bugün

deneme yazan, deneyen, ya da sadece yazan uuserların eserleridir.
yazıyorum işte...ne yazdıgımı, ne yazacagımı bilmeden yazıyorum.
bir şeyleri düşünmedigimi yahut birşeylein içini dolduramayacagımı bile bile yazıyorum.
doguştan hakkım olan 'düşünebilmek''istidadım elimden, kendi rızam olmadıgı halde alındıgı için yazıyorum.
küçük bir organizasyon için olsa da bütün bir sanata kafa tutarcasına yazıyorum aslında.
bir sürahiden agzına kadar dolmasını beklemeden taşmasını istemek herhalde riyakarlık olur.
daha tabanımı dahi doldurmadıgım halde benden taşmam istendigi için yazıyorum.
ben, kendime sordugum sorulara yanıt alamadıgım için yazıyorum.
ben, bana sorulmadıgı halde benim adıma alınan kararlara tepki olarak yazıyorum belki de.
her şey bir yana, hangi konuda olursa olsun, şimdi adına yaptırım dedikleri dayatamayı bir türlü kabullenemiyorum.
beni ikna edin, inandırın ama asla bana dayatma yapmayın...
dayatma kadar insanın yapısına ters bir davranış tanımıyorum.
evet ben bir kapalı hududu aşıyorum.
ve bir parça da olsa kendi adıma düşünebildigim için yazıyorum.
ben, benim yerime bir şeyleri düşünenlerden düşüncelerimi geri istiyorum artık.
kendi adıma kendim düşünmek, kendim için ibr şeyler yapabilmek, kendi yaptıgım hataların sonuçlarına kendim katlanmak istiyorum.
bütün bunlara kim inanır dersiniz?
aslında bu ne zor, ne de kolay bir iş.
kim inanır, kim inanmaz?
tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar basit ve sefil bir köylü inanır.
yük altında iki büklüm, akşama kadar solumaktan başka bir hayatiyeti olmayan bir hamal inanır.
ötesi var mı?
ya en aptal, ya en akıllı inanır.
aptal da ne demek?
tam akıllılık kabil mi ki, tam aptallık mümkün olsun?
aptal dedigimiz çok defa üstüne hiç bir yazı yazılmamış boş kagıda benzer.
madem ki boştur, güzeli bulamamıştır.
fakat madem ki yine boştur çirkinden kurtulmuştur.
aptalın şuuraltı veya şuurüstü kavrayışıyla bulunmuş kimbilir ne hakikatler var.
hakiki aptal o boş kagıdın üzerinde hiç bir yazı yazılmamış olan degil, saçma-sapan, kör-topal, yalan-yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır.
yani;aptallıktan yola çıkıp akla varamamış ve yarı yolda kalmış idrak cücesi.
inanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü estetiginden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşasından kurtulmuş saf ve basit adam işi.
o akıl budalaları ki, gözün nasıl gördügünü anlamadan gördügü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar.
gözlük üstüne gözlük takarlar ve üstelik görüneni bile görmezler.
işte onlar ellerinde birer istiklal pervasızı taşırlar, eşya ve hadiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar.
şudur ki, birinin oluşundaki sırları bilmedigimiz halde, öbürünün meydana gelişini, bütün dış şekilleriyle tanıyoruz.
biri aklımızı, çepeçevre sarmış bulunur.
bu yüzden, biri bin kere olmakla yeni kalıyor da, öbürü bir kere olmakla eskiyi veriyor.
ne garip aslında, birileri geliyor bizim yerimize bizi düşünüyor, bizim adımıza kararlar alıyor ve biz ses çıkartmaya kalkıştıgımız zaman düşüncelerimizden dolayı suçlu oluyoruz.
aslında ne gerek var ki, bize bu tekrarın, belki en kaba, fakat en saygılı cephesiyle düpedüz tekrarın, hiçbir şahıs mümtazlıgı ve hiçbir alet hususiligi göstermeyen hakir ve basit bir halkası olmak yeterken...
VE AKŞAM

Jovah, neredeyse koştuğunu fark ederek yavaşladı, sonra durdu, ve denize baktı. Kaçacak hiçbir yer yoktu. Önünde, sonsuz bir hiç uzanıyordu. Ve ev büyük bir mesafe uzaklıkta idi.

Güneş ışığı, özel keşif giysisinin gümüşü üzerinde parladı. Denizin karşısında, güneş, üstlerde koyu maviye dönen, gök mavisi bir gökyüzündeki, kabarık beyaz bulutların üzerinden, kırmızı ve turuncu ışıklarını saçıyordu. Manzara, oldukça güzeldi, fakat; o bakmak için ancak durabilmişti.

Başka biri, yalnızca diğerleri gibiydi. Hala, oldukça ışık yılı uzakta, yardımcı pilotuna, "Eğer bu biri değilse, bunun biri olmadığına anet oldun, herhangi bir yerde." dedi. Korkularınızı dile getirmemelisiniz, diye düşündü. Bir çocuk bile bunu bilir. Bu, onların gerçekleşmesini çok daha kolay yapar. Bazı sebeplerden, annesini düşündü, annesinin ona olan inancını. 20 yıl...

Etraflıca test ettiler, daha sonra, her testi yeniden yaptılar. Bezginlik içinde kaskını çevirdi, giysisinden hava bağlantılarını çıkardı, kaskı çıkardı ve kumların üzerine fırlattı. Kask, bir kayaya çarparak, durdu. Sarışın saçlarını silkti, son saç kesiminden beri aylar geçmişti. En yakın zamanda saçlarını kestirmeliydi.

"Onu çıkarmamalıydın." dedi, gemiden Gaia'nın sesiyle, kumların içindeki yerinden kaskı.

"Ne fark eder." diye cevap verdi Jonah. "Şimdi hiçbir hastalık kapmayacağım, değil mi." Hoparlörde onun uğuldamalarını duyabiliyordu, daha sonra, yorum yapmadan düğmeye bastı.

Resmi emirler zıttına olmasına rağmen, kaskını çıkarması hiçbir şey fark ettirmemişti, sorun da burada yatıyordu. Atmosfer oksijen, nitrojen ve hidrojen dolu idi. Ortamı kötü kokutmak için yeteri kadar metan ve amonyak vardı, ama nefes almak zor değildi.

