bugün

insanların yaşadığı yerden çok uzakta bulunan, ıssız, sessiz sakin, medeniyetten uzak, dağlık yer.
(bkz: yabani)
yakup kadri karaosmanoğlu'nun kurtuluş savaşı yıllarını konu alan romanı. köylü - aydın çatışmasını konu alan roman türk edebiyatının ilk tezli romanıdır. anadolu halkının milli mücadeleye bakışını, hatta kayıtsız kalışını aydın gözüyle anlatır.
(bkz: yakup kadri karaosmanoglu)
Yakup Kadri karaosmanoğlu'nun mükemmel romanı.
ıssız yerde insandan uzak yaşayan.
''Geçen gün, kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı. Durup bakmıştım. Bu kutu amerika'dan gelmiş bir kutu idi ve üstünde ingilizce bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kimbilir ne zamandan beri kaldı, bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime aldım, baktım ve adeta bir eski aşinayı görür gibi oldum.
Ben, bu topraklarda, işte bu teneke kutunun eşiyim''

Türk aydınının, kendini Anadolu'da nasıl yabancı hissettiği ancak bu şekilde anlatılabilirdi. Yakup kadri karaosmanoğlu klasiği yaban, kesinlikle ama kesinlikle okunması gereken bir romandır.
herkesin kesinlikle okuması gerektiğinin yanı sıra içinde o kadar güzel ele kalem alınıp not edilmek istenecek cümle olması nedeniyle bir süre sonra sadece kelimelerin altını çizmeye başlamaya zorlayan roman.
yakup kadri karaosmanoğlunun romanı. insan okuyunca kahramanın yakup kadrinin kendisi olduğunu sanıyor çünkü kahramanın psikolojisi öyle güzel betimleniyor ki bir insan ancak kendi zihnini böyle anlatabilir.
Yakup Kadri'nin romanıdır. Yazar aydın- köylü çatışmasını öyle bir noktaya getirir ki okuru şaşkına uğratır. Ahmet Celal köylüden nefret etmek şöyle dursun ondan tiksinir. Ahlaksızlığından, kültürsüzlüğünden, milli mücadele ruhunu anlayamamsından şikayetçidir.
yakup kadri nin bir romani. ismini herhalde romanda gecen su cümleden almistir. hadi ordan yabanlar sizi... gibi birsey olacak galiba.
yakup kadri karaosmanoglu'nun filme de uyarlanmış olan romanı. film 19 mayıs tarihinde trt 1'de yayınlanmıştır.
Her cocuğa daha ilkokul çağlarında okutulması gereken çok değerli bir kitabın adıdır.
aydın ile halk arasındaki yabancılaşmayı anlatan cumhuriyet dönemindeki türk edebiyatının en sağlam eserlerindendir. edebiyatımızdaki o döneme varanda diğer örnekleri ile karşılaştırıldığında-bilhassa yabancılaşmayı konu alan- oldukça yetkin bir eserdir.
Kitap kurtuluş savaşı sırasında cephede kolunu kaybetmiş bir subayla, askerliği yeni bitmiş bir askerin köyünde geçen olaylar anlatılmaktadır. Sessiz ve sakin bir yerde hayatını sürdürmek isteyen Ahmet Celal, gittiği yerde, yabancı olduğundan, yaban olarak tanımlanmaktadır. köydekilerle hiçbir bağlantısı olmamasına ve subay olmasına rağmen ona düşman gözüyle bakılmaktadır. Ülkenin tamamı işgal altında olmasına rağmen köylülerin bunu umursamaması, sonuçta evlerinin kundaklanması, yiyeceklerinin yağmalanması, kadın ve kızlarına tacizde bulunulması onların akıllarını başlarına getirir. Bu durumu gören Ahmet Celal sevgilisini yanına alıp kaçmaya çalışır. kitabın anafikri şudur; Vatanın elden gitmesine rağmen duyarsızlığını sürdürmesinin, cahilliğin bir sonucu olduğunu göstermesidir. aydınla köylünün anlaşmazlığını ve cahiliğini gözler önüne seren değerli bir eserdir.
o kadar etkili ve gerçekçi yazılmıştır ki bir rivayete göre birkaç yabancı adam bir gün yakub kadri ye gelirler. konuşmalarının orta yerinde üstad onlara nereden geldiklerini sorar; onlar da "yaban'dan efendim. yaban dan" derler.
sizlerden bu uzun yazıyı okumanız için vaktinizi rica ediyorum...

