bugün

Hocam,

Kitaplarını 30 yaşında tekrar okuyacağımı söylemiştim kendi kendime, zira çok da hissedememiştim belki ilk okumalarımda, hissedemediğimi anlamış, etrafta tutunamayanlar okuyup kendini tutunamamış diye pazarlayan sahte entellerden de olmamıştım bu sebeple. Zaten enteller, mühendislerin en büyük düşmanlarıdır, öyle değil mi?

3 ay sonra başlayacağım tekrar okumalarıma, doğum günümün akşamında, uzanacağım yatağıma, başucumda olric oturucak, bana kitaplarını okuyacak. Gerçi yaptığım her plan gibi, bunun da yalan olması muhtemel, ama varoluş sıkıntısından çıkış için umut gerekli. Gerçi tıpkı senin babanın bunu çektiğine inanmadığın gibi, ben de senin kaytan bıyıklı fotoğrafına baktığımda çok inanasım gelmiyor sana.

Ofisteki masamda ufak bir fotoğrafın asılı, etrafımda ki tüm o insanlardan sadece 4 tanesi tanıdı seni, ve ben hergün bu insanların arasında oturmak zorundayım, onlarla sohbet etmek zorundayım, yüzlerine gülmek zorundayım. iyi ki olric var da, arada hoşbeş ediyoruz rahatlıyorum.

Hocam, evlenmedim henüz, senin en popüler kitabını hediye ettiğim ve onu bile 2 yıl boyunca okuyamayan bir kıza aşık olmuştum zamanında, ayrıldık sonrasında o ve tüm kızlardan. daha sonrasındaki kızlar zaten gece vardılar, gündüz yoktular. Anlamadı beni diyeceğim, komik olacak, suçu kendimize atalım değil mi, bunu gerektirir, uzun kaşkolu olmayan entel olmak. istanbul'un o sanat sevicileri dışlamışlardı seni hatırlıyor musun, mühendissin diye yapmışlardı bunu, şimdi hepsi yalakan oldu, nuri bilge tutunamayanları çekecekmiş, acaba aynı dönemde yaşasanız seni masasına kabul eder miydi. Bence zeki demirkubuz çekmeliydi senin kitaplarını filme, sen samimi biriydin, demirkubuz'da öyle.

Neyse oğuz abi, kişisel olmalı mektup, geçelim yönetmenleri şimdi, godard'ın 20 sene önce yaptıklarıyla tutunmaya çalışıyor çoğu zaten. Bırakalım bunları. Hani bilge ile sevgi vardı ya, tehlikeli oyunlar'da, orada arasında seçim yapılması gereken şıklardan biri de konserve tenekesine ekilmiş fesleğen olmalıydı bence. Nacizane fikrim bu. Ben onu seçerdim, bilge'ler aslında birşey bilmiyorlarmış, sadece ahlaksızlıklarına kulp bulmak için sanatı kullanıyorlarmış, sevgi'ye gelince, onlar da sadece seviyorlar, neyi sevdiklerini bile bilmeden. Deri koltuğu seviyorlar, ankastre mutfağı seviyorlar, tefal altılı tencere takımlarını seviyorlar, bunlara ulaştıran köprü olarak da seni seviyorlar.

Oysa fesleğen öyle mi oğuz abi, fesleğene dokundun mu temizleniyorsun, kadınlar ise pisletiyor seni. Sen hiç fesleğen sevdikten sonra duş alan adam gördün mü. oysa terlerini biriktiriyorsun, her birlikte olduğun kadının, bunları çıkaracak teknolojiyi de bulamadık biz, ahmak mühendisler. Termodinamik değil de, cogito okursan olacağı budur.

Oğuz abi, aklıma geldikçe yazarım , şimdilik bu kadar yeterli, başını şişirdim. Aslında tüm bu mektubu yine senden bir alıntıyla özetleyebilirim galiba; bu sabah uyandığımda, "Param vardı, yiyeceğim vardı, kitabım, evim her şeyim vardı; fakat isteğim yoktu."

Eksper-i mental

oğuz'a edit : hocam sözlük formatı olmasa noktalama işareti kullanmayacaktım, bilirim sevmessin, yazarın sana nerede es verip nerede devam etmen gerektiğini söylemesini.
kendinizi diğer insanlardan fazlasıyla üstün görmeseydiniz belki gerçek mutluluğu yakalabilirdiniz.
Hocam,

Dün biraz bunalmıştım, kusura bakma kafanı şişirdim, zaten sana yazdıktan sonra eski sevgilime, anneme ve babama da mektup yazdım. Güzelce rahatladım, dün akşam da rakımı, balığımı yapmışım, bugün pamuk gibiyim.

Pamuk gibi ne demek, oğuz abi. Hafif olmak mı, bulunduğu yerde ağırlığı olmayan adam olmak mı, yoksa yumuşak olmak mı, bir şekilde katı prensipleri olan bir insan olmamak mı. Eğer pamuk gibi olmak böyleyse, ben olmayayım pamuk gibi be abi, ama bak senden istenen bu, pamuk gibi insan demeleri için sana, her yola gelmen, her şeye olur diyebilmen lazım. Şirketim benden sadakat istiyor, kızlar benden sadakat istiyor, sen bile istiyorsun be abi, şimdi en sevdiğim yazar sen olmasan küsersin bana konuşmassın bir daha.

Sadakat ne peki abi, insanın doğasında var mıdır sadakat. Yoktur bence, sonuçta insan denen şey ki buna ben de dahilim, bencil. Bencil olmak zorunda ki zaten, bencilliği kötü birşeymiş gibi görenleri anlamıyorum be abi. Sonuçta bencillik bizim bir surviving value'muz bence, yani hayatta kalmamız için gereken, sahip olmamız gereken bir değeryargısı. Abi şu terime de bir türkçe karşılık bulamadılar, o da beni derinden yaralar. Biz ona "hayatta kaldırıcı değer yargısı" diyelim. Bu bizim terimimiz olsun, bu terimi duyunca, uzaklara bakıp birbirimizi hatırlayalım.

abi peki bir insan aynı zaman da bencil, aynı zamanda sadık olabilir mi, olamaz bence. Sonuçta kendisi için en iyisini isteyen birileriyiz, hepimiz. Öyle olunca sadakat mı olur, olmaz. Biz daha iyisi neredeyse oraya yelken açan tekneleriz aslında, daha iyisi çıkana kadar bulunduğumuz limanı kandırıyoruz sadece, kendimizi de kandırıyoruz, vicdanımızı yumuşutuyoruz. Vicdanımız pirzola gibi zaten, pişirmeden önce iyi terbiye edilmeli ki pamuk gibi olsun.

iyi pirzolaya da, iyi insana da pamuk gibi denmesinin nedeni bu bence abi, vicdanını rahatlatmak için kendini en çok kandıran insan ile soğanda en çok bekletilen pirzola aynılar. Beni sorarsan abi, istiridyeyim ben, çiğ yenince güzel oluyorum, pişirince tadım kaçıyor. istiridye dediysem yanlış anlama, öyle inci verenlerden değil, limon sıkılıp yenenlerden.