Gaia'ya kaba davranmak istememişti, fakat Gaia, onu, bunu bilecek kadar tanıyordu. Birlikte çalıştıkları bu aylar, bir görünür problem dışında, kötü aylar olmamıştı: Gaia'nın Jovah'tan daha kolay kabul ettiği bir sorun. Gaia bir mühendisti, ve mühendislik, içinde kendini kaybedebileceği bir mücadele idi... bekleyebileceği, uzun gelecekte, düşleyebileceği. Jovah için, durum farklı idi.

Bu orta yaşlı gezegenin denizi, henüz çok tuzlu değil, tamamen mükemmel, iyi su içeriyordu, fakat bu, gezegensel gelişimin bu seviyesinde olabileceği gibi idi. Kıyı şeridindeki kayalar, bu büyüklükteki yetişkin bir gezegende, bir okyanus kıyısında bulunamayacak çentikli şekillere sahipti. Birisi, bolca yuvarlak ve aşınmış kaya da bulabilirdi, fakat, ne yazık ki, Jovah ve onun teorilerine göre, bu gezegen o kadar da genç değildi.

Bulunan bir fosil kaydına dayanarak, gezegenin yaşamında bu evrede, burada, ekvatoryal bölgelerde, yetişkin bitki oluşumları bolluğu olmalıydı. Denizler yaşamla dolu olmalı, gökyüzü uçan şeylerle, bir şeylerle dolu olmalıydı. Fakat hiçbir şey, en küçük, en ilkel yaşan biçimleri bile yoktu. Hiçbir şey. Tanımlanabileceği kadarıyla, hey zamanki gibi, hiçbir şey olmayacaktı. Hiçbir şey.

20 yıl eğitim, ne için. Jovah'ın uzmanlık alanı yıldızlar arası uzak yolculuğu ve keşfi idi, fakat, politikacılar, yatırımlarının karşılığı olmadan, bir yıldızlar arası uzay programını finanse etmeye devam etmeyeceklerdi. Ne de olsa, evden birkaç ışık yılı uzaklıkta, sömürgeleştirme için uygun gezegenler vardı. Üzerlerinde keşfedecek canlının olmaması, politikacılar için bir şey farkettirmiyordu.

Eksobiyoloji ve Eksobotanik: Javah'ın ana çalışma alanları. bir iş başvurusunda bunların, ona çok yararı olurdu. Gerçekten başka yol yoktu; uzmanlık alanı yoktu. Mezun olduğu, en üst düzey bilimsel çalışmaları hayal olmuştu. Bu düşünce, en korkutucudan daha kötüydü. Buna alışmayı denemenin aylar sonrasında,
hala kafasında bu düşünceyi kontrol edemiyordu. Eksobiyoloji ve Eksobotanik, uygulamasız teoriler. Deli, şarlatan bilimi. Hayır. bunu düşünemiyordu.

Giysiyi çıkarabilmeyi de diledi, fakat bunu iki seferde başarabildi. Çömelerek, düşünmemeye çalışarak, giysisinin tuvalet fonksiyonlarını kullandı... düğmeye bastı ve sifon mekanizmasının, atık torbasına boşaltmasının, ultrasonik temizleyicinin temizlemesinin sesini dinledi. Her şey gayet muhtazam ve düzenli idi... oldukça medeni. Oldukça boş. Tuvalet ihtiyacınızı gideriyor ve temizlemeye bile gerek duymuyordunuz. Giysi fonksiyonları çoğu metali kaynak yapabiliyor ve kesebiliyor, eğer odun varsa, odun yakabiliyor, varolmayan uzaylılara karşı koruma ve savunma sağlabiliyor, giyeni hastalıklardan koruyabiliyordu... fakat hastalık yoktu. Muhtemelen bu giysiyi bir daha asla giymeyeceğim, diye düşündü. Bu düşünce, onu cesaretsiz hissettirdi ve alnını eliyle sildi, sonra tekrar oturdu.

Kaskına, kumun karşısındaki gümüşüne baktı. Tabii ki, kaskın ikinci bir amacı, giyenini kirlilikten korumaktı, fakat kirlilik yoktu... kirliliğin en zayıf ihtimali bile. Bu gezegende, indikleri ellinin üzerinde diğerlerinde olduğu gibi, baştan başa bütün keşifleri boyunca ve sayısız diğerlerinde olduğu gibi, aralıkları şey yine kayıptı. Yine.

"Hiçbir lanet olası hayat. imkansız, fakat hayat yok. Asla hiçbir hayat." Dizlerine çöktü, giysilerini yırtarak, saçlarını çekerek. "Hiçbir lanet olası, lanet olsaı hayat."

Atık torbasını monte edildiği yerden çıkardı ve denize doğru savurdu. Hava sisteminin kablolarını ve vanalarını söktü, toplama araçlarını tekmeleyerek örnekleme takımını çekip çıkardı, yere attı üzerinde zıpladı ve ezdi.

Kızgınlığı sonunda bitti, fakat örnekleme taakımını düştüğü yerde bıraktı. Kimse onu bulmaya gelmeyecekti ve ona bir daha ihtiyacı olmayacaktı.

Her şey kusursuz olarak yerinde idi. Yaşam için daha ideal bir gezegen adayı düşünülemezdi. Karbon bazlı organik kimyasallar boldu. Uzun dizgili moleküller, alifatik asitler, üre, amino asitler, nükleik asitler ve proteinlerde bulunan temel yapılar. Yaşamın denizdeki bütün yapı blokları.

Tahmin edebildikleri kadarıyla, milyonlarca yıldır. belki bir milyar yıldır, her şey yerinde olmuştu. Fakat hayat yoktu. Hiçbir zaman, hiçbir zaman hayat olmamıştı. Dağlarda, vadilerde yeşillikler yoktu. Her zaman olduğu gibi, diğer gezegenlerde olduğu gibi hiçbir şey, bir mikrop, bir virüs bile yoktu.

"Jovah," dedi Gaia yeniden, haberleşme cihazına. "Jovah. Hadi. Gidelim. Burada yapacak başka bir şey yok. Zamanımız zaten geçti."

Yapılacak hiçbir şey. Problem bu değilmiş gibi. Her şey burada idi. Her şey burada idi ve hiçbir şey burada değildi, ve sorun buydu, her zamanki sorun, çözülemez sorun. Konuşmak için tıkanmış olarak, haberleşme cihazının koluna, kalbinde negatif düşüncelerden başka şey olmaksısızın, haberleşme cihazının düğmesine, "olumlu" sinyali için iki kez bastı. Elinde şapka ile, kumsaldan aşağı doğru, geldiği yoldan ağır ağır yürüdü.

