bugün
- kirpiye verilebilecek isimler18
- kitap okurken müzik dinleyen gizli varoş12
- anın görüntüsü18
- ahmet beyin beyaz bareti12
- medyadan sir gibi saklanan japonya gerçekleri10
- as maca13
- selçuk bayraktar14
- büyük israil16
- barbar kral11
- ben zaten 50 liralık benzin alıyorum8
- 13 haziran 2025 israil'in iran'a saldırması11
- tayyip in tüm mal varlığını bağışlaması8
- bir kızın kezban olduğunu anlama yolları10
- turistlik kulüplerde garip garip dans eden tipler13
- boyutu devasa olsa korkulacak canlı9
- bir sözlük bayanının şahsımla dalga geçmesi11
- düşün ki o bunu okuyor8
- 2025 iran israil çatışmaları20
- cübbeli ahmet'in zirai don yorumu17
- mesajla laf soktuğunu sanan tip8
- sözlük kızlarında sanki gizli bir çelik kubbe var10
- ekşi sözlük referanslı üyelik sistemi8
- sudekiray8
- ahmedimi evlendiriyoruz12
- israil'i türklere dost sanmak9
- iran10
- yazarların etnik kökeni29
- uyandın sene 2100 googlede ilk ne aratırsın10
- öfkeli olanlara tavsiyeler9
- ekrem imamoğlu mahkemede terlerken12
- ankara'da su fiyatlarına yüzde 169 zam53
- çok istenilen şeyin olmaması12
- iran ile israil'in zayıflaması türkiyeye yarar mı11
- kansere çare bulan doktorun evinde ölü bulunması9
- 16 haziran 2025 istanbul'da iran yürüyüşü10
- neden evlenmiyorsun sorusuna verilecek cevaplar17
- köpeğe it diyince deliren köpekperest14
- bedavadan araplara boşa akan sular17
- kürtlerin türkleri moğol olarak tanımlaması24
- bakkallarda halen torpil satılması11
- tebriz'i vurmak bizi vurmaktır22
- uzun boylu erkek isteyen kısa boylu kız16
- iranın ırzına geçilmiş10
- çocuk isteyen erkek istemeyen kadın15
- arkadaşlar bi bakar mısınız21
- hangi tür taş tercih edersiniz14
- 15 haziran 2025 thy diyarbakır van seferi8
- babalar gününüz kutlu olsun11
- bu saldırı bize yapılsaydı nasıl karşılık verirdik15
- claudia s cloud32


entry'ler (846)
Felsefedeki çığır açıcı olduğu kadar da ömür törpülerinden biri. Hâlâ tüm yazdıklarını okuyan bir ölümlü yok.
ilginç bir filozoftur, sıklıkla postmodern filozof tabiri altına yerleştirilir, ama yerine göre haksız olduğunu düşündüğüm bir tasniftir bu. Levinas'ın felsefesindeki en önemli mihenk taşlarından birisi, Auschwitz'dir. Auschwitz ve onun getirdikleri, LEvinas'ın sorumluluk, öteki, ötekinin bizi çağırması gibi kavramların çıkış noktasını oluşturur. Her ne kadar Heidegger'in öğrencisi olup ondan etkilense de, felsefesi bir çok noktada Heidegger'e bir meydan okuma gibi görülebilir. Bu, de l'existence à l'existant'danlevinas autrement qu'être`'ye kadar gider.
ilk kitapta, varoluştan varlığa gidilir [Heidegger'in fundamental ontolojisi ise bunun tam tersini yapar], ikinci kitapta ise varlıktan başka [Etre:olmak, Almanca Dasein'in karşılığı olarak okunabilir] olma durumu söz konusudur. Heidegger, Aristoteles Metfizik'de bütün felsefelere bir temel sağlayacak, ön ya da kök felsefelerden ve alanlardan bahseder. Bunlara prote philosophia adını verir. Bu alan, ontoloji, metafizik ve teolojiden oluşur. Aristoteles'in bu tasnifinde Etik alanı Poesis alanı içine düşer [Poein: yaratmak, yapmak anlamına gelir, Poetika'da bu kelimeden gelmektedir], zira insan kendi eylemlerinin yapıp edeni ve yaratıcısıdır. Bu minvalde etik otonom bir alan gibi görünmez.
Öte yandan, Levinas, Heidegger ve Aristoteles'in aksine, Etik'i bir ilk felsefe olarak belirler. Etik diğer tüm felsefelerin temelindeki esas felsefedir.
ilk kitapta, varoluştan varlığa gidilir [Heidegger'in fundamental ontolojisi ise bunun tam tersini yapar], ikinci kitapta ise varlıktan başka [Etre:olmak, Almanca Dasein'in karşılığı olarak okunabilir] olma durumu söz konusudur. Heidegger, Aristoteles Metfizik'de bütün felsefelere bir temel sağlayacak, ön ya da kök felsefelerden ve alanlardan bahseder. Bunlara prote philosophia adını verir. Bu alan, ontoloji, metafizik ve teolojiden oluşur. Aristoteles'in bu tasnifinde Etik alanı Poesis alanı içine düşer [Poein: yaratmak, yapmak anlamına gelir, Poetika'da bu kelimeden gelmektedir], zira insan kendi eylemlerinin yapıp edeni ve yaratıcısıdır. Bu minvalde etik otonom bir alan gibi görünmez.
Öte yandan, Levinas, Heidegger ve Aristoteles'in aksine, Etik'i bir ilk felsefe olarak belirler. Etik diğer tüm felsefelerin temelindeki esas felsefedir.
Bu eleştirileri yapanların kaçının Hegel metni okuduklarını, okudularsa da birinci elden, yani Almanca'dan okuyup okumadıklarını, merak ediyorum. ilber Ortaylı ya da Celal Şengör ağzıyla bu işler olmuyor. Yukarıda gördüğüm hiçbir entryde "salak lan bu ne yapmış mk" dışında hiçbir felsefi-bilimsel yorum göremedim. Bu şekilde eleştiri yapacak arkadaş varsa da buyurun tartışalım diyorum.
Düşünülenin aksine, seyredilmeye değer bir film olmadığını sanmıyorum. Belirli yönler itibariyle öykü ya da olay örgüsüne bir derinlik kazandırılmış. Tabi ki bunun yanında, "olmasa çok daha iyi olurdu" denen sahneler de var. Öncelikle filmde neyin anlatıldığını ya da neyin anlaşılması gerektiğini "birinci şahıs bakış açısından" ifade edelim.
Öncelikle Prometheus filminin yarattığı bir beklentiler toplamı söz konusuydu. Prometheus'un sonunda Elizabeth Shaw ile David uzay gemisini alarak bir başka gezegene, insanlığın nasıl yaratıldığını öğrenmek için başka maceralara çıkmışlardı. Öykü bu noktada bitmişti. Yeni film,öncelikle Prometheus'un da öncesine gider. Filmin başında, bir Davud heykelini görürüz, bu Weyland Corp.'un sahibinin evidir, daha doğrusu David'in yaratıcısı olan kişidir Weyland. PRometheus'da insanla ilgili sırı araştıran kişiydi. Ölümü de mühendis eliyle olmuştur.
Filmin başında Michalangelo'nun Davud heykelini görürüz, Davud heykeli heykeltraşlık sanatının en mükemmel örneklerinden biridir. Traşlanan eser o kadar mükemmeldir ki; sıklıkla Michaengelo'nun çekici Davud Heykeli'ne fırlatarak "konuş be adam" dediği söylenir. Buradaki temel mesele de eserin mükemmelliğinden, belli ölçüde "insana benzerlik duygusu" uyandırmasından gelir. insana o kadar benzer ki, o kadar arıntılıdır ki "kalk ve yürü" diyebilirsiniz. Weyland ile David [yani Davut] de benzer bir ilişki içindedir. Ancak, burada ilginç bir şey görürüz. David, Weyland'a, "beni sen yarattın ama sen ölümlüsün, bense ölümsüzüm" der, bu durumda david yaratıcısından daha mükemmel bir varlık olamaz mı?
David'in tarihi insanlığın bir tarihi gibidir, çünkü David soru sormaya başlamıştır. David, artık düşünmektedir ve bu düşünce david'te bir bilinç oluşturmuştur. insanın cennetten kovulması meselesinde, tanrısının dediğini yapmadığı durumda olduğu gibi david de tanrılarının yani onları yaratanların dediklerini yapmaz. Zira ilk sahne cenneti andıran bir ortam içinde, ormanlık bir alandaki korunmuş bir mekanda gerçekleşir. Bu soruya Weyland'ın yanıtı: "çayı getir David!" olacaktır. insanın, insanlık tarihi boyunca, buna sanat da dahil, verdiği tüm mücadele ölüme karşı verilmiş bir mücadeledir. insanın hayatta kalmasını sağlayan da ölümü sıradanlaşması, onu unutması, başına hiçbir zaman gelmeyecekmiş gibi onu düşünmesidir. Weyland'a ölümlü olduğunu hatırlatan da Davi'dir. Bu onu sinirlendirecek ve hayatı boyunca da bu gizi çözmeye çalışacaktır. Bu öykünün devamında bir Prometheus yaratacağı mantıklı bir şekilde bağlanmıştır. ileride de göreceğimiz gibi David'in asıl sorunu "fazlasıya insana benzemesi"dir.
Bu sahnenin devamında ise Covenant gemisine geçilir. Buradan diğer gezegene kadar nakledilen öykü aslında Alien'in 1979'daki ilk serisinde söz konusu olan pek çok şeyi hatırlatır. Burada Prometheus'un sonunda David ile Elizabeth'in gittiği gezegeni görürüz. Tabi ki bu gezegende olaylar pek istenildiği gibi gitmez, zira tüm gezegene yayılmış alienlar inen kolonicileri konak olarak kullanr ve onların ölümüne sebep olur.