Neyse bugünlük bu kadar yeter abi, yazarım yine.

Pişmemek umuduyla.

Eksper-i mental
hocam,

Kurbağalar kadar olgun karşılayabilmek isterdim kayıplarımı, bana lakap takan insanları, ve de sorgulayanları. Baksana abi kurbağalara, sesleniyorlar dalga geçercesine, "minik kurbağa, minik kurbağa", zerre umurunda değil, rahat.

Ama bize böyle dış görünüşümüzle ilgili bir notasyonda bulunarak seslenseler bozuluruz, kısa boylu ve de adını bilmediğin birine "minik insan, minik insan" diye seslenebilir misin. Seslenemezsin ki hiç, alınır buna, ki onu suçlamıyorum, ben olsam ben de alınırım. Ama kurbağalar rahat, mutlu, yeşil bir kere, huzurlu, bizim rengimizin bile adı yok oğuz abi, tenimizin adına, "ten rengi" demişiz, egomudur bu, tüm insanlık olarak egolarımız bu kadar mı yüksek. Herkes aslında senin o güzel kitabında ki hikmet benol karakterimi.

Konuya döneyim abi, uzatmayayım, sonra soruyorlar, sorguluyorlar kurbağayı, diyorlar ki "kuyruğun nerede". Abi söyler misin, ten rengi bir insana, mesela arabası olmadığını bile bile "araban nerede" desen, buna alınmaz mı. Hele kısa boylu olsa ve sen "minik insan, minik insan, araban nerede" desen, mizacına göre o adam senin ağzını burnunu kırmaz mı, ya da bunalıma girip eve kapanmaz mı. Neden oğuz abi, neden kurbağalar gibi olamadık, gamsız ve mutlu.

Bak kurbağa nasıl cevaplıyor soruyu, "kuyruğum yok, kuyruğum yok, yüzerim derede", bu özgüveni, bu kendinle barışıklığı arıyorum abi ben, böyle olmak istiyorum. Kısa boylu ten rengi arabası olmayan adamın, "arabam yok, arabam yok, akbil basarım otobüste" şeklinde cevap vermesini istiyorum soruma.

Çok şey mi bekliyorum hayattan oğuz abi. Selim'de mi çok şey bekliyordu.

Eksper-i mental
güzel ağbicim;

sen aslında oldukça komik yazıyormuşsun.
ama sen bunu bir de, seni 20 yaşındayken gözyaşları içinde okuyan bana sor.

saygılarımla.
Hocam,

pink floyd'a rağmen umdum hep, uyarmasına rağmen ummagumma diye, yine de umdum. Ummak da kolay bir şey değil, bir kere umarak bakabilmen lazım ki, zordur umarak bakabilmek. Gözlerini uzaklara dikmen lazım, bakışlarında bir beklenti olması lazım. Mesela dolmuş bekliyorsun, ve uzaklardan bir tane geliyor, sen gözlerini kısa kısa ona bakarsın da, üstünde yazan semt adını okumaya çalışırsın ya, umarak bakmak onun gibi birşey.

Dolmuş'u godot gibi düşün şimdi abi, bekliyorsun gelecek. Umarak bakıyorsun, yazıları okuyorsun, godot yazsın istiyorsun, godot sanıyorsun, fakat godoş çıkıyor. Bir tane daha geliyor, o da godoş çıkıyor. Godot bir türlü gelmiyor. Oğuz abim, sen de gidip o samuel beckett denen zibidiyi dövmek istemez misin o anda. işte benim hayatımda böyleydi be abi. Beckett'in lanetinde yaşıyordum, senin gibi korkuyu değil de godot'yu bekliyordum ne zamandır.

Sonunda nasıl bitti bu bekleme biliyor musun oğuz abi; hani estragon, vlademir'e sorar ya "haklarımızı kayıp mı ettik ?", o da cevap verir, "haklarımızdan kurtulduk." diye. Benimki de öyle artık, umudumdan kurtuldum, huzurluyum.

özetle; Ne umdum, ne gumdum, be abi.

Eksper-i mental
hocam,

bugün sana "sifonun dünyası*"'ndan bahsetmek istiyorum aslında, piedro ırmağının kenarına oturup kusmamı sağlamış bu kitap sayesinde cimcime kızlarımız, çipil gözlü oğlanlarımız felsefe ile tanıştı, şimdi diyeceksin ki, madem böyle güzel bir olaya vesile olmuş, neden sevmemektesin bu kitabı. böyle düşünürsen aslında haklısın oğuz abi, lakin ,işin aslı çok farklı.

felsefe alanına ilgi duymak için, ona bir kapı açmak için başarılı bir kitap, sifonun dünyası, lakin sadece bu kitabı okuyup, feylezof kesildi herkes başımıza. beni bilirsin öyle çok anlamam felsefeden, en fazla, 3-5 filozof adı bilir, kalabalık bir ortamda fikrimi söylemek istediğimde, bir cümle kurar, onu o filozoflardan birinin söylemiş olduğunu belirtirim. herkes ağır filozof abinin adını duyunca saygı duyar bu lafa, ben de egomu cilalarım bir köşede gizli gizli.

neyse yine dağıldım bak, devam edeyim, şimdi abi sifonun dünyası dışında, bir de hazır çorba şeklinde felsefe kitapları sardı dört bir yanı. üç dakikada hegel, dört dakikada kant ve türevleri. abi buradan yarım yamalak öğreniyorlar bazı şeyleri, ondan sonra güzel bir muhabbettin ortasında suratına çarpıyorlar. "çok pragmatistsin experimental, ayrıca oppurtinistsin, ve de hedonistsin.", abi bunların hepsi aynı anda olunabilinir mi. ben buna takılıyorum, sadece "o sizin güzelliğiniz." diye cevap verebiliyorum, pragmatist'i çek cumhuriyetinin başkenti sanan bu arkadaşlara.

moda tabi güzel bir şey de abi, keşke herkes kendine yakışanı giyse, kendine yakışanı okusa.