Gemiye doğru, adımlarını izleyerek Jovah, araca yaklaşınca baktı, kumların üzerindeki sarp kayalıkların yanında ne kadar küçük göründüğüne şaşırdı. Bütün teknolojisine rağmen, geminin yuvarlak dış cephesi, tek açıya yükselen kayalıklardan daha yaşlı görünüyordu.

Gezisi bitmemişti. Bir daha gitmeyecekti... elki kimse gitmeyecekti. Evde, hükümetten destek için baskılar azalmıyordu. Evrende, olmadığı kanıtlanan bir şeyi kovalamak için alınan destek, bütçede uzun süre yer almayacaktı. Eve dönmenin koşullarını düşündü... kirliliği, kalabalığı, bozulmaları... kendi hayal kırıklıklarını... Bu son hatayı bekleyen karşılama tipini, ve dönmesine ve sahile inmesine neden olan anıları.

Ama neye, diye düşündü, ve nereye, elinde kaskı ile gemiye girdi, çocukluğundan beri hayal ettiği uzaylı ile asla karşılaşamamak, asla o garip ve muhteşem eli sıkamamak. Kendine güldü, önce içinden, sonra kahkahalarla. Bir koloni bulmaya yardım edebilirdi... hala mücadeleler olacaktı. Fakat keşifler olmayacaktı... Rüyaları bir serap olmuştu. Teslimiyet, içinde, yavaş yavaş başlamıştı, bu isimsiz denizdeki günbatımı gibi, giderek koyulaşarak.

devam: (#1168908)
Geminin ardında bıraktığı iz, gökyüzüne, arkasında beyaz bir iz bırakan ince ve kızgın bir sarı ile son mesajını bırakmadan birkaç dakika önce idi. Gemi, dönmemek üzere, yolcuğununu sonlandırmaya doğru faaliyete geçti.

Güneş, ufuğun altına ilerledikçe, kumsalda son bir parıltı da kayboldu, bir örnek kutusunun kapağında parladı. Yakınlarda, sert dalgaların devinimlerinde hala keskin olan, bu gezegenin kayaları küçük plastik bir torbayı hırpalıyordu. Torba bir süre kapalı kaldı, kapak sıkıya kapalı, bağlantılar kendinden contalı idi, fakat kapağın sert plastik materyalinde ufak çaylaklar oluşmaya başladı. Kapağın çatlaması uzun sürmedi, ve sert bir dalga ile kırıldı, torba, denize boşaldı.

Katı atık yavaş yavaş battıkça, bağırsak bakterileri, ilkel canlılar olmaya doğru yüzdüler. Nişasta, yüzen sarı bir leke, viral nükleoprotein zincirleri, endosporlar ve protozoonlar serbestçe yüzdüler.

Küçük organizmalar kayalara çarptılar, çatlaklara yerleştiler. Orada, üzerlerine dökülen deniz dalgaları onlara, besinleri için parçaladıkları protein zincirleri ve kimyasallar getirdi. Nitrojen bağlayan organizmalar, torbadan döküldü ve E. coli ve fungilerle yığılarak bir araya geldiler. Bazılarının arasında, gen değişimi ile, konjugasyon ver yeniden birleşim başladı; transdüksiyon diğerleri arasında kormozomsal materyal değişimi yaptı. Hücre bölünmesi yeni gelenlerin habercisi idi.

Bakteri her yerdeydi... Kemosentetik bakteri kimyasalları parçalar halinde bölmeye başladı... Fotosentetik bakteri şafağı bekledi... Küçük organizmalar, kamçılarıyla denize hareket ettiler.

Mikropsal hücreler, metabolik yollarını izlediler, kendi yolculuklarında, okyanus akımlarında, devinim yaptılar: dün, yarına doğru, ve sonsuza dek. Sabah, güneşin ilk ışıkları onları ısıttığında, daha fazlası vardı.

Önce yeşil ve kahverengide evrilecek, sonra gökkuşaklarının spektrumunda geçeceklerdi. Gezegeni, denizleri, cennetleri dolduracaklardı. Kayaları, zirveleri, ırmakları, rüzgarları isimlendireceklerdi, ve bu denizi. Savaşacak, barışlar yapacak, birbirlerine öğretecek, teknoloji yaratacaklardı. Yıldızlar arası keşifler yapacak, eksobiyoloji ve eksobotani yapacaklardı. Sabrı, çalışkanlığı ve düş kırıklığını öğreneceklerdi.

Fakat şimdi verimli olacaklar, çoğalacaklardı.

Ve akşam, ve sabah, ilk gün olacaktı. *
yalnızdık aslında. o kızıl göğün bitmeyen soğuğunda, sevdalı yalanlarla kandırıyorduk kendimizi. bünyemiz kaldırmıyordu yalan söylemeyi, yine de yalan söylüyorduk, kendimizden utanmadan. varoluşun acısında yanımızdan geçen sartre idi, oluşun zorlu basamaklarında, hayata bağlayacak bir yalan ararken. ama sadece yürümeyi seçtik, yeri yönü belirsiz, yalpalayan adımlarla. içkiyi içen biz değildik, varlığımızı şaşırtmak istedik, diğerlerine benzeyebilmekti amaç. ağzımızı sıkıca dikmiştik ki, gürül gürül kan aksa da, konuşamayalım diye, ilk defa kendimiz gibi. soğuk bakışlarla düştü hayal, düştük. tekrar kalktık yola düştük, gözlerimizde bir çocuk, gülümseyen tek başına.
Eğer sen de bırakıp gidersen beni, elimi tutacak kimse kalmazsa yani, ben de kalmam buralarda, giderim sanki... Evet anlattığın masallar gibi günlük güneşlik değil hayat, evet zorlanıyorum ama sensiz hepten karanlık olur, hepten kasvetli...
Hayal kurmamak gerek belki, bilemiyorum fakat onlar da olmasa nasıl umut edebilir, nasıl katlanabilir insan? Güzel bir günün sonunda hafiften rüzgar eser bir gemide, çocukça sözler verilir, gülüşülür, "o" günün geleceğine duyulan inançla en ince ayrıntısına kadar kurgulanır hayat. Bizim kontrolümüzde değil biliyorum, öğreniyorum, sadece güzel şeyler düşünürsek mutlaka güzel şeyler yaşayacağımızı görmek istiyorum. Kötü düşünceleri kovmakla uğraşıyorum bu aralar: daha uzunca bir süre benimle, bizimle kalacağına, binlerce şarkı söyleyeceğine, kapıyı çaldığımda sıcacık bir "hoşgeldin" duyacağıma, öğlen uykusundan domates kokuları eşliğinde uyandırılacağıma inanmak istiyorum. Gidersen eğer, yeni biçilmiş çimen kokusu, "benzemez kimse sana tavrına kurban olayım", yağmurdan hemen sonra ortalığı kaplayan toprak kokusu çok acıtır canımı. Ne çok şey kattın bana, zaman zaman kızsam, eleştirsem de ben ne çok benzemişim sana. Gidersen eğer, ben de vazgeçerim galiba, en iyi ihtimalle bir Akdeniz kasabasına yerleşip, yerlerine binalar dikilen portakal, mandalina bahçelerine ağlarım ya da Ankara’ya gidip Kurtuluş Parkı'nda koşuşturan o gencecik, umut dolu kızı ararım. Kimseye hesap sormam ama, affederim onları. Gidersen eğer, ben de benden giderim. içimdekilerin çoğu sen, gidersen, biterim....
uuserlardan denememeler. *
kelimelerini, hiç bilmediği insanlara mürekkep lekeleriyle sunanlar da vardır arada.
uludagsozluk yazarlarının denemeleridir.
ben ders çalışırken müzik dinlemeyi denemiştim örneğin. olmadı. dersi bırakmak zorunda kaldım.
Bir paylaşım aracı olarak sözlük tadında girişim.
Bir sigara daha söndü küllükte. Fonda programlarını satmak isteyen şık giyimli iki genç adam. Danışmanlık hizmeti de sunacaklarmış programla birlikte. Bitti işte sigaram söndürdüm ben de. Danışmanlık hizmeti vermeseler söndürmeyecek miydim? Hala anlatıyorlar. Telefonlar da kesilmiyor. Yarışın!