Bu noktada David ortaya çıkarak onları kurtarır. David burada kendi dünyasını kurmuştur. Bu arada Covenant gemisinde de daha ileri sürümde bir David bulunmaktadır, daha doğrusu bu ileri sürümün adı Walter'dir. Walter insanlara hizmet ederken, David onlara isyan eder. Aslında filmdeki pek çok öykü isimlerinden de görebildiğimiz gibi kutsal ya da mitolojik metinlere referansla daha iyi anlaşılır. Bu filmde ilginç olan nokta bu iki karakterin karşılaşmasıdır. Her ikisi de insan bilincinin bir uzantısıdır, aslında her ikisi de fazlasıyla insana benzer David'lerin karşılaşması 20.yüzyıl felsefesinde de çok tartışılan "bilincin bilince bakışı" meselesinin bir tezahürüdür. Aslında David'ler tek midir? şizofren seyirci bunları ikiye mi bölmüştür? Davidler'in kavgası insan bilincinin bir uzantısının yaşadığı iyi ve kötü, yang ve ying arasındaki bir kavga ve mücadele midir?
iki David'in birbiriyle hem düşünsel hem de fiziksel anlamda kapışması önemlidir. David, Ozymandias şiirini yanlış bir şaire atfeder, şiirin en önemli kısmı şudur:
Look on my works, ye Mighty, and despair!
[Buradaki eser, David'in tanrıları olduğu neomorph'lar, genetiği değiştirilmiş Alien'lardır]
Walter ise bunun yanlış bir şaire atfedildiğini belirtir ve Shelley'e ait olduğunu söyler. Buradaki derinlik önemlidir, diğer filmlerde en azından bu derinliği görmedim. Shelley ise, Frankenstein romanının yazarı, Mary Shelley'in kocasıdır. Dr. Frankenstein bu eserde bildiğimiz gibi Frankenstein'de yapma bir insan yaratır, ancak buradaki Frankenstein tek boyutlu değildir, onu sevgisizlik bu hale getirmiştir. ve Bu frankenstein iyi biri olabilir. Filmde ise Frankenstein imgesinin iki david arasında bölündüğünü görüyoruz. iyi Frankenstein Walterken, kötü Frankenstein ise David olmaktadır. Fakat burada ilginç etik problemler ortaya çıkıyor. David gibi mi yaşamak yoksa Walter gibi mi hayat sürmek? Walter gibi yaşadığınızda kendini yaratanlara köle olmak ya da aşırı sofu insanların yaptığı gibi, verilen hiçbir şeyi sorgulamamak, David gibi yaşadığınızda isyan etmek, hayır demek ya da kendi tanrılığını ilan etmek. Tabi bunların uç örnek olduklarını, yani mutlak siyah e beyaz gibi farklı kutuplar olduğunu belirtmekte de fayda var. Alien filmlerinin müphem yapay zekaları burada ikiye bölünmüş, bu nokta açısından bakıldığında bu bir yeniliktir.
Bunun dışında Prometheus filmi bu filme David'in anlatısı üzerindne bağlanır. David bu filmde, Walter'a gezegene geldiklerinde neler yaptığını, Alien'ı bütün gezegene yayarak, bir soykırım yaptığını süslü cümlelerle anlatır. Bu ilginçtir, David bir tanrı olmak istemektedir. Alien sadece ete saldırdığı için ona bir şey yapmaz. Ancak Alien'in David'e saldırmamasının nedeni şuydu: 'blow onto a horse's nostrills, and it becomes dedicated to you for life' [bir atın budun deliklerine üflü ve ömrü boyunca sana sadık kalsın]. işte david onların burun deliklerine üflemeyi biliyordu. Bilindiği gibi "Alien" kelimesi latince "alius"tan gelir, alius ise başkası ve öteki anlamlarına gelmektedir. insan hep kendine benzemeyeni, kendinden farklı olanı yok etmeye, soykırım yapmaya alışmıştır. Aryan ırk meseleleri de Naziler gibi sapkın grupları soykırım suçları işlemeye itmiştir. insan bu evrene gelmiş bir " bilinç anomalisi" midir? tartışması da yapılmaktadır. Gerçekten etrafımızda gördüğümüz her şey belli bir düzeni idame ettirmeye hizmet ederken, Marx'ın ifade ettiği gibi insan bir "Gattungswesen" [tür varlığı] olmakla hem bu türün bir parçası olmuş hem de onu aşmıştır. Burada ilginç olan nokta, insanın her şeyi yok edip, aransal aklına uygun olarak kullanması, kendine köle etmesidir. David ve Alien doğanın bir intikamı gibidir. Doğanın "mimesis"i, onun bize geri dönüp intikam alması ya da Montezuma'nın hayaletidir.
David için Alien bir Alius değildir. David onun burun deliklerine üflemeyi bilir. David bir neomorph yaratmışken, Covenant gemisinin aşırı pozitivist kaptanı o alien'i hiç acımadan öldürür. Ajan Smith'in belirttiği gibi: "nereye gittiyse insanlar virüs gibi çoğalarak bir başka türü yok etmiştir. Burada daha temel bir problem daha ortaya çıkıyor; Alien filmi içinde, PRometheus'da olduğu gibi, insan prometheus mühendislerin ürettiği bir silah mıydı? Zira Alien insana çok benzemektedir, aralarındaki temel fark ondan çok daha güçlü olmasıdır, bunun yanı sıra insanın örtük olarak gerçekleştirdiği pek çok şeyi açıkça yapar.
Şimd, David'in bir soykırım yaptığını, bütün gezegeni yok ettiğini biliyoruz. David bunu neden yapmıştır. Bir yapay zeka soykırım yapılabilir mi? Alien'ı birinci filmde, bilinçle lekelenmemiş, mükemmel bir varlık diye niteleyen yapay zeka, bilinçli bir yapay zekadır. Bu nedenle her iki durumun da, hem bilinçli olma hem de bilinçli olmama anlamında, neler çağrıştırdığını bilebilir. Bilincin belli ölçüde insanı nasıl tükettiğini de görür. David'in insana en benzeyen yanı, "soykırım yapıyor oluşu"dur. Bu nedenle o fazlasıyla insandır. Bunu bir evrim kuralı olarak da koyar. insan aşılması gereken, kusurlu bir bilinç modudur. Daha ileirki aşama bu kandan, etten ve hastalıklardan kurtulmuş bir yapay zekadır. Filmde, üst-insan referansı da sıkça görülür. Burada David'in filmin başında belirttiği gibi, David ölümsüzdür. Nietzsche'nin Wagner hayranı olduğunu biliriz, tabi ki araları bozulana kadar. Hatta Übermensch'ten bahsederken de sıklıkla Wagner'den de bahseder. David özellikle filmin sonunda embriyoları embriyo saklama aparatlarına koyduğunda, Wagner'in "Tanrıların Walhalla'Ya girişi" çalar.
http://www.youtube.com/watch?v=gNsKfsgK-HQ
Burada tanrılar derken kastedilen hangi tanrılardır. Kendi tanrılarını öldürmüş ve şimdi kendi yarattığı bir varlık tarafından öldürülen insan mı? Bu öykü bir tanrı diyalektiği şeklinde sürüp gider. Biz her ne kadar kendimiz açısından bunu negatif diyalektik olarak adalandırsak da, David için bu pozitif diyalektiktir. Alien'in de soru sorduğu bir gelecekte, David'in de tanrılığının yitip gitmeyeceğini kim garanti edebilir?
Bu arada Alien'daki sembolizm'den, psikolojik olarak neyi çağrıştırdığından bahsetmedim. Bunu part II'de yapacağım.
Öncelikle Prometheus filminin yarattığı bir beklentiler toplamı söz konusuydu. Prometheus'un sonunda Elizabeth Shaw ile David uzay gemisini alarak bir başka gezegene, insanlığın nasıl yaratıldığını öğrenmek için başka maceralara çıkmışlardı. Öykü bu noktada bitmişti. Yeni film,öncelikle Prometheus'un da öncesine gider. Filmin başında, bir Davud heykelini görürüz, bu Weyland Corp.'un sahibinin evidir, daha doğrusu David'in yaratıcısı olan kişidir Weyland. PRometheus'da insanla ilgili sırı araştıran kişiydi. Ölümü de mühendis eliyle olmuştur.
Filmin başında Michalangelo'nun Davud heykelini görürüz, Davud heykeli heykeltraşlık sanatının en mükemmel örneklerinden biridir. Traşlanan eser o kadar mükemmeldir ki; sıklıkla Michaengelo'nun çekici Davud Heykeli'ne fırlatarak "konuş be adam" dediği söylenir. Buradaki temel mesele de eserin mükemmelliğinden, belli ölçüde "insana benzerlik duygusu" uyandırmasından gelir. insana o kadar benzer ki, o kadar arıntılıdır ki "kalk ve yürü" diyebilirsiniz. Weyland ile David [yani Davut] de benzer bir ilişki içindedir. Ancak, burada ilginç bir şey görürüz. David, Weyland'a, "beni sen yarattın ama sen ölümlüsün, bense ölümsüzüm" der, bu durumda david yaratıcısından daha mükemmel bir varlık olamaz mı?
David'in tarihi insanlığın bir tarihi gibidir, çünkü David soru sormaya başlamıştır. David, artık düşünmektedir ve bu düşünce david'te bir bilinç oluşturmuştur. insanın cennetten kovulması meselesinde, tanrısının dediğini yapmadığı durumda olduğu gibi david de tanrılarının yani onları yaratanların dediklerini yapmaz. Zira ilk sahne cenneti andıran bir ortam içinde, ormanlık bir alandaki korunmuş bir mekanda gerçekleşir. Bu soruya Weyland'ın yanıtı: "çayı getir David!" olacaktır. insanın, insanlık tarihi boyunca, buna sanat da dahil, verdiği tüm mücadele ölüme karşı verilmiş bir mücadeledir. insanın hayatta kalmasını sağlayan da ölümü sıradanlaşması, onu unutması, başına hiçbir zaman gelmeyecekmiş gibi onu düşünmesidir. Weyland'a ölümlü olduğunu hatırlatan da Davi'dir. Bu onu sinirlendirecek ve hayatı boyunca da bu gizi çözmeye çalışacaktır. Bu öykünün devamında bir Prometheus yaratacağı mantıklı bir şekilde bağlanmıştır. ileride de göreceğimiz gibi David'in asıl sorunu "fazlasıya insana benzemesi"dir.
