem şimdi bir sızıdır içimde. Verilmiş tüm sözler, söylediğin bütün yalanlar iç burkan bir detayı hayatımın. Ölene kadar başımın belası olduğunu söylediğin o günlerde bunu düşlememiştim. Hiçbir hayale ayrılığı katık etmemiştik. Şimdi hepsi bir isyandır sarhoş gecede.

Yarım kalmış bir şarabın uktesi gibi eksik bir yanım. Her gece aynı rüyalara yüreğim dayanamadığı için hala sızana kadar uyumuyorum. Yatağa düştüğümde ise yokluğunu hala duyabilecek kadar özlemle taşıyorum. Sana uzaktan bile bakamıyor artık gözlerim. Mayıs'ın 20'sinde Kadıköy'de tesadüfen fark ettim. Gönlümün yatağına yatırdığım hatıralarımda hep sevgiyle bakan bir kadını hatırladım. Yokluğunun ertesi aksini görmeye dayanamadım. Bir arkadaşınla eğlenirken sen, fark edilmeden usulca kayboldum. Sahipsiz bir anahtar kadar düşlerime uzak ve sana yabancıydım.

Sesinin yankısı kulaklarımda bugün. Gözlerimin ufkuna asılmış haliniyse hiç görmedin. Bursa'nın kalbimi titreten sabah olmayası gecesinde bebekler gibi uyuduğundaki yüzünü görüyorum. "Ben seni seyrediyorum, yalnız seni" sözleri ile KaraDuvar'ıma son cümlemi yazdığım gecede aklım. Seni uyurken izlemek, sen uyurken "Düş Tanrıçası" tenini koklamak ve seni öpmek artık yasak. Sensizliğe esirim şimdi. Zamanın geçmeyesice gününe bir daha asla dönemem biliyorum. 3 Mart 2007 artık sadece buruk bir anıdır içimde.

Bugün 2 Temmuz...

Yaşanmış ne kadar güzel şey varsa hepsi benimle şimdi. Ne hüzünlü bir hikayedir insanın en sevdiği şeyleri ona acı verecek hale getirmek. Ayrılık diyorlar buna. Oysa "sensizlik" olduğunu bir ben biliyorum.

Sağ ol, uzak ol, iyi ol.
Görmesin gözüm, tutmasın elim.

Kaybettiğim tüm mutluluklar seninle olsun
Canın sağ olsun.

2 Temmuz 2010
23:00 _ 23:35
istanbul
Uğur Yaman
"sarı rengi düşlerim"

Her şeyin bir rengi olduğunu düşünürüm. Konuşmaların, konuşulan şeylerin, yürüme şekillerinin, tren istasyonlarının hüzünlü ruhunun, yoldan geçen dilencilerin, birilerini öldüren katil zihniyetlerin, eşini aldatan ihtirasların, kendine yabancı kıvranışların, iki yana düşen kolların, nefes alışların, sevişmelerin, aynada kendine baktığında düşünmelerin... Kısacası her şeyin bir rengi olduğunu düşünürüm. Her olayın farklı bir rengi olduğunu ve o rengin de o olaydaki ruhu yansıttığına inanırım.

Aynı renkteki farklı hadiseler birbirini karşılamayabilir. Denk düşmeyebilir. Olayların veya eylemlerin genel renklerinin ayrı şeyleri, bir olay veya eylemdeki belirlenen münferit bir rengin de o olaya has ruhu yansıttığını düşünürüm. Aşka kırmızı diyebilir, oysa münferit bir aşka siyahı yakıştırabiliriz. Belki çekilen acıyı, belki umutsuzluğu, belki de doğmayan sabahları ve özlemleri anlatır. Sadece yaşayan bilir. Sadece anlaması gereken anlayabilir.

Bana rengini sordu. Oysa o sormadan evvel "sarı" olduğunu düşünmüştüm. Öylesine canlı bir renkti ki... Öylesine yaşıyordu ki... Otogarların soğuk kaldırımları gibi yalnızdı. Anne şefkati gibi sıcak, turuncuya çalan sarıların kırmızı acıları anımsatan hüznü kadar da buruktu. Güneş batarken koyulaşan sarıların, kızıla dönen umutların ve gözyaşlarıyla yıkanan yanakların ağıtlarıydı bazen. Bazen de güneş ışıklarının gün doğarken koğuş pencerelerinden güne umut eken isyanları gibi esareti boğazlayan titreyişleriydi. Bazen de acıya gülümseyen efkarın kalp sızılarıyla kadehlerde yüzmesi ve bir aynada gözlerinin denizinde berduş kıvranışlarını bulduğu bir kanırtmaydı. Tüm sahtelikler kadar gerçek, insanı dümdüz eden yalanlar kadar sivri ve kanının son damlasına kadar tüyleri diken diken savaşan devrimciler kadar da asildi.

Hüznümde, yanağımda oluşunu hayal ettiğim elleri vardı. Yüzüne bakmadığım ve sıcağını ellerinde kapalı gözlerimle hissettiğim bir şefkatin koynunda kalabalık yalnızlıklar kadar "geliyorum" diyen, ayağımın altından yerküreyi kaydıran sevinçler kadar da sevilesi nefes alışların çınlayışı gibi heyecan vericiydi. Yorgunluğumu, bezginliğimi ve nefretimi kemiren; dingin bir cennetin kollarında ruhumu saldığım özgürlüğüme gülümsemek için gözlerimi açışımda ilk gördüğüm parlak sarısı bir halkanın aidiyeti gibi de ötesini yok sayan adımlarımdan, ruhunun hinterlandına akan sıcağım kadar da benliğimi eriten bir hoşnutluktu. Hükmünü severek verdiğimiz, yükünü severek çektiğimiz ve ateşini kalp atışlarımızın kıvılcımlarıyla yaktığımız mutlulukların yangınlarında, ezeliyetini birbirimize sunduğumuz, bağışladığımız ve tek kalpte yaşattığımız bir düşün can bulması kadar da yektik. Yeniden doğuşumuzda ufkumuzu çizen ve dünyamızı çevreleyen aydınlığın sarısı gibi de sınırları esaret saymayan hürriyetin koynunda tüm savaşlardan, tüm nefretlerden ve şiddetlerden uzak sıcak bir sarılış gibi güneş altında gözlerimizi kamaştıran mutluluk gibi sevinçliydik.

Bana rengini sordu. Sarıydı. Sarıdan da sarıydı bazen, ya da turuncudan daha kızıl bir sarıydı. Canlıydı, benimdi ya da hiç olmamıştı. Belki de bendim onun olan ya da bizdik birbirimize ait. Ne önemi vardı ki? Sarıydı ve aşk kırmızısı kanımızın trombositi gibi iliklerimize kadar her hücremizin de içindeydi. Ve sarıydı. Kahve rengin göz kırpışı gibi umuttu kahvesinde saklı, karanlık akşamların siyahı gibi de yolları aydınlatan ışıkların can çekiştirdiği adımlardı. Belki benimdi, belki ben onundum, belki biz birbirimizindik ya da hiç olmamıştık. Belki de hep vardık ama hiç bilmedik ya da yarın olacaktık, bugün görmedik...

19.07.2009
23:47
Uğur Yaman
"bir yanım hasret bir yanım uçurum"

süreksiz duraklamaların izinde yüreğim. düşlerini bir fanusun içinde yaşatıp izliyor gibi. olduramadığım olmazlarımın susturamadığım çığlıklarını duyuyorum. ne kulağımı tırmalayan telaşlarım, ne de adımlarımı kovalayan heyecanlarım var.

bazı şeyleri belki de hiç öğrenemeyeceğim. belki de bitimsiz özlemlerim bundandır. içimde hep eksik kalanlara büyüttüğüm hasretlerim var. hiç bilmediler, belki de hiç bilmeyecekler. belki de bu sebeple hep özlenenler... bir yanım hasret, bir yanım uçurum. kollarına atıldığım umutlarımda dahi içimi sızlatan detaylarım var. kül yangını rüzgarıyla savrulan hüznümde tebessümlere kıvılcım olacak parçalar arıyorum. buldukça biraz daha "ben" oluyorum ve biraz daha "ben" kalmaktan uzaklaşıyorum. verdikçe yitirdiğim kahkahalarımda düş sancısı çiçeklerimi kanatıyorum. yapraklarım solgun, yapraklarım bitkin. kolum kanadım kırık. bir yanım hasret ve bir yanım uçurum.

birilerine göre hiç olmadım, birilerine göre hep kendilerine giden yoldum. basamaklarımda yükselen adımlarıyla inledi "ben"im ve umutlarına açılan kapılarında çürüdü dünyam. verdikçe aldılar ve aldıkça unuttular. bir yanım hasret, bir yanım uçurum. ne yaş olup düşebildim, ne yutkunulup gidebildim. acısını çektiğim her şeyin boğazına dizildim. belki bir yerlerde yaşamak ağrıları vardı mutluluktan ziyade, onlara da geç kalmaya hep bahaneler bulabildim. tünte acısı gibi zonklayarak üşüdüm, katmer katmer tükendim.

düşlerime bulaşmadı parmaklarımın izi, tırnaklarıma takılmadı saklı kentin kiri ve adımlarımda eskimedi zirvelerin yolu. bir yanım hasret, bir yanım uçurum. pembe düşlerin kollarında güvenle gözlerini kapayamadı benliğim. tedirgin bekleyişlerim hep hayal kırıklıklarına gebe. ve bu gece "ben"im üşüyor sensizlikte. sen kanatlanırken uykularına; bir yanım hasret, bir yanım uçurum. karanlık gecemde dualardır duyduğum. kalp atışlarımda şarkın, hayallerimde resmin ve uzağımda cismin... bir yanım hasret, bir yanım uçurum...

05.08.2009
01:02
uğur yaman

-e.e.y-
http://albastropos.blogcu.com/KaraDuvar
"doğduğumu sanmışlığım"

kahpe denizlerde büyüdü kangren yapraklı düş çiçeklerim. ne açmayı bilir, ne de solmayı... hep bir hüzündür sağanağında erittiği.

düşler gerçekleri ararken, kalpler birer birer kırılırken ve insanlar birilerinin canını acıtırken; gördükleri veya göremedikleri değil, görmezden geldikleri acıttı canımı. kibirli bir ses "zayıflık" diye fısıldarken, içimde kanırtarak dalgalandırdığım benliğimde sahipsiz bir anahtar gibi kimsesiz ve de sessiz variyeti büyüttü yangınlarımı.

bana yıllar önce bugün doğduğumu söylediler. yıllar öncesinde kazıdılar beynime ve aldılar aklımı. öğretilmiş duyguları yüklediler içime. derin derip oyup beni, katmer katmer gömdüler... sonra da yitip gittiler. sandık sandık yeşerttikleri umutlarımı da umursamadan yitip gittiler.

ve bugün... babalar günü de aynı zamanda. ortaya atılmış variyetimi kutlarcasına ilan edilmiş bir gün. tıpkı dalga geçer gibi. tahtında silüetinden ötesini haklı gerekçelerle hissedemediğim çaresizliklerimde, ruhunu çoktan birileri çalmış ve götürmüştü. bir sıcak dokunuşun dahi yoksunluğunu öğrenmekten yoksundu varlığım. düşlerimle can buldu arzularım ve düşlerimde öğrendim kaybettiklerimi. öğretemedikleri yoksunluklarımın acısını bilmek de hayallerimle başladı. oysa hayal kurarak hayata başlayabileceğime o kadar inanmıştım ki... gerçeklere olan inancım bu sebeple kırık, merakım da bu sebeple tutkuluydu belki...

