bugün

üsküdar'da bir cami var...
adı: şemsi paşa camii...
görsel

şemsi paşa kim?
kanuni'nin damadının damadı...
üçüncü murat döneminde sadrazamlık yapmış biri.

zengin haliyle...
zaten saraya damat olup zengin olmamak mümkün mü?

neyse...
işte şemsi paşa bir gün mimar sinan'ı çağırtır.
aklı sıra mimar sinan'ı aciz duruma düşürmek ister.

ve der ki; "bana bir cami yap, ama caminin üzerine kuş konmasın..."

mimar sinan, "hay hay" der ve cami yapımına başlar.
ve üsküdar sahilinde şu cami ortaya çıkar.
görsel

caminin üzerine hakikaten de kuşlar konmaz.
mimar sinan bir imkansızı daha başarmıştır.

ve bu cami bundan böyle kuşkonmaz camii namıyla anılmaya başlanır.

tabi ne silirdir ne keramet, mühendislik ve bilimdedir marifet...
mimar sinan kendisinden istenen bu imkansız görünen şeyi bilim ile mühendislik ile başarır.

camiyi kuzey ve güneyden gelen rüzgârların kesiştiği bir noktada inşa eder, böylece cami üzerinde esen rüzgarlar yüzünden kuşlar konamaz.
sinan sadece rüzgardan faydalanmaz. işi şansa bırakmamak için dalgaları da kullanır.
dalgaların kıyıyı dövdüğü bir noktada çıkan titreşim seslerinden kuşların rahatsız olacağını düşünen mimar sinan, hem rüzgar, hem dalga hesabı yaparak bu camiyi inşa eder...

tabi gel zaman git zaman yüzyıllar geçer.
savaşlar, işgal dönemi falan...kuşkonmaz camii harap olur.
görsel

işte o sırada dinsiz, imansız(!) atatürk çıkar ve mimar sinan'ın eseri olan bu bilim ve mühendislik harikasına sahip çıkar, onartır.
görsel

yine aradan yıllar geçer...
istanbul bu kez vandalizmin, çomarizmin işgali altında kalır.
üsküdar'daki kuşkonmaz camii'ne kuşlar konmaya başlar olmuştur artık.
görsel

çünkü kuzey ve güney rüzgarlarının kesişme noktası olan bu yer, istanbul'a yapılan yüksek binalardan dolayı artık kuytuda kalmıştır.
üstelik kendini osmanlı torunu zannedenler caminin önündeki denizi doldurmaya başlamışlar, denizi doldurmak için kazık çakmışlardır.
görsel

dolayısıyla hem rüzgarla, hem dalgalarla irtibatı kesilen bu mühendislik harikası, en önemli özelliğini kaybetmiş, artık kuşların konabildiği bir cami haline gelmiştir.

mimar sinan'ın yaptığı, atatürk'ün tamir ettirdiği cami artık kuşkonmaz camii değil, betonu çatlamış kuşkonar camii olmuştur.
görsel

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
mercedes...
görsel

gücün, lüksün, prestijin ve de aynı zamanda halkını sömüren siyasilerin sembolü olan marka...

şimdi size bir mercedes hikayesi anlatacağım...

edzard reuter doğduğunda 1928 yılıydı.
akabinde naziler almanya'da hem yahudileri hem de kendilerine muhalif olanları avlıyor, hapse tıkıyor, toplama kamplarına gönderiyordu.
nazilere muhalif olanların ve yahudilerin dünyada sığınacak tek limanı vardı.
genç türkiye cumhuriyeti...

o yıllarda türkiye'ye nazi zulmünden kaçan önemli isimler geldi, bu gelen bilim adamları, doktorlar, mühendisler, mimarlar sayesinde türkiye cumhuriyeti dünyada eşi ve benzeri olmayan bir hızla gelişti, çağ atladı.

işte bunlardan biri de magdeburg belediye başkanı ernst reuter'di.
ernst reuter nazilere muhalif olduğu için nazilerin baskılarına maruz kalmış, hatta toplama kampına götürülmüştü.

1935 yılında ailesi ile birlikte türkiye'ye kaçmayı başardı.

ernst reuter'in bir oğlu vardı, edzard reuter, türkiye'ye geldiğinde henüz 7 yaşındaydı.
geldikleri bu yeni ülkenin kendilerine misafirperver davranması ve ailesini bağrına basması küçük edzard'ı çok etkilemişti, türkiye artık edzard reuter'in ikinci vatanıydı.

ömrü boyunca da böyle oldu.

edzard reuter türkiye'den ayrıldığında 18 yaşındaydı, türkçe konuşuyordu, atatürk'e hayrandı.
reuter ailesi 1946'da almanya'ya döndükten sonra baba ernst reuter, berlin belediye başkanı oldu. savaşta yıkılmış başkenti yeniden inşa etti.

oğlu edzard ise okudu, büyük adam oldu.
mercedes'te yönetici olarak işe başladı. mercedes'in yönetim kurulu üyesi oldu.

1967 yılında türkiye'deki ilk mercedes-benz fabrikası (otomarsan) onun sayesinde kuruldu.
bugün otomarsan türk ekonomisine katkıda bulunuyor, yüzlerce işçi çalıştırıyor, binlerce insana ekmek kapısı oluyor.
biri istanbul, biri aksaray'da 2 fabrikası var.
ve bunların hepsine sebep olan, atatürk'e hayranlık duyan 1940'lı yılların ankarasında ailesi ile güven içinde yaşayan o çocuk: edzard reuter.
görsel

bay edzard reuter bugün 93 yaşında.
hayatı boyunca türkiye cumhuriyeti'nin gönüllü bir elçisi oldu, türkiye için lobicilik yaptı, avrupa birliği sürecinde hep türkiye'nin yanında oldu, almanya'da türkiye aleyhtarı seslere hep ilk cevap veren kişi o oldu.

her fırsat bulduğunda sıradan bir vatandaşıymış gibi ikinci vatanına koştu.
görsel

o atatürk'ün çocuğuydu, o atatürk türkiyesini biliyor tanıyordu. evi burasıydı.

allah o'na ve atatürk'ün tüm evlatlarına uzun ömürler versin.
sayıları o kadar azaldı ki...

işte böyle, kimi milyonluk mercedes'e biner, kimi de o mercedesleri üretecek adamları yetiştirir, dostluk, güven, işbirliği biriktirir.
tarih milyonluk mercedeslere binenleri yazmaz, ama tarih o milyonluk mercedesleri mercedes yapan yöneticileri, mühendisleri yetiştiren adamları yazar.

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
1921 yılının kış aylarıydı...
abd'de yayınlanan philadelphia public ledger gazetesi muhabiri Clarence Streit, anadolu'da bozkırın ortasında, anadolu'da yanan ateşin kalbi ankara'dadır...

ve ankara'dan philadelphia'daki gazetesine şu haberi geçer.

türkler savaşı çoktan kazanmış...sokaklarında develerin, kağnıların dolaştığı, elektriği olmayan, toz bulutları içindeki bu anadolu kasabasında shakespeare izliyorlar.
ingilizlerle savaş halindeler ama shakespeare'in eserini sahneye koyup kapalı gişe izliyorlar ve de alkışlıyorlar. bu türkler beni sanatın milli sınırları olmadığına ikna ettiler. üstelik tüm bunlar savaş sırasında gerçekleşiyor...

evet, abd'li gazeteci şaşırmakta çok haklıydı.
sakarya zaferi henüz kazanılmıştı, anadolu yokluk içindeydi, ordumuz büyük taarruz için hazırlıklara yeni başlamıştı, her bir merminin, her bir silahın, her bir bireyin çok önemi vardı...

ve tüm olumsuzluklara rağmen ankara halkı ahırdan bozma binada, gaz lambası ışığında tahta sandalyelerde hatta çoğunlukla ayakta "hamlet" izliyordu...

ankara'yı hamlet ile tanıştıran kişi otello kamil'di şüphesiz...
asıl adı kamil rıza'ydı...türkiye'yi shakespeare ile tanıştıran adamdı.
shakespeare'in othello adlı oyununu arabın intikamı ismi ile türkçeye uyarlamış ve sahneliyordu, bu yüzden kendisine otello kamil lakabı verilmişti.
görsel

istanbul işgal edilip vatanseverler akın akın ankara'ya koşarken, otello kamil de boş durmamış, gezici kumpanyası ile birlikte ankara'ya gelmişti.