Bu sahnenin devamında ise Covenant gemisine geçilir. Buradan diğer gezegene kadar nakledilen öykü aslında Alien'in 1979'daki ilk serisinde söz konusu olan pek çok şeyi hatırlatır. Burada Prometheus'un sonunda David ile Elizabeth'in gittiği gezegeni görürüz. Tabi ki bu gezegende olaylar pek istenildiği gibi gitmez, zira tüm gezegene yayılmış alienlar inen kolonicileri konak olarak kullanr ve onların ölümüne sebep olur.
Bu noktada David ortaya çıkarak onları kurtarır. David burada kendi dünyasını kurmuştur. Bu arada Covenant gemisinde de daha ileri sürümde bir David bulunmaktadır, daha doğrusu bu ileri sürümün adı Walter'dir. Walter insanlara hizmet ederken, David onlara isyan eder. Aslında filmdeki pek çok öykü isimlerinden de görebildiğimiz gibi kutsal ya da mitolojik metinlere referansla daha iyi anlaşılır. Bu filmde ilginç olan nokta bu iki karakterin karşılaşmasıdır. Her ikisi de insan bilincinin bir uzantısıdır, aslında her ikisi de fazlasıyla insana benzer David'lerin karşılaşması 20.yüzyıl felsefesinde de çok tartışılan "bilincin bilince bakışı" meselesinin bir tezahürüdür. Aslında David'ler tek midir? şizofren seyirci bunları ikiye mi bölmüştür? Davidler'in kavgası insan bilincinin bir uzantısının yaşadığı iyi ve kötü, yang ve ying arasındaki bir kavga ve mücadele midir?
iki David'in birbiriyle hem düşünsel hem de fiziksel anlamda kapışması önemlidir. David, Ozymandias şiirini yanlış bir şaire atfeder, şiirin en önemli kısmı şudur:
Look on my works, ye Mighty, and despair!
[Buradaki eser, David'in tanrıları olduğu neomorph'lar, genetiği değiştirilmiş Alien'lardır]
Walter ise bunun yanlış bir şaire atfedildiğini belirtir ve Shelley'e ait olduğunu söyler. Buradaki derinlik önemlidir, diğer filmlerde en azından bu derinliği görmedim. Shelley ise, Frankenstein romanının yazarı, Mary Shelley'in kocasıdır. Dr. Frankenstein bu eserde bildiğimiz gibi Frankenstein'de yapma bir insan yaratır, ancak buradaki Frankenstein tek boyutlu değildir, onu sevgisizlik bu hale getirmiştir. ve Bu frankenstein iyi biri olabilir. Filmde ise Frankenstein imgesinin iki david arasında bölündüğünü görüyoruz. iyi Frankenstein Walterken, kötü Frankenstein ise David olmaktadır. Fakat burada ilginç etik problemler ortaya çıkıyor. David gibi mi yaşamak yoksa Walter gibi mi hayat sürmek? Walter gibi yaşadığınızda kendini yaratanlara köle olmak ya da aşırı sofu insanların yaptığı gibi, verilen hiçbir şeyi sorgulamamak, David gibi yaşadığınızda isyan etmek, hayır demek ya da kendi tanrılığını ilan etmek. Tabi bunların uç örnek olduklarını, yani mutlak siyah e beyaz gibi farklı kutuplar olduğunu belirtmekte de fayda var. Alien filmlerinin müphem yapay zekaları burada ikiye bölünmüş, bu nokta açısından bakıldığında bu bir yeniliktir.
Bunun dışında Prometheus filmi bu filme David'in anlatısı üzerindne bağlanır. David bu filmde, Walter'a gezegene geldiklerinde neler yaptığını, Alien'ı bütün gezegene yayarak, bir soykırım yaptığını süslü cümlelerle anlatır. Bu ilginçtir, David bir tanrı olmak istemektedir. Alien sadece ete saldırdığı için ona bir şey yapmaz. Ancak Alien'in David'e saldırmamasının nedeni şuydu: 'blow onto a horse's nostrills, and it becomes dedicated to you for life' [bir atın budun deliklerine üflü ve ömrü boyunca sana sadık kalsın]. işte david onların burun deliklerine üflemeyi biliyordu. Bilindiği gibi "Alien" kelimesi latince "alius"tan gelir, alius ise başkası ve öteki anlamlarına gelmektedir. insan hep kendine benzemeyeni, kendinden farklı olanı yok etmeye, soykırım yapmaya alışmıştır. Aryan ırk meseleleri de Naziler gibi sapkın grupları soykırım suçları işlemeye itmiştir. insan bu evrene gelmiş bir " bilinç anomalisi" midir? tartışması da yapılmaktadır. Gerçekten etrafımızda gördüğümüz her şey belli bir düzeni idame ettirmeye hizmet ederken, Marx'ın ifade ettiği gibi insan bir "Gattungswesen" [tür varlığı] olmakla hem bu türün bir parçası olmuş hem de onu aşmıştır. Burada ilginç olan nokta, insanın her şeyi yok edip, aransal aklına uygun olarak kullanması, kendine köle etmesidir. David ve Alien doğanın bir intikamı gibidir. Doğanın "mimesis"i, onun bize geri dönüp intikam alması ya da Montezuma'nın hayaletidir.
David için Alien bir Alius değildir. David onun burun deliklerine üflemeyi bilir. David bir neomorph yaratmışken, Covenant gemisinin aşırı pozitivist kaptanı o alien'i hiç acımadan öldürür. Ajan Smith'in belirttiği gibi: "nereye gittiyse insanlar virüs gibi çoğalarak bir başka türü yok etmiştir. Burada daha temel bir problem daha ortaya çıkıyor; Alien filmi içinde, PRometheus'da olduğu gibi, insan prometheus mühendislerin ürettiği bir silah mıydı? Zira Alien insana çok benzemektedir, aralarındaki temel fark ondan çok daha güçlü olmasıdır, bunun yanı sıra insanın örtük olarak gerçekleştirdiği pek çok şeyi açıkça yapar.
Şimd, David'in bir soykırım yaptığını, bütün gezegeni yok ettiğini biliyoruz. David bunu neden yapmıştır. Bir yapay zeka soykırım yapılabilir mi? Alien'ı birinci filmde, bilinçle lekelenmemiş, mükemmel bir varlık diye niteleyen yapay zeka, bilinçli bir yapay zekadır. Bu nedenle her iki durumun da, hem bilinçli olma hem de bilinçli olmama anlamında, neler çağrıştırdığını bilebilir. Bilincin belli ölçüde insanı nasıl tükettiğini de görür. David'in insana en benzeyen yanı, "soykırım yapıyor oluşu"dur. Bu nedenle o fazlasıyla insandır. Bunu bir evrim kuralı olarak da koyar. insan aşılması gereken, kusurlu bir bilinç modudur. Daha ileirki aşama bu kandan, etten ve hastalıklardan kurtulmuş bir yapay zekadır. Filmde, üst-insan referansı da sıkça görülür. Burada David'in filmin başında belirttiği gibi, David ölümsüzdür. Nietzsche'nin Wagner hayranı olduğunu biliriz, tabi ki araları bozulana kadar. Hatta Übermensch'ten bahsederken de sıklıkla Wagner'den de bahseder. David özellikle filmin sonunda embriyoları embriyo saklama aparatlarına koyduğunda, Wagner'in "Tanrıların Walhalla'Ya girişi" çalar.
http://www.youtube.com/watch?v=gNsKfsgK-HQ
Burada tanrılar derken kastedilen hangi tanrılardır. Kendi tanrılarını öldürmüş ve şimdi kendi yarattığı bir varlık tarafından öldürülen insan mı? Bu öykü bir tanrı diyalektiği şeklinde sürüp gider. Biz her ne kadar kendimiz açısından bunu negatif diyalektik olarak adalandırsak da, David için bu pozitif diyalektiktir. Alien'in de soru sorduğu bir gelecekte, David'in de tanrılığının yitip gitmeyeceğini kim garanti edebilir?
Bu arada Alien'daki sembolizm'den, psikolojik olarak neyi çağrıştırdığından bahsetmedim. Bunu part II'de yapacağım.
muhteşem bir dil, bir o kadar da leziz şarkılar akla gelir:
https://www.youtube.com/w...?v=mgUWFWTecGc&t=723s
https://www.youtube.com/w...?v=mgUWFWTecGc&t=723s
bereket ki memleketimizde moda sık sık değişiyor, yaklaşık 7-8 sene önce peşmerge giysisi modaydı, yaklaşık son dört seneden beri moda değişti, eski Türk devletlerinin -Türkik desek daha doğru olur- askerlerini saraylarda görmeye başladık, bunların uzantısı olarak da şimdi "Alp kıyafetli askerlerin saygı nöbeti" ortaya çıktı. Buraya nasıl geldik bir düşünmek lazım. Acaba siyaset de modayla paralel mi? hani bu iş neden 10 yıl önce yapılmadı da şimdi yapıldı, tabelalardan kaldırılan TC'ler o zaman popülerdi, şimdi her şeye milliyetçilik sosu eklemek.
Haliyle, bu milliyetçilik sosu da siyasetin her kavramı gibi, iktidar tarafından desteklenip allanıp pullandığı için viral olarak etki etmeye başladı. Ancak burada sıkıntılı olan bir nokta var: Bu noktada yapılan her hareketin fazlasıyla "Kitsch" kokmasıdır, fazlasıyla eğreti olan, bazı şeylerin hiçbir şekilde birbirlerine uymadığı, bir sıkıntının sizi rahatsız ettiği, hatta birbiriyle uyumsuz ya da çelişik kavramların [oxymoron] ortaya çıktığı bir tablo görüyoruz. Nasıl "Kitsch" bir osmanlı yaratılıyorsa [ki bugün iktidarın pazarladığı her Osmanlı tasavvuru popülist, pohpohlanmış, milliyetçilik sosuyla bulanmış, gerçek osmanlı ile uzaktan yakından alakası olmayan Osmanlı'ysa] bu Alp nöbeti dediğimiz nane de aynı türdendir. Modaya göre değişir efendim, dört ya da beş yıl sonra yeni bir şey çıkarsa şaşırmyınız.