yabanın ikinci kez basılışı vesilesiyle

mevcudu çoktan tükenmiş olan yabanı, bu sefer, yeniden basmağa karar verişimin başlıca sebebi, günden güne artan umumi bir isteği yerine getirmek zorunda kalışımdır. böyle bir istekle karşılaşmamış olsaydı yaban, halkın huzuruna tekrar çıkmak lüzumunu duymayacaktı. zira, bu eser, yayım meydanına ilk adımlarını attığı günlerde ne kadar çok şımartıldı ise, son yıllarda, o kadar insafsızca hücumlara uğramış, o kadar çok hırpalanmıştır. eski babıali mahallesinin köşe başlarını tutan bazı sokak demagogları onun aleyhine birtakım suikastler tertip etmiştir ve onu, her gün üstünde dolaştıkları kaldırımların çamuruna bulamak istemişlerdir.

bu çirkin ve iğrenç macera, yegane kuvveti, yegane meziyeti samimiyetten ibaret olan bir eserde kafi bir tiksinti ve çekingenlik uyandırabilirdi. fakat, yaban, en geniş, en büyük rağbete, asıl, bu tecavüzlerden sonra erdiği için hakimlerin en adaletlisi olan halkın, kimden yana olduğunu derin bir minnettarlıkla hissetti ve işte bu minnet borcunu ödemek niyetiyledir ki, bugün tekrar, onun karşısına çıkıyor.

eski latin şairi horatius, kendi eserlerinden birine şöyle hitap eder: "haydi, git; halkın içine karış; artık, sen benim malım değilsin!.." her yazar, her sanatçı, kendi eserine aynı şeyi söyleyebilir. fakat, en ziyade, bir milli heyecanın mahsülü olan eserlerdir ki, meydana geldikleri andan itibaren, artık, üstlerinde taşıdıkları isimle bütün manevi ilişkilerini keserler ve kendi talihlerini kendileri tayin ederler.

buna karşılık, bir yazarın, kendi eserinden ayrılıp ona yabancı kaldığı da çok vakidir. ben yabanda neler yazmış olduğumu o kadar unutmuşumdur ki, ona edilen hücumlar karşısında, ben de bazı kimseler gibi onun masumluğundan süpheye düşer gibi olmuş ve ancak, onu, yeni baştan, tekrar okuyunca kendi savunmamı en açık satırlar halinde, bizzat kendinde bulmuştum.

mesela, yabana yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entelektül ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. yabanı ikinci defa gözden geçirdikten sonra anlıyorum ki, bu, bütün manası ile bir iftiradır. zira, romanın kahramanı olan entelektüle, elinizde tuttuğunuz şu cildin bu baskıda hangi sayfasına rastlayacağını bilemediğim bir yerinde, bundan yirmi beş yıl evvelki köyün hazin bir tablosunu çizdikten sonra dedirtmişim ki:

"bunun sebebi, türk aydını gene, sensin! bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? yıllarca onun kanını emdikten sonra onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun."

"anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. bir kafası vardı; aydınlatamadın. bir vücudu vardı; besleyemedin. üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. o, katı toprakla kuru göğün arasında yabani bir ot gibi bitti. şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! ne ektin ki, ne biçeceksin?.."

gene yabanın bir sayfasında köylülerin cehaletinden bahsederken türk entelektüeli birdenbire kendini toplar ve der ki:

"eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? kabahat benimdir. kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir. sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden yoksun bir avuç kazazade halinde bırakmışız. açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları her yanından örtülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır."

bir objektif roman tekniğine göre, yapılmaması gereken bu çeşit tirad'larla yabanın hemen her tarafı tıklım tıklım doludur. o kadar ki, sanat bakımından, bir tenkitçinin, asıl hikayeyi bölük pörçük eden bu feryadımsı hutbelere itiraz etmesi gerekirdi. fakat, yaban bir objektif roman değildir. yaban, bir ruh sıtmasının, birdenbire acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir şuurun, bir vicdanın çıkardığı yürek parçalayıcı haykırışıdır. ve ben, orta anadolu viraneleri içinde dolaşırken yüreğime düşen odun yanığını, bundan yirmi yıl evvel yazıp neşrettiğim bir nesirde ilk defa o viraneler halkına şu hitabeyle ifadeye çalıştım:

barbarların yaktığı köyler ahalisine

"bilmem beni hatırlıyor musunuz? ben sizi asla unutmadım. zira, köylerinizin viraneleri içinden geçerken kadın, erkek, genç, ihtiyar, çoluk çocuk hayran, ürkek ve mahçup çehrelerle, yumuşak yastıklarına yaslandığımız otomobillerin etrafını aldığınız zaman hayatımın en derin, en büyük en yüz kızartıcı utancını duymuştum. utanç ise, kıskançlık ve haset gibi unutulmaz, silinmez bir duygudur; geçtiği yerlerde ateşten izler bırakır.

şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirine karıştırıyorum. hanginiz daha az sefil idi? hanginiz daha merhamete layıktı? bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa o da, sizin gözleriniz benim gözlerime değdikçe, başımın öne eğilmesi ve yüzümün kızarmış olmasıdır. bunun için değil midir ki, size hitap ettiğim şu dakikada, hepinize karşı kalbimde kine ve öfkeye benzer bir şey duyuyorum ve tekrar size doğru gitmek fikrine alışamıyorum; sizden korkuyorum. bir caninin öldürdüğü adamdan korktuğu gibi sizden korkuyorum. üç yaşındaki çocuklarınızın hayali bile bende cür'et ve cesaret namına hiçbir şey bırakmıyor.

hatırlıyor musunuz, bilmem! sonbahar mevsiminin serin günlerinde idi; hava kah kapanıyor, kah açılıyordu ve bu durmadan değişmeler insanda hayata karşı bir güvensizlik uyandırıyor; sebepsiz bir vesvese, bir endişe, bir büyük tehlike hissi gibi ürpertiyordu. arabamızın içine ne kadar gömülsek, yumuşak ve sıcak esvaplarımıza, örtülerimize ne kadar bürünsek, zannediyorduk ki, yolumuzun sonunda bizi bekleyen şey açlık ve çıplaklıktır. işte tam bu sırada siz o viraneler içinden, göçmüş neslin cehennemden dönen hortlakları halinde, bizim önümüze çıkıyor veyahut önümüzden kaçıp gidiyordunuz. bizden niçin kaçıyordunuz? bize doğru niçin koşuyordunuz? bizimle sizin aranızda müspet veya menfi bir ilgi var mıydı ki, bizden kaçmak veya bize sokulmak ihtiyacı hissediyordunuz?

evet, aramızda bir bağ, bir ilgi var mıydı? siz benim için yerin dibinden çıkmış müstehaseler(fosiller) ve biz sizin için başka bir küreden inmiş mahluklar değil miydik? sizin, altında barınacak tek bir damınız, başınızı koyacak bir tek yastığınız yoktu. biz ise o kadar büyük arabalar içinde ve en yumuşak yataklardan daha yumuşak yastıklar üstünde idik.