öyle ya, bu millete top, tüfek, mermi, erzak lazım olduğu kadar, insanlara moral de lazımdı.

işte otello kamil ve gezici kumpanyası da bu vazifeyi üstlenmişlerdi.

ülkenin, milletin en zor günlerinde anadolu'da bozkırın ortasında sanat yapıyorlardı...

otello kamil'in ankara günlerine nazım hikmet de şahit olmuş ve o günler için şunları yazmıştı;

--spoiler--
Ankara'da 921 kışında, ahırdan bozma salaş bir tiyatroda, gaz lambalarının ışığında ve ikide bir soğuktan avuçlarıma hohlayarak Otello Kâmil'i seyrettim.
Ömrümde ilk defa Şekspir’i seyrettim.
Abdullah Cevdet adında bir eski Jön Türk şairi Arap ve Acem sözcükleriyle dolu bir dille büyük üstadı Türkçeye çevirmişti.
Otello'yu, Hamlet'i filân okumuştum, şaşmıştım, hayran olmuştum, ama pek anlamamıştım.
Kâmil bir gezgin aktördü. Repertuvarında bir tek piyes vardı denilebilir.
Otello'nun, Otello'yu Papazyan üslubuyla oynadığını söylerler.
Ne yazık Papazyan’ı Otello’da seyretmek nasib olmadı.
Ama çırağı Kâmil'in Otello'suna bakıp ustasının ustalık kertesini kestirmek mümkün.
Kâmil, Ankara'da kaldığım aylar içinde Venedik Amirali’ni belki on kere oynadı, ben her keresinde ordaydım.
Şekspir'e hayranlığımı Abdullah Cevdet'in kötü, çok kötü çevirmelerine borçluyum, ama Şekspir’i bana Vahram Papazyan'ın çırağı Otello Kâmil anlattı.
Kâmil çoktan öldü, aç, sefil, hasta, göçüp gitti. Vahram Papazyan Sovyetler Birliği'ne geldi...
--spoiler--

işte bu güzel insanları anadolu'ya getiren, onlara tiyatro kurup oyun sergileme fırsatı veren şey mustafa kemal'in vizyonuydu.
çünkü o, cephede vatanı kurtaracağından emin, geleceğin türkiyesinin planlarını çoktan yapmaya başlamıştı.

o kurtuluş savaşı sırasında opera düşünen adamdı...
(bkz: kurtuluş savaşında opera düşünen adam/#42396599)

not: otello kamil'in ismi bugün şişli'de bir sokağa verilmiş, orada yaşatılmaktadır.
görsel

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
burası sakız adası;
görsel

çeşme'nin hemen karşısında.

çeşme'ye gidip kazıklanmak istemeyen türkler, buraya geçip yiyip içip eğleniyorlar.

adaya ayak bastıklarında karşılarına şu heykel çıkıyor.
görsel

konstantin kanaris heykeli...

konstantin kanaris, yunanların milli kahramanlarından biri.

sadece sakız adasında değil, tüm yunanistan'da kahraman olarak anılan bir türk katili.

kosntantin kanaris, sakız adasının kuzeybatısındaki psara adasında doğmuş bir yunanlı.
daha sonraki yıllarda yunanistan'da başbakanlık da yapmış biri...
görsel

1821 yılında başlayan yunan isyanı neticesinde yunanistan'ın bağımsızlığını kazanmasının ardından, osmanlı yönetimi altındaki ege adalarında yaşayan rumlar da yunanistan'dan aldıkları destekle ayaklandılar.

ilk olarak kuşadası'nın karşısındaki sisam(samos) ayaklandı ve ayaklanmada başarılı oldular.

sisam adasındaki osmanlı kuvvetleri bertaraf edildi, pek çok şehit verdik.

ardından 6000 sisamlı milis sakız adasına çıktılar ve burada yaşayanları isyana teşvik ettiler.
ve böylece tarihin en kanlı ayaklanmalarından biri olan sakız ayaklanması başladı.

sakız adasının bugünkü nüfusu 60 bin civarında, ama bundan tam 200 sene önce sakız adasında 80 binden fazla rum yaşıyordu.

sakız adasında başlayan isyan sonrası osmanlı, kaptan-ı derya nasuhizade ali paşa komutasındaki donanmayı sakız adasına gönderdi. sakız adasındaki isyan kanlı bir şekilde bastırıldı. (not: nasuhizade ali paşa, nasuh mahruki'nin büyük büyük dedesidir.)
görsel

osmanlı'nın kendi topraklarında yaşanan isyanı bastırması avrupalıları çılgına döndürmüştü, bunun bir soykırım olduğunu söyleyerek osmanlı'yı şiddetle kınadılar.

halbuki osmanlı isyan edenlere bir şey yapmamalı, sakız adasını da kaybederken seyretmeliydi sanırım...

her neyse, nasuhizade ali paşa sakız adasında asayişi sağlar ve bir süre burada kalır, lakin bir gece yarısı konstantin kanaris ve emrindeki yunan milisler limana gelerek osmanlı donanmasını yakarlar.
görsel

saldırıda kaptanı derya nasuhizade ali paşa başta olmak üzere 2000'den fazla osmanlı denizcisi şehit olur.
ali paşa'nın cesedi denizden çıkarılarak sakız kalesinde toprağa verildi.
görsel

işte bugün sakız adasında kaleiçinde nasuhizade ali paşa'nın da kabrinin bulunduğu bir şehitlik var.

adalılar nasuhizade ali paşa'ya "kara ali" derlermiş, burası da bunun için kara ali mezarlığı olarak anılmaktadır.
görsel

sakız adasındaki bu şehitliğimiz bugün şu halde;
görsel

işte sakız adasında nasuhizade ali paşa ve leventleri ile birlikte yatan bir de pilotumuz var.
pilot üsteğmen orhan bey...

1822 yılında şehit olan nasuhizade ali paşa ile yanyana bir pilot, ne alakası var?

alakası şu...