kıvranabileceğine bile inancını yitirmiş bezginliğim, kırık umutlarla araladı kapısını. en azından bir hırsız gibi de olsa içeri girmelerini umdu. ne buldu, ne de yuttu... sadece sustu. öğretilmiş ahlakın esaretinde dudaklarını bir elin tersinde buldu. kutladı ve vazifesini yaptı. sonra da hiç olmamış gibi görünmez dünyasına geri döndü. sanki hiç yoktu. hiç doğmamıştı... kaza kurbanı bir zevk düşkünlüğünden ibaret olduğunu bir kez daha hatırladı. acımasız engellerin hoşgörüsüne denk geldiğini bir kere daha anladı. kırık kalpler yaşattı, kırık kalpler büyüttü ve kimse enkazımın altında saçılmış yıkıntılarımdan bir "ben" daha yaratmaya niyetlenmedi. susturucuya takılı isyanlarımın çığlıklarında üşüdü dünyam. üşüdü ruhum. oysa ne kadar da meftundum.

sızısını ellere bağışlayamadığım çıkmazlarımın sokaklarında tükendi yıllarım. yirmi dördüncü kez inledi "ben"im... ne yirmi beşincisine, ne de ötesine dair haklı bir inancı olmadı. acılar denizimde gözyaşlarımın fırtınasında eridi umut yüklü gemilerim... birer birer tükendi. ebediyetimin güneş görmemiş gözlerini, ezeliyetimin umut vaat edilmemiş yarınlarına bağışladım. seçmeden ve inanmadan...

ve adıma sarhoş dediler! nedenini sormadan, sebebini bilmeden... ela gözlerimi yaşartarak yeşerttiler. kırmızıya boyadılar yeşilimi. küçüldükçe küçüldü avuçlarım. sevgi dilenen çırpınışlarımı sağır kulaklarla dinlediler. kör gözlerle izlediler can verişlerimi. sahipsiz piçliğime kimsesiz duvarlar ördüler. duvarlarında yazılı isyanlarım, yüreğimde kazılı feryatlarım... kuytu köşelerin vazgeçilmez sahibiydim. kader diye biçtiler, beğenmeyip sövdüler. sonra da görmezden gelip gittiler.

can kırıklarımdan sızıyor nefes alışlarım. o el değmemiş, o yüz sürülmemiş yüzümde, can parçalarını kavuşturamamanın hüznünü büyütüyorum. büyüdükçe büyüyor bedenim, kucak açtığım boşluğumun da büyüdüğünü hatırlatarak… doğdu benim, üşüdü dünyam ve büyüdü boşluğum. belki de bu yüzden yorgunum.

21.06.2009
22:25
uğur yaman
"belki başka bir hayatta yeniden"

her şey, süreksiz bir duraklamada aynalara küsmemle başladı. yıllar olmuştu aynalara bakmayalı. yalın hayatımın yansıdığı tek duvar, beynimin, içinde oradan oraya savrularak benliğimi yorduğu kafatasımdı.

ruhum bu süreksiz duraklamada çok gerilerde kaldı belki ama, şimdi yüzümle yeniden tanışma vaktiydi. ürkek bakışlarım tedirgince süzdü gözlerimi. rengi değil belki ama çok şeyi değişmişti. eskiden bir umut taşardı gözlerimden... en acı inlemelerinde bile sızısının bir kenarı hep umut doluydu. gitmiş! yaşam sevdasını da beraberinde götürerek... bıraktıkları harabede biraz et, biraz kemik ve eskisine oranla daha buruşmuş bir surat, bana kalan...

zaman senden hiçbir şey yitirtmemiş! her zamanki sen! vurdumduymaz, uçarı ve "sen" kokan... gözlerimin içinde aradığın birkaç parça şey, benim bir uçurumdan aşağı gömdüklerim, seninse yitirdiklerindi. ama her zamanki gibi mutlu görünen yine sendin. bilirsin, yalanları sevmem. mutluluk aldatmacasıyla gerçeklerden uzaklaşmam. tek hazinem onurdu, tek servetim o oldu ve tek mirasım da o olacak. kör gözler için bir ederi yok belki ama, unutma! gören de, görmeyen de gözler değildir! önemli olan ne aradığındır.

zaman yine acımasız, mekan belki önemsiz ama bu hikayede anlamını yitiren sadece sen değilsin. anlamlı kalabilen de sadece ben değilim. yüreklerin susturucu takmış intiharlarına çok defalar şahitlik ettim. bilmezsin. "aynadaki adam" bu sefer bana benzemiyordu. ama biliyorum, ben ona benzeyeceğim. zaman, renklerini çalacak gözlerimin, suyunu sıkacak bedenimin ve bir mengenede hasretinle sıkıştıracak yüreğimi...

ben dünlere hancı
sense dümenini kıran yabancı
bu hayatta çıktım gemiden
belki başka bir hayatta yeniden...

07.06.2009
23:13
uğur yaman
"aynadaki adam"

işte buradasın. on yıldan sonra ilk kez. belki arada kaçamaklar da oldu. ama önemli değil. şu anda sadece karşımda olman önemli.

hatırlıyor musun? bir şiir yazmıştım sana. sana yazdığım ilk ve tek şiirdi. ela gözlerinin yaşardığında yeşile döndüğünü ilk o zaman fark etmiştim. ilk o zaman o denli dalmıştım içine. sonra bu kadar derine bakmaya hep korktum. ya çok neşeli idin, üzmekten korktum; ya da çok kederliydin, acına ortak oldum. ama hiç bu denli bakamadım sana.

içinde dünyalar gördüm. farklıydılar birbirlerinden. ve parçalanmış ruhlar gördüm. ruhlarına uzak ve ruhlarına yabancıydılar. hep beraberdiler ama hiç tek değildiler. bir olamadılar. oradan oraya savruluşlarını gördüm. unutulmadıkları için işkence çektiklerini gördüm. unutmak süreksiz duraklamaydı. öyle dedi. ya da ben öyle duyduğumu sandım. ama gördüm.

bir film sahnesi gibiydi. her şey yaşandığı zamankinden daha fazla görünüyordu. yeni boyutların kapısını aralamıştım sanki. ela gözlerinin tam orta yerinde bir fırtınaydı düşle gerçek arasında gidip gelen. ne dokunabildim, ne de kaçabildi... sanki bana "gör" diyordu. seni gördüm. hayatından kesitler sunuyordu bana. seni dışarıdan ilk defa bu kadar uzun soluklu izledim.

yaşadığın her şey oradaydı. zamanı dondurmuşçasına tazeydiler. pembe düşmemişti film şeridine. pus kaplamamıştı. ama ilk defa bir şey gördüm içinde. bakışların... alev alevdiler. keskindiler. zaman çizgisinde aynı kararlılıkta sonsuza dek yol alacakmışçasına ve zamana inat edecekmişçesine keskindiler. sonra renklerini aldılar gözlerinin. bir tünele girdim. savruldum. bir hortumun içinde hızla dönüyormuşçasına içine girdim. her şey çok hızlıydı. olup biteni görme yeteneğim yoktu. yetişemedim. sonra aniden durdum. karşımda kapanmış gözlerin vardı. göz kapaklarını araladığında gözlerinle gördüm. ben yoktum. artık ben, yine sendim. ve sen de ben… unutma! bana yarından kalan, sensin "aynadaki adam"...

20.05.2009
02:54
uğur yaman
"bir gece penceresi"

her şey aslında bundan saatler önce başlamıştı. aklımdan çıkaramadıklarım yüzünden uyuyamadığımı düşünmek, uykumu getiren bir şey yaratmıyordu. o sebeple aklımdan çıkaramadıklarımı düşünmemek için uyumayı düşündüm. nasıl olduysa becerir gibi oldum da. bu sefer de rüyalarımda idi.

birkaç gündür aklımın duvarlarında çarpıla çarpıla savrulan düşünceler yüzünden boş bıraktığım midemin senfonisini ninni sayarak uykuya kendimi hazırladım. sonrasında ise gözlerim kapalı ama uyanık bir halde rüyamı görmeye başladım. düş müydü yoksa rüya mı, bunu düşünmek bile zihin sağlığım açısından yerinde olmayan bir tutum olsa gerek. zira eminim ki isviçreli bilimadamları da konudan haberdar olsa bu yönde düşünürlerdi. lakin neler gördüğümü anlatmayacağım. aslında neler anlatacağımı bile ben dahi yazdıktan sonra -di'li geçmiş zaman kipinde görüyorum. o sebeple "gördüklerimi anlatmayacağım" demek bile saçma. zira neler anlatacağımı ne siz, ne de ben bilmiyoruz. "bilmiyoruz"un 1.çoğul şeklinde çekimi bile sanki sinemaya ortaklaşa bilet alıp izlemeye gitmişiz izlenimi katıyor.

konuyu dağıtmakta üstüme yok. devam edecek olursam, gördüğüm şeylere olan ilgim öylesine artmıştı ki; rüya veya düş, her neyse gördüklerime engel, hepsini yok saymak için giriştiğim bir konsantrasyon çabası da tüm bunların arasında dikkatimden kaçmamıştı. hikaye bazen buruk, bazen destanlar kadar uçuk bir mutluluğun zirvesine adım atan yolculuğa özne olmak kadar heyecanlı idi. ya da bu benim hüsnü kuruntum. kim bilir... velhasıl, tüm bu hengamenin ortasında zaman akıp giderken, kalp atışlarımın ritmi ile dağlayamadığım bir hüzün de gark olmuştu nefes alışlarıma. gördüklerim düş veya rüya her neyse, gerçek değildi. belki onlarcası benzeri buruk versiyonlarını yaşamış, ezberemiştim. belki onlarcası mutlu sahnesini, tek bir saniyesini dahi unutamadan yaşamış, geçmiş zaman defterine kazımıştım... belki de tüm ağrısı bundandı nefes alışlarımın.

onlarcasindan ziyade hayatlar, onlarcasından ziyade boyutları aynı dünyada içselleştirerek, kendi düzlemlerinde kesişmeden aynı zaman dilimini kavrıyordu. oysa tüketerek yitirdikleri hayatlarında yaşayacakları, yaşamadıkları kadardı. bilinmezlerine açılan kapılarına vaat ettikleri ümitleri, bildiklerini sandıkları aldanışlarına meze olacak kadar hoyratça harcanmıştı. şimdi hangi haksız gerekçe, haklılığına inandığı bir varsayımın gölgesinde uyuyarak, aydınlık bir geleceğine perde çekmediğini iddia edebilir ki? ya sanmışlıkları, ya da yanılmışlıkları arasında çekimlediği hayatlarına; kayıtsız görünen sessizliğimle dahi düşler ekiyorsam, hangi aptal mazeret bunu kendime bile itiraf etmeme engel olabilir ki?

herkes uyumaya çekilirken ben, düşlerimi koynuma alıp yatağımı boşadım. mutfağın parlak ışıklarında bir yudum su ile midemin senfonisine biraz daha canlılık verdim. gözlerimin penceresinde asılı bir çift hayalin hala orada olduğunu görmek için belki, aydınlığın merkezine derin bakışlar fırlattım. oysa bir çift hayaldi gördüğüm her şeye rağmen. birbiriyle aynı, birbirinden ayrı bir çift hayal. ikisi de gerçek ama birisi yalan..! birisi gülen, birisi de gözyaşlarının barajına söz geçiremeyen bir hayal. acısı da tatlısı kadar güzel, ama tatlısıysa acısından daha hayal olan bir hayal.

günler hep geceyi kovaladı. birçoğuna şahitti gözlerim. birçoğuna şahitliğinde en çok hırpaladı belki de kendini. oysa hırpalamadan aynı sona farklı yüklemler bezemekti ümidi. belki de acısı, bu sebeple tatlısından daha da hayaldi hayallerinin. ama en nihayetinde en güzel yalandan daha da yalan bir gerçek kadar ufaktı sebebi. hepsinin doğuşu, aynı kandırmacaya yol olmuş bir yolculukta kandırılmıştı en çok. bu hayalin de bir sonu olacak elbet. gözlerime perde indiğinde değil, gözlerime perde çekildiğinde. bilirim ki düşünceler kurşun geçirmezdir. bilirim ki düşünceler ağlamaz, sızlamaz. onların boynuna karamsarlık yükünü bağlayan da elbet insanlığımıza yenilişimizdir. ama biliyor musun aynadaki adam, hiç şikayet etmiyorum. acı en büyük gerçektir. sadece var olan şeylerin acısı duyulur, kaybetmişliğini sanmışlık ağrısını bir insanlığa yenilmişlik kandırmacası sarmalasa bile. yitirmeleri yitirmek yolunda aralanan tek kapı, umuda açılan bir işkencedir. bu sebepledir ki acıyla büyüyen umut da yitilmedikçe, işkence de uzar.

gün, geceyi inletirken; sızısını ellere bağışladığı bir karmaşada kaybettiği vurdumduymazlık, üşüyen huzuruna ürperen bir titreyiş konduracak kadar da sıradandı. her şey her daim olmanın tekdüzeliğinde, aykırı bakışlarını bağışlamışçasına kaderine boyun eğmişti. aslında hükmünü önce kendi giymişti. bunun farkındalığında suskunluğu ise, gözlerinin ufkuna astığı hayallerinin gölgesinde; istemek ağrısına dem vurmaktansa, istenmek belasına bel bağlamaktandı.