Haliyle, bu milliyetçilik sosu da siyasetin her kavramı gibi, iktidar tarafından desteklenip allanıp pullandığı için viral olarak etki etmeye başladı. Ancak burada sıkıntılı olan bir nokta var: Bu noktada yapılan her hareketin fazlasıyla "Kitsch" kokmasıdır, fazlasıyla eğreti olan, bazı şeylerin hiçbir şekilde birbirlerine uymadığı, bir sıkıntının sizi rahatsız ettiği, hatta birbiriyle uyumsuz ya da çelişik kavramların [oxymoron] ortaya çıktığı bir tablo görüyoruz. Nasıl "Kitsch" bir osmanlı yaratılıyorsa [ki bugün iktidarın pazarladığı her Osmanlı tasavvuru popülist, pohpohlanmış, milliyetçilik sosuyla bulanmış, gerçek osmanlı ile uzaktan yakından alakası olmayan Osmanlı'ysa] bu Alp nöbeti dediğimiz nane de aynı türdendir. Modaya göre değişir efendim, dört ya da beş yıl sonra yeni bir şey çıkarsa şaşırmyınız.
şimdi evrim dendiğinde bile, pek çok insanın, maalesef bu konuda bilgisiz olduğu anlaşılıyor. Evrim, sadece, köken itibari ile insanın nereden geldiğini söylemez, insanın şimdiki durumu hakkında antibiyotiklerin niye artık bazı virüs ya da bakterilere etki etmediğini, 1950'lerde AIDS'in tek bir türü varken, nasıl artık onların iki tür haline geldiğini ve çiftleşmediğinin anlaşılması bakımındna evrim önemlidir.
Bir kere ispatlamak ne demektir? bir kuramın ispatlanması mı? Yoksa, bir anlatının ortaya konması mı? Evrim bir anlatı ortaya koyar, ama bunu bilimsel gerçekler ışığında yapar. insan genomu projesi, aslınd evrimin doğruluğu ie ilgili olarak oldukça aydınlatıcı kanıtlar ortaya koymuştur. Maymun ile insan geni arasındki benzerlik %98'lere varmaktadır.
Aynı benzerlik meyve sineği için, %70'lerde. muz ile de %50 benzerlik var. Fakat işin ilginç kızmı, 1,5 milyar yıl önce muz ile insanın aynı bakteriyi paylaştığı. Bu tek başına gösterge olabilir mi? Şimdi, genom projesi birbiri ile aynı dizilişleri dikkate alır, zaten kolunuz bacağınız,, omurganız varsa, yapınızın da karbon olması dolayısı ile belli oranda benzer çıkacağınız vakidir. Ama evrimin tek göstergesi, genom projesi değildir.
Şimdi evrim için sadece, genom tipi bir ispat da yok. Misal, bazı hayvanların, diğerleri ile ortak atadan geldiği, o hayvanın genleri ğzerine yerleşmiş virüslerden de tespit edilebiliyor. Eğer bu virus, bir zamanlar aynı türün ürünü olan, bir hayvanda varsa, buradan ikisinin de bir zamanlar ortak ataya ait oldukları ortaya çıkar.
bunun dışında, evrim ssadece insanları ilgilendiren bir kuram değildir. Tüm canlılığı ilgilendirir. buradan mutasyonun bircanlıda olumlu etkiler yapmadığı tarzı bir açıklama gelebilir, ama bu, mutasyondan ne anladığınıza bağlı. Bir kere mutasyonun da farkı çeşitleri var. Zaten evrimin savunduğu da, mutasyonun genler üzerinde meydana gelmesi, genler üzerinde meydana gelen mutasyon, ilerleyen kuşaklarda farklı türleri yaratabilir.
Tanrıya inanın ya da inanmayın, inanmanız ya da inanmamanız evrimi ilgilendiren bir şey değil, evrim şu ana kadar, insanın kökeni konusunda ileri sürülmüş en bilimsel teoridir.
Bir kere ispatlamak ne demektir? bir kuramın ispatlanması mı? Yoksa, bir anlatının ortaya konması mı? Evrim bir anlatı ortaya koyar, ama bunu bilimsel gerçekler ışığında yapar. insan genomu projesi, aslınd evrimin doğruluğu ie ilgili olarak oldukça aydınlatıcı kanıtlar ortaya koymuştur. Maymun ile insan geni arasındki benzerlik %98'lere varmaktadır.
Aynı benzerlik meyve sineği için, %70'lerde. muz ile de %50 benzerlik var. Fakat işin ilginç kızmı, 1,5 milyar yıl önce muz ile insanın aynı bakteriyi paylaştığı. Bu tek başına gösterge olabilir mi? Şimdi, genom projesi birbiri ile aynı dizilişleri dikkate alır, zaten kolunuz bacağınız,, omurganız varsa, yapınızın da karbon olması dolayısı ile belli oranda benzer çıkacağınız vakidir. Ama evrimin tek göstergesi, genom projesi değildir.
Şimdi evrim için sadece, genom tipi bir ispat da yok. Misal, bazı hayvanların, diğerleri ile ortak atadan geldiği, o hayvanın genleri ğzerine yerleşmiş virüslerden de tespit edilebiliyor. Eğer bu virus, bir zamanlar aynı türün ürünü olan, bir hayvanda varsa, buradan ikisinin de bir zamanlar ortak ataya ait oldukları ortaya çıkar.
bunun dışında, evrim ssadece insanları ilgilendiren bir kuram değildir. Tüm canlılığı ilgilendirir. buradan mutasyonun bircanlıda olumlu etkiler yapmadığı tarzı bir açıklama gelebilir, ama bu, mutasyondan ne anladığınıza bağlı. Bir kere mutasyonun da farkı çeşitleri var. Zaten evrimin savunduğu da, mutasyonun genler üzerinde meydana gelmesi, genler üzerinde meydana gelen mutasyon, ilerleyen kuşaklarda farklı türleri yaratabilir.
Tanrıya inanın ya da inanmayın, inanmanız ya da inanmamanız evrimi ilgilendiren bir şey değil, evrim şu ana kadar, insanın kökeni konusunda ileri sürülmüş en bilimsel teoridir.
kültürün, sanatın, bilimin hakim olmadığı toplumlarda, ortaya çıkan, bilgi tacirlerinden biri. Taktığı fes bile, aslına bakarsanız, bilgisizliğinin ürünüdür. Her ne kadar sembol anlamıyla kullanılsa da, Osmalı'da, II. Mahmut döneminde, modernleşmenin sembolüydü. Fakat kökenleri, Fenikelilere kadar gitmektedir. Aslında köken itibariyle hilafetle falan alakası yoktur.
bir başka örnek için (bkz: harun yahya)
bir başka örnek için (bkz: harun yahya)
Sözlükte pek de politik konularda yazan bir insan değilim fakat bu konuda kendimi tutamadım.
Ben Beyaz'ın de neden özür dilediğini anlamış değilim. Telefon konuşmasını dinledim Ayşe Çelik'ten terör konusunda ya da PKK'ya ilişkin bir kelime çıkmadı. Sadece belirttiği çocukların ölmesiydi. Şimdi, çocukların ölmesi diyerek sizinde sesinizi duyurmanız gerektiğini söylemek terör propagandası yaptığı anlamına mı gelir? Öncelikle burada iki tarafın olduğunu ve bu taraflar ile anlaşma yapılması gerektiğini söylemektir.
Eğer bir yerde anneler ölüp cesetleri yol ortasında bir hafta bekliyorsa ve bu cesede kurt kuş ilişmesin diye ailesi de kurşunların arasında o cesedi bir hafta boyunca gözden uzak tutamıyorsa, öte yandan da kurşunlardan da yanına gidemiyorsa, 5 yaşındaki bir çocuk ölüyorsa ve cesedi bir hafta boyunca buzdolabında kalıyorsa, bir durun demek lazım. Bu konuda çatışmaların durmasını istemek en doğal şeydir.
bu konuda linç etmeye yönelik çeşitli akıl yürütme biçimleri var. Ben en bilinenlerden bahsedeceğim;
1-Çatışmalar dursun diyorsa---> terör propagandası yapıyordur
2-Pkk'ya karşıt bir şey söylemiyorsa---> terör propagandası yapıyordur
3-ölümlerden bahsediyor, şehit ölümlerinden bahsetmiyorsa---> terör propagandası yapıyordur
4-Pkk'yi kötülemediyse---> Pkk'lıdır.
5-Askeri&polisi övmediyse---> Pkk'lıdır.
6-Asker&polisi ölümlerinden bahsetmiyorsa---> Pkk'ldır.
7-iktidara karşı ve Pkklı ise---> Paralelcidir (ya da Fetö'cudur), ya da paralelci ise pkk'lıdır.
8-Vatan millet edebiyatı yapmıyorsa---> Pkk'lıdır.
Şimdi yukarıdaki akıl yürütmelerde gerçeklik payı olabilir mi? gerçeklik payı olabilir, ama zorunlu olarak bir kişiyi salt 3 cümle üzerinden suçlayamazsınız. Onun sözlerini yukarıdaki önermelerden birine indirgeyemezsiniz.
Yargısız infaz bizim kültürümüzde yeni değil, eskilerden getirdiğimiz güzel bir linç kültürümüz var. Ulusça, insanca, nereye gittiğimizi kendimize sormalıyız? Bakın bu durum bir "kitlesel histeri"yi beraberinde getirebilir.