1. dünya savaşının sonlarına doğru, pilot üsteğmen orhan bey ve rasıdı hüseyin hüsnü, aeg-15 tipi uçağı ile sakız adası üzerinde keşif uçuşu yaparken, yunan topçusu tarafından vurulur, uçakları sakız adasına düşer, orhan bey şehit olur, rasıt hüseyin hüsnü esir alınır, lakin hüseyin hüsnü bir süre sonra kaçarak kurtulur ve çeşme sahilinde karaya çıkar.

işte sakız adası üzerinde uçarken uçağı düşürülerek şehit edilen pilot üsteğmen orhan bey de kara ali şehitliğine defnedilir.

bu arada sakız adasında yatmakta olan şehit üsteğmen orhan bey, 1915 yılında çanakkale savaşları sırasında albatros tipi uçakla komutanı ali rıza bey ile birlikte ilk havacılık zaferimizi kazanan pilotumuzdur.

nereden nereye...

sakız adasına giden türk turistlerin önünden geçtiği konstantin kanaris heykeli, nasuhizade ali paşa, onun torunu everest'e çıkan ilk türk, çanakkale savaşındaki ilk havacılık zaferimiz ve sakız'da düşürülen uçağımız...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
philip mountbatten yahut hepimizin bildiği şekliyle edinburgh dükü prens philip...
görsel

kraliçe 2. elizabeth'in kocası, galler prensi charles'in, prenses anne, prens edward ve prens andrew'in babası. veliaht prensler william ve henry'nin dedesi...

dün 100 yaşında vefat etti...

prens philip bir ingiliz değildi..
kendisi 1921 yılında yunanistan'ın korfu adasında dünyaya geldi.

prens philip'in dünyaya geldiği korfu adasındaki yunan kraliyet sarayı;
görsel

doğduğunda yunanistan'ın 100. kuruluş yıldönümüydü, 100. kuruluş yıldönümünde tanrı yunan halkına yeni bir prens hediye etmişti...

böyle büyük bir coşkuyla dünyaya gelmişti philip.
yunan prensiydi.
aslında tam olarak ünvanı şuydu;
"Yunanistan ve Danimarka Prensi..."

prens philip, Schleswig-Holstein-Sonderburg-Glücksburg hanedanı mensubu bir prens olarak dünyaya geldiği sırada babası prens andrea anadolu'da bulunuyordu.
görsel

yunanistan kralı konstantin'in kardeşi prens andrea, dünyaya gelen yeni yunan prensinin şerefine, yunan ordusunun 2. kolordusu komutanı olarak sivrihisar, haymana ve emirdağ'da yağmalamadık köy bırakmamış. sivrihisar'ın karkın, polatlı'nın da üzümbeyli ve çekirdekler köyünü bizzat yakmıştı...

eylül 1921'e kadar anadolu'da katliamlarını sürdürdü prens andrea...
nihayet sakarya zaferi ile polatlı'da durdurulan yunan ordusu, artık ilerlemelerinin mümkün olmadığını anlamış, prens andrea'da katliamlarına ara vermek zorunda kalmıştı.

zira, sakarya savaşındaki bu mağlubiyet için yunan kamuoyu kelle istemiş ve bu mağlubiyet sonrası başkomutan papulas ve prens andrea görevlerinden alınmışlardı...

prens andrea'da yunanistan'a, yeni doğan oğlu philip'in yanına dönmüştü.
fakat andrea ve philip'in yunanistan günleri kısa sürecekti.

1 sene sonra anadolu'da kesin mağlubiyete uğrayan yunanlar, anadolu'yu terk etmek zorunda kalmışlar, 9 eylül'de türklerin izmir'e girişinden sadece 2 gün sonra 11 eylül 1922'de ise yunanistan'da darbe olmuş, kral konstantin italya'ya kaçarken, prens andrea da ailesi ile birlikte fransa'ya sığınmak zorunda kalmıştı...

prens andrea'nın fransa günleri zor geçiyordu.
neticede asil bir ünvanı olmasına rağmen devrik bir prensti.
prens andrea'ya ilk darbe eşi alice'den geldi, prenses alice, 5 çocuğunu da alıp prens andrea'yı boşamış ve baba evine dönmüştü.

not: prens philip'in annesi prenses alice de sıradan biri değildi, o da battenberg prensesi'ydi.

tabi bu arada prens philip büyümeye başlamıştı, ilk ve orta okulu fransa ve almanya'da okuyan prens philip, askeri lise sınavlarını kazanmış ve britanya kraliyet donanmasına girmişti.

görsel

şimdi kafanız karışacak biliyorum, ama hanedan üyeleri için ülke sınırı diye bir şey söz konusu değildir.

şöyle bir örnek daha vereyim, prens philip 2. dünya savaşı sırasında parlak bir deniz subayı ve başarılı bir gemi kaptanıydı.
ingiliz donanmasında hizmet veriyordu.
lakin prens philip'in diğer 4 kız kardeşinin 3'ü ise nazilerle evliydi...

britanya donanmasında savaş gemisi kaptanı, ama 3 eniştesi nazi...

vay amünyum ya hayata bak...

işte başarılı donanma subayı philip, 2. dünya savaşından hemen sonra prenses elizabeth ile dünya evine girmiş, prensesin kraliçe olması ile kendisi de edinburgh dükü olmuştu.
görsel

prens philip'in edinburgh dükü olmasında en önemli faktör şüphesiz ki 100 sene önce polatlı'da; "hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh da bütün vatandır" emrini veren bir dünya lideri olan ebedi başkomutanımızdır.

o sakarya'da başkomutanımız olmasa, düşmanı durdurmasaydı, prens philip bugün edinburgh dükü olamazdı...
görsel

not: ulu önder atatürk, sadece prens philip'i edinburgh dükü yapmakla kalmamış tabi, izmir'in kurtuluşu sonrası türk ordusuna çanakkale üzerine yürüme emri vererek, çanakkale krizi'ne sebep olmuş, çanakkale krizi sonrası da britanya'daki lloyd george hükümeti istifa etmek zorunda kalmış, kanada, avustralya, yeni zelanda, hindistan ve güney afrika bu sayede bağımsızlıklarını kazanmıştır...
https://en.wikipedia.org/wiki/Chanak_Crisis

işte biz böyle bir liderin çocuklarıyız.
onun önünde ne krallar, ne imparatorlar, ne de prensler durabildi...

o çok farklıydı ve iyi ki vardı...

#tarih
bizim çocukluğumuzda kibrit kullanımı yaygındı.
bugünkü gibi ucuz çin malı çakmaklar pek yoktu, bu yüzden sigara tiryakileri olsun, ocakta yemek pişiren ev hanımları olsun, kibrit kullanırlardı.

kibrit her eve lazımdı.
hikayeler bile yazılmıştı kibritle ilgili...

işte o kibrit kutularının üzerinde bir ibare vardı, hatırlar mısınız?
"safety matches" yazardı.
görsel

güvenli/emniyetli kibrit anlamına gelirdi...

hani pazar günleri western filmi seyrederdik ya, o western filmlerinde kovboylar sigaralarını yakmak için kibriti herhangi bir yere sürterlerdi, kibrit alev alır, sigarasını yakarlardı.
sonra aynısını biz de yapmayı denerdik, ama kibriti duvara sürtünce alev almazdı...
görsel

bildin mi o anı?
sen de yaptın mı? yaptın tabi ve kibrit yanmadı değil mi?

işte o kovboy abilerin duvara sürttüğü kibrit safety matches değildi, ama senin kovboy gibi yakmaya çalıştığın kibrit safety matches idi, o yüzden yanmıyordu.

öyle ki 19. yüzyılın ilk yarısında üretilen kibritlerde fosfor kullanılıyordu, ve bu kibritlerde fosfor kullanıldığı için duvara, taşa, tahtaya sürttüğünde bile alev alıyordu.

ne var ki, kibrit üretiminde kullanılan bu fosfor yüzünden kibrit imalatında çalışan işçiler zarar görüyor, özellikle işçilerin çeneleri çürüyordu.
görsel

bu sebepten dolayı gustav erik pasch adlı isveçli bir abimiz, sarı fosfor yerine kırmızı fosfor kullanarak kibrit imal etti.
görsel

yine isveçli lundström biraderler müessesesi kibrit üretiminde fosfor yerine sülfür ve parafin kullanmaya başladı.
görsel

böylece emniyetli kibritler doğmuş oldu.
bu safety match kibritleri yakabilmek sadece kibrit kutusundaki yüzeye sürterek mümkün oluyordu artık.

ne var ki avrupa'da doğan safety matches kibritler vahşi batıya uzun yıllar sonra geldi, tabi geçen bu süreçte de kovboylar eski usulle sigaralarını yakmaya devam ettiler. işte western filmlerinde gördüğümüz bu enstantane de buradan gelmektedir.

görsel

geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer...