eksper-i mental
murathan mungan'ın oğuz atay için yazdığı mektuptur. hayat atölyesi'nde okunabilir.
hocam,

bir süre yazmayacaktım aslında sana, ama bugün yeniden yazma ihtiyacı hissettim. eleştirmenlerden çok çekmiştin sen değil mi zamanında. evet çekmiştin. zaten klasik entel prototipine uymuyorsun diye sevmezlerdi seni. gidip ilk romanınla büyük ödülü kapınca sen, hepsi rahatsız olmuştu, beyin akışı tarafını kitabının, avrupa'daki diğer noktalama işareti kullanmayan yazarlardan çaldığını iddia etmişlerdi. zaten onlar genelde buna bakarlardı, içeriğe değil, formata. bu yüzden zaten çoğu silinip gitti, ama sen kaldın. salt eleştirmenler kimlerdi ki, kendileri bir şey üretmeyenler değil mi, iyi eleştirmenler ise, üretim sürecini yaşamış, kendileri de birşeyler üretenler. ama sen yine tebessüm etmişsindir o eleştirmenlere, muhtemelen şöyle düşünmüşsündür, "demek ki artık ben de meyva vermeye başladım".

yıllar önce müzik yaparken şöyle bir sorun yaşardık oğuz abi, bir şarkı yapardık, eleştiri duymak isterdik, fakat eleştiriler genelde şu şekilde gelirdi; "şurası şu gruba benzemiş", "burası bu gruba benzemiş", "gitar tonları şuradan arak", "bateri tonları isveçli şu şu gruba benziyor". eleştiri bu muydu peki abi, bir eseri başka bir esere benzetmek. bence değildi. gerçi bende yapıyordum arada, ama düzelmeliyim biliyorum. hem biliyorsun, biz hiç bir zaman sanatçıyız, özgünüz diye çıkmadık ki ortaya. zaten eleştirilerini ciddiye aldığımız nadir kişiler de, genelde bu tip benzetmelerden kaçınıp, tüm dünyadan bağımsız salt şarkıyı görüp eleştirenlerdi.

sana bu mektupları sözlük denen bir ortamda yazıyorum abi, sözlük yazarıyım. o ne demek dersen abi, ne olduğuu bilmediğimi söyleyeceğim, ama ne demek olmadığını biliyorum, sözlük yazarı demek herhangi bir sanatsal iddiaya sahip olmak değil. burada yazmaktan keyif alıyoruz, yaşanmışlıklarımızı, bilgilerimizi paylaşmak hoşumuza gidiyor. okunmak tepki almak ise en büyük keyif.

formatların üslupların tekellendiği güzel ülkemde, yine de bir şeyler paylaşmak hoşuma gidiyor abi.

devam edeceğim.

eksper-i mental

edit 1 : güzel ülkem dedim, nuri bilge ceylan'dan çaldım bu lafı.
edit 2 : nuri bilge'de fransız yeni sinemasından çalmıştı, iklimler'deki fındık düşüp sevişmenin başladığı sahneyi.
edit 3 : greenaway, godard'dan, godard, truffaut'dan.. besson kimden peki?
edit 4 : su noldu, inek içti, inek noldu, dağa kaçtı, dağ noldu, yandı bitti kül oldu.
edit 5 : abi ben de yapıyorum bazen, bu tip eleştirileri, ama söz yapmayacağım bir daha.
sevgili oğuz abi,

tutunamayanlar'ı alalı 4-5 yıl oluyor.. 3-5 kere okumaya başladım lakin hep bir yerlerde bıraktım.. özellikle de "güzel bir gün ve ben yaşıyorum" sözünü görünce bıraktım kitabı.. kızma.. senin lafınla senin kitabını okumayı bıraktım diye sakın bana kızma! çünkü buna hakkın yok!
hocam,

ben hep parmaklarımı kemirdim, bass çalma sevdasına nasırlaşan parmakları delicesine yedim. senin hani öyle bir şiirin var ya;

Başparmağını emdi,
evde koptu kıyamet.
Ona göre oburluk,
Freud'a göre şehvet.

şimdi benim kafam karıştı oğuz abi, ben obur muyum, sevgiye mi açım, yoksa şehvetli bir bünyem mi var. bu takıldı kafama bugün. aslında bir birine yakın şeyler bunlar,

dur ben de; başlıyorum aynı sen gibi, sana öykünerek, ama tüm acemiliğimle;

şehvet, oburluk, açlık ve sevgi;
yakınlar birbirine tahin ile pekmez gibi.
belirtileri de birdir ki,
anlamak için, al parmağını yap yiyor gibi.

aç olan nasıl doyar oğuz abi?
vücuduna yemek zerk eder tabi!
ya obursa, hiç doymaz ise?
zerke, zevk-ü sefa katar bre fani!!

abi sevgi nasıl doyar peki?
ten tene, ter tere zerk edilmeli!
ya şehvetliyse, ya hiç doymaz ise?
o da zev-ü sefa katar obur gibi!!

gördün mü hocam!
birdir oburluk ile şehvet!
doyurmak için ise, yemek ve sevgi gerek,
tabi yine doymaz isen, tek çaren parmak emmek.

yine yazacağım, kendine iyi bak.

eksper-i mental

edit : hocam, dediğin gibi;
................ Ayrıca fakir dilim
Bağlı hece vezniyle, taş kesildi sağ elim.
Hecenin çarmıhına çivilenmiş ellerim.
Kafiye tanrısına kurban oldum. Efendim?
hocam,

yazmıyordum ne zamandır sana, ama aman sakın zaman nedir diye sorma şimdi bana, zira sıkıldım, lost izlemiş yeni yetmelerin, olamamış zaman tartışmalarından. hem en güzel tanımı jorge luis borges vermemiş miydi zamanında kısacık minimal öyküsünde; "siyah pelerinli adam merdivenlerden çıkıyordu, ve ayak sesleri yankılanıyordu: tik tak, tik tak ...", zaman budur işte oğuz abi bana göre, gerçi benim hayatımda öyle pelerinli gizemli birileri olmadı pek.

neyse konu dağılmadan geri döneyim hemen, ki çok pis konu dağıtırım biliyorsun beni abi. şu hayatta ki amacım entropiyi arttırmak belki de, ama şimdi diyeceksin ki entropi sabittir kapalı sistemde. hocam, evren kapalı sistem olsa bu kadar giren çıkan olur muydu. ne hayatlarımız ne evren kapalı sistem değil, zaten kapalı sistem dediğin, güzel sistem, huzurlu sistem.

abi mesela şimdi sokağa bak, ya da bir bara bak, ya da herhangi bir sosyal ortama, abi oralar açık sistem işte, giren çıkanın haddi hesabı yok, huzur yok, ama ev öyle mi oğuz abi, yuva öyle mi, ev kapalı sistem, sen seçiyorsun kim giriyor, kim çıkıyor, dinginleşiyor kafan orada. hem bak ispatlarım da evin kapalı sistem olduğunu sana, şimdi düşün bak, oturma odasını topluyorsun, kesin orası toplu gözüksün diye yatak odasına eşya yığarsın, orası dağılır, ya da balkonu toplarsın, mutfak dağılır, mutfağı toplarsın, balkon dağılır. abi gördün mü bak evde entropi sabit, demek ki kapalı sistem.