Kafamı kaldırıp baktığımda aklıma üşüşen zift kıvamında gölgeler var bu odada. Demek ki biraz fazla kaçırmışım yine melankoliyi. Sanki üzülmemin nedeni kullandığımız programların yetersizliğiymiş gibi... Allah aşkına neden buradalar?

Biraz olsun kafa dinlemek için tuvalete gidip aynaya bakıyorum. Yamuk kestiğim saçlarımı inceliyorum. Keşke yamuk kesmeseydim diye hayıflanıyorum. Belli ki saçlarımı yamuk kesmem genişletilmiş içeriğe sahip olan programlardan birini kullanmamamdan değil. Bilemiyorlar!

Gidin demek istiyorum. ''Gidin be artık!'' diye azarlayıvermek, Duymayacaklarından korkuyorum çığlıklarımı. Onlara bir şans daha vermem gerektiği düşüyor aklıma. Böylece iyi biri olduğumu düşünüyorum, kanıyorum kendime. Yüzüm gülüyor. Oturun çocuklar biraz daha. Ne acelemiz var ki?
bir porsiyonluk enayi profili (hiç kimseye)

malzemeler: standart bir etçil, tertemiz! bir yatak, bir adet pollyanna maskesi, loş ışık, birkaç dal tütsü, biraz kirli ten tuzu, çıplak bir el, bebeğine ihanet eden bir çift göz, birkaç doz melankoli, çokça timsah gözyaşı.

hazırlanışı: bir adet orta boy, şöyle 20-25 yaşlarında bir enayi bulun. işinize yarayacak mekanlar; loş, köhne, zifiri odalı öğrenci evleri, üniversite kampüslerinin kuytuca yerleri ve salaş rock barlardır. burada ufak bir iş atma sonucu ağınıza düşürün ve ebenizin pul koleksiyonlarını göstermek adına o büyük! mabedinize götürün. önceden hazırlamış olduğunuz ve her türlü kanamaya, içsel yaralara tanıdık beyaz çarşaflı yatağınıza boylu boyunca serpiştirin. tabi en büyük iş kıyafetiniz olan pollyanna maskenizi giyin ve etrafa mutluluklar saçıyormuş gibi gözükün.

onu etkileyici sözler söyleyin. ten yangınlarınızdan, tutuşmalarınızdan, yaşanmamışlıklarınızdan bahsedin. birkaç kaşık melankoli katmayı da unutmayın. hani zor durumlar için biriktirdiğiniz tütsüler vardı ya... onlardan birini yakın bir kez daha yalnızlığın en koyusundan. ortamı alabildiğince dinginleştirin. kimi zaman da coşun ve coşturun.

iyice soymuş olduğunuz etçilinize doğru yaklaşın. beyninizin en kuytu ve botkan yanında önceden biriktirmiş olduğunuz timsah gözyaşlarınızdan birkaç damla serpiştirin. işte o an, etçilinize en çok yaklaştığınız, etçilinizin de kıvama gelmek üzere olduuğ andır. bu dünyanın aslında ne kadar boktan bir yer olduğundan, kimsenin sizi anlamadığından, zaman zaman intiharı denediğinizden, babanızdan nefret ettiğinizden, ananızın geri kafalı olduğundan, dersleri s.klemediğinizden falan bahsedin. asıl özgürlüğü aşkta bulduğunuzdan, aşkın en saf halinin çıplaklıkta olduğundan bahsedin; bedenlerden önce ruhların soyunması gerektiğini, palyaçoların sahte gülüşlerine, bol ışıltılı karartma gecelerine kanmamanız gerektiği yalanını uydurun.

sonra onu dinleyin. çok önem veriyromuşçasına tüm söylediklerine kulak kabartın, anlamasanız da -ki kapasiteniz zaten yetmeyecektir buna- anlıyormuş gibi yapın. aşk, kutsallık, ten büyüsü gibi insanların olağanüstü gibi algılıyor gözüktükleri şeylerden bahsederse siz de karşılık verin. şöyle iyice ağlamaklı bir hikaye uydurun. ara sıra acltını da kontrol edin. çünkü yoğun ateşte pişiriyorsunuz etçilinizi. bir miktar, şöyle bir gece boyunca sararıncaya, beti benzi soluncaya dek pişirin, anlatın, ağlatın, sallayın, saçmalayın, kandırın... istenilen sarı kıvama gelince çıplak elle kontrol edin. önce ellerinden başlayın, sıcaklık olup olmadığını kontrol edin. yavaş yavaş kalbine doğru çökün, kızarıp kızarmadığına bakın. onun için bu ürperme olsa da sizin için etçilin pişmeye hazır olduğunun işaretidir. e, bu zamandayatak geçindirmek zor. hem bir daha kolay kolay nerden bulacaksınız böylesine bir enayiyi?