#tarih
siz hiç zenci rus gördünüz mü? duydunuz mu?

zenci bir rus, üstelik istanbul'da...

şu abimiz;
görsel

abimizin adı; Frederick Bruce Thomas.
kendisi aslen misisipili...

frederick abimiz henüz 18 yaşındayken babası ırkçı komşuları tarafından vurulur.
frederick de doğduğu büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalır. 2 sene boyunca amerika'nın dört bir yanında dolaşır.
gece kulüplerinde garsonluk yapar. lakin her gittiği yerde derisinin renginden dolayı ayrımcılığa maruz kalır. daha medeni bir yaşam sürmek için avrupa'ya gitmeye karar verir ve londra'ya gelir.

londra'dan sonra sırasıyla paris, cannes, köln, düsseldorf, berlin, leipzig, monte carlo, milano, venedik, trieste, viyana ve budapeşte gibi şehirlere gelir. her türlü işte çalışır. lakin yine umduğunu bulamaz.

bu sırada frederick cannes'de zengin bir rus'un uşaklığını yapar. ondan rusya hakkında bir şeyler öğrenmiştir.
avrupa'da dikiş tutturamayınca da bir de rusya'yı denemek için st petersburg'a gelir, ardından da moskova günleri başlar...

rusya'da tam da aradığı iklimi bulmuştur. zira rusya'da kimse ona renginden dolayı ayrımcılık yapmıyordur. artık rusya frederick'in yeni vatanıdır.
frederick rus vatandaşlığına geçer ve fyodor fyodoroviç tomas ismini alır.

üç defa evlenir, üç de çocuk sahibi olur.
frederick artık sınıf atlamıştır, garsonlukla başladığı hayat macerasında artık moskova'da bir gece kulübünün sahibi zengin bir insan olmuştur.

frederick'in moskova'da sahip olduğu gece kulübünün ismi maksim'dir...

lakin frederick'in bu mutlu rusya günleri, bolşevik ihtilali ile son bulur.
1917 devrimi neticesinde rusya'dan kaçması gerekir.
frederick asıl vatanı olan abd'nin rusya büyükelçiliğine sığınır. lakin "hem zenci hem rus vatandaşı" olduğu gerekçesi ile başvurusu reddedilir.

çaresiz kalan frederick odessa'ya gelir ve burada onbinlerce mülteci ile birlikte gemiye biner ve soluğu istanbul'da alır...

frederick istanbul'a geldiğinde 5 parasızdır.
yeniden başladığı noktaya dönmüş, garsonluk yapmaktadır.
lakin frederick'in ışığı her yerde kendini gösterir. garsonluk yaparken kendisine bir isviçreli, bir de ingiliz ortak bulur.

birlikte şişli'de stella adlı gece kulübünü açarlar.

stella sayesinde istanbul gece hayatı caz ile tanışır.
abd'den istanbul'a caz orkestraları getirilir. frederick gece hayatında yine zirveye çıkmıştır.

artık yoluna kendi başına devam etmeye karar verir ve 1921 yılında taksim'de maksim gece kulübünü açar...
görsel

kurtuluş savaşı yıllarıdır ve istanbul'da maksim sayesinde parlak bir gece hayatı hüküm sürmektedir.

maksim gazinosu, mim mim cemiyetinin üssü haline gelmiştir.
frederick artık türkiye'yi vatan olarak görüyor ve vatanın kurtarılması için canını ortaya koyan mim mim grubu üyelerine kapılarını açıyor ve onlara yardımcı oluyordu.
mim mim grubu anadolu'ya kaçırdığı silah ve mühimmatların istihbaratını maksim gazinosuna gelen işgalci subaylardan elde ediyordu...

kurtuluş savaşı kazanıldı.
frederick artık yeni vatanında daha hür ve özgürdü...
frederick'e ve işletmesine kimse dokunmadı.

cumhuriyet rejiminin getirdiği özgürlükler frederick'i daha da teşvik etmişti.
bebek'te la potiniere adlı mekanı açtı.
ardından da tarabya'da villa tom adlı mekanı açtı.

bir yandan da boğazda katamaran restoran işletiyordu.

cumhuriyetin başkenti ankara'ydı..
artık yabancı diplomatlar falan hep ankara'da ikamet ediyordu. frederick ankara'da çankaya'da villa can adlı bir mekan daha açtı...

frederick çok zengindi, lakin yaşadığı zor hayata nispet yaparcasına har vurup harman savuruyordu. kumarbazdı...
bu müthiş kazanca rağmen borca battı.
önce maksim'i devretti, lakin borçlarını kapatamadı.
alacaklıların şikayeti üzerine tutuklandı ve cezaevine konuldu.

yine 5 parasız kalmıştı.
zatürre oldu.
cezaevinden çıkarılıp hastaneye yatırıldı.

ne yazık ki hastanede 55 yaşındayken vefat etti ve pangaltı'daki katolik mezarlığına defnedildi...

frederick thomas'ın hayatı, rus kökenli amerikalı yazar vladimir aleksandrov tarafından "siyah rus" adıyla kitap haline getirildi...

ne hayatlar, ne konular, ne hikayeler...
hepsi de bu topraklardan gelip geçtiler...

filmlere, dizilere konu arıyorlar.
dandik dandik konuları tekrar tekrar dizi yapıp gözümüze sokuyorlar ya.

al işte çek siyah rus'un hayatını dizi olarak koy izleyelim ve diyelim ki; geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...
görsel

#tarih
ne zamandır yazmıyorum başlığa, mesaj geldi "neden yazmıyorsun" diye, belki bu hafta sonu birkaç hayali cihan değer hatıratı paylaşırım. bugün bir tane yapalım hatta...

bu yakışıklı abimizin adı sukarno...
görsel

hatta tam adıyla achmed sukarno, ama biz ona ahmet sukarno demişiz.

ahmet abimiz, endonezya'nın kurucu lideridir.
2. dünya savaşı yıllarına kadar hollanda sömürgesi olan endonezya, 2. dünya savaşında hitler hollanda'yı işgal edip patlatınca, japon işgaline uğramış, endonezya'daki hollandalılara karşı da sukarno abimiz japonlarla işbirliği yapmış, hatta japonlardan bağımsızlık talep etmiş, lakin 2. dünya savaşı bitince hollanda tekrar endonezya'ya hakim olmaya çalışmış ama ahmet abimiz hollandalıları yenmiş ve de endonezya bağımsızlığına kavuşmuş...

tabi nüfusunun büyük çoğunluğu müslüman olan endonezya'nın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden biri de biz olmuşuz ve ahmet abimiz ile iyi ilişkiler tesis etmişiz.

böyle böyle gelişen türkiye-endonezya ilişkileri neticesinde ahmet sukarno, 1959 yılında türkiye ziyaretine gelmiş.
görsel

çok güzel geçen türkiye ziyareti, halkın ahmet sukarno'ya büyük ilgisi, devlet törenleri, karşılıklı iyi niyet antlaşmaları derken ziyaret sona ermiş.

sukarno abimiz ayrılırken çok memnun ayrılmış, özellikle gezinin istanbul ayağı onu çok mutlu etmiş, ayrılırken kendisini uğurlayan hariciyecilerimize "yine geleceğim inşaallah" diyerek tayyaresine binip ülkesine dönmüş...