Toplumumuzda itaat'in yeri, sadece bizim toplumumuzda değil, önemlidir. Bunun nedeni, anne-baba'lar ile çocuk arasındaki ilişkilerin iktidar ilişkileri üzerinden kurulmasıdır. çoğunlukla anne-babaların yapmasını istediği şeyi yapar, istemediği şeyi yapmayız. Bu durumda onların bir ego-uzantısı gibi oluruz. Bu uzantı gibi olma durumu, beraberinde kendi benliğimizi unutmayı, onların istediği insan olmayı beraberinde getirir. Duygularımızı rahatça dışa vuramayız, çünkü kendiliğimiz, ebeveynlerin sakınmamızı istediği korku dolu bir şey olmuştur. Kısır döngü adı da verilen bu şey, iki ucu boklu değnektir. bir yandan kendimizi ararken, öte yandan aradığımız bu kendiliğimizden korkmamızdır, çünkü kendin sakınılacak, korkulacak bir şeydir. Kendimizi bulmamız demek, aslında bize itaat etmemizi söyleyen sevgi nesnelerin de sevgisini yitirmemiz anlamına gelir.
bu durumda olan şey, bir başkasına bağımlılığa yitirmemek adına kendimizden vazgeçişimizdir. bu nedenle mi ufak bir itaatsizlik algısı ortalığı herc-ü merç ediyor? Aile içinde kurulan ilişkiler, iktidar ile olan ilişkimizi belirlerler. Bizim kafamızda itaat ve sevgiye ilişkin oluşan şema, devlet ve yurttaşı arasındaki ilişkiye dair bir şey söyler. Çünkü bu ilişkinin ilk oluşup şekillendiği yer aile içidir. Devlet ve itaat seviciliğinin boyutları çok derinlere gider. Bunu sorgulmadığınız sürece gazla çalışmaya devam edersiniz...
Ben Beyaz'ın de neden özür dilediğini anlamış değilim. Telefon konuşmasını dinledim Ayşe Çelik'ten terör konusunda ya da PKK'ya ilişkin bir kelime çıkmadı. Sadece belirttiği çocukların ölmesiydi. Şimdi, çocukların ölmesi diyerek sizinde sesinizi duyurmanız gerektiğini söylemek terör propagandası yaptığı anlamına mı gelir? Öncelikle burada iki tarafın olduğunu ve bu taraflar ile anlaşma yapılması gerektiğini söylemektir.
Eğer bir yerde anneler ölüp cesetleri yol ortasında bir hafta bekliyorsa ve bu cesede kurt kuş ilişmesin diye ailesi de kurşunların arasında o cesedi bir hafta boyunca gözden uzak tutamıyorsa, öte yandan da kurşunlardan da yanına gidemiyorsa, 5 yaşındaki bir çocuk ölüyorsa ve cesedi bir hafta boyunca buzdolabında kalıyorsa, bir durun demek lazım. Bu konuda çatışmaların durmasını istemek en doğal şeydir.
bu konuda linç etmeye yönelik çeşitli akıl yürütme biçimleri var. Ben en bilinenlerden bahsedeceğim;
1-Çatışmalar dursun diyorsa---> terör propagandası yapıyordur
2-Pkk'ya karşıt bir şey söylemiyorsa---> terör propagandası yapıyordur
3-ölümlerden bahsediyor, şehit ölümlerinden bahsetmiyorsa---> terör propagandası yapıyordur
4-Pkk'yi kötülemediyse---> Pkk'lıdır.
5-Askeri&polisi övmediyse---> Pkk'lıdır.
6-Asker&polisi ölümlerinden bahsetmiyorsa---> Pkk'ldır.
7-iktidara karşı ve Pkklı ise---> Paralelcidir (ya da Fetö'cudur), ya da paralelci ise pkk'lıdır.
8-Vatan millet edebiyatı yapmıyorsa---> Pkk'lıdır.
Şimdi yukarıdaki akıl yürütmelerde gerçeklik payı olabilir mi? gerçeklik payı olabilir, ama zorunlu olarak bir kişiyi salt 3 cümle üzerinden suçlayamazsınız. Onun sözlerini yukarıdaki önermelerden birine indirgeyemezsiniz.
Yargısız infaz bizim kültürümüzde yeni değil, eskilerden getirdiğimiz güzel bir linç kültürümüz var. Ulusça, insanca, nereye gittiğimizi kendimize sormalıyız? Bakın bu durum bir "kitlesel histeri"yi beraberinde getirebilir.
Toplumumuzda itaat'in yeri, sadece bizim toplumumuzda değil, önemlidir. Bunun nedeni, anne-baba'lar ile çocuk arasındaki ilişkilerin iktidar ilişkileri üzerinden kurulmasıdır. çoğunlukla anne-babaların yapmasını istediği şeyi yapar, istemediği şeyi yapmayız. Bu durumda onların bir ego-uzantısı gibi oluruz. Bu uzantı gibi olma durumu, beraberinde kendi benliğimizi unutmayı, onların istediği insan olmayı beraberinde getirir. Duygularımızı rahatça dışa vuramayız, çünkü kendiliğimiz, ebeveynlerin sakınmamızı istediği korku dolu bir şey olmuştur. Kısır döngü adı da verilen bu şey, iki ucu boklu değnektir. bir yandan kendimizi ararken, öte yandan aradığımız bu kendiliğimizden korkmamızdır, çünkü kendin sakınılacak, korkulacak bir şeydir. Kendimizi bulmamız demek, aslında bize itaat etmemizi söyleyen sevgi nesnelerin de sevgisini yitirmemiz anlamına gelir.
bu durumda olan şey, bir başkasına bağımlılığa yitirmemek adına kendimizden vazgeçişimizdir. bu nedenle mi ufak bir itaatsizlik algısı ortalığı herc-ü merç ediyor? Aile içinde kurulan ilişkiler, iktidar ile olan ilişkimizi belirlerler. Bizim kafamızda itaat ve sevgiye ilişkin oluşan şema, devlet ve yurttaşı arasındaki ilişkiye dair bir şey söyler. Çünkü bu ilişkinin ilk oluşup şekillendiği yer aile içidir. Devlet ve itaat seviciliğinin boyutları çok derinlere gider. Bunu sorgulmadığınız sürece gazla çalışmaya devam edersiniz...
Tanrının var olduğunu nesnel olarak ortaya konamadığı, bir deney ile gösterilemediği, gözlemlenemediği, kontrol edilemediği için herhangi bir anlamı olmayan önermedir. Doğru ya da yanlış denmesi spekülatif bir sonuca ulaştırır. Çünkü tanrıya ilişkin söylediğimiz her şey, tanımlar üzerine dayanır, yani deneyim üzerine dayanmaz. Bir önermeyi doğrulamak ya da yanlışlayabilmek için onu öncelikle deneyimlemek gerekmektedir.
Bununla birlikte "tanrı zamandan ve mekandan münezzeh"tir demek, bir totolojdir. Zaten Tanrı tanımı [kastedilen islamın tanrısıysa yani Allah ise] tanrı tanımı zaten zammandan ve mekandan münezzeh olmayı kendi içinde taşır. Yani "tanrı tanrıdır" demek ile aynı şeydir. Bunun için burada bahsedebileceğimiz tek şey. Kitapların tanrıyı nasıl tanımladıklarıdır. Tanımlar da kitaplara göre farklılık gösterir. Onların tanrıya ilişkin ortak terimleri de vardır. Fakat önermenin salt spekülatif oluşu nedeni ile bizi bir sonuca ulaştırmaz.
Bununla birlikte "tanrı zamandan ve mekandan münezzeh"tir demek, bir totolojdir. Zaten Tanrı tanımı [kastedilen islamın tanrısıysa yani Allah ise] tanrı tanımı zaten zammandan ve mekandan münezzeh olmayı kendi içinde taşır. Yani "tanrı tanrıdır" demek ile aynı şeydir. Bunun için burada bahsedebileceğimiz tek şey. Kitapların tanrıyı nasıl tanımladıklarıdır. Tanımlar da kitaplara göre farklılık gösterir. Onların tanrıya ilişkin ortak terimleri de vardır. Fakat önermenin salt spekülatif oluşu nedeni ile bizi bir sonuca ulaştırmaz.
Teolog anlamında söylenmediği için bilim adamı değildir, olsa da pek değildir, Türkiye'de hiç değildir.
Sonucu merak edilen turnuvadır.
Biraz daha açıklanması gereken cümle. Bilimi yaparken herkesin anlayacağı, kabul edebileceği, nesnel olarak sınayabileceği bir dil üzerinden konuşmamız gerekir. Bu olmadığında "tanrı" gibi operasyonel bir tanımını yapamayacağınız bir duyular-ötesi nesne söz konusu olduğunda bilimin uzlaşabileceği ortak ve nesnel bir kavram ortaya koyamazsınız.
Bu arada bilim ateist olmaz. Bunu yapan kişi ateist olabilir, lakin onun ateist olması ile dindar olması arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bilimine bunu karıştırmaması gerekir. Bu kişisel bir meseledir. Sonuçta bilim okunmuş fasülye deneyi ile ilerlemiyor.
Bu arada bilim ateist olmaz. Bunu yapan kişi ateist olabilir, lakin onun ateist olması ile dindar olması arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bilimine bunu karıştırmaması gerekir. Bu kişisel bir meseledir. Sonuçta bilim okunmuş fasülye deneyi ile ilerlemiyor.
iyi bir yazardır.
68'ler hareketi slogan kelimesi adı altında, uluslararası ve sol kanat bir sivil hareketler olarak özetlenebilir, 1960'lı yılların ortasında etkili olmuştur. 68'ler hareketi Amerikan sivil hakları savunucularının protestosu ile başlamıştır.
Almanya'da, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, yoğun sivil bir çatışma durumu vardı. 13 Ağustos 1961'de Berlin Duvarı'nın inşa edilmesinden sonra, doğu batı çatışmasının odağı değişmiştir. Sovyet-çin yayılmaları ve proxy savaşları (Vietnam'da yapıldığı gibi) [Vekaleten savaşlar] daha çok ön-plana çıkmıştır. Küba Devrimi, Vietnam'da Amerika'nın savaşının yarattığı ilk gerginlik, Kongo ve sınıf mücadeleleri, Cezayir'deki devrim düşünceye yeni bir yön vermiştir.
1968 yılında, bu hareketler tarafından temel konu haline getirilen çatışmalar ortamın tansiyonunu yükseltmiş, Amerika'da vietnam savaşına, teolog ve sivil haklar mücadelecisi aktivist Martin Luther King'in öldürülmesi olayına karşı bir çok gösteri yapılmıştır. Vietnam Savaşı'nın yoğunlaşması Yeni Sola global bir fenomen haline getireceği merkezi bir hareket noktası vermiştir.