sonra elinizi etçilinizin bedeni üzerinde gezdirin ve kontrol edin. yine önceden bir köşede biriktirmemiş olduğunuz hatta diğer tüm etçillerle paylaştığınız teninizin tuzunu malzemeye serpiştirin. el darbelerinizi sıklıkla arttırmaya hazır olun. o bu kirli tuza karşılık size gözyaşlarıyla karşılık verecektir. bu da altını kısmayı, köpürmeyi dindirmenizi gerektirir. çünkü etçilinizi, saklı bıraktıklarını, yarım yamalak tutuşturduklarını, bir uyku boyu sakladıklarını, ötekilerini, berikilerini, her bir şeyini savuracaktır yatağa. o, tenini teninize bulamak, şehrini şehrinizin üzerine koymak isteyecektir. ve yine o, tanıdık güzler yaratmak isteyecektir zifiri karanlıığnda. gözünde bir ömür boyu biriktirdiği bebeğini kutsamak isteyecektir; nefretini, hüznünü, tüm bitiktirdiklerini kusmak isteyecektir ortalığa. tabi siz, yatak takımınızın kirlenmesini istemeyeceksinizdir. etçilinizin istenilen kıvama geldiğini anlayacak, daha da devam ettirirseniz bokunu çıkaracağınızı anlayacak ve tavına gelen yem karşısında dişlerinizi bileyeceksinizdir. tüm bunları yaptıktan sonra göreceksiniz ki etçiliniz servise hazırdır. buyurun, afiyetle sömürebilirsiniz, buyurun afiyetle tüketebilir, tükettikten ve kullandıktan sonra afiyetle bir köşeye atabilir ve yine afiyetle siktir edebilirsiniz...
A&M

Tensel uyarı: köpekler okuyamaz

Herkes gibi uyandığı, gecesinin rüyasına çokça sürtünüp ayak izlerinden hiçbir casusun bulamayacağı korunaklı yollardan bir bir geçerek gelmişti arenaya. çokça tekerlemeyi sırtlanmış, çokça gülüşü gevrekliğinde biriktirmiş gibiydi. Tekerlemelerine eşlik edecek birini arıyordu. "ingili mingili kuki ki kuki ki" nidalarını da arkasına alıp, hem kaleci hem oyuncuların anasini ağlatmaya meyilli bir doğruluşla savruldu yarışma alanına. Bildiği bütün oyunlar aklındaydı, bütün yeminler gibi.

Bir farkı vardı oysa...Oyunculuktan ziyade flu istekli bir hikaye... Bir an önce girişilip, inadına geliştirilerek sonuca vardırılmak istenen!

Herkes yerini almış, bir an önce yarışmanın başlamasını bekliyordu. Her zamanki gibi asalak ve budala izleyici kadrosu yerindeydi. Evet, şöyle iyice acıklı bir hikaye isteseler de; erkek kıza yaklaştığında iyice ileri gitmeli, yarışma alanında fırtına gibi esmeli, asalak libidoları tavan yaptırmalıydı.

O ise başta adımını atmaktan ürktü. Hiç kaybetmek istemiyordu, bir köşede usulca çocuk gözlerinin tam ortasında toplayarak elindeki gazozun verdiği büyük neşeyi. Öylesineydi, kalakalsındı, rüzgar essin ama hiç üşütmesindi. Şöyle bir savursun, o ise dağıtılan bayat çerezlere erişebilme ihtimalini sevsindi. Atlı karıncaydı, aşık olsundu, aşkolsundu...

Usulca ilk yarışmacının beden sesleri duyuldu. mikrofonlar hazırdı, söz ondaydı:

- Merhaba! ben A., yarışmaya E. şehrinden katılıyorum. 19 yaşında 1.70 boyundayım, sürüngenim. Özel zevklerim arasında; biraz yaklaşıp sonra geri çekilmek, kendini ağırdan satmak, namuslu ayağına yatmak ve beden sömürmek gelir. Doğadaşlarımdan aldığım feyzle yanımda bir ayı dolaştırmaktan hoşlanırım. Dilediği an elinin tersiyle bana şöyle okkalı bir tokat patlatmalı. zaten kirliyim, onun elinin kiri. Ben en güzel duvara yakışırım, bu yüzden bazen tırmanır, bazen de sevişirim işte fena mı ? Erkeğim için sınırları aşmakta da üstüme yoktur. Sözlerime burada son vermeden önce emeğe saygı diyerek...

Onun için de çok önceydi. kahrolası sözleri henüz bitmişti A.'nın. Bir an göz göze geldiler. Elindeki gazozun kaç yüz bin milyon baloncuk olduğu ihtimalini siktir eden bir telaşla, esen sert rüzgarın çeperine bırakmak istedi kendini. Titredi, sarsıldı, üzerini iyice örttü...Yarışmada çocuklar için ayrılan sürenin sonuna gelindiğini fark etti. Usulca tıkıştırdığı çıkınına çocukluğunu, usulcaydı. protokol ibnelerinden şöyle uzakça bir yerde salonun loş ışıklı bir köşesinden çağrı aldı. Büyümeliydi ve bütün olmalıydı. Bir sonraki yarışmacıyı beklemeye koyuldu.

mikrofonlar ikinci yarışmacıdaydı:

Merhaba! Ben M. yarışmaya K. şehrinden katılıyorum. 20 yaşında 1.65 boyundayım, Kemiksiz 10 saat sevişebilirim.Çok iyi oral seks yaparım. Hatta öyle bir yaparım ki tadına doyum olmaz. Gerçi bunun da tadını en iyi ben bilirim. Eskilerdenim, işin ehliyim. Üzerimde çokça onay bulunduğundan kalite kontrolüme gerek kalmayacaktır. Çürüğüm, köleyim; ama efendime saygıda kusur etmem. Yatakları çok güzel süsleyebilirim. Sımsıkı tutanlardanım, hiç bırakmayanlardan... O yüzden kontrolün bende olmasını isterim hep. Bembeyaz çarşaflarınıza türlü kan desenleri yaratabilme garantisi verebilirim. Gözlerimde şırınga da yok, korkmayın. Ben kaçayım, siz de saklanın. sonra siz hep gelin, ben bağlı gözlerimle kör ebe!min pul koleksiyonlarını göstereyim size. Tekrar gelin, sonra gidin. gidin ve gelin. Yatak sallansın çırpınışlarımızdan, yatağı havaya uçuralım, yatağı...