28.02.2009
17:33
uğur yaman
"karaduvar - bekleyiş kırıntısında izler"

sen yaratmışlığımın özgünlüğü için daha kaç kere ben olmanın yoksunluğunda iliklerime kadar egona boğulmam gerek... kaç gece sırf sen yıldızların gözyaşlarından anlamlı bir hitabet bulabil diye benliğimi sana emanet etmem gerek, hor kullanman için... ve kaç kere daha anlatmam gerek, düşlerin dünyasında gerçekliğe açılan kapının, dürüstlükten ve samimiyetten geçtiğini...

ben, yarınlarından terk-i diyar eden yolcu, umutlarına ve inancına rağmen. şimdi söyle! sen hangi yolcuya hancı? hangi iki var olmuşluğun kesişim kümesiyiz ve hangi yoksunluğa çözümüz, en umulmadık köşelerden... sen, rüzgarların koynunda yalanlara kol kanat geren gölge, bense yüreğimin emanetinde şefkate ve onura sığınan gerçek... bir yutkunmayız, zıt noktaların boğazlarında.

köprünün bir ucu ateş, bir ucu su... dengesiyiz zıtlıkların ve anlamlı açıklamalarıyız risklerden ziyade. hayallerde buluştuğumuz bir rüyanın gerçekliğe ispatı için uğraşan iki deli hayalperestiz. ya da farkındalıkların tüm almaçlarına sahip olduğumuz halde, var oluşunun azametine duyduğu acziyetle onurlu birer ahmağız.

gerçeğin yarınına yalansız bir dünden temelli geçmişin ekilmiş fideleriydik. büyüdük büyümesine ama yaşam savaşımız neden? nicesi var olma çabasında bir yudum nefese muhtaçken, benliğini satarken 1 saniyelik yaşama, biz neden varlık içinde yokluğun sıkıntılarında yaşam savaşındayız?

acımasız bir engel renklerini mi aldı gözlerimizin? ya da umarsız bir kapı, yolunu mu kapattı geleceğimizin? fersah fersah madiyan gibi sona koşuşlarımın bendinde hep gözyaşlarım araladı göz bebeklerimin buğusunu.

duygularımın en yoğun kıvrımlarında hep sana susatan bir sebep bulmuştum oysa. şimdi çözümlere direnen günahkar suratlı sırt çevirişin neden?

yoğrulmuşluğumuzun anlamlılığında bilinmeyen bir kelimeye takıldık farkında olmadan. şimdi kuyunun dibinden ay ışığı resmetmeye niyetli olmayan kör bir gidişin vicdanında yarınımız. yorgunluğu gözlerimden sızıyor yanlışların. hayallerimin vurgun yediren göz amaştırıcı gerçekliğinden sapan gerçeklerin acı dolu varlığı, yokluğunda anlamlılığını hissettiriyor elde edilmemişliklerin. ah o nankör yaratılmışlığımız. elindekilerin kıymetini bilemeyişlerimiz ve acımasızca nefes alışlarımız... nerede olursan ol, nereye gidersen git..! ben burada değilim! izlerinden takip et sana yolcu yüreğimin kutsiyetini.

04.04.2007
02:19 çarşamba
uğur yaman
"onun gelecekteki mutluluğu, ikimizin de üzüntüsü oldu şimdi"

iki şehir, iki insan, bir günah ve bir de sevap...

mutlu olmak değil belki ama, onurlu kalabilmek ne zormuş... bunun için onurumu incittiğimde anladım. mutlu olmak kolaydı belki ama; mutlu kalamayacağını, zamanı ileriye sardığımda anladım.

anladıkça daraldı yollar. birer birer tükendi. mısra mısra düşlediğim her şey, sayfa sayfa döküldü. heyecanla çıktığım er meydanında biletlerini tüm seyircilere birer birer iade etmek de bana düştü. yanakları düşmüş bir yüzün sağnak yağmurlarda ıslandığını gördüm önce. hiddeti de, nefreti de ortalara saçılmıştı. bozgun aşkların yelkenleri acılar denizine tam yol açıldı sonra. sızısını savurmak yerine ateşini yelledi rüzgar. dindiremediği hezeyanında giderek tükendi coşkusu. batırmadığı gemisinde sakladığı bir ümidi vardı hala. oysa acıyla büyüyen hasretlerde, işkenceyi uzatmamak için acımasız olmak, bana düşmüştü dünden. bu ikinci hüsrandı mutluluğu tükenmeden sonlandırılan ve acısı başlamadan hüznü baş köşeye koyulan. tahtlar mezarına ikinci gömülüşümdü bu. ikinci oyuşumdu kalbimi. ikinci sokuşumdu yerin dibine ve ikinci kıyışımdı atışlarına.

bitimsiz sonların bir durağı daha hüzünle yıkandı. merhabasını eksik etmedi bu sefer... doyamadığı mutluluğuna tesellisi buydu belki de. sonuç olarak : "onun gelecekteki mutluluğu, ikimizin de üzüntüsü oldu şimdi".

09.09.2009
03:31
uğur yaman

http://albastropos.blogcu...-oldu-simdi_41053211.html
"Üç Güneşli Gökyüzü"