benim de rolüm bu galiba abi bu hayatta, kendi etrafımdaki entropiyi arttırıyorum, böylece bir yerlerde düzenler kuruluyor, bir yerlerde birileri düzenli hayatlarına başlıyor. günah keçisi olmuşuz evrenin be hocam, entropi bile gülmemiş bize.

aslında patlıcan sevgimden bahsedecektim, konu dağıldı.

artık bir daha ki sefere.

eksper-i mental
hocam,

hani bazen böyle güneş tepede parıldar, her şey daha bir berraklaşır, bulutlar kaybolur, gökyüzü masmavi olur ya, işte hocam ben o günlerden nefret ederim. sevmem öyle güneşli günleri, öyle herşeyin berrak olmasını, bulutsuz ve masmavi gökyüzünü. mühendisin onulmaz yarasıdır zaten güneş, baksana şu içinde bulunduğum kocaman ofiste, tüm jaluziler kapalı, floresanlar yanıyor, herkes ekrana gözlerini dikmiş, ve güneş ışığı yüzünden parlama yapmayan bilgisayarlarına huzurla bakıyor. ben de onlardanım hocam, güneş; televizyondu, bilgisayardı herhangi bir ekrana yansıdı mı, tüylerim diken diken olur benim. perdeler hep kapalı olmalı huzurum için.

hocam hadi ofisi ekranları geçelim, her şeyin berrak olduğu güneşli günleri düşünelim, her şey olduğu gibi görünürse bana ne kalır, benim fotoğraf makinasından ne farkım kalır be oğuz abi, oysa ki ben buğulu görmek isterim, yorum katmak isterim gördüklerime, hem ışık kusurları ortaya çıkarır, hele güneş o kadar çiğ ki. bir kızın gözeneklerini, suratından çıkmış minik tüyleri görmemelisin, kız loş olmalı, gizemli ve de kusursuz olmalı. keşfetmedikden sonra ne anladım ben o kızdan, nolur bulanık olsunlar biraz hocam.

hele bulutsuz gökyüzü olur mu hiç, ben çimlere yattım mı, nelere bakacağım, nelere bakıp o bulutları bir şeylere benzeteceğim. kahve falı bakıyor herkes ama ben bulut falını seviyorum. yat çimlere, kapa gözünü, bir şeyler düşün, sonra aç gözlerini, o düşündüğün şeyin sonu ne olacak gör, bak hepsi gökyüzünde.

perde insanoğlunun en büyük keşfi be hocam, bir de şemsiye, bir de gölgelik, bir de mum, çok mu gotik oldu bu mektup be hocam, olmadı bence, hem olsa da lovecraft'ın neresi kötü.

eksper-i mental
hocam,

dün yazdığım mektup biraz empresyonist olmuş, bugün tekrar okuyunca anladım, evet monet severim, ama sanki ekspresyonizm'i daha çok seviyorum. dışavurumculuk güzel bir şey, duygularını da katmak her şeye, mesela üzgünken çimlere baksan, bunaltır o yeşillik seni, ama neşeliyken "aman da ne de güzel çimler, aman da ne de yeşil çimler" diye üzerlerinde hoplayasın gelmez mi. gerçi ben seni o kaytan bıyıklarınla çimlerde hoplarken hayal edemiyorum, her ne kadar ortak tek noktamız olan, afacan bakan gözlerimiz tersini söylese de.

peki bizim bu yazdığımız, yazılar, onları yayınlamamız, bazen kendimize bile itiraf edemediğimiz duygularımızı, unutmak istediğimiz anılarımızı, tanımadığımız insanlarla paylaşmamız neden? o da bir dşavurumculuk değil mi, duygularımızı açığa çıkarmıyor muyuz, ekrana vurmuyor muyuz ruhumuzu. anılar, duygular tükenir mi oğuz abi, böyle hoyratça her gün savurdukça. keşke tükense be hocam, keşke tükense.

biliyorsun, geçmiş cümlelere sığacak hale geldiğinde çoktan unutulmaya başlamıştır.

ve ne yazık ki, benim daha yazacak ama cümlelere sığdıramadığım daha çok yaşanmışlığım var.

eksper-i mental
saygıdeğer hocam;
bir tutunamayanlar dedin hepimiz kopup gittik yaşamdan. bir hava oldu hayata tutunamayanlardanım ben de demek. manyak dendi,şizofren dendi bize; oo ne güzel normal değiliz diye hikayedeki selim olduk ama 'akl-i selim' olamadık. bulunduğumuz hiç bir ortama uyum sağlayamadık, bize ait olan her şeyi yadırgadık.peki ne dedik?

odanın duvarları bomboş. nasıl yaşadım on yıl bu evde? bir gün duvara resim asmak gelmedi mi hiç içimden? kimse de uyarmadı beni. işte sonunda anlamsız biri oldum. işte sonum geldi. kötü resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım...

peki biz ne yaptık? biz de kötü yazarız korkusuyla hiç yazmadık. yoksa biz seni hiç anlamadık mı hocam?
hocam,

pasteur aşıyı bulmuş, biz yoğurdu.
pasteur rize'ye yola çıkmış ,
dursun emmi yoğurdu pastörize etmiş.
bu işte böyle bir alışverişmiş...

sonrasında aşı bize girmiş,
yoğurt avrupa'ya,
avrupalı yoghurt demiş,
biz ay canım yandı!

yanığa yoğurt sürmüşüz, can yakmış,
gülyüzlü aşı olmuş, izi kalmış,
eksper-i mental o ize bakmış,
zaten hep yaralara aşıkmış.

gökten üç kase yoğurt düşmüş;
çilekli pasteur'a,
kayısılı dursun emmi'ye,
sade olanı gülyüzlüyle bana..

sorma boşuna, hani bana, hani bana.

saygılar oğuz abi,

eksper-i mental
hocam,

cinsellik ne biçim bir tabu, bizim şu güzel ülkemizde. az önce bir sevişme hikayesi anlattım*, ki erotik değil, mizahtı, gel gör ki ayar üstüne ayar yedim. insanların sevişmelerini halen gerçekci bulmuyorlar; erkeklerin yattıkları kadın sayısıyla, kadınlarımızın ise yatmadıkları adam sayısıyla övündüğü süpersonik toplumumuzda. 30 yaşında bir erkeğin sevişmesi bile enteresan geliyor bazılarına. ne zaman aşacaklar sence bunları. ne zaman anlayacaklar bu tabuların gereksizliğini.