tabi bu ziyaret sonrası bizimkiler de son derece memnunlar, tarihi bağlarımızın olduğu dost ve kardeş bir ülkenin liderini iyi ağırladıklarını düşünüyorlar, özellikle hariciyecilerimiz dört gözle endonezya hükümetinden gelecek "teşekkür mesajını" beklerlerken, endonezya dışişleri bakanlığından türkiye'ye bir kınama mesajı geliyor...

bak sen şu işe...
günlerce liderlerini yedirip içirdiğimiz, saraylarda ağırladığımız endonezya, bize teşekkür edeceğine, kınama mesajı yolluyor ve endonezya büyükelçisi bu mesajda liderleri ahmet sukarno'nun istanbul'da belsoğukluğu kaptığını belirtiyordu...

belsoğukluğu...
aman allah'ım...!!!

tabi bu rezil durum cumhurbaşkanımız celal bayar'ın kulağına kadar gidiyor, celal bayar son derece naif terbiyeli bir insan, utancından yerin dibine giriyor, çok kızıyor, dışişleri bakanı fatin rüştü zorlu'yu çok şiddetli bir şekilde azarlıyor. tabi fatin rüştü zorlu, bayar'dan paparayı yiyince, o da başta istanbul valisi olmak üzre, tüm hariciyecileri sıradan geçiriyor ve bu rezaletin sorumlusundan hesap sorulması talimatını veriyor...

ve bu rezalete bir sorumlu bulunuyor.

lüks nermin...!!!

lüks nermin ablamız, istanbul'da dönemin sosyetik genelev patronu...
görsel

endonezya lideri ahmet sukarno'nun kadın düşkünü olduğunu duyan bizim muzır hariciyeciler, misafir devlet başkanına bir jest yapmak istiyorlar ve sukarno'ya bir gecelik "kaçamak" programı ayarlıyorlar.
sukarno'da gelen bu ikrama hayır diyemiyor ve lüks nermin ablanın kızlarından biri ile istanbul'da şehvetli bir gece geçiriyor.
ama meğer sukarno'nun birlikte olduğu hatun kişisi belsoğukluğu hastalığından muzdaripmiş ve bu hastalığı da o gece sukarno'ya bulaştırıvermiş...

işte bu olayın sorumlusu olarak itham edilen lüks nermin ablamız, 50'li ve 60'lı yılların istanbul'unun en önemli simalarından biriydi.

siyasetçiler, büyükelçiler, bürokratlar, futbolcular, fabrikatörler, zenginler, istanbul'a kaçamağa gelen anadolu'nun toprak ağaları tekmili birden lüks nermin'in beyoğlu zambak sokak'ta sahip olduğu genelevinin müdavimleriydiler...

lüks nermin, demokrat parti dönemi boyunca müşterileri ile kurduğu güzel ikili ilişkiler neticesinde istanbul'daki konumunu güçlendirmiş, devlet ve hükümetteki önemli tanıdıkları sayesinde "dokunulmaz" birgenelev patroniçesi olmuştu.

öyle ki, politikacılar ve bürokratlar nermin ablalarının bir dediğini iki etmiyorlardı.
misal, lüks nermin, o dönemin ahlak zabıtası şefi aziz efendiyi bir telefonla sürdürmüştü.
görsel

tabi lüks nermin abla, bazı durumlarda sukarno olayında olduğu gibi, devlet görevlilerinin bazı ufak taleplerini de yerine getiriyor, misafirlerimizi mutlu etmek(!) için elinden geleni yapıyormuş...

işte sukarno olayı, belsoğukluğu kınaması ile birlikte lüks nermin abla tepetaklak olmuş, bu olayın baş suçlusu ilan edilmişti.

artık polis, eften püften sebeplerle lüks nermin'in mekanını basıyor, ona cezalar kesiliyordu.
görsel

bir zamanların kudretli lüks nermin'i, birdenbire devletin gözünde fuhuşçu mama nermin'e dönüştürülmüştü...

lüks nermin'i asıl bitiren olay ise, bir polis baskınında yazıhanesinde ele geçirilen bir bavul dolusu dolar olmuştu.
bu baskın sonrası lüks nermin abla tutuklanmış, cezaevine gönderilmiş, hapisten çıktıktan sonra ise ruh sağlığı bozulmuş ve bir daha toparlayamamış, silinmiş gitmiş...
görsel

hey gidi yıllar hey...
kimler geldi kimler geçti bu alemden...

langa fatma ile başlayan serüven, lüks nermin'ler, ayşe nimet'ler, çanakkaleli melahat'lar, matmazel zurnik'ler, manukyanlar...

hepsine de devlet yol vermiş, verdiği yolu da bazen geri almış...

ama olsun ya...ben bunları o dönemin renkli hayatının günümüze yansıyan birer latifesi olarak görüyorum...

sukarno, lüks nermin, belsoğukluğu, endonezya ile diplomatik kriz falan...

güzel yıllarmış vesselam...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...!!!

#tarih

********************

not: burada lüks nermin resmen günah keçisi ilan edilmiş ve tarihten silinmiş...
oysa ki ahmet sukarno, türkiye gezisinden sonra polonya'ya gitmiş, polonya gezisini tamamlayıp endonezya'ya dönüş yapmış.
ahmet sukarno, kadın düşkünü olduğu bilinen bir lider, ne malum polonya seyahati sırasında da aşk dolu bir gece yaşamadığı???

***********************
ekstra not: blu tv'nin harika bir yapımı var, yeşilçam dizisi.
bu dizide semih ateş'in annesi olan belkıs hanım, emekli bir genelev patroniçesi, ama devlet içinde önemli tanıdıkları olan ve her türlü işi halledebilen son derece kudretli bir kadın. güngör bayrak tarafından canlandırılan bu belkıs karakteri işte bu hikayede anlattığımız lüks nermin'in ta kendisi...
at martini debreli hasan, dağlar inlesin...

bir rumeli türkümüz var böyle. debreli hasan/drama köprüsü adı...

işte bu türküde geçen martin tüfekleri bizim neredeyse milli silahımızdır. (martini değil, martin'dir tüfeğin adı)

martin tüfekleri sadece debreli hasan türküsünde geçmez. bu tüfekler bizimle öyle bütünleşmiştir ki, tüfekleri süsleyip statü sembolü haline getirmişiz. yaptığımız çeşitli süslemelerle fiyakalı hale getirdiğimiz martinlere de "aynalı martin" adını verip bir de hekimoğlu türküsünde adını geçirmişiz...
görsel

her neyse...
işte bu martin tüfekleri, amerikan iç savaşı için üretilen tek kurşun atabilen bir piyade tüfeğidir.
martin tüfeklerinin hikayesi amerikan iç savaşı yıllarında rhode island'ın providince şehrindeki şu fabrikada başladı...
görsel

Providence Tool Company adlı bu fabrika, tarım aletleri, el aletleri, takım, taklavat üreten bir fabrikayken, iç savaş sırasında silah fabrikasına dönüştü.
görsel

ve martin tüfekleri burada üretilmeye başlandı.

iç savaş sonrası bu maliyeti ucuz aynı zamanda da basit tüfekler abd dışına da ihraç edilmeye başlandı.
öyle ki, britanya ordusu bile bu tüfekleri kullanmaya başlamıştı.
görsel

ilerleyen yıllarda providence tool company sıkıntıya girmiş, silah talebi azaldığı için dikiş makinesi, lokomotif parçaları üretmeye başlamıştı. ama tabi silahtan elde ettiği karı bu ürünlerden edemiyorlardı.
acilen silah satacak yeni pazarlar bulmaları gerekiyordu.

işte tam bu sırada, martin tüfeklerinin üreticisi olan ptco'nun imdadına osmanlı devleti yetişti.