Aslında her şey bir otogarda başladı. iki senedir kalbim ilk defa böylesine atıyordu. Kalbimin varlığını yeniden hissettiren kadına gidişim, adeta yeniden doğmuşçasına hafifletiyordu bedenimi ve ruhumu. işte ilk perde de bu sebeple istanbul Esenler Otogarı'nda açıldı.
*
Otobüsün önünde heyecanımı dindirmek için bir sigara içmeye karar verdim. Oysa bir süredir ara vermiştim. Bir büfeden bir paket sigara aldım ve onu düşünerek sigaramı içmeye koyuldum. yeniden yaşadığımı hissetmek gibiydi kalp atışlarımın varlığıma etkisi. iki senedir yasını tuttuğum kadın, sanki hiç yoktu. Unutmuştum sanki artık onu. Sanki artık her gece rüyalarımda görmekten vazgeçecekti onu benliğim. Acısını duymayacaktı daha. Yanmayacaktı artık deli deli.
*
Birden otobüse yaklaşan tanıdık bir kokuydu hissettiğim... Tanıdık, sevildik, koklandık... Bu iki senedir yasını tuttuğum kadının kokusuydu. Başımı çevirdim, gelen oydu. "Beni unutamazsın" dercesine karşıma çıkmıştı birden. Otobüse yaklaşmış, bavullarını görevliye vermişti. Sonra beni görüp yanıma yaklaşmıştı. Merhabasıyla şaşıran algılarım, tesadüfler çıkmazında olan biteni anlamaya çalışıyordu. Havsalası dağılmış düşüncelerimde dağınık izler bırakarak yaydığım tespitlerimde, çelişik tahminlerin hengamesine düşmüştüm. Neden burada olduğumu o, neden burada olduğunu ise ben, merak etmiştik. Bir arkadaşına gittiğini söyledi. Ben ise sessizce dinlemiştim. Nereye gittiğime meraklı bakışlarını doyuramaya isteksizdim. Meraklarıyla bütünleştirmekten çekindiği ısrarı belliydi. Ama o bölümü boş bıraktım. Sadece dinledim. Tesadüfe şaştım. Hiç ilgisi olmadığı bir ile giden bu otobüste ne işi vardı? Sonrasında kalbimi yeniden titreten kadın aradı beni. Kim olduğunu, cinsiyetini anlamasına izin vermeyecek şekilde konuştum. Hayatımın geri kalanını tartışma konusu yapmak istemiyordum. Bilmesine gerek yoktu. Bana, telefonda, her molada aramamı söyledi. Özlemini gidermek ve sağ salim yolda olduğumu bilmesi için aramayı unutmamamı hatırlattı. O sırada "bebeim" diyordu. Dizlerimin bağı çözüldü. Yasım olan kadın, titreyen bedenime şaşırmıştı. Biliyordu bu titremeyi, tanıyordu beni. Meraklı düşünceleri kafatasında oradan oraya çarpıyordu sanki. Duyuyordum sesleri. Sonra telefonu kapattık. Soru sormasını istemediğim için havayı değiştirmek istedim. Bir şey isteyip istemediğini sordum. Büfeye gideceğimi ve sigara alacağımı söyledim. Oysa sigaram vardı. Yeni almıştım. Bir su alırsam sevineceğini söyledi. Pek işe yaramamıştı hamlem. Kurtuluş yoktu sanki. Gidip suyu aldım ve geldim. O sırada imdadıma muavin yetişti. Otobüsün kalkacağı anonsunu yaptı. Otobüse yöneldik.
*
Otobüse binince tesadüfler çıkmazı yeniden kendini gösterdi. Ben sol tarafta koridor tarafında oturdum. O ise hemen sağımda koridor tarafında idi. Yanyana idik. Yüzüne bakmasam da şaşırdığını hissettim. Birden bana gitmek üzere olduğumuz şehirdeki kız arkadaşına gittiğinden bahsetti. O an bana olan ilgisini anladım. Gereksiz yere bunu belirtmesinin elbet nedenleri vardı. Sebepsiz ve cevapsız bir gidişle iki senemi soru işaretlerine boğan kadın, uzun aradan sonra ilk defa sorulmayan bir şeyi cevaplama isteği duymuştu. Yola çıktık. Ona hiç bakmadım. Ama bir şekilde bana baktığını hissediyordum. Sonra kısık sesle yanında oturan kıza, ona bakıp bakmadığımı takip etmesini istedi. Bakıp bakmadığımı sordu. Cevap hep bakmadığım yönündeydi.
*
Bir süre sonra mola verdi otobüs. Hızlıca inip, bir masa buldum kendime. Kalbimi yeniden titreten kadını aradım. Bu mola yerine ilk gelişimdi. Burada yemeklerin temiz olup olmadığını sordum. Yemememi söyledi. Temiz yapılmadığından bahsetti. Açtım. En azından gözleme yemek için bahane türetiyordum telefonda, gözlemeden bir şey olmaz diye. O halde bir tane yememi söyledi. Telefonda "bebeim" derken içimi titretiyordu. Telefonu kapattık. Gözleme siparişimi verdim. Sonra yanıma o geldi. Yüzüme baktı davet etmemi bekler gibi. Oysa davet etmedim. Yüzüne "hayırdır" ifadeli bir bakış attım. Ama yine de oturdu bir sandalye çekip. oturduktan sonra bir şey yiyip yemeyeceğini sordum. O da gözleme istedi. Siparişi verdim. Sonra ailemi sordu. Annemi, babamı, kardeşlerimi... Ne zaman kavga etsek, bir süre uzaklaşsak; benimle arayı düzeltmeden evvel lafı uzatarak hep ailemi sorardı. Bu durum bana çok tanıdık gelmişti. Hepsinin iyi olduğunu söyleyerek kestirip attım konuyu. Onun ailesinin de iyi olduğunu umduğum cümleyi kurdum lafı uzatmasına engel olmak için. iyi olduklarını söyledi. Sonra gözlemeler geldi. Yerken konuşmadık. Geren bir sessizlik vardı. Gözlemeler bitince bu geren sessizliği yok etmek için kalbimi yeniden titreten kadını aradım. Gözleme yedim diye bana bir şey olursa ondan bileceğimi söyledim gülerek. Yememe izin vermemesi gerekmiş olabileceğinden bahsettim. Muhabbet açılmasın diye anons duyulana kadar lafı uzattım.
*
Anonstan sonra parayı ödeyip otobüse yöneldim. Ona bakmadım. Diğer molada ise hızlıca tuvalete gittim karşılaşmamak için. Ama tuvaletten çıkınca tesadüf gibi karşıma çıktı. Pek inanmasam da bir şey diyemedim. Hediyelik eşya satan dükkanın önündeydik. Bir şeylere bakıp oyalandık. Kalbimi yeniden titreten kadını aradım. Daha ne kadar yol olduğunu sordum. Sonra anons duyulunca otobüse geri döndüm.
*
Bir süre sonra otobüs tekrar mola verdi. Direk, kalbimi yeniden titreten kadını aradım. Bu molanın son mola olduğunu öğrendim. Heyecanla bana, onlarda kalacağının hayalini kurduğunu ve gerçekleşeceğini söyledi. Ben, kalmak istemediğimden bahsettim ilk seferde. Konuşurken durumdan nasıl sıyrılacağımı düşündüm. Durumu tartışma konusu bile etmediğini belirten bir tavırla bu konuyu kapattığını söyledi. Otobüse geri döndüğümde hafif meraklı, hafif sinirli bir ifade ile bana baktığını gördüm. Telefonda konuşurken beni izlediği belliydi. Niçin yolculuk yaptığımda kafa yorduğu belliydi. Son molayı da bitirdiğimizden uyuyor numarası yapmadım. Şehre girdikten sonra etrafa dikkat kesildim. Bir otel kestirip gözüme, kayıt yaptırmak ve eşyalarımı bırakmak istedim. Güzel bir otel gördüm. inmek istediğimi belirtip indim. Hızlıca otele girip kayıt yaptırdım. Eşyalarımı yerleştirmelerini, çıkmam gerektiğini söyleyip bir taksiye bindim. Otobüse yetişip otobüsü durdurdum. Tekrar yerime oturdum. Herkes şaşkındı. Onun da gözleri üzerimdeydi. Eşyasız geri dönmüştüm. Anlamaya çalışıyordu. Az sonra otogara varıyoruz. Gözleri üzerimde, kimin karşılayacağına baktı. Kalbimi yeniden titreten kadın, otobüsün kapısında beni karşıladı. Sarıldık, öpüştük. Onu almaya kimse gelmemişti. Bana olan keskin bakışlarını fark etmişti kalbimi yeniden titreten kadın. Kim olduğunu sordu. Kim olduğunu söyledim. Zaten daha önce anlatmıştım kim olduğunu. Anlatımlarımdan biliyordu onu. Sonra onu almaya gelen olmadığından bahsederek, onu da bırakmamız gerektiğini söyledi. Pek hoşlanmasam da, orada tartışmak istemedim.
*
Sonra onu da alarak minibüse bindik. Birbirine bakan koltuklarda yanyana ama onunla karşılıklı oturduk. Ben yorgundum. Kalbimi yeniden titreten kadın bunu hissedip, başımı göğsüne yasladı. Bense biraz tedirgindim. Kıskançlık krizinin kopmasından korktum. Bir süre sonra inip, onu gideceği apartmana kadar bıraktık. Onunla muhabbet ederken gittiği daire numarasına kadar öğrendi. Bu merakı beni daha da tedirgin etti. Arkadaşlarına orada kalanları araştırtacağına adım gibi emindim. Ama ses çıkarmadım. Onu bıraktıktan sonra acıktığımı söyledim. Beni güzel bir yere götürmek istediğinden bahsetti. Ama dayanamadım ve çabucak bir şeyler yemek istediğimi söyledim. Ben dayanamayınca en yakınımzda dürümcü olduğunu söyledi ve oraya gittik. Bir şeyler yiyip karnımızı doyurduk.
*
*
*
Sonra deniz kenarına gittik. Dünyanın en güzel manzarası oradaydı. Üç tane güneş gördük. Biri tam ortada ve yüksekte. Diğer ikisi ise ortadakinin sağ ve sol yanında daha alçakta ama aynı hizada. Denizde birçok korsan gemileri vardı eskilerden kalma. Otantik bir manzarası ve el değmemiş bir edası vardı. Gemilerin hepsi terk edilmişti. Hepsi demirliydi. Güneş, alışık olduğumuz aydınlıkta değildi. Gün batarken kızıllaşan ve alışık olduğumuz güneşin sarıya çalanı, gündüzleri var olanmış. Batmaya yakın ise kızıla dönüyormuş ışıkları. Önce en yüksekteki güneş batıyormuş. Sonra sağındaki, en sonda da soldaki batıyormuş. Ama hepsi, oturduğumuz banktan bakınca, tam karşımıza denk gelmişti. O sahil şeridinde olan tek bank da o idi. O bankta oturma hakkını elde eden biri olursa ve eğer isterse, o sahilde başka kimse olmuyormuş. Kalbimi yeniden titreten kadın bir şekilde o banka oturma hakkını elde etmiş ve bu eşsiz hakkını benimle kullanmayı seçmişti. isterse, şehirde dolaşırken de şehri insansızlaştırma hakkı vardı. Her şey sadece ikimize özel kalabilirdi. Öyle de istedi. Başka kimseler yoktu koskoca sahilde ve o eşsiz manzarada. Sonra bu hakkını bana verdiğini söyledi. O andan sonra hakkı bitene dek, seçimleri benim yapacağımı söyledi. istersem insanlarla doldurup, istersem yalnız kalmayı seçeceğimi söyledi. Ben, kimseyle paylaşmak istemedim o anı. Sadece kalbimi yeniden titreten kadın olsun istedim. Yalnızlığı seçtim. Denizin üzeri, üç güneşin de etkisi ile kızıla çalan koyu sarı bir renge boyanmıştı. O eşsiz renkte parlıyordu. ilk defa gördüğüm bir renkti. Denizin üzerini ayna gibi kaplamıştı. O an ressam olup o anı resmedebilmeyi çok istedim. O güzel manzaranın büyüsüyle, akşama kadar oradan ayrılmayı hiç istemedik. Akşam olup acıkana kadar orada kalmak istedik. Yolda uykusuz kaldığımdan, başımı banka yaslamak istedim bir ara. Başım, bankın sert tarafına geldi. Bunu görüp "bebeim koluma yat" dedi. Kolunu omuzumdan dolandırdı ve başımı yasladı. Elleriyle de bir yandan saçlarımı okşamaya başladı. O halde manzaraya takıldı gözlerimiz. Her şey çok güzeldi. Hiç yaşanılmamıştı. ilk defa yaşanan bir şeyin heyecanıyla çarpıyordu kalplerimiz. Saçlarımı okşadıkça mayıştım. Uykum geldi. Tek kelime etmeden manzaranın büyüsüyle konuşuyor gibiydik. Üç güneşe ve denize bakıyorduk. Sonra uykudan gözlerim kapandı. Ama düşümde bile aynı manzarayı görmeye devam ettim. Uçan kuşlar, dalgalar, gemiler, üç güneş; düşümde de beni yalnız bırakmamıştı. Kalbimi yeniden titreten kadın da yanımdaydı.
*
Sonra güneşler kızıllaşmaya başladı. Ama alışık olmadığımız bir şey olduğundan akşam olmaya başladığını anlamadık. Gözlerimi açtım. Birbirimize baktık. Önce, en yüksekte olmasına rağmen tepedeki güneş battı. Sonra sağdaki güneş battı. Soldaki batmadı. Sadece alçaldı. Manzara daha karanlık ve kızıl bir hal aldı. Eşsiz bir renge büründü ortalık. ilk defa gördüğümüz bir renk daha... Sonra biraz yürümeye karar verdik. Ben uykuluyum diye koluma girdi. Sersem gibiydim. Ama bilincim yerindeydi. Oradan buradan konuştuk. Sonra batmamış tek güneş de ağır ağır battı. Batışını izledik. Eşsizdi. Enteresandır, karanlıkta bir adam gördük. O bizi fark etmedi. Oysa kimse olmamalıydı etrafta. Az ileride bir kayanın üzerinde oturmuş denize bakıyor. Yanına gittik. Babasıymış. Şaşırdık karşılıklı. Bahsettiği arkadaşının ben olduğumu anladı. Süzdü beni. Bense pek süzmeye cesaret edemedim. Sonra elimi uzattım ve tokalaştık. Annesiyle tartıştığını söyledi. O an yalnız bırakmak istedim onları. Uzaklaştım biraz. Konuştular bir süre. Sonra yanlarına gittim. Babası uzaklaştı. Karanlıkta kayboldu. Sanki hiç gelmemişti. Koluma girdi. Her zamanki iç gıdıklayan gülüşüyle geceye renk verdi. içmeye gitmek istediğini söyledi. Oranın en ünlü mekanına götürdü beni. Ama normalde çok kalabalık olması gereken yerde kimse yoktu. Her yer terkedilmiş gibiydi. Sanki tüm dünya bize tahsis edilmişti. Ama mekan, normalinden daha otantik bir dekora bürünmüştü. Sağır sessizlik her yerde hakimdi. Karşılıklı bakıştık. Karanlıkta bir garson belirdi. Ne istediğimizi sordu. Siparişimizi verdik. Hiç şarap sevmezdi ama kırmızı şarap söyledi. Bense bir şey içmek istemedim. Onu izlemeyi tercih ettim. Eşlik etmemi istedi, ısrar etti. Bir kadeh rakı söyledim. Sonra niye kastığını anlamadığını söyleyerek şarap sevmediğinden bahsetti. Bira istedi. Gülüştük. Garsonların işi bitince elimi çıtlattım. Hepsi kayboldu. Birden masamızın bulunduğu yer, bir meydan gibi bir yere dönüştü. Etrafta restoranları olan, avlusunda sadece bizim masamızın olduğu bir meydan... Işık beliren tek yer, restoranın içinden cılız bir şekilde beliren camın olduğu bölümdü. Geceyi aydınlatansa sadece ve sadece gözlerindeki ışıltı idi. Otobüsten indiğimden beri gördüğüm tek beyaz, aydınlık ışık; o an karanlığı aydınlatan ve gözümü almayan gözlerindeki ışıltısıydı. Ay ışığından daha berrak, ay ışığından daha aydınlıktı. Far ışığı gibi değildi. Kaynağı bellisizdi. Ama gözlerinden yayıldığını biliyordum. Dünyanın dönüştüğü o yerde, tek beyaz ışıktı gözlerindeki. Üç güneş bile kızıl sarısıydı sabahları. Akşama doğru ise kızıl.
*
Birden bana baktı. Ellerini birleştirip, ellerinin tersine çenesini yasladı. Başımı döndüren bir bakıştı gördüğüm. Sonra bakamadım uzun süre. Çatalla oynadım. Oysa yemeğimiz bitmişti. Sanki bir şeyler söylememi ister gibiydi. Boncuk boncuk terlediğimi hissettim. Terimi sildim. O durumdan sıyrılmaya ihtiyacım vardı. Ortamı şenlendirmek isteyip istemediğini sordum. Tercihi bana bırakınca ellerimi çıtlattım. Her yer masa doldu. insanlar, müzik, garsonlar, dansözler... Bir süredir içtiğim kadehimden bir milim eksilmemişti. Ama o üç bira içmişti. Biraz çakırkeyif olmuştu. Yürümek istedi. Elimi çıtlattım ve insanlar kayboldu. Yine sahile gittik. Deniz görünmüyordu burnumuzun dibinde olmasına rağmen. Sanki gemiler yok olmuştu. Gördüğümüz sadece hiçlikti. Her yer gözlerinin ışıltısı ile aydınlanmış ama deniz, zifir karanlıktı. Sonra yanağıma bir öpücük kondurdu dudağının iç tarafıyla. Sıcacık bir öpücüktü. Tam bir şey diyecek gibi oluyordu, elimle kapattım dudağını. Söylemesine engel oldum diyeceklerini. Sonra kırk saniye kadar bakıştık. Başım dönüyordu o bakışından. Gözlerinin ışıltısı ile büyülendim. Sayfalar dolusu anlatılabilecek o bakışın etkisiyle kendimden geçtim, iç çektim. Banka oturduk. Sonra uykusu geldi. Onlara gideceğimizden bahsetti emrivaki tavırla. Ben kendisini bırakabileceğimi ama onlarda kalmayacağımı söyledim. Otele yerleştiğimden bahsettim. Eve gidene kadar etimi sıktı. Kalmaya ikna etmeye çalıştı. Evine vardığımızda kapıyı babası açtı. içeri buyur etti. Ben girmek istemedim. Uykum olduğunu ve otele yerleştiğimi söyledim. En azından bir şeyler içip öyle gitmemde ısrar etti. Annesi ve ağabeyi beni süzdü. Babasıyla beraber üçümüz muhabbet ettik. Sonra kalkmak istediğimi söyledim. Ayağa kalktım. Kalmam konusunda ısrar ettiler.
*
O sırada telefonum çaldı. Kayıtlı olmayan bir numara. Telefonu açtım. Arayan, kalbimi hiç olmadığı kadar mutlu edip sonra iki sene yasını tutturan o kadının arkadaşı. Kendisini eve bıraktığımızdan sonra rahatsızlanmış. Telaşlandım. Kalbimi yeniden titreten kadın ne olduğunu sordu. Anlattım. Kızgın ama çaresiz bir bakış attı. Gitmem gerektiğini biliyordu ama istemiyordu gitmemi. Çaresizce "git" dedi ben bir şey söylemeden. Gittim. Kapıyı arkadaşı açtı. Onu sordum, içeride yattığını söyledi. Bir odanın kapısına götürdü beni. Açıp kapıyı içeri girdim. Yatakta yatıyor. Yorgan, boğazına kadar çekili. Yüzü ise boncuk boncuk terli. Nasıl olduğunu sordum. Anlayamadığını, beni çağırmasını istediğini söyledi. Kapalı gözleri açıldı. "Hoşgeldin" dedi. O sırada kız arkadaşı kapıyı çekip dışarı çıktı odadan. Alnına koydum elini. Ateşine baktım. Ateşi yoktu. Halsiz görünüyordu ve çok terlemişti. Bir anda buz kesmişti. Şaşırmış ve endişelenmiştim. Nolduğunu sordum, bilmediğini söyledi titrek bir sesle. Sonra birden sıcakladı, ateş kesildi teni. Sıcaklayınca, sarıldığı yorganı attı üstünden. Üzerinde hiçbir şey yoktu. Çırılçıplaktı karşımda. Sadece, beraber olduğumuz dönemde yatarken benimle olduğunda giymek için aldığı minisi vardı. Onu özel gecelerimizde giyerdi. O anda üstündeki tek şeyin o olmasına şaşırmıştım. Bir enteresanlık sezmiş ama ne olduğunu anlayamamıştım. Üzerine giydirmek için bir şeyler aradım. Sonra buldum. Giydirirken zorlandım. Kollarını kaldıramıyordu bile. Tekrar yatırdım. Yüzüme baktı. Eskilerden kalma bir bakış attı bana. Konuşmamı istediğinde attığı bir bakıştı. Sonra yanına yatmamı istedi. Uyuyabilmesi için yanına yatıp, saçlarını eskisi gibi okşamamı istedi. Yapamayacağımı söyledim. "Ama yapmazsan öleceğim" dedi. Bir an üzüldüm. Yanına uzandım. Temas etmeyecek şekilde, vücudumu dokundurmadan ellerimle saçlarını okşamaya çalıştım. Mis kokan saçlarının kokusunu almamak, büyüsüne kapılmamak için burnumdan nefes almadım. Bana yakınlaşmaya çalıştı. Yatakta boş yer kalana kadar geri çekildim. Bir elini omuzuma koydu. Tepki vermedim. Eskiden onun yüzünü sevdiğimde parmağını gezdirirdim yüzünde. O da omuzumda parmağını gezdiriyordu. Ama oralı olmadım. Bir anda öpmeye çalıştı. Yüzümü çevirdim. Kulağıma geldi dudağı. Sonra kalktım yataktan. Bir anda geçti hastalığı. Ya da ben öyle hissettim. O da kalktı. Üzerine giydirdiğim şey bir anda kayboluverdi. Sonra yere yığıldı. Çırılçıplak kaldı. Yine hastalandı bir anda. Sırtında az evvel görünmeyen yeşil bir dövme belirdi. Arkadaşı da girdi odaya. Çok ateşi vardı. Ateşini düşürmek için banyoya sokmamız gerektiğini söyledi arkadaşı.
*
Banyoya girdik. Arkadaşı dışarı çıktı. Aklıma eski günler geldi. Hep birlikte banyoya girer, birbirimizi yıkardık. Hep öperek yıkardım onu. Her banyoya girişimizde su akarken üstümüze, sevişirdik. Bensiz banyo yapması dahi yasaktı. Oysa o an küvette felçli gibi duruyordu. Sadece başını oynatabiliyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Enteresandı bakışları. Bakamıyordum gözlerine. ilk defa onu anne şefkatiyle yıkıyordum. Vücudunu sevmeden, her noktasını öpmeden... O an, artık onunla olamayacağımı anlıyordu. Gözlerinden taşan hüznü görüyordum. Dökülen sadece hüzündü, yaş değil. Boğazının düğümlendiğini hissediyordum. O düğüm bende de olmuştu. Yıkamaya devam ettim. Ateşini düşürdüm. Sonra kuruladım yavaşça. incitmemeye gayret ettim. Dizime yatırıp özenle kuruladım. Hareketsizdi. Sonra yatağına götürdüm. Üzerine bir şeyler giydirdim. Üzerine bir şeyler örttüm ve yatağının yanına bir sandalye çektim. Sonra uyudu. O yuduktan sonra ben de uyuyakalmışım. Odanın kapısı açılanca irkildim. Kapıya baktım. Gelen, kalbimi yeniden titreten kadındı. Beni uykulu ve sandalyede görünce rahatlamış bir hal aldı. Yanıma geldi. Çok enteresan bir şey söyledi bana: "Teşekkür ederim, ilk defa bu kapıdan üzgün girmiyorum" dedi. O an anlayamadım o lafı. Şaşırdım. Gülümsedim. Yanağıma bir öpücük kondurdu ve gitti. Giderken yatakta yatan ve artık yasını tutmadığım kadın tarafından fark edildi. Kalbimi yeniden titreten kadını görmek üzdü onu. Sabaha kadar hiç konuşmadık. Ben sandalyede, o ise yatağında sessizce sabahı bekledik. Sabah oldu ve iyileşti. Bense kötü gününde yanında olmanın huzuru ile terk ettim orayı.