Gördüklerinden ve duyduklarından çokça tiksinmiş; bebeğini sakındığı gözleri, bu küstah renk cümbüşünde, bu palyaçolukta iyice kamışmış gibiydi. izleyenlere baktı; kendinden başka herkes mutluydu. Jüriye baktı, hiçbir şey sikinde değildi. Danışıklı dövüş olması gerektiği gibi sürüyordu. Tüm nefretini yarışma salonunun sergi bölümüne kusup boşal(t)mak istercesine bir hışımla çıktı. Emin adımlarla, kararlı karanlığa doğru yol alırken;

Yarışma sonlanmak üzereydi. her iki yarışmacı da birbirinden güzel yalanlar, birbirinden güzel öğütler söyleyip, birbirinden güzel kirlendikleri için eleminasyon sistemine takılmadan "yılın sebili" ödülünü almaya hak kazandılar. Artık uzunca bir süre sahnenin ortasında kurulacak olan yatakta sergileneceklerdi. Ziyaretçiler belirli gün ve saat sınırlandırması olmadan gelip bu rezilliğe ortak olabilecekler ve ziyaretçi defterine, o çok bilindik imzalarını basacaklardı; şak! diye, hem de tam ortaya!

A. ve M. sergilendiler, seviştiler ve tükendiler... Son ziyaretçinin taktığı 5'i bir yerdenin izi hala bedenlerindeydi; iyi iş çıkarmışlardı, lakin artık çok geçti, birer leştiler artık...

O ise emin adımlarla tutuşup bir köşesinden gecenin, karanlıkla oynaşarak ilerliyordu. Rüzgar çıktı, yine sertti. Tekrar üstünü örttü; "büyüyor muyum ne?" diyerek biraz ayağa kalktı, korunaklıydı artık. Leş, kir bulaşmamış, sapasağlamdı, kurcalanmamıştı.

Gündü, ışıyordu. Gözlerini çapaklı birkaç çocuğun göğsüne doğru yaslandırdı. Ellerindeki gazozu gördü, bir yerlerden tanıdık geldi. Rüzgar sertti ve oyuna gelmemişti. Öğrendiği en önemli şey tekerlemelerin diyaframda sıkışıp kana karışınca kimisinde parazit çıkardığıydı. Silkindi ve yeni şarkısına okkalı bir 3 harf buldu, yeminliydi...

Güneş, tanla yeni yeni oynaşmaya başlıyor; bu kızıllıkta çıkacağı yolculuk öncesi ilk ten buluşması için biletini kestirmeye niyetleniyordu. Şarkısı belliydi, seçtiği üç harfse kesin! Siktir edilmiş bir alfabenin, siktir edilmiş baş harflerini anımsadı: A. ve M.! ikisi tek başına bir bok olamazken, yan yana geldiklerinde çok şey oluyorlardı. Evet, artık çok oluyorlardı! A. ve M.'nin leşleri yaklaştı birbirine. Yapabilecekleri en güzel şeyin bu birleşme olduğunun sahte ve yavşak kibiriyle sırıtıp, hiçbir şeyken bir bok olduklarını zannettiler. Sürtünmeye başladılar ve parolaları belliydi...

Gündü, tan bu oynaşmadan yenik düşmüş ve güneş de rengarenk meyvelerini vermeye başlamıştı. A. ve M.'nin leşleri tekrar dirileceklerini zannedene dek sürtünmeye devam ederlerken, o tekrar 3 harfini anımsadı. Sımsıkı sarıldı, sımsıkı sevindi. Bir an rüzgara karşı düğmelerini açmak istese de tekrar çocukluğunun koridorlarında boğulabileceğinden korktu. Sımsıkı örtünmeye devam etti...

Talihini fark etti, yerdeki gazoz şişesini gördü; usulca gülümsedi, usulcaydı... Nadasa devam etmesi gerektiğini akla getirerek daha bir dik yürümeye başladı. En güzel ten ilacı olan terlerine bağışlanma isteğiyle,dua gibi bir kadının koynunda kutsanıncaya dek, bedeninin üzerini sımsıkı ilikleyip yoluna devam etti; teneşirden önce paklanmak için...

06:01:2008

04:43

Ömür:üzerini sımsıkı ilikleyerek, yarı uykulu, umutlu...
(bkz: denedim ama olmadi)
Yazarların uğraşıp emek verdikleri kendilerine ait denemelerdir.
MElankoli:
avuçlarımda yakılmış aşkların külleri ,söyle! hangi okyanus temizleyebilir ellerimdeki kiri
bir şizofrenin gözyaşından daha mı gerçektir, bir seri katilin cinayet nedeni.
beyabanda tipi, inanmak bu kadar zor mu?
şimdi cennet alev alev tıpatıp tamu,
tanrı şimdi ağlıyor nafile alev sönmüyor,
tanrının yolu, şeytanın huzuru.
şeytan ise kör olmuş tanrının ahından,
ve tanrının son nefesi,
ama bu nefes ki yeni bir dünya, yeni bir cennet...
yeşere yeşere büyüyor, insanlar varoluyor,
sonsuz döngüyü başlatacak olan insanlar,
ileride tanrı olacaklar...
bitti,
başlama ihtimali senin aramana kaldığı için kesinlikle bitti,
tam anlamıyla bitti,
azıcık kelimeyle bitti senin istediğin gibi,
konuşmadığımız için bitti benim istediğim gibi...

sevdi
bu deli seni sevdi
ne kendi istediği ne senin istediğin gibi,
gördü
bu gözler o gözlerin içindekileri
kocaman bir kendini kandırma uğraşı içinde, görmek istediği şekilde.
duydu
bu kulaklar o dudaklardan dökülen kelimeleri
yeri geldiğinde almayarak istemediklerini içine.
anladı
bu beyin o kelimeleri anlamak istediği şekilde.
baktı
bu gözler sana
tamamen sahibinden, benden, bağımsız bir şekilde.
kelimeler döktü bu dudaklar
kullandılar bana ait olanları benden izinsizce.
seviyorum dedi bu kalp
'peki'den başka diyecek bir şey bırakmadı bana
onu bile senden çalmış dilim meğer zamanında.
girdin hepsiyle arama,
çaldın bendeki beni
götürdün içimdeki neşeyi,
önce öyle alevlendirmiştin ki o neşenin ateşini
anlayan eller diye teslim ettim sana temelini,
ama ihanet ettin bana
bir gece (ç)alıp gittin de götürme bile diyemedim bana ihanet etmiş dilimle.
verdim hepsini sana, küstüm topuna,
al dilimi, kelimelerimi, gözlerimi, kalbimi, ellerimi,
benden daha fazla itaat ediyorlar sana.
ben yetiştiririm yenilerini
elbet bulurum bana itaat edecek gözler, bir kalp, eller,
al senin olsunlar ama tek bir ricam var,
onlar benim ilklerim
çok uzun süre ayrı kalmaya dayanamayabilirim,
ara sıra görmeliyim sana delice bakan o gözleri
hissetmeliyim ellerinden ayrılamayan o elleri
sana bağlanmış o kalbi
sana dökülen kelimeleri...
hayır hayır gerçekten hepsinin yanlarında taşıdığı sen değilsin istediğim,
ben ki seni zaten hiç istemedim,
ben bendeki seni sevdim
ki zaman geçtikçe ikinizin ne kadar ayrı kişilikler olduğunuzu keşfettim;
bendeki sen beni seviyordu, ya sen?
bendeki sen bana değer veriyordu, ya sen?
bendeki sen dayanamazdı gözyaşlarıma, ya sen?
şaşırma sormama, göstermedin ki bana sen'i,
hiç tanıştırmadın ki,
o da ben de yanında olmamıza rağmen sen bir onla bir benle ilgilenip bizi tanıştırmadan bitirdin birlikteliğimizi.
kıskanmıştım onu belki seninle benden daha samimi diye,
belki de tanıştırmadığın için büyük bir açlıkla bilmeye...
ah o martılara simit atmak..