biraz sonra siz, yangın külleri içinde kavrulmuş buğday ve arpa tanelerini toplamaya ve onları iki taş arasında öğütüp yemeğe giderken, biz, yolun ferahlı ve sulak bir yerinde duracaktık ve güneşten parlak çatallarımızın ucuyla, ezilmiş etler, soğuk börekler ve taze meyveler yiyecektik ve bunları yerken esmer harp ekmeğini tatsız bulacak ve geniş zamanların bize bahşettiği (daha mükemmel bolluğu) hatırlayacaktık. bilseniz, biz buna benzemez ne yemekler tattık, ne rahat yerlerde oturduk, ne ferahlı saatler geçirdik...

dünyanın başka yerlerinde öyle memleketler vardır ki, düzenini periler kurmuş sanılır. bastığınız yere sanki kadifeler döşenmiş gibidir; teneffüs ettiğiniz hava insanın başını döndüren bir kevserdir; kadınları çiçekler ve çiçekleri kadınlar gibi kokar, orada herkes her dakika gülümser, her dakika, herkes için düğün bayramdır ve her oturulan sofra sanki bir hükümdarın sofrasıdır. geceleri, sizi bekleyen yatak, kuş tüyündendir. öyle ki vücudunuzu içine bıraktığınız zaman kendinizi göklerde bir buluta yaslanmış sanırsınız ve tavan, başınızın üstünde yıldızlı gecelerin kubbesinden daha süslüdür: işte, bu altımızda tepinen gururlu, çalımlı araba da oralardan getirtilmiş bir sür'at ve rahat aletidir. hayatı, oralardaki yaşayışa göre anlayan vücudumuzun, sizin yaptığınız kağnı arabalarına binmeye artık tahammülü yoktur; nasıl ki, bir defacık olsun sizin yediğiniz ekmekten yiyemeyiz.

lakin, o sıralarda ki, arabamızın etrafını sarıyordunuz. her biriniz bir başka tavır, bir başka şive ile başınızdan geçen faciayı anlatıyordunuz. ötündüğünüz paçavralar arasından kuru ve esmer kollarınızı uzatıyordunuz. biriniz: "işte gavurun el uzattığı kız budur; ateşe kaktılardı, ayakları kötürümdür" diye ah ediyordu. bir diğeriniz de: "eyvah, eyvah neyim var neyim yok hepsini aldılar, mal, davar, tohum, oğul, koca... hepsini..." diye hıçkırıyordu ve bir kadın: "dokuz çocukla bir harabenin içinde çırılçıplak kaldım; ne yapacağım, ne diyeceğim? aman allahım, aman allahım!" diye döğünüyordu. o vakit yemin ederim ki, sizden olmadığıma, sizi dinlemeğe paçavralar içinde, yalınayak gelmediğime nedamet ediyordum. gözyaşalrınız arkasında bize karşı sezdiğim kin ve hınçtan korktuğum için değil, fakat felaket ve sefalet karşısında sefahat ve rahat denilen şeylerin ne kadar kaba, ne kadar adi olduğunu hissettiğim içindir ki, sizin aranıza karışmak, sizin aranızda kaybolmak, kendimi sizinle beraber görmek istiyordum; o dakika zannediyorum ki, hayatın en büyük zevki, neşesi ve en büyük şerefi sizin gibi olmak ve sizin aranıza katılmaktır. o dakikada, nasıralı nebi' nin ruhundaki bütün esrar bana perde perde beliriyordu; onun; cüzzamlıları neden öptüğünü, sefil ve serserilerle neden düşüp kalktığını; neden toklar sofrasından kaçıp açlar çevresine sığındığını, neden dilencilerle beraber gezindiğini ve meczupların sohbetini neden akıllıların meclisine tercih ettiğini anlıyordum. o demişti ki: "asıl mutlu açlardır, zira doyunacaklar. asıl mutlu çıplaklardır, zira giyinecekler. asıl mutlu zulüm görenlerdir, zira adalete kavuşacaklar."