24.03.2009
14:02
Uğur Yaman

blogum: http://albastropos.blogcu...sli-gokyuzu_39467441.html
"ay tenli melek"

ay tenli melek, hep masum ve korunası kalacaksın gözlerimde. gölgende kırılmışlığının izlerini arayacağım umarsızca. anne şefkatiyle kabuslarıma hıncımı büyütürken; hikayende masal, rüyalarında düş, yarınında yumuşak bir dokunuş olamamanın sızısını taşıyacağım istemeden. hayallerimin barajında gezinir talihsiz adımlar çıkmazı. her şeye inat, görkemli bir tablonun yaratılmışlığında lekelenmeden sade bir renk kalabilmekti hayat...

25.07.2007
17:56
uğur yaman.
"Çıkamıyorum içimden"

Görüyorum... Belki anlatması zor, söylemesi imkansız, biliyorum... Geceden geçen dipsiz tünelin içinde sanki tutsaklığım... Özgürlüğüm yenik, umutlarım kırık, hayallerim donuk... Dualarla beslediğim dağların enkazında yüreğim... Düğüm düğüm dolandığım çaresizliklerimin dirhem dirhem kırıklarından sızıyorum bir bilinmeze... Oysa doğmalıydım yeniden... Oysa çıkmalıydım içimden... Çıkamıyorum içimden...

Kanırta kanırta hırpaladığım ruhumda, hoyrat fırtınaların fısıltıları korkutuyor beni... Gizinde sarmaşık olup perdelerime dolanmış bir sahipsizliğin yarattığı ürkeklikle üşüyen ufkumda, sızısını cellatların bile öngöremediği kadar misafirperverce ağırlayan bezmişliğimde; kimsesiz bir anahtar kadar yarınıma yabancı yaratılmışlığımın vahameti içindeyim... Ürkek göz kapaklarımın kıstırdığı ela ateşin boğulmuş kuytularında, aç kuyularına gömülme endişesi büyütüyor suskunluğu... Üşüyen uçlarım bana uzak... Çıkamıyorum içimden... Dağılmış, viran şehrimin ıssız sokaklarında kalmış sahipsizliğim... El değmemiş, ayak basılmamış tenha köşelerimde bile bir gün bulunma ihtimaline layık görülmemiş acziyetimin vahdetinde, sana birikiyorum.

Eksik kalan şeyler var. Yarım, tamamlanmamış, aciz, yoksun ve de sensiz... Kapıları kapalı yalnızlığımın. Açamadım daha. Bitiremedim hasretimi. Söyleyemedim derdimi. Süreksiz duraklamaların dizlerine dolanmış ağrılarım. Acıya kenetli "Sen" ağrısında umuda yabancı işkence çaresizliği bu. "Ben" yoksunu benliğimde "Sen"inle taşıyorum. Oysa biliyorum. Doğmalıyım yeniden, çıkmalıyım içimden... Çıkamıyorum içimden...

05.12.2008
01:35
------------------
13.03.2009
12:21

Uğur Yaman
"ertelenmiş pişmanlığın"

Söylendiğinde pişmanlığının garantisiyle gönderilen her kelimeye bir cevap bulunurdu belki, kendine tercih ettiğin kör gidişinde bana da seçilebilir bir fırsat sunabilseydin. Ama olmamalıydı. Sen hep günahkar, bense hep itaatkar kalmalıydım.