1873 yılında osmanlı devleti ptco'ya tam 600 bin adet martin tüfeği siparişi verdi...

bu meblağda bir sipariş sadece ptco'yu değil, tüm providence, hatta rhode island'ı mutlu etmişti.

osmanlı devleti, 1873 yılında vidinli hüseyin tevfik paşa başkanlığında 27 kişilik bir osmanlı heyetini tüfeklerin üretimini gözlemlemek, muayenelerini yapıp kabul etmek için providence'e gönderdi...
görsel
görsel

providence halkı, osmanlı'dan gelen bu heyeti sevinç gösterileri ve minnet ile karşıladılar.

hüseyin tevfik paşa, ptco ceo'su john anthony ile yakın dostluk kurar.
her gece onuruna yemekler, partiler verilir. öyle ki, vidinli hüseyin paşa, rhode island ve abd sosyetesinin önemli bir siması haline gelmiştir.
başka şehirlerden, new york, boston ve washington'dan bile konuklar gelmeye başlar hüseyin tevfik paşa ile tanışmak için.
görsel

hüseyin tevfik paşamız, üst düzey iş adamları ve siyasetçilerle günlerini geçirirken, heyetten geriye kalan 27 kişinin canları sıkılmaya başlar.
bunlar da o yörenin yaşam şartlarına ayak uydurur ve akşam olduğunda barlara, müzikhollere akmaya başlarlar.
providence'de epey itibarları vardır.
hatta bir keresinde bir bar kavgasına karışırlar, ama şehrin velinimetleri olarak görüldüklerinden bizim beyzadeler suçlu olsalar da bu olayın üstü örtülür.

bizim ekip bu olaydan sonra iyice şımarır.
osmanlı subaylarına yakışmayacak hal ve hareket sergilemeye devam ederler.
ve yaptıkları her şımarıklık "velinimet" oldukları için hasıraltı edilir.

lakin bizimkilerin yaptıkları bu taşkınlıklar, abd elçiliği aracılığı ile istanbul'un kulağına gider.
böylece vur patlasın çal oynasın günleri sona erer.

bu subaylardan birkaçı geri çağırılır, bir tanesi istanbul'a geri döner ve burada idam edilir.
tabi bu olay providence'de kalan diğerlerinin kulağına gidince, istanbul'a geri dönmekten vazgeçerler.

hatta bir tanesi bir köprüden atlayarak intihar eder.
birkaç tanesi heyetten ayrılır ve orada evlenerek abd vatandaşlığına geçer, yeni bir hayat kurarlar.

bu teftiş vazifesi uzun seneler sürmüştür.
1873'te gelen heyet, 1883'te geriye dönmüştür.
osmanlı heyetinin teftiş seyahat görevi sona erdiğinde 28 kişilik heyetten geriye sadece 14 kişi kalmıştır. (gri pasaport olayı gibi)

tabi, bu martin tüfeklerinin pabucu birkaç yıl sonra dama atılmış, osmanlı ordusu alman mauser tüfeklerini kullanmaya başlamış, martin tüfekleri de daha ziyade efeler, eşkıyalar, köylüler tarafından kullanılır olmuş...

bir bilgi notu daha ekleyeyim.
vidinli hüseyin tevfik paşa, lineer cebir adlı kitabını bu providence'de bulunduğu yıllarda yazmıştır.
görsel

#tarih
merhaba arkadaşlar, "ezanlarımızı susturamayacaklar" diyenler burada mı?

eyfel kulesinde ezan okunmuştu bir zamanlar.
eyfel kulesinde ezan okutan dünya liderine mustafa kemal atatürk denir...

karadeniz vapuru'nu muhakkak duymuşsunuzdur.
"mustafa kemal'in beyaz kuğusu" denirdi ona.
görsel

işte bu beyaz kuğu, yani karadeniz vapuru bizzat bir mustafa kemal atatürk projesiydi.
yüzen bir fuardı karadeniz vapuru...

vapurun içinde türk mallarından oluşan sergiler vardı.
üzüm, incir, hereke halıları, kütahya çinileri, lokum, edirne sabunu, nakışlar, bakır tepsiler, tütün, yün, deri, koza, fındık...
tamamı yerli ve milliydi.
yüzde yüz türk malı ürünlerdi.

ama bu kadar değil.
sergi salonlarında sanayi nefise mektebi öğrencilerin yaptığı heykel, resim ve biblolar vardı...

bu kadar da değil.
ibrahim çallı, hüseyin avni lifij, osman hamdi bey, feyhaman duran gibi türk ressamlarının tabloları asılıydı karadeniz vapurunun sergi salonlarında...

genç türkiye cumhuriyeti'nin ilk pr çalışması olan karadeniz vapurunun british pathe videosu;
https://www.youtube.com/watch?v=TGTDfT28it8

vapurun içinde iş bankası şubesi bile vardı.
ilgili iş bankası reklamı şurada;
https://www.youtube.com/watch?v=3abDmZx6Wzk

işte, karadeniz vapuru bu halde ve bu maksatla ilk seferine çıktı.
vapurda 180 yolcu 105 mürettebat vardı.
vapurun yolcuları türkiye'nin aydınlarıydı.
milletvekilleri, gazeteciler heykeltraşlar, ses sanatçıları tiyatro sanatçıları, ressamlar, iş insanları...
görsel

karadeniz vapurunda aydınlık türkiye'yi temsil eden bir de din adamı vardı.
şeyh ata efendi...
görsel

şeyh ata efendi, ahmet yesevi geleneğine bağlı, üsküdar sultantepe'deki özbekler tekkesi'nin postnişiniydi...
1. dünya savaşı sona erip, istanbul itilaf devletleri tarafından işgal edilmesi ile birlikte, özbekler tekkesi bir kuvayi milliye üssü olmuş, şeyh ata efendi de karakol örgütü ile birlikte hareket ederek(kurucu üye) istanbul'dan anadolu'ya yapılan silah, mühimmat ve insan sevkiyatında aktif rol oynamıştı.

örneğin; ismet inönü, mehmet akif ersoy, halide edip adıvar, yunus nadi gibi isimler özbekler tekkesi ve ata efendi vasıtasıyla anadolu'ya geçmişlerdir.

şeyh ata efendi, iyi ve kıymetli bir din adamı olduğu kadar aydın bir insandı.

bu yüzden 1925 yılında çıkarılan tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanundan özbekler tekkesi muaf tutuldu ve kapatılmadı. özbekler tekkesi bir edebiyat mekanı, bir söz meclisi olarak faaliyetlerini sürdürdü.
görsel

ulu önder mustafa kemal atatürk, türkiye'yi tanıtacak olan karadeniz vapuruna şeyh ata efendi'yi de davet etti ve ata efendi de karadeniz vapuru yolcuları arasındaki yerini aldı.

ata efendi'nin karadeniz vapuru ile yaptığı seyahate dair bildiğimiz şey ise, ata efendi'nin eyfel kulesine çıkıp ezan okumasıdır.
karadeniz vapuru'nun 2. durağı olan la havre limanında, gemi 3 gün kalmış, bu 3 günlük süre içinde gemide türk ürünleri sergilenirken, bir heyet de 3 saat uzaklıktaki başkent paris'e gitmiş.
paris'e gidenler içinde bulunan ata efendi de eyfel kulesine çıkarak ezan okumuş.
görsel

bugün geldiğimiz noktada, atatürk ve cumhuriyet düşmanları atatürk'ü sürekli din düşmanı gibi göstermeye çalışıp, onun en büyük projesi olan cumhuriyetimizi yıkıp çağdışı bir rejimle yönetilmemiz için algılar yapıyor yıllardır.
sıkıştıkları yerde de yine dini kullanarak "ezanlarımızı susturamayacaklar" diyerek kendilerini sanki dini değerlere önem veren kimselermiş gibi gösteriyorlar ya...