minnetarım onlara, düşünmek için vakit yaratmamı sağlıyorlar. onlar hayatta kalma derdiyle havada süzülen simit parçalarına dalarken ben de en az karşısında oturduğum deniz kadar derin olan iç dünyama dalıyorum.

denizi ne zaman karşıma alsam, içinde yaşadığım çürük şehir de bir o kadar arkamda kalıyor.

en azından bir ruhu var diyorum o denizin. hatta bırakın engin denizleri, bilmem kaç kilometrekarelik bir göl parçası bile bana sonsuzluk; sınırsızlık hissi veriyor. fakat devasa metropollerde benim "özgürlük" diye tanımladığım şey sadece yatar yatmaz görmeye başladığım rüyalardan ibaret.

bir ak sakallı dede istiyorum. beni burada bıraksın; ama ruhumu çeksin götürsün. herhangi bir yere, bir adaya, bir ormana, bir ağaç evine, ya da henüz bilemediğim mekanlara.

orayı kirletmek için değil, kendimi temizlemek için gideyim. * *
miniciktim bir zamanlar... inanamıyorum resimlerde işte kızım bu sendin diyenlere ama o bendim.
iki katlı bir ev, bahçeli cennet bana göre. dedem durmadan civciv transfer ediyo bize bisürü bakıyoruz.tüm gün gülebiliyorum, eğleniyorum ciddi ciddi.
kısa pantalon, rahatlık, dert yok tasa yok, bir ufaklık olmanın sevimliliği ve çevrenin bana gösterdiği ilgi şahane.
şimdiyle kıyaslarsam ben çocukluğumu yaşadım, şimdiki çocukların lüks kafesleri gibi diil.
sokaklarda, düşe kalka, erkek kız bağıra çağıra...

bazen bebekleri toplayıp evcilik oynardık.annelerin en mesut hissettikleri anlardı o anlar. neden? çünkü düşünecekleri bişiy kalmazdı. bir halı üzerine çay, kahve, yemek yapıp sarı saçlı barbilere yemek yediren, giysi diken şirinler.
ama bazen düşe kalka futbol oynardık, meşe, 7 taş, yakartop, ip atlardık deli gibi, sokaklar arası maraton yapardık... eve kan ter içinde, bitkin, perişan gidince;
- ay bu kız beni öldürcek valla!
- kızım sen otursana biraz poponun üzerine derlerdi.
biraz daha ilerlediğimde resimlerde.. yaşıtlarına göre uzun, güzel, sempatik hareketlerle poz vermiş bir ben.
çevremde hep güzel insanlar * yanımda bazen dedem bazen babanem.
sonra ilerliyorum, sadece dedem. ya babanem? kaybettim. o bir melek oldu, yanımda aslında ama görünemiyor sadece bu.
dedem hayatıma renk,hayatıma disiplin, hayatıma ders...
çok sevdim onu, o da çok ama çok beni.
ileriki resimlerde bir genç kız var. hoş olmuşum ya! oysa o dönemlerde kuruntu yapasım varmış demek güzellikte.*
sonra resimlerde bir ben, bir de çekirdek ailem.
dedem yok o da gitti, tutamadım. beni bıraktı ardında savaşayım diye.o ne derdi?
- dürüst ol kızım.
- çalış, başarılı ol.
- muhtaç olma. hep kendin ol.
ve daha birçok hatıra ondan...
şimdi bakıyorum resme değişiyo muyum ki biraz ne?
hayat yine farklı güzel, eskisinden farklı...yoğun, hızlı...

günler devam mı ediyo? ilerideki fotolar bana neler demek isteyecek bilinmiyo.
alıyorum elime fotograf makinasını, gülümsüyorum..
herşeye inat, herşeye ragmen...
yaşıyorum.
Çocuk ilk kez bir şehrin tamamını terk ediyordu. Hem de orayı çok sevdiği halde! Ama daha azı, onun zarar görmüş ruhunun tamamen yok olmasına sebep olurdu. Çünkü şehir, öyle çok anıyla doluyduki, çocuk eğer orada kalırsa adım atacak boşluk bulamayacaktı.

Özlemin ne olduğunu anlamaya başladı uzaklaştıkça. Bu his dört bir yandan etrafını kuşatırken, içinde olduğu otobüs camlarını zorluyordu. Çocuk meydan okurcasına yüzünü dışarıya çevirdi. Fakat iki şehir arasındaki, eviyle kalan her yer arasındaki yolu, hızla tüketen, ilerledikçe çocuğun gözünde canavarlaşan otobüsün camının dışında, kendi yansımasından başka hiç bir şey göremedi ki kendisi o an görmek istediği son insandı.