aslı erdoğan'ı bilirsin, platonik aşkım, en sevdiğim kadın yazar. o da bahseder ya, gençliğimi çalan ülke diye türkiye'den, avrupa'da rahatça ve özgürce yaşayan kızları, oğlanları görünce. biz de ise, kadın-erkek ilişkileri halen bir sürü çözülemeyen problem içeriyor. insanlar cinselliği yaşayamıyorlar, yaşanmamışlıkları tabu oluyor, tabular ise yaşanacakların önünü kesiyor, bu kısır döngü, sorunlu bir toplum yaratıyor.

biz halen üniversiteli kızlarımıza orospu gözüyle bakan, ince bir zarın peşinde koşan, cinsellik isteyen erkeklerimize abazan diyen, sevgilinizle sokakta öpüşemediğiniz, kadınların kendini namuslu *, erkeklerin kendini çapkın* göstermeye çalıştığı komik bir sosyal çevreyiz. rahatlayamadık halen bu konuda, kızların italyan erkek, erkeklerin rus kızı peşinde koştuğu, kendiyle barışık olamamış bir toplumuz. peki sonra ne oluyor; 60 yaşındaki adamlar 14 yaşındaki kızlarla yakalanıyor, mahallelerde trenler yapılıyor, fuhuş çeteleri türüyor mantar gibi, at-eşek ilk aşk oluyor, aldatma hikayeleri dolduruyor üçüncü sayfalarımızı.

kızlarımız ürkek; yıllarca ne giyseler, ne deseler anlam çıkarmış karşısındaki erkekler, taciz edilmişler, orospu damgası yemişler rahat olduklarında. gülümseseler, "abi verecek galiba" demiş karşısındaki oğlan.

erkeklerimiz aç; ürkek yetiştirilmiş kızlarımız yanlarına yaklaştırmamış hiç. cinselliğe sağlıksız bakış açıları. biriyle tanışmak istese, sapık gözüyle bakılmış, kaba bir şekilde reddedilmiş, damsız barlara girememiş.

kimse suçlu değil, kısır döngü doğmuş bir kere, bu kız ile erkeğin arkadaş bile olamadığı süpersonik topraklarımızda.

rahat olsak keşke oğuz abi. kasmasak bu kadar. bıraksak kendimizi, doğamızla barışsak.

cinselliği alacak-verecek hesabı olarak görmeyi bıraksak.

eksper-i mental
hocam,

bundan yedi, sekiz yıl önce herşeyi bildiğimi sanardım ben, seni bile anladığımı belki de, sonrasında yıllar geçti, hiç bir şey bilmediğimi anladım, belki de olgunlaşmak buydu, büyüdükçe daha küçük görüyordu insan kendini, zira dünyanın ne kadar büyük, insanların ne kadar çeşitli olduğunu farkediyordu. ben de bunu gördüm, eskiden yaptığım gibi, katı dogmaları savunmayı, insanları kategorize etmeyi bıraktım, artık daha yalın bakabiliyorum etrafıma.

bundan yedi, sekiz yıl önce insanları gruplardım kafamda, metalci, popçu, solcu, sağcı, ülkücü, dinci, entel, cahil, kıro, motor, namuslu şeklinde, sonrasında yıllar geçti, artık iki büyük grupta topladım tüm insanlığı, iyi niyetliler ve kötü niyetliler, tarzları, şekilleri, yaşayış biçimlerini eleştirmeyi bıraktım, ardındakini görmeye başladım. önemli olan niyetti, geç de olsa, insanların ilerledikleri yollara saygı duymayı öğrendim.

bundan yedi, sekiz yıl önce biri bana saldırsa diye beklerdim, hele ki polemiklere bayılırdım, süslü cümlelerle cevap verirdim, amacım belki de çenemi kullanarak üste çıkmak, bu şekilde kendimi ispattı, sonrasında yıllar geçti, susmanın erdem olduğunu farkettim. bir de "bir müsibetin, bin nasihattan iyi olduğunu", konuşarak kimseyi geliştiremezdin, anlatarak kimseye yanlışlarını gösteremezdin, kişi yaşayarak olgunlaşmalı, kendi tecrübeleriyle doğru olanı bulmalıydı. daha sessiz, daha sakin oldum.

bundan yedi, sekiz yıl önce dünya sanki daha güzeldi hocam, ama ben toydum, sonra yıllar geçti dünya pislendi, ama ben olgunlaştım.

olgunlaşma bitti mi peki, hayır hocam, hiç bir zaman bitmez tabi ki, bundan yedi, sekiz yıl önce oldum derdim, ama halen hamım.

büyükbabamın ben konuşurken, anlayışla gülümsemesini suratıma yerleştirebilmeme daha çok yıllar var.

eksper-i mental
hocam,

bilirsin, wassily kandinsky, atom parçalanınca çizim tarzını birden değiştirerek, modern resmi bulmuş, ne güzel bir insanmış kandinsky, ressam olmasına rağmen etrafında olan bilimsel gelişmeleri bile takip ederek kendi özgün dünyasını yaratmış, üç-beş tane zibidi çıkıp bu resim değildir, çizemiyorsun o yüzden böyle saçmalıyorsun demişler ona, ama o gülmüş, zira yarattıklarının arkasının dolu olduğunu biliyormuş, onu eleştirenler hiç bir zaman arkasına bakmamışlar sadece.

oğuz abi, senin o kalın kitaplarını kaç kişi okudu sanıyorsun, ya da kalın kitapları kimler alıyor, kimler cesaret ediyor okumaya o kitapları, emin ol sandığından daha az. biz genelde lider bekleyen bir toplum olmamızın özelliklerini sanatsal eleştiriye de yansıtmış insanlarız. biri bir şeye iyi derse, ve popülerleşirse, ki ne yazık ki senin de bir eserin, o popüler olma tuzağına düştü, hemen herkes arkasından ilerleyip iyi der. biri bok atarsa, herkes saldırır, ama okumaz, kendi düşüncesi olmaz, sadece saldırır, çünkü kendine bulduğu bir lider ona "tu kaka" demiştir. emin ol sana öykünen, seni beğendiğini iddia eden, bir çok kişi kitaplarını okumamıştır bile. zaten biz okumayı sevmeyen kişileriz hocam, çabuk sıkılırız. uzun entry bile okumayan insanlar nasıl okusun ki, kocaman kitapları. kitapların kapağına bak, yap yorumunu, uzun entrylerin yazarına bak, ver oyunu.