Bana biçtiğin rol bu idi kendince. Benim tercihlerim senin yanlışlarına takıldı. Doğrularım ise hiç umurunda olmadı, "Ben" diye zihnine yer ettirdiğini iddia etsen de. Sen talihsiz adımlar çıkmazı idin, bense bir bilmece idim sana göre. Oysa gizemi kaçmıştı değil mi? Köşe bucak sıkışmana neden olan tercihlerim, inkar bile edebilecek kadar hırçınlaştırmıştı seni... Oysa niyetim sadece sana yardımcı olmaktı. "Ben" olamayıp yanında bir başkası olarak kalmaktansa, senin "Sen" kalabilip zarar görmemen için senden vazgeçmeyi göze alabilmiştim... Adımında mutlu bir sebep olamamaksa yazılan, hüznü de silip atabilmeliydim... Bir başkasına dönüşmeden ve her şey eskisini aratmadan...

Gitmek isteyişimi anlamadın. Giden benken bile ardından bekleyenin olabilmiştim. Sen dolu dizgin tüketirken umutlarımı, ben yine de sana ağlayabilmiştim... Kahretmeden ve unutmadan... Uyuşturmadan... Yüzüme konuşma cesaretini gösteremeden ertelediğin pişmanlığın, umarım daha fazla acıtmaz canını. Umarım...

24.08.2008
05:09
Uğur Yaman
"Bir Ben Yarattım"

Yaşamanın yorgunluğu çöktü üzerime. Sorumsuz bir şımarıklık değil bu beni her şeye kahrettiren. Çırılçıplak bir düşün koynunda sabahlamak dileğim. Katıksız ve çırılçıplak. Düşlerimle sohbet etmek istiyorum sımsıcak yatağımda sabahlara dek ve zaman kaygısı olmadan. Nefes alışlarım zamanı ilerletmeden. Süreksiz bir duraklamada birilerinin dediği gibi sorgusuz sualler aramak istiyorum. Hayallerimin kimsesizliği acıtmadan benliğimi, kendime gebe bir yarının ben kokan dünlerinden sabahlamak istiyorum yarınıma. Hiçbir şeye ve kimseye mecbur olmadan, sadece kendimden sorumlu olabilmenin rahatlığıyla yaşam yorgunluğumdan arınmak istiyorum.

Ah bu bitmez aldanışlarım... Ah bu olmayan sabahlarımda kendimi düşünemeyecek kadar başkalarıyla meşgul oluşlarım. Bir gün hepinizi gömeceğim ters yöne esen bir rüzgarın kucağına. O alıp götürene dek sizi dünyanın öbür ucuna, nefes almadan koşacağım.
Her yeni güne başlamadan defalarca siz yaratmama rağmen kendimden, bir kere olsun yüzbinleriniz arasından bir "Ben" yaratamayışlarınıza takılıyım. Her hücremin gözeneklerine kadar beni sömürmek için üşüşmelerinizi izliyorum sessizce. Bu suskunluğum, kabullenmek değil savaşmadan bir yenilgiyi. Ben yüreğimin namusuna inanırım ve onurumdan güç alırım. O tertemiz, o düşlerimle kanatlı ay tenli onurumdan güç alırım.

Hiçbiriniz layık değilsiniz onunla yüzyüze gelmeye. Katiyetimin ardındaki dirayet, salt kibirlilikten uzak ben olma istikrarı. Ki siz bunu asla özümseyememiş olmanın kıskanç pençeleriyle tırnaklamaya çalıştınız hep. Beni sevmelerinizin ardında bile, ulaşılmadık bir elde etme arzusuyla beslediğiniz egolarınız vardı. Benimse sadece onurumla yaşamanın saf kaygısı. Ben yüzlerce sizin yaratılmışlığınızın koynundan kopup, bir "Ben" yarattım. Rahat bırakın artık beni. Ya da siz bilirsiniz. Tek arzum yüreğimin namusuyla yaşamak....

20/03/2007
Pazartesi 00:32
Uğur Yaman
"ben seni seyrediyorum"

Zaman geçiyor. insanlar birbirlerinin kanını akıtıyor. Karanlığın koynundan, uzaklardan, cılız çığlıklar geliyor kulağıma. Sen uyuyorsun. Bense tüm hayranlığımla seni seyrediyorum. Ara ara öpüyorum yanaklarından, üşümüş kollarını okşuyorum ısıtmak ve sevmek gelgitlerinde.

Zaman geçiyor, insanlar birbirlerini öldürüyor, sen uyuyorsun. Bense tüm hayranlığımla yatağımda boylu boyunca uzanmış Kadınım'ı izliyorum. Sarı-siyah saçları dağılmış yastığıma. Kapalı gözlerinin düşlerinde kim bilir hangi yarına yolcu... Ölesiye meraklarım kurcalıyor pembe düşlerini. Her olasılığa bir renk seçiyor umarsızca. Düşlerimin boynunda hala dudağının izi... Sen farkında olmadan aralıyorum düşlerinin kapısını. Bir gelecek zaman diliminde buluyorum kendimi. Bir oda, içerisi eşyalarla dolu. Tam senin zevkinle döşeli. Senin evin olduğu besbelli. Ben buradayım, ya sen neredesin? Anlamsızca bakıyorum duvarlara. Bir anda ne olarak bu odada olduğumu sorgularken, konsolun üzerinde mum ışığında bir yemekte çekilmiş fotoğraflarımız çarpıyor gözüme. içim rahatlarken utanıyorum kendimden. Sonra içeriden o her duyduğumda yüreğimi okşayan sesini duyuyorum. Bana sesleniyorsun. Yanına gitmek için kapıyı aralıyorum. Sesine doğru adımlarımı atarken ne ile karşılaşacağımın heyecanı sarıyor içimi. Altın saçlı bir bebekle oynuyorsun. Kollarının arasında kayboluşu, ufaklığından değil sanki. Beni de içinde kaybettiğin sevgi denizin gibi bir berraklık var. O korkusuz, o sevimli, o masum bebeği bana uzatırken gözlerinin kahve ışıltısı kamaştırıyor ruhumun tüm ayrıntılarını. O anda o küçük kalbin ikimizden bir parça olduğunu anlıyorum. Kalp atışlarımın tüm vücudumu inletişini duyuyorum. Sade bir düşün engin ufuklarında olmanın hazzını yaşıyorum. Altın saçlı bebeğin ışıltısıyla doğuyor sanki yeni bir gün.

O anda düşlerin buğusu kapatıyor araladığım kapıyı. Bir anda sen yatakta uzanmış dururken, ben yanında terli bir şekilde silkeleniyorum. Neydi o az önce gördüklerim? Neydi o bir anda korkularımı dümdüz eden gerçek? Gerçekten düşlerinde mi kanatlandım ansızın? Mucize neydi? Tüylerimi diken diken eden bir anlamlılığın tepesinde sana bakıyorum. Zaman geçiyor, insanlar birbirlerinin canını yakıyor, sen uyuyorsun. Bense mucizelerin yamacında seni seyrediyorum. Kollarımın arasındaki varlığın oluşturuyor hazinemi. Kimseyle paylaşamadığım bir cimrilikle yanaklarına bir öpücük konduruyorum. Verdiğin nefesi topluyorum odanın her köşesinden ciğerlerime. Sıcaklığı ısıtıyor bedenimi. Sarı-siyah saçlarının mis kokusunu da ekliyorum üstüne. Pembe dudaklarının taze kokusu beni kendine çekerken, seni uyandırma korkusuyla hakim oluyorum kendime. Sen farkında olmadan ellerin sarıyor beni. ince bir dokunuşla kendine çekiyor. Göğsüne yaslıyor içinde sen dolu düşüncelerle yüklü başımı. Yumuşak bir öpücük konduruyorum göğsüne. Yorganı gereksiz kılan alevin sarıyor her yanımı. Sımsıkı sarılıyorum sana. Sonra tüm yaşadıklarımı bir kağıda sığdırabileceğim ümidiyle kalkıyorum yataktan. Hislerime susturucu takan bu acımasız kelimeler çalarken ayrıntıları, zihnimin bir köşesine kazıyorum tüm yaşadığım bu anları. Kelimeler birer birer dökülürken dahi gözüm sende. Hala kokunu duyabilecek kadar yakınım sana. Gün geceyi kovalarken, zaman hızla akıp geçiyor. insanlar birbirlerinin katili olmaya devam ederken, ben seni seyrediyorum. Yalnız seni...

03/03/2007
Cumartesi 03:50
Uğur Yaman
"Kaç..?"

Kaç kahpe daha tanımalıyım umutlarımı karamsar bir şişeye meze yapabilmek için? Ve kaç iyimser tablo daha çizmeliyim ruhumun kanatlarından kopardığım onur yoncalarıyla?

Bir "Ben" yetecek mi hasretlerimi dize getirmeye? Fahişe aldanışlar inlerken günahların koynunda ve olmayan sabahlara, türküm yetecek mi elinden tutamadığım binlerce gidişi geri döndürmeye? Bir isyanım ürkütecek mi deli cesaretiyle kamçılanmış yenilgileri? Geciken sabahlarıma kaç şişeyi daha feda edeceğim, uyuşturmak için acılarımı? Kaç sabahı boğazlayacağım karanlık kuytularda? Kaç doğuşu öldüreceğim bir daha var olmayı denemeyeceğine inanmak isteyerek? Tutunamadığım kaç yoldaş ürkütecek beni? Arkama döndüğümde buharlaşan kaç damla gözyaşı kalacak yitirdiğim? Bekaretini kaybetmiş kaç onurun daha ardından ağlayacağım? Onurundan sıyrılmış kaç grur yeleğine daha savaş açacağım? Kaç cephe daha açacağım yitik ruhlara? Kaç nanköre indirirken gerçeğin sillesini, incineceğim solumdan ve vurulacağım sırtımdan? Kaç sayfa daha dökeceğim kalp kırıklarımdan sızan? Kaç parça daha toplayacağım yüreğimden kopan? Kangren olmuş zincirlerden kaç halka daha sökeceğim? Viladetine düşman kaç şiiri daha sızısıyla yaratacağım? Müktesebatı hazin kaç geçmişe daha rehber olacağım? Amaca haiz kaç sefere daha müessir olacağım? Muğlaklıkla beslenirken hainler, özünden şaşan kaç sapmaya daha sopa çalacağım?

Bu hazin hikayeye bir nokta koyamadık. Virgüllerle uzadı, ünlemlerle boyandı. Kendini kesme terimleriyle ilahlaştıran nice suretlere acıdık geceler boyu. Parantezler içinde düşündük, yüklemlerle karşı koyduk. Her daim bir özneydik. Bire on veremedik lakin yüzlerin ortasında yekpare durabildik. Kimi gün haykırdık, kimi gün ağladık. Gözyaşlarımızla sulandı izlerimiz. Bazı gün kemiklerimiz kırıldı. Yeniden dirildik. Ölmedik, göçmedik. Hep buradaydık...