68'ler hareketi, Prag Baharı'nı batıya ilişkin bi fenomen olduğunu yorumunu yaparak bu olayı gözardı etti. 1968, kültürel bir batılılaşma ile aynı anlama dönüştü. Buna karşı, immanuel Wallerstein 60'ların sivil hareketlerini kapitalizme karşı yöneltilmiş global bir hadise olarak yorumladı. O bunun için "world revolution" kavramını kullandı. Wallerstein şu varsayımdan yola çıktı; Kapitalizm bir batı sistemi olarak var olmuştur, böylece, ulusal bir düzlemde, hiçbir devrim ortaya çıkamaz.
Bir çok isyanla eş zamanlı olarak-1848 ve 1968'de olduğu gibi- gerçek dünya devrimleri olarak kabul edilmiştir. 1968 yılında Amerika'nın hegemonyası en dikkate değer ortak hedef haline gelmiştir. Marcel van der Linden 1960'ların sonunda kısa bir periyodun içinde, 1970'lerin başlangıç yıllarında, çeşitli süreçlerin işleyiş nedenlerini açıklamaya çalışmıştır. Bununla ilgili olarak çeşitli farktörler vardır; en temel üç faktör ise şunlardır; ikinci dünya savaşından sonra 1966 yılının krizi ile sekteye uğrayan güçlü ekonomik gelişim; üniversite eğitimi de dahil olmak üzere, eğitimli insan sayısında dünya çapında görülen güçlü bir artış, ikinci dünya savaşından sonra başlayan ve 1960'ların başlangıcında hızlanan kolonizasyon faaliyetlerinin sona ermesi.
Bu yapısal etkilerin yanında, poltikanın başka biçimlerine esin kaynağı olan bir çok olaydan bahseder; bunlar Küba devrimi, Çin'in Proleterya Kültür Devrimi ve 1968 yılındaki Prag Baharı, bunlarla aynı derecede önemli bir diğer olay Vietnam savasşındaki Tet saldırılarıydı. Bununla birlikte, öğrencilerin-müdahil olmadığı, özellikle Fransa, italya ve ispanya'daki hereketlere de dikkat çekmek gerekmektedir.
68'ler hareketinin ulusları aşan boyutu kolonizasyon hareketlerinin sona ermesi, anti-emperyalizm ve neo-kolonyalizmin bir çok biçimine karşı protestoyla desteklendi. Kolonyalizm karşıtı hareket için karakteristik olan katılımcılar arasında tüm dünyada büyük bir bağ meydana getirmesiydi. Che guevara'nın Foco teorisi ve Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi savunucularından Franz Fanton'un yazıları ortak bir entegrasyon ve birleşme çerçevesi sağladı ve bir gerilla mantalitesine göre somut organizasyon biçimlerinin kurulmasını da beraberinde getirdi.
Küba devrimi ve Cezayir savaşı 68'ler hareketinin öncüsü olarak görülebilir. 68'lerin Zeitgeist'inde, katolik kilisesinin uluslar ötesi bir yapısı teolojik bir özgürleşmenin ortaya çıkışını sağlamıştır. 1962-1965 yılları arasında hüküm süren ikinci Vatikan Konsülü kilisenin şümüllü bir yenilenmesini desteklemiştir. Bu arka plana karşı, Latin Amerika'da yoksulluk, baskılanma, adaletsizlik ile karakerize edilen yaşam koşullarından ötürü, 1968 yılında Piskoposların bir araya geldiği Medellin konferansında yoksullara ilişkin teoloji fikri kabul edildi. Benzer bir kavram Güney Afrika ve Asya'da da gelişti. Amerikan Sivil Haklar hareketinden ortaya çıkan "Black Theology", teolojik özgürleşmenin radikal bir biçimi olarak anlaşılmıştır.
Uluslararası önemine rağmen, 1960'ların öğrenci hareketi tarafından başlatılan Almanya'daki olayları 68'ler hareketi olarak tanımlanımıştır. Bu hareket kendi ismini tüm bir jenerasyona vermişti. Bu insanlar için 1960'lı yılların sonu biçimlendirici ve eğiticiydi. Bu jenerasyonun üyeleri olan ve aktif bir biçimde protestolara dahil olanlar 68'ler kuşağı gibi tanımlanmışlardır. Yayıncı Rainer Böhme 1940'dan 1950'ye kadar ki yaş grubunu sekiz milyon almanı 68'ler kuşağı olarak belirlemiştir.
Gündelik düşünceler temelinde bakıldığında, bazı ülkeler 68'ler hareketini bir nesil çatışması ya da gençlik hareketi olarak kategorize etmiştir. Olaylara bu şekil bir bakış farklı jenerasyonların çatışmaya girdiği gerçeğini dikkate almamıştır. Farklı teorik kavramlara dayanarak, 67/68 kuşağının toplumsal hareketi, uluslararası bir önem arz eden ve nesillerin müdahil olduğu bir protesto hareketi olarak kavranmıştır,.
Almanya'da, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, yoğun sivil bir çatışma durumu vardı. 13 Ağustos 1961'de Berlin Duvarı'nın inşa edilmesinden sonra, doğu batı çatışmasının odağı değişmiştir. Sovyet-çin yayılmaları ve proxy savaşları (Vietnam'da yapıldığı gibi) [Vekaleten savaşlar] daha çok ön-plana çıkmıştır. Küba Devrimi, Vietnam'da Amerika'nın savaşının yarattığı ilk gerginlik, Kongo ve sınıf mücadeleleri, Cezayir'deki devrim düşünceye yeni bir yön vermiştir.
1968 yılında, bu hareketler tarafından temel konu haline getirilen çatışmalar ortamın tansiyonunu yükseltmiş, Amerika'da vietnam savaşına, teolog ve sivil haklar mücadelecisi aktivist Martin Luther King'in öldürülmesi olayına karşı bir çok gösteri yapılmıştır. Vietnam Savaşı'nın yoğunlaşması Yeni Sola global bir fenomen haline getireceği merkezi bir hareket noktası vermiştir.
68'ler hareketi, Prag Baharı'nı batıya ilişkin bi fenomen olduğunu yorumunu yaparak bu olayı gözardı etti. 1968, kültürel bir batılılaşma ile aynı anlama dönüştü. Buna karşı, immanuel Wallerstein 60'ların sivil hareketlerini kapitalizme karşı yöneltilmiş global bir hadise olarak yorumladı. O bunun için "world revolution" kavramını kullandı. Wallerstein şu varsayımdan yola çıktı; Kapitalizm bir batı sistemi olarak var olmuştur, böylece, ulusal bir düzlemde, hiçbir devrim ortaya çıkamaz.
Bir çok isyanla eş zamanlı olarak-1848 ve 1968'de olduğu gibi- gerçek dünya devrimleri olarak kabul edilmiştir. 1968 yılında Amerika'nın hegemonyası en dikkate değer ortak hedef haline gelmiştir. Marcel van der Linden 1960'ların sonunda kısa bir periyodun içinde, 1970'lerin başlangıç yıllarında, çeşitli süreçlerin işleyiş nedenlerini açıklamaya çalışmıştır. Bununla ilgili olarak çeşitli farktörler vardır; en temel üç faktör ise şunlardır; ikinci dünya savaşından sonra 1966 yılının krizi ile sekteye uğrayan güçlü ekonomik gelişim; üniversite eğitimi de dahil olmak üzere, eğitimli insan sayısında dünya çapında görülen güçlü bir artış, ikinci dünya savaşından sonra başlayan ve 1960'ların başlangıcında hızlanan kolonizasyon faaliyetlerinin sona ermesi.
Bu yapısal etkilerin yanında, poltikanın başka biçimlerine esin kaynağı olan bir çok olaydan bahseder; bunlar Küba devrimi, Çin'in Proleterya Kültür Devrimi ve 1968 yılındaki Prag Baharı, bunlarla aynı derecede önemli bir diğer olay Vietnam savasşındaki Tet saldırılarıydı. Bununla birlikte, öğrencilerin-müdahil olmadığı, özellikle Fransa, italya ve ispanya'daki hereketlere de dikkat çekmek gerekmektedir.
68'ler hareketinin ulusları aşan boyutu kolonizasyon hareketlerinin sona ermesi, anti-emperyalizm ve neo-kolonyalizmin bir çok biçimine karşı protestoyla desteklendi. Kolonyalizm karşıtı hareket için karakteristik olan katılımcılar arasında tüm dünyada büyük bir bağ meydana getirmesiydi. Che guevara'nın Foco teorisi ve Cezayir'in bağımsızlık mücadelesi savunucularından Franz Fanton'un yazıları ortak bir entegrasyon ve birleşme çerçevesi sağladı ve bir gerilla mantalitesine göre somut organizasyon biçimlerinin kurulmasını da beraberinde getirdi.
Küba devrimi ve Cezayir savaşı 68'ler hareketinin öncüsü olarak görülebilir. 68'lerin Zeitgeist'inde, katolik kilisesinin uluslar ötesi bir yapısı teolojik bir özgürleşmenin ortaya çıkışını sağlamıştır. 1962-1965 yılları arasında hüküm süren ikinci Vatikan Konsülü kilisenin şümüllü bir yenilenmesini desteklemiştir. Bu arka plana karşı, Latin Amerika'da yoksulluk, baskılanma, adaletsizlik ile karakerize edilen yaşam koşullarından ötürü, 1968 yılında Piskoposların bir araya geldiği Medellin konferansında yoksullara ilişkin teoloji fikri kabul edildi. Benzer bir kavram Güney Afrika ve Asya'da da gelişti. Amerikan Sivil Haklar hareketinden ortaya çıkan "Black Theology", teolojik özgürleşmenin radikal bir biçimi olarak anlaşılmıştır.