atatürk türkiyesinin ve cumhuriyetimizin hiçbir dini değerle sorunu yoktur, olmamıştır.
bu ülkede ne ezan, ne de ibadet yasaklanmıştır.

bilakis insanların dini hislerine değer katan hamleler yapılmıştır atatürk türkiyesinde.
işte bugün islam dinini öyle bir hale getirdiler ki, bir müslüman din adamı bugün çıkıp eyfel kulesinde ezan okumaya kalksa onu terörist diye indirirler, ama atatürk dönemindeki devlet itibarı sayesinde türk ve müslüman biri eyfel kulesine çıkıp ezan okuyor ve tepki gösterilmenin aksine bir de alkışlanıyor...

unutmayınız ki, dini dinsizler değil, dinciler bu hale getirdi ve böyle giderse de dinciler yüzünden dinler yok olacak...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
smirnoff'u bilir misiniz?
görsel

"dünyaca ünlü rus votkası..." diyeceksiniz...

hayır tabi ki...
smirnoff, ilk olarak istanbul'da üretilmiş ve dünyaya yayılmıştır...

yaaa...tabi olm ne sandınız ki?
rus votkası diye bilir herkes.

lakin toplanın anlatayım çokomeller...

smirnoff markasının yaratıcısı vladimir smirnov adlı rustur.
görsel

kendisi aslen opera sanatçısıdır.
dedesi rus çarının çeşnicibaşısı olan smirnov bir rus asilzadesi olarak ekim devrimi sonrası diğer çar yanlıları gibi soluğu istanbul'da aldı.

lakin o dönem istanbul'da(1920) opera sanatçılığı yapıp geçim sağlaması pek mümkün değildi.

o da dedesinden, babasından öğrendiği formülle istanbul'da votka üretmeye başladı.

ürettiği votkaları fransız askerlerine satıyordu.
ve fransızların "smirnov" ismini telaffuz şekli olan "smirnoff" olarak anılmaya başlandı.

böylece dünyaca ünlü smirnoff votkaları istanbul'da doğmuş oldu...

smirnoff votkaları istanbul'da üretilmeye başlandıktan 4-5 yıl sonra vladimir smirnov fabrikasını bugün ukrayna sınırları içinde bulunan lviv'e taşıdı. lviv şehri o dönem polonya'ya aitti.
buradan tüm dünyaya yayılmaya başlayan smirnoff 1934 yılında amerikalılara satıldı...

bu topraklarda doğmuş öyle değerler, öyle markalar var ki...

smirnoff örneği bunlardan yalnızca biri. aklımıza bir çırpıda gelen bir diğer örnek de dünyanın en büyük süt ürünleri üreticisi danone...

#tarih
büyükada'yı bilenler varsa, buranın en güzel köşklerinden biri şudur;
görsel

con paşa köşkü olarak bilinir bu yapı...

abdülhamid döneminde idare-i mahsusa'nın genel müdürü olan con paşa tarafından yaptırılmıştır.
görsel

istanbul'da o yıllarda şirketi hayriye, boğazdaki iskeleler arasında yolcu taşıyordu.
adalar hattında çalışan, anadolu'daki iskeleler arasında yolcu taşıyan şirket de idare-i mahsusa idi.

idare-i mahsusa daha sonra denizbank olmuştur...

işte con paşa bu idare-i mahsusa'nın genel müdürüydü.

con paşa'nın asıl adı, Trasiyolos Yannaros'tu. venedik vatandaşı rum bir aileden gelmekteydi.
abdülhamid döneminin yarattığı zenginlerden biriydi.

con paşa'nın bir de galata'da 3 katlı apartmanı vardı.
bu apartmanın 2. katı ise bir ingiliz lokantasıydı.

bu ingiliz lokantasında o dönem istanbul'da bulunmayan çeşit viskiler bulunurdu.

pek çok müslüman osmanlı için bir kaçamak yeriydi con paşa'nın lokantası.

tabi burada kaçamak yapanlar arasında abdülhamid'in hafiyelerinden kaçıp viski yudumlayan harbiyeliler de olurdu.
zira harbiyelilerin halka açık yerlerde içki içmeleri yasaklanmıştı.

con paşa ismi harbiyeliler arasında bir şifre halini almıştı.
hafta sonu iznine çıkan harbiyeliler kendi aralarında "bu hafta con paşa'ya gitmek lazım, geçen hafta gidemedik, gidip paşa'nın sağlığını sıhhatini soralım ayıp olmasın" diye konuşurlardı.

işte hafta sonları sürekli con paşa'dan bahseden, con paşa'nın kulağını çınlatan harbiyeliler arasında ali ve mustafa adlı iki genç harbiyeli de vardı.

Ali ve Mustafa’nın sürekli kulağını çınlattığı bu “Con Paşa” kısa süre sonra diğer arkadaşlarının da dikkatini çeker. Bir gün birisi dayanamaz ve sorar: “Kim bu Con Paşa?”. Mustafa hemen cevap verir: “Manastır’dan bir arkadaşımın babası. Kendisini Ali’yle ziyaret ederiz.”.

gel zaman git zaman aradan onlarca yıl geçmişti.
1936 yılının eylül ayı, dolmabahçe sarayı...

britanya kralı 8. edvard türkiye'ye ziyareti sırasında dolmabahçe sarayında ağırlanıyordu.
görsel

atatürk kral edvard'a viski ikramında bulundu.

bu sırada edvard'ın yanındaki ali fuat cebesoy'a döndü ve göz kırptı.
"ali, con paşa'yı hatırladın mı?"

cebesoy muzip bir şekilde yanıtladı;
"ahh ahh unutur muyum, allah gani gani rahmet eylesin..."

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih
sene 1934...
iran şahı pehlevi türkiye'yi ziyaret ediyor.

bu ziyarete ve atatürk'ün şahı karşılamasına dair görüntüler şurada;
https://streamable.com/z6nrp

tabi karşılama merasimi, görüşmeler falan derken, dolmabahçe sarayına gidiliyor.

ulu önder ve şah karşılıklı oturuyorlar.

şahın maiyetindekiler altın kaplamalı bir sanduka ile geliyorlar, sanduka açılıyor ve üzerine zümrütler, mücevherler, elmaslarla kaplı, kabzası som altından bir kılıç, yine kılıcın kabzasında zümrütlerle süslenmiş iran devlet arması...

ve iran heyeti bu hediyeyi atatürk'e sunuyor.

atatürk de bu hediyeye karşılık yanındakilere işaret ediyor ve atatürk'ün şaha hediyesi de şah hazretlerine takdim ediliyor.

atatürk'ün hediyesini gören şah biraz hayal kırıklığına uğruyor.
zira şahın zümrütlerle, elmaslarla kaplı som altından kılıç hediyesine karşılık, atatürk iran şahına sade ve gümüş kaplamalı bir sigara tabakası hediye etmiş...

şahın yüzünün asıldığını hisseden atatürk, o'na hiç fırsat vermeden ekliyor;
"kendi maaşımla aldım şah hazretleri..."

bir yanda devletini ve ülkesini "şahsi malı" olarak gören, "şahsım" diyen iran şahı, diğer yanda ise resmi devlet konuğu olmasına rağmen ülkesini şahsi malı olarak görmeyip, devletin resmi konuğuna kendi maaşından aldığı hediyeyi veren atatürk...

tabi sevgili arkadaşlar bu hikayeyi eminim ki biryerlerden duymuşsunuzdur. duymayanlarınız da vardır elbet, ama hikayemiz burada bitmedi...

atatürk şahın paha biçilemez hediyesine karşılık ona küçük bir hediye sunmuştu. zira burada atatürk mevzu olanın iran şahı değil, iran halkı olduğunu biliyordu.
o şaha değil, iran halkına, iran devletine hediye vermek istiyordu.

işte atatürk'ün vereceği ikinci hediye hem şahı ezecek, hem de türkiye ve iran arasındaki dostluğu güçlendirecek bir hediye olacaktı.