biz neden yazıyoruz peki? gerçi biz dedim ama seni bir parçası olarak görmedim tabi ki bu "biz"'in, henüz iddia edildiği gibi egom o kadar da tavan yapmadı. biz derken; güzide sözlüğümüzün yazarlarını kastettim. hepimizin farklı farklı nedenleri vardır mutlaka; bir kısmımız, dikkat çekmek, hayatta ben de varım demek istiyoruz, bazılarımız edebi hazlar peşinde, bir kısmımız karşı cins ile gerçek hayatta bir yakınlaşma sağlayamamış, burada bir takım arayışlar içinde, bazılarımız ise sadece eğleniyor. bunların hepsi meşru nedenler, hiç birini eleştirmiyorum, zaten insanların yaşam tarzlarını, görüşlerini hiç bir zaman eleştirmedim, ben kişileri ikiye ayırırım, öyle binlerce fraksiyona gerek yok, iyi niyetliler ve kötü niyetliler. bu yeterli bir ayırım bence. gerisi teferrüat.

sen neden yazıyorsun diye sorarsan, cevabı yalnızlıktır hocam, dertleşmek istemektir, paylaşımdır, en azından başta böyleydi, artık değil. beni gerçek hayatta gören tanıyanlar oldu, eminim onların akıllarına şu soru gelecektir, ama bu adam sosyal, girişken, neşeli ve de tutunmuş biri. eminim yine yalancılıkla suçlarlar beni, hayatta kazanmış bir insan nasıl da yalnızlık çeker, nasıl olur da bu bunalım yazıları yazar. keşke hayat bu kadar basit olsa oğuz abi, keşke artık satır aralarını okuyabilsek hem yazıların hem de hayatın, fakat toplumun çoğunluğu kitapların ve kişilerin bırak satıraralarını okumayı, arkasını çevirip, kitapla ilgili yazılmış özeti bile okumuyor. kapağa bakıp okudum diyor ben o kitabı, bitirdim, o konunun uzmanı benim. gülme oğuz abi, gülme, öyleler gerçekten.

yerim, yurdum olamadı benim oğuz abi, tamam nispeten kalburüstü bir hayat yaşıyorum belki, ama bu mu mutluluk, değil tabi ki, son 4 senemin 3 senesi otel odalarında geçti hocam, tamam sokakta yatmadım hiç bir zaman, ama bu benim mutsuz olma hakkımı neden elimden almalı ki. sosyal, girişken, ya da çok kızla birlikte olmuş bir adam olmak istedim mi sanıyorlar, bu benim seçimim miydi, ya da sürekli uçağa binmek mi isterdim ben, evimde bavulum hep açık kalsın mı ya da yıllar yurt dışında harcansın. hayır istemezdim, yuva isterdim sadece, kapıyı bir kerede anahtarla açmamak. hayatta en büyük korkusu uçağa binmek olan bir adamın, kaderinin sürekli uçak yolculukları olması üzücü değil di mi? uçak lüks çünkü, her uçağa binişinde sırf korkusunu yenmek için sarhoş olan bir adam iğrenç değil mi, neden cümlenin içinde uçak geçiyor diye değil mi? aşk dışında dertlerim de yok mu, var tabi ki, ama gerçek ajitasyon bunları yazmak olmaz mıydı hocam.

ben sadece kendimi yazdım hocam, yurtdışındayım demek için yazmadım, param var demek için yazmadım, kültürlüyüm demek için yazmadım, eğitimliyim demek için yazmadım. kendimi delicesine aşağıladım yazılarımda, ama hep iyi yerleri, durumu ortaya koymak için kullanmak zorunda kaldığım cümleleri çektiler cımbızla. kötü niyet böyle bir şey olsa gerek. ağzı sarımsak kokan adamı, göbekli adamı, saçları dökülmüş adamı, terleyen adamı çekmediler, sadece iyileri.

karma için bir şeyler yaptığımı iddia ediyorlar, hayatta karma'ya inanırım evet, kalp kırmam, kötü söz söylemem birine, ah almamaya çalışırım, her akşam "allah çaresiz dert vermesin" derim. budur benim inanışım. sorgulamam, polemiğe girmem kimseyle, onlar da bana bulaşmasınlar. sözlükte'de bir karma var oğuz abi, artı oy alınca artıyor, eksi oy alınca düşüyor, bununla fazla haşır neşir olmuş kimseler benim buna oynadığımı sanıyor, öyle değil ki oğuz abi. ispatlayayım bak sana, 600 tane yazı yazmışım, bunlardan 400'ü, bilgi içerikli, 200'ü ise duygu içerikli, duygu içerikliler delilercesine oylanmış, bilgi içerikliler ise en fazla 1-2 tane. zeki bir yazar arkadaşımız keşfetti bunu, dedi ki, abi sil bilgi içeriklilerin hepsini, karman 1000 olur bir günde. güldüm ona, tdk sözlüğüne girip, sözlüğün anlamını incelemesini istedim. hedefim puan olsaydı yarın en yükseğine ulaşırdım, ama yapmayacağım oğuz abi. ben asıl o bilgi içerikli entrylerim ile gurur duyuyorum. sözlüğe katkım onlar benim, duygusal içerikliler ise daha çok kendime bir şey katıyor.

halen neden yazıyorsun dersen, cevabını 6-7 aya paylaşacağım seninle sevinçle.

umuyorum ki puzzle bitecek o tarihe.

eksper-i mental

oğuzaedit: ben bir süre buralarda olamayacağım, seni mektupsuz bırakacağım, malum tatil sezonu, sonrasında ise işler, güçler. eylül-ekim gibi tekrar görüşmek üzere. olric'e iyi bak.
Hocam,

bir buçuk aydır yazamamıştım sana, tereyağlı bir buçuk ay, en sevdiğim yemekti sanırsam küçükken, ailece gittiğimiz her lokantada bir buçuk iskender isterdim, üstüne böyle tavada kızarmış tereyağı getirsinler döksünler, oh mis! O yağ gelmezse yemez, protesto ederdim lokantayı. Burjuva protestoları böyle olur abi, dalga geçme, oburuz, açız, kazanacağız.

- kim o?
- bırak ya, çok protest o.

Tatildeydim bir süredir oğuz abi, tatil dediğin bulunduğun, çalıştığın illerden çıkıp tadından yenmeyen illere yapılan yolculuk demek. Tat-il. ismi de buradan geliyor, tadından yenilemeyen il anlamında. Komiğiz hepimiz, doluşuyoruz arabalara, otobüslere, bir yerlere gidiyoruz pıtı pıtı diye, deniz denilen bir su birikintisi var, ona giriyoruz, minderlere şezlonglara yatıyoruz, kıyafetlerden kurtuluyor, donla geziyoruz yılın iki haftası. Sonra dönüyoruz yine ofise, kim daha bronz, kimin üstüne hindistancevizli güneş kreminin kokusu daha çok sinmiş yarışmaları düzenliyoruz.