Uluslararası önemine rağmen, 1960'ların öğrenci hareketi tarafından başlatılan Almanya'daki olayları 68'ler hareketi olarak tanımlanımıştır. Bu hareket kendi ismini tüm bir jenerasyona vermişti. Bu insanlar için 1960'lı yılların sonu biçimlendirici ve eğiticiydi. Bu jenerasyonun üyeleri olan ve aktif bir biçimde protestolara dahil olanlar 68'ler kuşağı gibi tanımlanmışlardır. Yayıncı Rainer Böhme 1940'dan 1950'ye kadar ki yaş grubunu sekiz milyon almanı 68'ler kuşağı olarak belirlemiştir.
Gündelik düşünceler temelinde bakıldığında, bazı ülkeler 68'ler hareketini bir nesil çatışması ya da gençlik hareketi olarak kategorize etmiştir. Olaylara bu şekil bir bakış farklı jenerasyonların çatışmaya girdiği gerçeğini dikkate almamıştır. Farklı teorik kavramlara dayanarak, 67/68 kuşağının toplumsal hareketi, uluslararası bir önem arz eden ve nesillerin müdahil olduğu bir protesto hareketi olarak kavranmıştır,.
gerçekten ilginç ve yaratıcı bir yönetmendir. ilk dönem filmlerinde belli çocuk karakterler üzerinden yaratılan bir iran eleştirisi söz konusudur. Fakat bunu o kadar ustalıkla yapar ki öykü kendini yavaş yavaş gözler önüne serer. Anlatısal yapı olarak "kahramanın yolculuğu"nun en iyi uygulanışlarındandır.
Yeni dalga'da gördüğümüz "newsreel footage" tekniğini (yabancılaştırma tekniğini uygulamak ve özdeşleşmenin uyutuculuğunu aşabilmek amacıyla, belgeselvari ya da gerçek sahnelerin kullanılması) kullanır. "Ayna" filminde çocuk karakterin filmin ortasında sıkılıp filmi bırakması bunun en ilginç örneklerinden biridir. Bu teknik Fransız Yeni Dalga'sının Brecht'in yabancılaştırma tekniğini sinemaya uygulamasıydı. Fakat burada salt yabancılaştırma değil, o sahnenin gerçekliği de önemlidir. Çocuğun gerçekten sıkılıp mı filmi bıraktığı yoksa onunda mı senaryo olduğu sorunludur.
Daha ilginci ise "Kanlı Altın" filminde gerçekleşir. Bu filmde de anlatı birbirinden bağımsız bir şekilde ayrımlmamış zamansal olarak geleneksel anlatıyıtersyüz eden bir yapıdadır. Bu tarzı ile W. Faulkner'in Ses ve Öfke'deki anlatısal bölümler arasındaki belirsiz geçişi ve güvensiz anlatıcı'yı yansıtmaktadır.
ilk dönem filmlerinin bir diğer özelliği bir çeşit feminizmi yansıtmaktadır. iran'da kadınların yaşadığı sıkıntılar, 8 yaşındaki bir çocuğun kadın olarak toplumda yaşandığı sıkıntılar ya da hapishaneden çıkan kadınların kendi ailelerince ve toplumca nasıl damgalandığını anlatmaktadır. Cafer Penahi iran'n en yaratıcı ve nev-i şahsına münhasır yönetmenlerinden biridir. Umarım daha fazla film çeker.
Yeni dalga'da gördüğümüz "newsreel footage" tekniğini (yabancılaştırma tekniğini uygulamak ve özdeşleşmenin uyutuculuğunu aşabilmek amacıyla, belgeselvari ya da gerçek sahnelerin kullanılması) kullanır. "Ayna" filminde çocuk karakterin filmin ortasında sıkılıp filmi bırakması bunun en ilginç örneklerinden biridir. Bu teknik Fransız Yeni Dalga'sının Brecht'in yabancılaştırma tekniğini sinemaya uygulamasıydı. Fakat burada salt yabancılaştırma değil, o sahnenin gerçekliği de önemlidir. Çocuğun gerçekten sıkılıp mı filmi bıraktığı yoksa onunda mı senaryo olduğu sorunludur.
Daha ilginci ise "Kanlı Altın" filminde gerçekleşir. Bu filmde de anlatı birbirinden bağımsız bir şekilde ayrımlmamış zamansal olarak geleneksel anlatıyıtersyüz eden bir yapıdadır. Bu tarzı ile W. Faulkner'in Ses ve Öfke'deki anlatısal bölümler arasındaki belirsiz geçişi ve güvensiz anlatıcı'yı yansıtmaktadır.
ilk dönem filmlerinin bir diğer özelliği bir çeşit feminizmi yansıtmaktadır. iran'da kadınların yaşadığı sıkıntılar, 8 yaşındaki bir çocuğun kadın olarak toplumda yaşandığı sıkıntılar ya da hapishaneden çıkan kadınların kendi ailelerince ve toplumca nasıl damgalandığını anlatmaktadır. Cafer Penahi iran'n en yaratıcı ve nev-i şahsına münhasır yönetmenlerinden biridir. Umarım daha fazla film çeker.
Klinik psikologlar, intihar gibi meselelerde hemen harekete geçmenin elzem olduğunu hastaya normalde herhangi bir şeyi yap şeklinde seslenmelerin bu gibi tehlike arz eden durumlarda bir gereklilik olduğunu belirtirler. Şimdi meseleyi, "bencillik ettin bari çocuğunu düşün" tarzı üstten inmeci ve intihar edecek olan kişiyi suçlar bir vaziyette çözüme kavuşturmaya çalışmak hiçbir şeyi çözmez.
Öncelikle mektuptan intiharın spesifik nedeni bilinmiyor. Ne konuşsanız belli bir bağlamda konuşmadığınızdan ona ilişkin cevaplar da belli bir noktada yetersiz kalabilir. En iyi ihtimal o kişiye özel bir mesaj atıp bunun nedenini sormak. Manic Depressif olabilir, Şizofrenik olabilir ya da Ölümcül bir hastalığa yakalanmış olabilir. bir olay yaşamış olabilir. içini dökmek istemiş olabilir. Nedenini tam olarak bilmediğimiz konularda neden yorum yapıyoruz ki? Hele ki bu mesele intihar konusunda belki de tam kararını vermemiş biri için bir intihar nedeni olabilecek ciddiyette iken?
Öncelikle mektuptan intiharın spesifik nedeni bilinmiyor. Ne konuşsanız belli bir bağlamda konuşmadığınızdan ona ilişkin cevaplar da belli bir noktada yetersiz kalabilir. En iyi ihtimal o kişiye özel bir mesaj atıp bunun nedenini sormak. Manic Depressif olabilir, Şizofrenik olabilir ya da Ölümcül bir hastalığa yakalanmış olabilir. bir olay yaşamış olabilir. içini dökmek istemiş olabilir. Nedenini tam olarak bilmediğimiz konularda neden yorum yapıyoruz ki? Hele ki bu mesele intihar konusunda belki de tam kararını vermemiş biri için bir intihar nedeni olabilecek ciddiyette iken?
etik kurallara uymayan psikologtur. Ayrıntılar için aşağıdaki link incelenebilir.
http://www.psikolog.org.t...-surec-yonetmelik2013.doc
http://www.psikolog.org.t...-surec-yonetmelik2013.doc
Frankfurt okulu çeşitli disiplinlerden gelen bilim adamların ve filozofların Hegel, Marx ve Freud'un teorileri arasında çeşitli bağlantılar kuran grubu olarak tanımlanır; Frankfurt Okulunun Merkezi 1924'de Frankfurt am Main'de açılan Institut für Sozialforschung idi. Bu kurum orada kurulan eleştirel Kuram'ın temsilcisi olaak kabul edilmiştir.
eleştirel Kuram'ın tanımı Marx Horkheimer'in 1937' yılında Traditionelle und kritische Theorie isimli programatik makalesinin başlığına kadar gider. Bu okulun şaheseri Horkheimer ve Adorno tarafından 1944-1947 yılları arasında birlikte yazdıkları Dialektik der Aufklärung kitap kabul edilir. Frankfurt Okulu Frankfurt'daki Johann Wolfgang Goethe-Universitesi Institut für Sozialforschung'nden ortaya çıkmış, 1924'de Mäzens Felix Weil'in emekleri ile üniversite enstitüsü kurulmuş ve ilk yılında Carl Grünberg tarafından yönetilmiştir.
Max Horkheimer'in yönetiminde 1932 yılında Zeitschrift für Sozialforschung enstitünün temel kuramsal organı olarak ortaya çıkmıştır. Bu dergide, Enstitü üyeleri ve bu harekete sempati duyan entelektüeller ve batı marksizminin ortodoks olmayan biçimi altında, dünya çapında bir önem kazanan toplumsal eleştirel bir kurama ilişkin bir temeli formüle etmiş ve tartışmışlardır; Enstitü üyeleri arasında Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Leo Löwenthal, Franz Neumann, Otto Kirchheimer ve Friedrich Pollock bulunmaktadır. Ayrıca Walter Benjamin, emigrasyon yılları zamanında, enstitü tarafından finansal olarak desteklenmiş ve önemli bir katkı sağlamıştır.
Enstitü 1933 yılında Nasyonal sosyalistler tarafından zorla kapatılmıştır ve üyeler ise Almanya'yı terk etmeye karar vermiştir. Nasyonal sosyalistler tarafından tehdit edilenler daha önceden de bilindiğinden, daha 1931 yılında vakfın tüm varlığını Hollanda'ya transfer etmiş ve Cenevre'de iki şube kurmuştur. Horkheimer toplumsal Araştırmalar enstitüsünü New York'da Columbia Üniversitesinde yeniden kurdu. Sürgünde Adorno ve Horkheimer Otoriter Karakter Üzerine şümüllü bir araştırma üzerine çalıştı.