25.07.2007
Çarşamba
15:40:58
Uğur Yaman
"Niçin"

Yanlış bir öyküde yalnız bir yaşam... Yalnızlıkta ölesiye ısrar ederek yanlışları kabullenmemek... Ölesiye sitem etmek tüm sevgilere... Bizi biz yapan yapı taşlarımıza sırt çevirmek... Yüzümüzü ardına çevirip deli taylar gibi koşmak... Belki de kaçmak yüzleşmelerden... Yenilmekten korkmak... Ya da sonunda kazanmak bile olsa hatasız olduğumuz varsayımına ters düşmemek... Her yükleme ağır başlı ama dik mazeretler yüklemek... Acılara acı acı gülmek... Soyutlamak kendini nefes alan dünyadan... Aşkla doğduğu halde aşkına inatlaşmak... Gururla kabuk tutmak... Hırslara yenilmek amansız... Birer birer yitirmek tüm kaleleri... Zafer planları yaparken yitirmek... Önce kendini, sonra değerlerini yitirmek hazin hazin... Acıklı bir öyküye başrol oyuncusu olmak bilmeden... Elimizdekilerin anlamını bilmemek... Mutlu bir şarkı güfteleme çabasında acı bir şarkıya konu olmak... Nefes alamamak yavaş yavaş... Tüm olumsuzluklarla birlikte yanlışlara daha fazla sarılmak... Gurur denizinde boğulmak... Güneşi ardına alıp gölgede kaybolmak... Bir üçgenin köşesine sıkışmak ya da bir çemberin etrafında dolanıp sürekli aynı noktaya varmak... Duygu sömürüsünün orta yerinde önce kendini sömürmek... Kurguya ve yalana önce kendini inandırmak... Sonra da dikine çıkmak yokuşu... Ucunda bir uçurum olduğunu bile bile hızla koşmak... Sonra da atladığında yaradılışına ters düşmek... Kanatsız bir ruhun tanrısına isyan etmek... Özünden şaşmak... Asi olmak... isyankar olmak... Popülist bir gidişin dönüş biletini kaybetmek... Neleri kaybettiğini anlayamamak... Kendine güvenememek... Savaşmak yerine isyanla dolu kaçışlara aldanmak... Ucuz yoldaşlar aramak kendine... Varlığına düşman olmak... Zirveyi hayal ederken en dipte olduğunu bile fark edememek... inadına inatlaşmak... Kendinle inatlaşmak...

Peki niçin? Sonuçlarla uslanmayan deli gönlü inadına acıyla kertmek niçin? Yolunu seçme yetisinden uzak gidişini ders almalardan yoksun bırakmak niçin? Yitirmeleri yitirmek beklerken bizi, yitirmelere müptela olma gayreti niçin? Işık tutan dostlarımızı ahmak rüzgarlarda karartma gayretimiz niçin? Dirhem dirhem tüketerek umutlarımızı, kahpe aldanışlara kanışımız niçin? Kan kokusuna azılı yoksunluklara varlığımızı yem edişimiz niçin? içimizdeki çocuğu nefretle yüklemek niçin? Onu büyütmek bile aptallıkken, nefretle bir bilinmeze esir etmek de niçin? Esaretin koynuna hediye ettiğimiz benliğimizi kaybetmeye ısrarımız niçin? Çıkış yollarını dikenlerle dolduruşumuz niçin? Niçin sevmelere uzak kalışımız ve sevmelerden kaçışımız? Gelgitlerimiz niçin? Tek yürek bir birlik olmaktansa yalnız çoğunluğa kaçışımız niçin? Yüreğimizi unutuşumuz niçin? Her kalp atışındaki korkuşumuz ve celallenmemiz niçin?

Sevdikçe yaşamaz mı insan? O halde yaşadıkça sevmek yerine kin doluşumuz niçin? Koskoca dünyada bir başımıza acılar denizinde boğuluşumuz niçin? Bunca hatadan sonra gözyaşları döküşümüz niçin? Gururla kanatlı kibirimizi gözyaşıyla süslemek de niçin? Hakir gördüğümüz her cana sızı yaşatma arzusu da niçin? Acıyı var oluşumuzla değil, benliğimizle yaşamanın onurunu reddetmekle hak etmedik mi? O halde tertemiz insanlara bunu yükleme gayretimiz niçin? Niçin, kimin için?

07.08.2007
12:46:55
Uğur Yaman
---------------spoiler---------------
içimizde kaybolup yeniden can bulduğumuz duvarlarımızdır.
---------------spoiler---------------

"kara delik"

nasıl da dipsiz bir kara delikmişim meğer. nicesi ayna olurken umutlara ve yansıtırken ışıltısını gözlerinden, ben dipsiz bir "kara delik"im. olmasını bekledikleri yarın olup da bulmayı beklediğim yerde ellerini boşluğa bırakan dipsiz bir "kara delik"im.

seçmeyi düne bırakıp, yarınında aradığını yaratmak zorluğunu kolaylaştıran sonsuzluğumun gücüyle büyüttüm ufkumu. anlamadıkları varlığım değildi. anlatamadığım yoklukları, acziyetleriyle suskun erdemliliklerini boğan yitişlerine kurban oldu. hırçınlaştıkça parçaladılar. sonra kuyruklu bir yıldız gibi kayboldular. yüreklerinin sağlam kalan her zerresini, gerçeklerin yüzleşme arzulu kararlılıklarından kaçarak inlettiler. acı dolu yakarışlarıyla inledi kalp kıvrımları.

ellerim boş... yüreğim kudurmuş ve ..... ve dudaklarım çatlaklarında biriken özleminde saklıyor seni şehvetle, etrafını aşındıran yoksunluklarından. gel desem gelir misin? doğar mı günümüz batmamacasına... sadece perdeyi örttüğümüzde olmayan sabahlarımızı arar mıyız, tenimizi yüzdürürken tenimizde... günümüzü besler miyiz sevgimizle, unutmadan... trigonometrik bir açılımı toparlar mıyız bir mezure gibi her sarıldığımızda, aynı noktada buluşmak için... kalp atışlarımıza dövdürür müyüz göğüs kafesimizi...

03.02.2008
pazar
02:59:23

uğur yaman
http://albastropos.blogcu.com/KaraDuvar
---------------spoiler---------------
kızgınlıklarımıza kucak açan duvarlarımızdır.
---------------spoiler---------------

"tapir"

tapir! yüklendiğin yoksunlukların ağırlığıyla boşluğa düşüyordun. hiç olamamıştın, hiç nefes alamamıştın. arzuların yitikti. sen bitiktin tapir! düşlerin bile olmamıştı, içinde kendini salacağın... hayal edecek bir kıvılcımın bile yoktu yanmaya dair. kimsesizdin, çaresizdin, kimliksizdin. tapir! yapayalnız sessizliklerin bileşim kümesiydin. fare tıkırtıları bile olmamıştı gecelerinde seni mutlu eden. sevilmemiştin, sevememiştin. hep ihanetlerle kavrulmuştu yüreğin. hep kaçmaya niyetlenmişti umutların. tapir! bir gel-git'in ortasında onurunu meze etmiştin boşalan şişelere. başlangıcı olamamıştın var oluşların. kahrolmuştun, yıkılmıştın... tapir! kimse sevmemişti seni. hep yalanlarla kandırmışlardı. koparmışlardı benliğini. hapsetmişlerdi kendilerine bir köle gibi. kendine güvenini yitirmiştin tapir! gözyaşlarının deniziyle yelken açmıştın umutsuzluklara. karamsar dünyanın ışığı yoktu. ihanetlere alışmıştı gururuna mendil satan aldanışlar. kalkamadın, var olamadın, doğamadın yeniden tapir! kendine düşman kesilmiştin. bir dalın bile yoktu tutunacak. bir dostun bile yoktu seni anlayacak. başını topraklara gömmüştün utancından.

tapir! bir sen yarattım yokluğundan. hayalkırırklıklarını aldım zavallı geçmişinin. acılar denizini kuruttum ansızın. dindirdim acılarını ve çekip aldım umutlarını işkencelerinden... onursuz yaşamını çekip çıkardım sarhoş bitişlerden. olmayan sabahlarına ışık oldum, inleyen gecelerine türkü oldum, umutsuz karamsarlığına beste oldum. tapir! bir sen yarattım sensizlikten. nefes aldın, yürüdün, kendine geldin! tapir! ilk defa kalp atışlarınla inlemişti dünyan. göğüs kafesini kalp atışlarına dövdürmüştüm. korku değildi bu çığlıklar. isyan değildi bağırışlar. mutluluğu öğrendin. acıyı unuttun.

tapir! ilk adımın nankörlük oldu. ikinci adımın ihanet. tapir! şimdi kime inat bu gidişin? sensiz ölür müyüm sandın? unuttun mu, bir sen yarattım hiçliğinden! bana acı verebilir mi okların? beni devirebilir mi var oluşunu bile kavrayamayan onursuzluğun? beni yok edebilir mi yalanların? tapir! gerçek kalamayacak kadar yalanladın yaratılmışlığını. şimdi bu sızlanışın yoksunluklarından. aldığın nefesin tatsızlığından. yüzdüğün ihanetlerin çaresizliğinden.

tapir! şimdi yine ağlıyorsun biliyorum. yalanların uçtu gerçek belirdi. çünkü gözyaşlarının denizi ıslattı ayaklarımı. oysa ben kahroluşunla yıkanmayacak kadar asilim. tapir! kirli benliğinle yaşamaya alıştın tekrar. süslü masken düştü artık. yaşamak için tek şansını ihanetinle kaybettin. nankörlüğünle bitirdin umutlarını. tapir! kanlı gözlerin hala dersini almadı. bir aldanış bekliyor benden. ölüme mecbursun sen. tapir! ölmek yeni bir başlangıçtı. öldürmüştüm acılarını. şimdi tekrar doğdular. ölmek uzak sana artık. bitimsiz bir ölüm seni kucaklayacak. sonsuz bir bekleyiş seni yutacak… tapir! ölmekle ölüm arasındaki sonsuz farkı anlayacaksın şimdi. tapir!

20.06.2008
cuma
16:11:15

uğur yaman
---------------spoiler---------------
gözyaşlarımıza müsebbip aldanışların kandıramadığı duvarlarımızdır.
---------------spoiler---------------

"adanmış gözler aldanmış bir kalbin yanlışlarında boğulur"

bir kırılma noktasıydı onlarcasından farkı onlarca detayda gizli olan. sarmaşık gibi bedenimin içinde tırmalanıp durmak bilmeyen o hisler kümesini boğmalıydı... birileri buna gömmek demişti. gömdüğün şey içinde kaldığı sürece tırmalamamasını istemek bencillik miydi yoksa asıl bencillik tırmalamayıp anılarıyla unutulmasını ve verilmesi gereken değeri vermek istememek miydi?

ne kaldı ki geriye! varlıklarından habersiz onlarca şiir oraya buraya saçılmış. ağır yaralı mısralar, yanaklarımla yoldaş... ben’den öte bir ben gizlediğim ve benden ziyade bir ben, nefes aldığım...

duvarlarım! adını karaduvar koyduğum duvarlarım. görülmez duvarlarım üzerindekilerden. hislerimin resimlerini mısra mısra taşıyan duvarlarım... içine hapsederken bile anılarıyla okşayan, anılarıyla işkence eden duvarlarım... birkaç damla kan saçıldı gözüne ve bir ok daha saplandı yüzüne.

üç şehir, bin günah ve bir dua... haklı olan hangisi? masumiyet rolü kimde bu hikayede ? kim yazdı, kim oynadı ve kim rolünü sevdi? sorular sormak hep bana düştü geceden beri... cevaplamak da, söyletmeden, sorgulatmadan, geveze çenemi susturmadan konuşmak da bana düştü... oysa ne çok arzuladığım şeymiş susmak... susturulabilmek! ölesi masum ve ölesi derin dinginliğimde hissederek anlamayı kenara bırakarak dinlemek... insan gibi... sonsuzluğumu ardımda bırakıp ölümlü gibi dinlemek ve dolmak verdikleriyle...

tatlı bir nefese bir hayatı takas etmekti dileğim... saklı kentten ciğerime gönderilen mutluluğa hayatımı adamaktı düşlediğim. sonsuzluğumu ve ölümsüzlüğümü bile hiçe sayarak tekamüle yol vermekti... avuçlarının arasına sığdırabileceği kadar küçültmek ve gözlerinin ufkuna dar gelecek kadar adamaktı hayatımı! istiskali, anlamsızlığı seçimlerinin...

her adımda iki pişmanlık ve her pişmanlıkta en az iki seçim... tercihlerimi onlara bıraktığım bir geçim... şıklarda tek doğru "hiçbiri" seçeneği seçebilecekler için! "adamış gözler aldanmış gözlerin yanlışlarında boğulur..." işte hikayenin özeti... "tercih edilmemiş yanlışlar, adanmış bir hayat oldukça kabuldür..." işte bu da sebebi...