Erkeğiyle kadınıyla, tatilden dönmüş ofis çalışanları, açık renk gömlekler, döpiyesler, pantalonlar. amaç bronz tene yakışanı giymek. insan kendine yapışanı silmeli, yakışanı taşımalı. ilişkilerde öyle değil mi oğuz abi.

Tatilde doğru yer neresi peki. sanıyorum döndüğünde "ay neredeydin?" sorusuna en afilli cevabı vermeni sağlayan. Afilli ama onlar fil değil, halka. Samara morgan kuyuda geçirmiş tatilini, biz çeşme de.

Oysa hep oralarda yaşanabilirdi, madem oralar güzel, neden oralarda yaşamıyoruz ki. Ama sanayi yok, istihdam yok, iş yok oralarda da. iş, rakımı yüksek yerlerde var, eğlence rakımı düşük. ismiyle tezat, rakıya hakaret, ama gerçek. hem oralarda iş olsa, oralar çirkinleşirdi, "istihdam tatil yöresinde", olmadı be hocam;

- mr. and mrs. istihdam go to the seaside.
- what is seaside then?
- seaside is the conconıst beach of çeşme.
- oh what a creative name!
- yeah concons are real smart creatures.

Oğuz abi beynim damla sakızı macunu gibi, karışık anlattım, belki de anlatmak da zorlandım; özetle, şunu diyorum, tatil güzel şey, vapurlar, denizler, bişiler bişiler.

yalnız bak şimdi aklıma geldi; anlatması en zor olan nedir hocam ?

Eksper-i mental

seledit: bir gün de depremden ve selden değil de, beyin fırtınasından yıkılsa binalar, şu benim dereleri yataklarına sığmayan süpersonik ülkemde.
Hocam,

bu sana yazdığım 16. mektup, nice 16'lara diyorum yüzsüzce, zira belki ne saçmalıyor bu adam diyorsundur, belki de okumuyorsundur. bir umut seninle dertleşilmesinden hoşlandığını da düşünüyorum, bu da benim umudum işte, yazmaya devam edeyim ben yine de hocam, senin o dünyaya mizahla bakan gözlerine ve hoşgörüne sığınarak.

oğuz abi geçenlerde bir mesaj geldi sözlükten, özetle içeriği şöyleydi: "sevgili experimental, yazılarını çok seviyorum, ama her okuduğumda eksi veriyorum, çünkü popüler olmanı istemiyorum, sadece ben bileyim, sadece ben okuyayım istiyorum seni", önce sinirlendim, "ne diyon hocu" demek istedim, sonra düşündüm, ona kızamazdım, çünkü aynı şeyi ben de yapıyordum sıklıkla, ne zaman sevdiğim ve az bilinen bir film, bir kitap, bir yazar, bir müzik grubu olursa, onu kendime saklamak isterdim, onun popülerleşme tuzağına düşmesini istemezdim. bencillikti belki bu, ama her ne kadar sanatsal bir içeriği olmasa da ürettiklerimin, bu arkadaş da aynılarını hissetmişti benim için. peki popülerleşmeye neden bu kadar karşıydık, neden kolayca herkes ulaşsın istemiyorduk sevdiğimiz eserlere.

tutunamayanlar artık ülkemdeki her kütüphanede yerini aldığında, en sevdiğim kitabının tehlikeli oyunlar olduğunu söylemeye başladım, onun da tiyatrosunu yapıp, daha kolay tüketilebilir bir hale getirdiler, şu an korkuyu beklerken favorim olan eserin, onun da çizgi filmini çekerlerse, neye sığınırım bilmiyorum. çekmesinler işte, bana ne, bana ne.

pink floyd için, david lynch için, richard brautigan için, tim burton için de hep aynısı olmuştu. hani şimdi sokak köşelerinde çantaları, t-shirt'leri satılan, herkesin bayıldığı tim burton varya hocam, onun bir filminin gösterimini yapacaktık odtü'de yıllar önce ve filmi bulamıyorduk. düşün şu an işportada satılan o yönetmenin filmi yoktu hiç bir yerde, en sonunda bir vhs kopyasını ingiliz kültür'de bulmuştuk, düşün hocam ankara'daki tek kopyası nightmare before christmas'ın. o zorluklarla ulaştığımız için belki de ona, şimdi bu kadar popüler olması, bu kadar basit ulaşılabilir olması rahatsız ediyordu bizi. belki de zor elde edildiği için, gösterim sonrası bir daha izlemiştik o filmi, sindirmiştik iyice. oysa şimdi izleyip atıyorlardı bir kenara.

charles bukowski'yi keşfetmiştim bir gün iletişim kitapevi'nde, sadece 2 adet kitabı basılmıştı türkiye'de, ve çokta takipçisi yoktu. sonra daha çok kitabını okumak istedim onun, ama bulmak imkansızdı, internet bu kadar yaygın da değildi. yoksa pdf formatında bulurdum kitaplarını elbet. bilkent kütüphanesi'nde orijinalleri olduğunu öğrendim araştırmalar sonucu, gittim hepsinin fotokopisini çektirdim, şükür ki ingilizcesi çok ağır değildi, okuyabildim. sonra birşey oldu, nedir bilmiyorum birden popülerleşti bukowski, her yer kitapları ile doldu. kıskandım, gıcık oldum. o bana aitti. ama artık en sevdiğim yazarları sayarken ismini bile söylemiyorum, biliyordum karşımdaki "iyi de abi onu herkes sever" diye düşünecekti.

neden bu bencilliğim, bu kıskançlığım, nedenini bilmiyorum... ama var işte hocam.

şimdilerde klasiklerin çizgi romanlarını basma furyası başladı, her gün yeni bir tanesi çıkıyor, das kapital'i bile bastılar. kesinlikle çok güzel kitaplar bunlar, hepsini alıyorum çıktıkça, ama bir yandan da bu kadar basitleşmesine kızıyorum içten içe herşeyin, yıllar önce verdiğim emeğe acıyorum. geçenlerde ahu gözlümle uzanmış bu çizgi romanlardan okuyorduk. ben kafka'nın dava'sını, o ise dostoyevski'nin suç ve ceza'sını. okumaya başladıktan yaklaşık 45 dakika sonra ahu gözlüm neşeyle "bitti" diye bağırdı, ben de dava'yı bitirmiştim. o gün, o yatakta, iki adet dev klasik bitmişti, 45 dakika içinde. peki ben yıllar önce o kitapları okumak için evlere kapanıp neden acılar çekmiştim, dava neyse de, suç ve ceza ömrümden ömür götürmüştü, o uzun rus isimlerini aklımda tutmak için alnımdan az ter damlaları süzülmemişti.