Sonra özlem, otobüsün camlarını patlattı.
(bkz: hayat hayaller ve yikimlar/@fatal)
bazen güzel baslangiçlar olur hayatimda gelecege dair... genel olarak şanssiz sayarim
kendimi; ama dedim ya bazen ...
bazi seylerin cevabini veremiyor hayat. hem cevabini hem de hesabini veremiyor. ben
soruyorum hayat devam ediyor sessiz rutinligine.
ne ekersen onu biçersin derler ama hiç inanmam buna. ben bu sansizligim için
hiçbisey ekmedim yada ne gibi bisey yaptim da dogdu bu sanssizlik. bu bir nevi şifremi?
ama hiç sanmiyorum yan etkisi sanssizlik olan bir surup içtigimi .
ben ne yaptimda yalniz kaldim ve ya nasil bir tohum ektimde annem babam ayrildi.
bu ayriligin dezavantajlarini ben yasiyorum ben bilirim... küçük çocuklar gibiyim hala ...
elinden çikolatasi alinmis bir çocuk gibiyim mizmizlaniyorum. elimden ailem alındiginda
mizmizlanmaya hakkim yok biliyorum .
güzeldi benim okul yillarim nede güzel dislarlardi. ezik derlerdi gülerdim. ben
içimde yasadigim ezikligi bilmiyomusum gibi 'ezik' derlerdi. gülerdim...
gülemedigim tek sey anneannemin bana kullandigi kelimelerdi. gülemezdim yüzsüzlük
olurdu. gülerim ben aglanacak halime derdim.
umarim hayat bana simdi baslar. geçmisi sadece ergenlik tripleri olarak hatirlarim hernekadar öyle olmasada. çünkü benim ergen çagimda trip atacak kimse yoktu. nazimi çekmekle ugrasacak kimsede yoktu. ayda bir gördüğüm babama da trip yapamazdım. babam gitti sağ elimi kullanamadim yazı yazamadim. solak oldum. elimden giden herseyin yerini doldurmaya ugrastim bir elektro aldirdim bir köpek. solak bir gitarla , bos kalmis sag yanimi doldurmaya çalistim yillarca. babam gibi olmadi.
dedim ya umarim hayat simdi baslar ve bende hayatin sevecen yüzünü görürüm.
bundan sonrasi için elimden geleni yapicam ve bundan öncesinde kaybettiğim bütün
degerlerin ardina bir bardak soguk su içeceğim. geçmis olsun....

hayata yeniden bağlanma denemesi. böyle şeyler yazarak yazıp okuyarak hayata bağlanmaya çalışıyorum hayata. deniyorum en azından.
Hadi deneyelim bir kez daha
Ben puntomu incelterek başladım işe
Eksilterek rengimi bir nebze
Hadi kısalt sen de kelimelerini
Yarım bırak cümlelerini
Gözyaşlarımdan devam ediyorum ben vermeye
Onlarsız giriyorum bu sessizliğe
Hadi bırak sen de düşüncelerini, bırak dertlerini
Bacaklarımı da kilitledim, koşmuyorum artık söz
Hadi sen de bırak ve gitmeyelim buradan hiçbir yere,
Kollarımı kilitledim göğsüne,
Kilitleme sırası sende belimde,
Sıra geldi tam anlamıyla sessizliğe
Başarabiliriz artık bunu ikimiz de.
Bedenimden vazgeçiyorum
Senden de böyle bir vazgeçiş bekliyorum,
Gördüğüm anda bu vazgeçişi, bu bekleyen zihni de bir köşeye bırakıyor ve bir tek gözlerimle kalıyorum
Sen de bırakma onları, ne seninkileri ne benimkileri
Onlar öylece kalsınlar, tatsınlar birbirlerini
Yaşasınlar bizim yaşayamadığımız birlikteliği
Hissetsinler hissedemediğimiz kadar içlerindekileri
Hapsetsinler içlerinde birbirlerini.
Rüyamdaki aptal adam;

Kimsin sen, kim olarak tanıttın bana kendini; hangi yanlarınla geldin hayatıma da neleri bıraktın ardında; diyor ki sezen; seyirlik değil ömürlük olsun, dilerim bu defa bu son olsun; biz başaramadık; sen ömürlük gelmemiştin ki, getirmemiştin yanında her şeyini, yetmezdi getirdiklerin yanımda yaşatmaya seni. Alabilirdik yenilerini, kurabilirdik sana yeni bir kimliği; ama bu ne senin istediğindi ne kalbimin beklediği.

Akşam gözlü esmer diyor sezen; peki ama senin gözlerin neden aydınlık o kadar, bana bütün çıplaklığımı, bütün yaralarımı, bütün sakladığımı hemen gösterdiler! Neden baktın gözlerime öyle! benimkiler seninkilere vuruldular, karşısında eridiler, amansız bir sevdaya düştüler, şimdi her daim intihar girişimindeler; boğmaya çalışıyorlar kendilerini sularda, her geç kalışım bir parçalarını götürüyor fırtınalarda; eksiliyorlar, köreliyor körleşiyorlar;

Gitme diyor ahu sağlam, uyuyamam geceleri; gecelerim senindi tam da yazında dediğin gibi, bir kez senliliği hissettikten sonra sensizliğe alışamayacakları hem senin hem benim bildiğimdi, onları bu deneyişe sokmak benim düşüncesizliğim, böyle insafsız bir başlangıç senin düşüncesizliğindi..
bir daha ağlatma beni!
bu kadar seven oldu mu seni benim gibi yalancı!
hani neredeler peki.. koş onlara, madem karşılık yok senden bu yana..
sevmem bende seni!
haydi git yürü o çok istediğin yollarda.
sevecektin oysa dilediğim kadar, hani vardı aşkın dünyalar kadar.
kollarını açsaydın gel gir koynuma diye, kalbini de açsaydın birleşseydi ikisi de!
bir daha ağlatırsan bakmam yüzüne de.
kim sevdi ki benim gibi?
kim örttü üşümeyesin diye üzerini.
ağlama diye okşadı saçlarını.

bir daha ağlatma beni!
dermem sana güllerimi, vermem hediyelerimi..
cennet misali kondurmam seni oturduğum o süslü koltuklara.
yedirmem meyveleri.
yalancı..neden saklıyorsun beni deliler gibi sevdiğini.
haykırmıyorsun birbirimiz için yaratıldığımızı, sevdiğimizi.
kimleri kandırıyorsun aşkı sevmem diyerek.
kimleri güldürüyorsun bize?
zavallıları mı?
yalancı!
benden iyisini bulacaksan bak şurada açılmayı bekliyor kapı!

bir daha ağlatma beni!
yaktırma bana çerçevedeki resimlerimizi.
ne kalacak peki bize hatıra, herkes anılarını hatırlarken
biz sadece adımızı mı bileceğiz.
yoksa onu da mı unuturuz bitince.
yalancı, bitmez bizim aşkımız.
hiç gelmez aklıma, bir gün kopacağımız.

bir daha ağlatma beni.
ben sana deli divane olurken nasıl ağlatırsın küçük yürekleri
bir daha ağlatma beni.
attırma tepemi, küstürme beni sana, bak gönlümü alana dek,
konuşmam senle bir daha.