06.05.2008
23:11:53

uğur yaman
---------------spoiler---------------
merhabaya niyetli arzularımıza şahit duvarlardır.
---------------spoiler---------------

"kır zincirlerini"

gidenin ardından uçsuz bucaksız bir el sallayıştı benimkisi. bilinmezliğe açılan kapıdan kırık kanatlarımla boşluğa bırakmışken kendimi, şefkatli bir dokunuştu ruhumu uyandıran ve yüreğimi okşayan… sızısı benliğimde solo atarken, yakarışlarımı bir sen duydun o karmaşada. çığlık çığlığa boğuştuğum hüznümü bir yangında bıraktın. yalvarışları bile kandıramadı aldanışların… bu bizim gecemizdi. ilk defa umutlarımı göklere böylesi ektim ve gözyaşlarımla suladım. mutluluktu parça parça kırıklarımı tamir eden… ilk defa böylesi inandım, ilk defa böylesi taptım yaratıcıya. senin varlığındı ateşler içinde yandığım cennetim. sızan tüm umutlarımızı topladım avuç avuç. bir anda unutmuştuk acı çekmenin yorgunluğunu. yaşamak mıydı böylesi güzel, yoksa seni bulmak mıydı ölesi derin…

kalbimizin kırıklarını topladık birer birer. sağlam kalan zerrelerini birleştirdik. harmanlayarak ruhumuzun hücrelerini, tek yürek olduk ebede intikal. ölesi masumiyet, ölesi mağrurluk ve ateşten gömlekti varlığımızı yorgan yapıp saran… içlerimizi döküp sel olduk katillerimize. yayla rüzgarı şefkatiyle okşarken duygularımızı, intikam hışmıyla yorduk bozgun aşkları. yenilgilerimizi yitirdik birer birer.

hasretlerin bulutunda kaybolan güneşimizin gölgesiyle uyuduk. çırılçıplak ve sımsıcak bir dokunuştu yüreğimizi öpen. sözlerin cümbüşüyle ayaklanan kalp atışlarımız, aynadaki bize ağlıyordu yatak döşek. sen miydin aynadaki yüz, yoksa ben miydim aynadaki iz? doğuşu, birbirinden kopuşu muydu ruhlarımızın? usanmadan aradığım bilinmezlik neydi? neden kayboldu içimdeki bu arama sevdası ansızın?

hayallerimizin denizinde göğe açılan bir kapıydı seni yaşamak… hep içimde sakladığım seni ilk defa gördüm. ilk defa böylesi asi, ilk defa böylesi özgürdün… ta derinlerimdeki mezarından dirildin, hesap sordun kahroluşlara. can verdin ruhuma ve yoldaş oldun yarınıma. şimdi hangi nankör geçmiş unutturur seni? hangi ebedi düşmanlık korkutur da, diken olup yarınıma vazgeçirir senden? hangi umarsız bedel yerini alma cüretini gösterebilir ve hangi acımasız engel buna göz yumabilir? hangisi söyle! sensiz azapların hasreti dağ olmuşken böyle deli deli, hangi intikam yıkabilir sana olan inancımı? yüreğimin namusu meydan okurken zamana, hangi aptal gerekçe ayırabilir seni benden? hangi mevsim koparır yapraklarını ve akıtır acısını gözlerimizden ?

bir zafer melodisi uzaklardan kulağıma çarpan. titrek titrek, adım adım yaklaşan. dinle! yeniden doğuşumuzu kutluyor kalp atışlarımız. kavuşmamızın şerefine göğüs kafesimizi dövüyor hazin hazin. son yolcu da bindi, sonsuzluğa açılan ebedi yolculuğumuzda. daha dün “elveda umutlarım” diyordum kan revan içinde ve bir bilinmezin pençesinde, şimdiyse sahnenin tam ortasında sana susuyorum.

zifir karanlıktı günlerimi sandık sandık saklayan ve beni aç susuz bir yalnızlığa mahkum eden. bir gece, bir deniz, bir de ay vardı yüreğimdeki fırtınada bana destek olan. ay ışığı denizde yürüdü, açıldı ufuklara ince bir yolda. adını oradan aldın. sen miydin umutlarıma giden yol, ya da umutlarım mıydı ufuklardan içime akan… içimize akıttığımız duygu yüklü gözyaşlarımızın pembe hayalleri, bir elmas gibi çıktı mabetlerimizden. diğer adın da bu olmalıydı. kaybettiğim yaşama arzularım yepyeni hayallerle çıktı gökyüzüne. bir yıldız gibi göz kırparken umutlarıma, sonsuza kayışıyla toplandı yıkıntılarım. enkazdan çıkan benliğimi sana topladım demet demet. kokusu sinsin ciğerlerine, içinde yaşasın bundan böyle.

ruhlarımızı kutsadık ruhlarımızla. sarmaş dolaş bir danstı yarına merhaba diyen ayinimiz. belki düşünü gördüğümüz, belki de yasını tuttuğumuz. varlığımız kanatlansın! çok uzak diyarlarda ve kimsenin bilmediği o ıssız yerde, ütopyamızı yaşatsın. içimizde coşturduğumuz düşler, "saklıkent"in incisi gibi gerçekliğe şahitlik etsin. riyakar dünyanın asil evlatlarıyız biz. damla damla biriktirip, birbirimize sunduk gerçeği. sabırla ektiğimiz deniz büyüdü. şimdi dalgalanma zamanı. belki yüzmeli serin sıcak, belki de bırakmalı arzuların koynuna. hasretlerin kışı döndü bahara. yazın sıcağını yaşamadık daha. baharı bile titretirken içimi, görmez gözüm köşe bucak enginliğini… hayali bile aklımı alır benden, sana götürür yeniden… merhaba engin deniz, merhaba düşlerim..! açın kollarınızı size geldim..!

14/09/2006

uğur yaman
fidelcastro yazar kişisinin veya uğur yaman kimse onun duvarıdır.
---------------spoiler---------------
yakarışlarımıza şahit duvarlarımızdır.
---------------spoiler---------------

"dön gel"

bak sevgili neleri eskittik. neleri kaybettik, yitiremeden içimizde kalanları. nelere eyvallah dedik en olmayası zamanlarda. kışlara niyetli baharlarımız ve gözyaşlarımızla sulandı dev yalnızlığımız.

kahve gözlerinde kaldı gözlerim. ipek saçlarında saklandı nefesim. yüreğimin emanetinde korkular sarsar benliğimi. ziyan ömürlere nazar varlığım bağlanır sana. encamına dayanarak ayrılıkların, temiz sayfalarını renklendirmek ister deli deli. istiskal etmeden yaratılmışlığımı, sana koşuyorum amansız. yayla rüzgarı şefkatiyle okşuyorum bıraktıklarını.

kahrolası bir zamandı seni benden alan. tenimin, kemiğimin acziyetiyle ruhuma bakan... acımasızca bizi ağlatan... saatlerimin rengi karanlık bu puslu gidişte... koşup koşup ulaşamadığım bir bekleyişte... bir "sen" olamadım... bir "ben" kalamadım... derin bir çizgiydi içimize oyulan. ötesini yok sayıp benliğimize kazılan... şimdi yaşama vaktiydi oysa. süreksiz bir duraklamada virgüllere müptela olmuşuz. acıyla yoğrulup, yanlışlarda ısrar etmişiz. şimdi ellerim boşlukta. karanlık yalnızlığımda seni bekliyor. dön gel! neredeysen gel!

10.10.2007
01:15

uğur yaman
---------------spoiler---------------
rüyalarımızı da kazıdığımız duvarlarımızdır.
---------------spoiler---------------

"pamuk tarlası rüyası"

ne kadar benciliz! bir dilencinin avuçlarında dindirilen vicdanımızla gelecek güzel günlere dualar ve sevaplar satın alırken, kendi güzelimize yatırım yaparken; o dilencinin yitik ezeliyetini düşünmeyiz bile. rahatlattığımız ve rahatlatmamız gereken bir şeylerimiz hep olmak zorunda değil mi? oysa ne hatırında kalacak bir iz, ne de beklediği bir umut hiç olamadık.

bu, masalın bir kesiti idi sadece. onlarca alakasız hikayenin ardı ardına sıralandığı ardışık kümenin bir kesiti. hikayenin bir bölümü de ardımda kalan bir şehirde geçiyor. parçalanmış hayatların dikimevidir belki de terminaller. bu düğümü orada çözüp, olması gerektiği gibi bağlamaya oradan başladım. yaptığım sadece anlamaktı, anlatmasına izin vermeden. belki de süslemeden anlatılmamışı anlamanın en doğru yoluydu seçtiğim. anlamak için anlattım, anlaması için yaşattım. sonra da hikayenin ortasında kendisine biçtiği role odaklandım. o, kendi oldukça, bana kalan sadece izlemekti. mekan değişti, zaman değişti, duygular değişti ama roller aynıydı. değişmesi için gerek var mıydı, belki de cevabı aranan sorulardan biri buydu.

dilenciyle aslında ikinci perdede, yani şimdi karşılaştık. karışıklığı severim. düzeltmeye çalıştıkça, konsantrasyonumu canlı tutarım. bunun için karıştırırım belki de. karıştırdıkça düzeltir, düzelttikçe yeniden bozarım. ama sanırım bu sefer, başkalarının bozduğu bir şeyi burada düzelttim. her şey olup biterken, kaçamak bakışlarla süzdüğüm gözlerinde, nefreti ararken şaşkınlığı buldum. iyiden de iyi, güzelden de güzeldi. sonrasında hikayenin geri kalanındaki tüm karakterleri, bu dikimevi masalı için yarattığımı fark ettim.

aslında hiç yoktular. olsalar bile bir şeyi değiştirmezdi. kesişim kümesinde paylaştığımız bir şey belki de hiç olmadı. onlarcasından ziyade, figürandan da figüran bir dilenciyi sahneden bu kadar göze sokuşumdaki isyan, nefret ve kurgudaki o ince ayar; aslında fark edilmişliklerin üzerlerindeki giysilerini çıkarıp, seksapelini göstermeden bir doktora soyunur gibi en sade haline kalışına bir hazırlıkmış.

sonrasında mekanlar değişti, mekanlar değişti. her şey akıp giderken, ruhuna giydirdiğin giysileri birer birer soyundun. gözlerindeki perdeleri kaldırırken, gözlerime de bir köprü kurdun. gün ışığıyla parlayan saçlarını gecenin mavisi karartamamıştı. ışıl ışıl ruhun taşıyordu gözlerinden. pamuk tarlasına düştüm sandım önce. alabildiğine beyazdı gördüğüm, mavisi ve hatta kahvesinden de sıyrılmış. renklerini süzüp yaratılmışlıklara akıtılmış. oysa yaratmadan olduğumuzmuş beyazı. tekrar hatırladım, tekrar anladım. pamuk tarlaları gördüm sandım önce; beyazı, diğer tüm renklerinden arınmış. oysa gördüğüm, aradığımmış. alabildiğine beyaz, alabildiğine beyaz... bizden öte, bizden ziyade...

06.10.2008
17:34

uğur yaman