önceleri kalın bol ciltli kitapları okurduk, sonraları sadeleştirilmişleri çıktı, sonra filmleri çekildi, şimdi de çizgi romanları. önceleri haftalar harcarken bu eserlere, şimdi 45 dakikaya inmişti süre, eminim ki ileride yeni teknikler, teknolojiler ile, bu süre daha da kısalacak, en sonunda matrix'te olduğu gibi 1 saniye'de beynimize yüklenecekti o eserler. o zaman geldiğinde ahu gözlüm şikayet edecekti "ben o kitaba 45 dakikamı vermiştim, şimdi 1 saniye sürüyor okuması", güleceğim o zaman bütün gebeşliğimle.

sistem bizi her geçen gün daha çok çalışmaya iterken, teknoloji ve sanat boyut değiştiriyor hocam, zira artık modern insanın hobilerine ayıracağı zaman azalıyor. gitar çalma zevkini guitar hero'da, klasik okuma zevkini ise çizgi romanlarda bulur oluyoruz. tüketim toplumunun vakti yok, haftalarca bir kitaba gömülmeye. o salaklığı yapan bizler ise kıskanacağız hep. çabuk tüketilen ürünler, çabuk tükenen popüler eserler yaratacak, andy warhol'un dediği gibi, 5 dakika ünlü, 5 dakika popüler olacak, ama 6. dakika'da unutulacağız.

oğuz abi, yine bir konudan girdim, birinden çıktım, umarım kızmazsın, gerçi sana mektuplarım hep böyle, alışmışsındır artık.

eksper-i mental.
büyük üstad,
senin torunların pamuk ellerini cebine atıp amerikalarda kürsü sahibi oldular. noel kutlar gibi nobeli kutladılar.
değerin bilinmedi zamanında. bakma şimdi de esas olan popüler kültür. sen kaybedeni buldun tutunamayanı tuttun. bizim için demir pamuk sensin. nobel onların olsun.
allah rahmet eylesin.
tutunamayanlar adlı eserin için sana sonsuz teşekkürler aziz üstad. devlet dairesini ne güzel tasvir etmişsin orada. hiç kuşkusuz türk edebiyatındaki ilk postmodern baş yapıt tutunamayanlardır. aslında tüm kitapların birer şaheser. sana türk edebiyatı adına ne kadar teşekkür etsez az kalır... senin açtığın yoldan gidenler bugün oskar aldılar. (bkz: orhan pamuk ve postmodern türk edebiyatı)
sayın yazar;
senin üzerinden karı-kız kaldırmaya çalışan güruh hakkında ne düşünüyoursun? hani 'oğuz atay okuyorum, kültürlüyüm' diye yırtınanları kastediyorum...
senin bu müsveddeleri görmeyecek olman içimi bir nebze rahatlatıyor aslında.
sen rahat ol. sevgiler,
constantine.
hocam,

japon korku filmleri yüzünden;

küçük kız çocuklarından korkar oldum,
duştan sonra aynaya bakamaz oldum,
ıslak zeminden kıllanır oldum,
en sonunda manyak oldum.
duma duma dum,
kırmızı mum,
ben bir
yalan
uydur-
dum.

hiç te korkmuyorum bile, ne korkacağım abi, yalan söyledim, tek korkum var şu hayatta, o da o şarkı, o çocukken beynime kazınmış, o hüzünlü, o trt kokan çocuk korosunun şarkısı;

tohumlar fidana,
fidanlar ağaca,
ağaçlar ormana,
dönmeli yurduma.

bir de klibi vardı, böyle ormanda çocuklar koşuyor, sanırsın yıllar önce o ormanda kamp yaparken ölmüş çocukların ruhları onlar, nerede gözaltı kahverengi çocuk var, almışlar trt çocuk korosuna katmışlar. zaten ormanları sevmem abi ben, orman deyince piknik geliyor aklıma, piknik deyince de sarısı beklemekten kahverengiye dönmüş yumurtalı kumanya. kestane, gürgen, palamut. hastane'de bir ergen; alpagut.

o şarkıyı dinleyince, bunca yıllık pink floyd'um böyle saykodelik şarkı yapamadım demiş zamanında, mr. floyd;

mr. floyd bana göre waters,
ona göre gilmour,
ama gerçekte barrett.
he wears a pink jacket.

neyse hocam dağılmayalım. minimalist şiir yazalım, son dönemlerde çok moda, moda ne dersen abi, moraş dandurması, mado'muydu o yoksa, karıştı herşey bak yine. evet şiir demiştik, başlıyorum;

saykodelik;
cep delik,
cepken delik.

haykodelik;
haydan delinirik,
huydan dikilirik.

saykodelik,
cepken delik.

hayko cepkin,
pek kinetik.

potensiyelimi iyi değerlendiremiyormuşum oğuz abi, değerlendiremiyormuşum diyemiyormuşum, sen olsan derdin di mi abi, derdin derdin, demendi zaten derdin.

ne diyordum ben, aslında bir şey demiyordum galiba, son zamanlarda azıcık delirdim abi, düşünmekten bir haller oldu bana, üşüşüyo düşünceler, a-be-ce'ler, mini mini birler, mini cooper s'ler.

toparlamak lazım hocam şimdi, mektubu bitirmek, ama bitiresim yok, şiir yazmak istiyorum sürekli, ama yeteneğim yok, denedim bir kaç kere olmadı, damıtamadım düşünceleri, sığdıramadım minik anlamlı cümlelere, oysa nazım hikmet, oysa necip fazıl, ne de güzel yazmışlar değil mi. her ikisinin şiirlerinide seven insan sayısı artınca güzelleşecek belki süpersonik ülkem, ama ben pek rastlamadım öylesine, ya necip fazıl seveceksin, ya nazım hikmet, yahu ben ikisini de seviyorum, dost meclislerinde hep eleştiriliyorum.

eleştirildikçe, tiriliyorum, "tirilili tirilili" çalıyor telefonum sonra, açıyorum;

- efendim?
+ dada
- yok burada
+ dadadada
- baba seni istiyorlar galiba.

hörmetlerimi sunuyorum oğuz abi, hem sana, hem de dadaist olanlara.

eksper-i mental

oğuzatayokurunaedit: oğuz atay hocamız, ölümünün 30. yılında mimar sinan güzel sanatlar üniversite'sinde düzenlenen bir sempozyum ile anıldı. iletişim yayınları da bu sempozyumun notlarını "oğuz atay için" isimli bir kitapta derleyip taze taze bastı. henüz okumadım zira yeni çıktı, lakin okunmalıdır diye düşünmekte, iyi olduğunu tahmin etmekteyim, ilgilenenlere duyurulur.