bugün

karaduvar

"sarı rengi düşlerim"

Her şeyin bir rengi olduğunu düşünürüm. Konuşmaların, konuşulan şeylerin, yürüme şekillerinin, tren istasyonlarının hüzünlü ruhunun, yoldan geçen dilencilerin, birilerini öldüren katil zihniyetlerin, eşini aldatan ihtirasların, kendine yabancı kıvranışların, iki yana düşen kolların, nefes alışların, sevişmelerin, aynada kendine baktığında düşünmelerin... Kısacası her şeyin bir rengi olduğunu düşünürüm. Her olayın farklı bir rengi olduğunu ve o rengin de o olaydaki ruhu yansıttığına inanırım.

Aynı renkteki farklı hadiseler birbirini karşılamayabilir. Denk düşmeyebilir. Olayların veya eylemlerin genel renklerinin ayrı şeyleri, bir olay veya eylemdeki belirlenen münferit bir rengin de o olaya has ruhu yansıttığını düşünürüm. Aşka kırmızı diyebilir, oysa münferit bir aşka siyahı yakıştırabiliriz. Belki çekilen acıyı, belki umutsuzluğu, belki de doğmayan sabahları ve özlemleri anlatır. Sadece yaşayan bilir. Sadece anlaması gereken anlayabilir.

Bana rengini sordu. Oysa o sormadan evvel "sarı" olduğunu düşünmüştüm. Öylesine canlı bir renkti ki... Öylesine yaşıyordu ki... Otogarların soğuk kaldırımları gibi yalnızdı. Anne şefkati gibi sıcak, turuncuya çalan sarıların kırmızı acıları anımsatan hüznü kadar da buruktu. Güneş batarken koyulaşan sarıların, kızıla dönen umutların ve gözyaşlarıyla yıkanan yanakların ağıtlarıydı bazen. Bazen de güneş ışıklarının gün doğarken koğuş pencerelerinden güne umut eken isyanları gibi esareti boğazlayan titreyişleriydi. Bazen de acıya gülümseyen efkarın kalp sızılarıyla kadehlerde yüzmesi ve bir aynada gözlerinin denizinde berduş kıvranışlarını bulduğu bir kanırtmaydı. Tüm sahtelikler kadar gerçek, insanı dümdüz eden yalanlar kadar sivri ve kanının son damlasına kadar tüyleri diken diken savaşan devrimciler kadar da asildi.

Hüznümde, yanağımda oluşunu hayal ettiğim elleri vardı. Yüzüne bakmadığım ve sıcağını ellerinde kapalı gözlerimle hissettiğim bir şefkatin koynunda kalabalık yalnızlıklar kadar "geliyorum" diyen, ayağımın altından yerküreyi kaydıran sevinçler kadar da sevilesi nefes alışların çınlayışı gibi heyecan vericiydi. Yorgunluğumu, bezginliğimi ve nefretimi kemiren; dingin bir cennetin kollarında ruhumu saldığım özgürlüğüme gülümsemek için gözlerimi açışımda ilk gördüğüm parlak sarısı bir halkanın aidiyeti gibi de ötesini yok sayan adımlarımdan, ruhunun hinterlandına akan sıcağım kadar da benliğimi eriten bir hoşnutluktu. Hükmünü severek verdiğimiz, yükünü severek çektiğimiz ve ateşini kalp atışlarımızın kıvılcımlarıyla yaktığımız mutlulukların yangınlarında, ezeliyetini birbirimize sunduğumuz, bağışladığımız ve tek kalpte yaşattığımız bir düşün can bulması kadar da yektik. Yeniden doğuşumuzda ufkumuzu çizen ve dünyamızı çevreleyen aydınlığın sarısı gibi de sınırları esaret saymayan hürriyetin koynunda tüm savaşlardan, tüm nefretlerden ve şiddetlerden uzak sıcak bir sarılış gibi güneş altında gözlerimizi kamaştıran mutluluk gibi sevinçliydik.

Bana rengini sordu. Sarıydı. Sarıdan da sarıydı bazen, ya da turuncudan daha kızıl bir sarıydı. Canlıydı, benimdi ya da hiç olmamıştı. Belki de bendim onun olan ya da bizdik birbirimize ait. Ne önemi vardı ki? Sarıydı ve aşk kırmızısı kanımızın trombositi gibi iliklerimize kadar her hücremizin de içindeydi. Ve sarıydı. Kahve rengin göz kırpışı gibi umuttu kahvesinde saklı, karanlık akşamların siyahı gibi de yolları aydınlatan ışıkların can çekiştirdiği adımlardı. Belki benimdi, belki ben onundum, belki biz birbirimizindik ya da hiç olmamıştık. Belki de hep vardık ama hiç bilmedik ya da yarın olacaktık, bugün görmedik...

19.07.2009
23:47
Uğur Yaman