evet, buna inanınız! biz ki tokuz, biz ki giyinmişiz; biz ki adalet dağıtanlar arasındayız, ruhumuz bin türlü gamla doludur! hiç bilmediğiniz, görmediğiniz kederler, bizi, eyyüb' ün etini kemiren kurtlar gibi kemiriyor. bu temiz, rahat ve yumuşak örtüler altında şüphe, gurur, nahvet (kibir) ve ihtiras denilen, türlü türlü illetlerle şerha şerha kanayan bir derimiz var. düşmanın hıncı, vahşeti sizin üzerinizden bir kaza gibi gelip geçti; fakat biz o hıncı, o vahşeti ve o düşmanı daima içimizde taşıyoruz. durmadan yanıp, durmadan tutuşuyoruz; durmadan yağmaya, talana, durmadan eza ve hakarete maruzuz; her dakika doğrulup her dakika yıkılıyoruz.

ey, yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey, evladının mezar taşından başına yastık yapan ana; ey, geceleri köpeklerle uluyan aç çocuk; ey, bekareti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız, allah hepinizi bizim düştüğümüz dertten masun eylesin!"

işte, yaban, bu yazının yayımlanmasındanon, onbir yıl sonra, aynı yürek acısını daha geniş bir ölçüde ifade edebilmek için meydana geldi. porsuk çayı kenarında geçirdiğim üç, dört aylık kabusu, şuurum altı, on yıl durmaksızın yaşamakta devam etmişti.

anlıyorsunuz ki, bu eser, benliğimin çok derinliklerinden, adeta kendi kendine sökülüp koparak gelmiş bir şeydir. bir şeydir, diyorum. zira, bu, ne bütün manasıyla bir roman, ne bütün manasıyla bir sanat ve edebiyat işidir. hele, politika denilen günlük davalarla hiçbir ilgisi yoktur.

yakup kadri karaosmanoğlu

bu yazı iletişim yayınlarının bastırdığı, yakup kadri karaosmanoğlu nun yazdığı, yaban isimli eserin bizzat yakup kadri karaosmanoğlu tarafından yazılmış önsözüdür. hiçbir şekilde kopyala yapıştır yöntemi ile yazılmamıştır. kendim, klavye yardımıyla, el emeğiyle göz nuruyla sözlüğe nakşetmişimdir. ***
Aydın ile halk arasındaki kopukluğu gösteren bir eserdir. Oldukça gerçekçi bir şekilde Anadolu insanının çorak topraklardaki yaşayışını ve çıkmazlarını anlatır. Başkahramanı ile de aydının bakış açısını ve tavrını gösterir. Herkesin okuması gereken kalın olmayan bir kitaptır.
şehirli lümpen bayanın,dağda tesdüfen gördüğü karayağız delikanlıya bakış tarzı.
sonuç,bayan bu adama tav olur.köleliğe bile razıdır.
filmlerde böyle oluyor.
yakup kadri' nin güzel bir romanıdır.
yakup kadri karaosmanoğlu romanları içinde, gerekse türk edebiyatı ve tarihi açısından ayrı bir önem taşır. yayımlandığı yıldan bu yana da en çok tartışılan, yazarını ölümsüzleştiren romanların başında gelir. bu, hem türkiye tarihinin belli bir dönemine tanıklık etmesinden, hem de bir tez romanı olmasındandır. nitekim, ne zaman halk-aydın kopukluğundan söz edilse akla hemen yaban gelecektir.
haneler adlı tv dizisinde canlandırılan kadir inanır, cüneyt arkın arasında kalmış delikanlı ve sosyete düşmanı karakter.
hanelerdeki karakterdir. ilginç replikleri vardır.
haneler'deki en komik karakter. kendisini şöyle tanıtır;
"BEN YABAN,KABA,VAHŞi KiMi ZAMAN KÜFÜRBAZ. DAĞLARDA YAŞAYAN DOĞA ADAMIYIM BEN ,NORMANCIYIM. Genelde suskun ve nedense çıplağımdır. taviz vermeeeemmm "
yakup kadri karaosmanoğlunun bir romanıdır.
ne haber ayı repliğinin müthiş yankılarıyla bir döneme damgasını vurmuş bir türk filimidir.