1934 senesinde türkiye kendi uçağını üretiyordu. yani yerli uçağımız göklerdeydi...

iran'da türkiye'den uçak satın almak için başvuruda bulunmuştu.

ve atatürk'ün talimatıyla türkiye cumhuriyeti tarafından yerli ve milli imkanlarla üretilen bir uçak, iran'a hediye ediliyordu.

bir tarafta zümrütler, elmaslar, altınlar...
diğer yanda bilgi, teknoloji ve sanayi...

sizce atatürk'ün verdiği hediye mi daha değerli? yoksa şah'ın verdiği mi?

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih

not: genç türkiye cumhuriyeti'nin 1934 yılında iran'a hibe ettiği uçağa dair belgeler aşağıdadır.
görsel
görsel
futbol şüphesiz ki kitleleri peşinden sürükleyen bir oyun...

bu başlık altında futbol tarihine dair birkaç yazı daha paylaşmıştım.

ama benim futbolun en sevdiğim yanı o ünlü söz.

"futbol asla sadece futbol değildir..."

işte ben, futbolun bu yanıyla daha çok ilgiliyim...
ve araştırdıkça görüyorum ki, futbol gerçekten de asla sadece futbol değil...

hüsnü savman adını duydunuz mu hiç?

hüsnü savman, beşiktaş'ın unutulmaz sol beklerinden biri.
görsel

beşiktaş camiasında "baba" denildiğinde akla baba hakkı gelir, lakin hüsnü savman, beşiktaş'ın "baba" lakaplı ilk futbolcusudur.

yani beşiktaş'ın ilk "baba"sı baba hüsnü'dür.

baba hüsnü, aynı zamanda beşiktaş'ın ilk milli futbolcusudur.

baba hüsnü ile ilgili rutin bilgileri şurada bulabilirsiniz;
https://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCsn%C3%BC_Savman

bunlar herkesin bildiği, ulaşabildiği bilgiler.

baba hüsnü'nün yaşamında bizi ilgilendiren hikaye ise bambaşka...

baba hüsnü, aynı zamanda bir istihbaratçıdır...

baba hüsnü, 1930'lu yıllarda istihbarat adına çalışıyor ve dinamo kiev'in ve sscb milli takımının ukrayna asıllı ünlü futbolcusu Konstantin Shchegotsky'i angaje ediyor ve türk istihbaratı için bu futbolcudan yıllar boyunca faydalanıyor.
görsel

Konstantin Shchegotsky'nin türk istihbaratı tarafından angaje edildiği 1938 yılında ortaya çıkıyor, tutuklanıyor ve kgb tarafından yapılan sorgulamasında beşiktaşlı futbolcu hüsnü savman tarafından işe alındığını itiraf ediyor...

ne muazzam bir hikaye değil mi?

peki hüsnü savman, Shchegotsky'i nasıl angaje etmiş dersiniz?

shcegotsky'e bir maç sonunda, istanbul'da bir genelevde Savman'ın organize ettiği bir kadın tuzağı kurulmuş, fotoğraflanmış ve şantaj ile angaje edilmiş.
Angaje esnasında yüklü miktarda para da verilmiş ve bunun karşılığı eleman makbuzu imzalanırken de bu belgelenmiş ve Shchegotsky bu andan itibaren hüsnü savman'ın muhbiri olarak türk istihbaratı için çalışmaya başlamış...

bizler beşiktaş camiasında hep süleyman seba'yı istihbaratçı olarak bilirdik. meğer rahmetli süleyman seba'dan başka bir de baba hüsnü varmış...bir baba hüsnü gelmiş geçmiş bu dünyadan...

bir zamanlar bu ülkede işte böyle futbolcular yaşıyordu sevgili arkadaşlar.

şimdi demirin tuncuna, futbolcunun piçine kaldık malesef...

gördüğünüz gibi, futbol asla sadece futbol değildir...

geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer...

baba hüsnü'nün ruhu şad olsun...
görsel

#tarih
Liechtenstein'ı biliyorsunuz değil mi?

avusturya-isviçre arasında bulunan dünyanın en küçük ama en zengin ülkelerinden biri...
görsel

Liechtenstein da tıpkı biz türkler gibi ordusu olan bir millet değil, milleti olan bir ordudur...
zaten kuruluş esasları da buradan gelir.
görsel

Liechtenstein hanedanı, haçlı savaşlarına tam 2 şovalye ve 5 piyade göndererek katılmış, dönüşlerinde de kutsal roma cermen imparatoru tarafından kendisine bugünkü bölgelerinde prenslik kurma izni verilmiş...
görsel

Liechtenstein prensliğinin hakim olduğu bölge, italya'ya açılan bir dağ geçidine hakim konumda olan bir bölgedir.

neyse...
tabi aradan yıllar yıllar geçmiş, alp dağlarının temiz havası bol gıdası derken 1868 yılında almanlar arasında "kardeş savaşları" adı verilen, popüler kültürde "yedi hafta savaşı" denilen ve de alman birlik savaşı olarak da bilinen avusturya-prusya savaşı patlak vermiş.
görsel

küçük alman devletleri (bavyera, saksonya, baden, hassen, hannover vb) alman konfederasyonu adı altında birleşmiş, avusturya da bunlara destek vermiş ve bu devletler prusya ve italya'ya savaş açmışlar...

Liechtenstein prensliği de bu savaşta avusturya ve alman konfederasyonunun yanında yer almış ve 80 kişiden oluşan ordusunu tirol'ün alman topraklarını savunmak için savaşa göndermiştir.

prens 2. johann vatansever, milliyetçi bir almandı. o yüzden bu savaşta prusya kontrolündeki alman unsurlarıyla savaşmayı reddetti. onlar italyanlara karşı savaşacaklardı.

Liechtenstein ordusunun görevi, garibaldi'nin italyanlarına karşı avusturya-Liechtenstein sınırında bulunan ve italya'ya açılan bir dağ geçidini savunmaktı.
görsel

savaş esnasında ne oldu bilmiyoruz.

lakin savaş 2.5 ayda sona erdi.
savaşın sonucunda avusturya-alman konfederasyonu yenildi. prusya-italya ittifakı zafer kazandı.

Liechtenstein ordusunun da görevi sona ermiş, başkent vaduz'a geri dönüyorlardı.

büyük bir karşılama töreni düzenlendi savaştan dönen askerler için.

ve Liechtenstein ordusu halkın sevgi gösterileri arasında vaduz sokaklarından geçiyordu.

lakin savaşa 80 kişi olarak giden Liechtenstein ordusu dönüşte 81 kişiydi.
1 kişi fazlaydılar...

ne sihirdir ne de keramet...

Liechtenstein ordusuna sonradan katılan bu 1 kişinin aslında bir avusturya subayı olduğu anlaşıldı.

meğer italya'da cepheden dönerken yolunu kaybetmiş, Liechtenstein ordusunun savunduğu dağ geçidine ulaşmış, savaşın sonuna kadar da Liechtenstein'lı askerler ile burada beklemiş ve savaş sonunda onlarla birlikte vaduz'a dönmüştü...

geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer...

#tarih

not: bazı anlatılarda Liechtenstein ordusu ile birlikte dönen 81. askerin italyan olduğu yazar, lakin gerçekleşen savaşta Liechtenstein ve italya düşman ülkeler olduğu için bu mümkün değildir.