1950 yılında sürgünden sonra Adorno ve Horkheimer'in Goethe-Universität'e dönmesinden sonra, Frankfurt okulu 65'ler hareketi için büyük bir önem kazandı ve Alman akademik sosyolojisini Eleştirel kuramın doğrultusunda güçlü bir biçimde etkiledi. Frankfurt Toplumsal Araştırma enstitüsü Horkheimer'in yönetimi altında, disiplinler arası çalışan bir enstitü oldu, Kuramsal temel bir eleştiride emprik araştırmalar ile bağlantılar kuruldu. Eleştirel kuramın temsilcisi, herşeyin ötesinde Adorno, böyle bir katastrofinin felsefi düşünce, toplumsal eleştiri ve aklın rolü üzerinde etkisini inceleyen soruların peşindeydi. Horkheimer ve Adorno'nun ölümünden sonra, Jürgen Habermas ve Oskar Negt Frankfurt Okulu'nu temsil ediyordu. Onun eleştirel kuramı Adorno'nun ve horkheimer'in Älteren Kritischen Theorie'sine sınır koyarak daha yeni eleştirel kuramları ortaya koydu ve kendilerinden farkını gösterdi.
Frankfurt Okulu'nda dogmatik olmayan marksistler, Değer-eleştirisi yapan Kapitalizm eleştirmenleri toplanmışlardı, bunlardan ortaya çıkan ise, Marksist Ortodoks Komünist Partilerde sıklıkla Karl Marx'ın fikirlerinin sadece sınırlı bir seçkisi gözden geçirilmesi ve özellikle Felsefi imalar ve implikasyonlar gözardı edilmiştir. Birinci Dünya savaşı ve Uygar bir ulusta Nasyonel sosyalizmin yükselişinden sonra işçi Hareketinin devriminin başarısızlığının tarihsel arkaplanına karşı, Horkheimer ve Adorno Markx'ın düşüncelerini bu bağlamda incelemeye başladı, Sosyal ilişkilerin analizinin uygun olduğu bir kapsam ve dereceye kadar, Marx hayattayken üstesinden gelemediği sorunları incelediler.
Bununla birlikte, onlar diğer çağdaş bilimsel disiplinlerin ortaya koyduklarına geri dönmüşlerdir. Onlar için önemli olan Weber'in sosyolojisi ve Freud Psikanaliziydi ki, onlar Psikanalizi altyapı ve üstyapı [Basis und Überbau] arasındaki bir aracı olarak ele almışlardır. Kuramın eleştirel bileşenlerinin vurgulanması Pozitivizm, diyalektik materyalizm ve Fenomenoloji arasındaki sınırın aşılma çabasını ortaya koydu. Frankfurt Okulu bunun için Kant'ın eleştirel felsefesine ve onu devam ettiren Alman idealizmine geri döndü. Özellikle gerçekliğin içkin bir özelliği olarak Hegel'in değilleme ve çelişki vurgusu içeren Diyalektik Felsefesi önemliydi, Özellikle Marx'ın 1930'lu yıllarda ökonomisch-philosophischen Manuskripte ve onun Deutschen Ideologie isimli eserleri yayınlandığından beri, onun düşüncesinin Hegel ile olan devamlılığı ortaya kondu. Frankfurt Okulundan olan düşünürler Georg Lukács ile bağlantı kurmuştur.
Enstitü, insan öznesinin rasyonel eylemin olanağı ile ilişkisini kuran araştırma alanlarına temel bir katkıda bulundu, örneğin rasyonel eylem aracılığı ile toplum ve tarih üzerindeki kontrolü yeniden elde etmek için bunu yaptılar. Araştırmaların en temel ve ilk çekim merkezi Klasik Marksistler tarafından bir üstyapı unsuru ya da ideoloji olarak ele alınan sosyal fenomenlerin araştırmasını içeriyordu; bunlar Kişilik, Aile, Otorite yapıları (enstitünün ilk yayını otorite ve aile üzerine çalışmalar adını almıştır) ve Estetik ve Kitle iletişimiydi.
Çalışmalar Devrimci bilinçleri ortadan kaldıracak bir eleştrinin önkoşullarına, Kapitalizmin olanaklılığına kaygı ile bakmışlardır. Bununla ideoloji eleştirisi toplumsal iktidarın idamesine ya da sağlanmasına hizmet eden mekanizmalara yöneltilmiştir. Eleştirel Kuramın çekirdeği şöyle formüle edilir; ideoloji toplumsal yapıların temellerinden biridir.
Enstitü ve enstitünün autoritäre Persönlichkeit yazısının Sosyal bilimlere dikkate değer etkisi olmuştur (özellikle Amerikan sosyal bilimlerine). Bu yazıda, sosyolojik ve psikanalitik kategorilerin yardımıyla detaylı deneysel araştırmalar bireylerin kendilerin faşist hareketler ya da faşist partiler ile ilişkilendirmesini ya da bunları desteklemesine neden olan güçleri karakterize etmek için yürütmüşlerdir. Marksizmin kendisinin doğası yani temel özünün çözümlenmesi enstütünün ikinci bakış açısını belirlemiştir. Bu bağlam eleştirel teorinin kavrayışının kaynağıdır. Bu ifade onlara başka amaçlar da sağlamıştır.
ilkin kuram ya da teorinin geleneksel anlayışında bir gerilim yaşanmıştır, bu teori ki geniş ölçüde pozitivistik ya da bilimseldi. ikinci olarak, kısmi olarak politik kavramlar ile yüklü konotasyonlardan Marksizm'i yoksun bırakacak ifadelerin kullanımına izin vermişlerdir. Üçüncü olarak eleştirel kuram Kant'ın eleştirel felsefesi ile birleştirilmiş ve böylece "eleştirel" ifadesi bilimin belli bir tipince kullanılan ve bu eleştiri ile moral otonomi vurgusu arasındaki doğrudan ilişkiyi kuran ölçüt ya da standartların üzerine felsefi bir düşünüşe göndermede bulunuyordu.
Bir yandan dogmatik pozitivizm ve scientisizm ve öte yandan da dogmatik, bilimsel sosyalizm tarafından belirlenen Entellektüel bir bağlamda, eleştirel teori en azından felsefi eleştirel bir yaklaşım ile devrimci özneyi rehabilite etme olanağına ilişkin düşüşte olan bir eğilime göndermede bulunur. Kuram, devrimi yönetenlerin rolunü değerlendirmiş ve işçi sınıfının devrimci eylemine ilişkin umudu inşa etmiş görünmektedir. Hem Marksist-Leninist hem de Sosyal demokratik ortodoksi arkaplanına karşı, Marksizm'de yeni bir pozitif bilim tipi gördüler ve Frankfurtlular Marx tarafından ima edilen ve kendisini eleştiri olarak anlayan bilgi teorisine [Marx'ın Kritik der politischen Ökonomie altbaşlığı altında kullandığı anlamda] geri döndüler. Onlar şunu vurgulamışlardır; Marx'ın istediği, eleştirel bir analizin yeni bir tipinin yaratılmasıydı, ki kuram ve devrimci praksis'in birliğini yeni tip bir pozitif bilim kavramındadaki gibi benimseyen bir analiz tipiydi bu.
1960'lı yıllarda Jurgen Habermas bilgi teorisi tartışmasını Erkenntnis und Interesse isimli yazısında yeni bir düzleme yükseltti. Habermas kendi-üzerine-düşünme ve özgürleşmeye yönelim aracılığı ile klasik filolojiyi doğa bilimlerinin ilkelerinden ayıran ilke üzerine dayanan eleştirel bilgiyi tanımladı. Böylece Habermas daha önceki Frankfurt Okulu'nun arayışından vazgeçti. Frankfurt Okulu'nun eleştirel teorisinin ikinci aşaması iki eserde kristalize edilmiştir, 20. yüzyılın klasiklerinden olan; Horkheimer ve Adorno'nun Dialektik der Aufklärung ve Adorno'nun Minima Moralia'sıdır. Her iki eser Nasyonal sosyalizm zamanında Amerika'da yazarların sürgünleri esnasında ortaya çıkmıştır. Her iki eser Marxist analize sıkıcı sarılsa da, bu eserlerde eleştirel teorinin vurgusunun değiştiği göze çarpıyordu.
Kapitalizmin eleştirisinde, Marx'ın yaptığı gibi, doğaya hakim olunması [Naturbeherrschung] ve onun felsefi öncü düşünürlerinin bir eleştirisi gitgide artıyordu. Bu düşünme-biçimi sermaye ilişkileri ile çakışıyordu. Aydınlanmanın Diyalektiğinde Homeros'un Odyysseus'u burjuva bilincinin çözümlemesi için bir paradigmaydı. Horkheimer ve Adorno bu eserlerde son zamanlara kadar düşünceye hakim olan daha önce değinilmiş temaları çıkarmıştır. Böylece onlar doğaya hakim olunmasını, ekolojinin bir slogana dönüşmeden çok çok önce, kapitalist biçimde düzenlenmiş bilimlerin en temel özelliği olarak görmüştür. Aklın çözümlemesi bir adım daha ileriye taşınmış. Batı Uygarlığının akıl kavramı [Vernunftbegriff] içsel ve dışsal doğal güçleri insan öznelerin kontrolü altına almak isteyen teknik bir akılla iktidarın birleşip kaynaşması olarak görülmüştür. Bu süreçte özne kendi kendisini ortadan kaldırır [aufhebung], hiçbir toplumsal güç (Proleterya gibi) özneye özgürlüğü konusunda yardım edemez.
Ortaya çıktığı zamanda, gerçekliğin kendisi bir ideolojiye dönüşmüştür, bir yandan bireysel öznel deneyimin diyalektik antagonizmi [dialektischen Widersprüche] araştırılacak ve öte yandan da teorinin hakikati korunup desteklenecektir. Fakat Diyalektik iktidarın bir aracına dönüşecektir, çünkü o hakikatini teorinin kendisinden elde etmez, tarihsel süreçteki görevinden elde eder. Diyalektik kadirimutlak bir mutluluk ve özgürlüğe yönelmiş olarak kalmalıdır.
Bu görüşler temelinde, savaş sonrası periyotta Frankfurt okulunun pozisyonuna ilişkin sadece küçük bir adımdı, özellikle 1950'li yılların öncesinde 1960'lı yılların ortasında kadar bu geçerliydi. Soğuk savaş yıllarının koşulları altında gelişmiş endüstriyel bir toplumun yükselişiyle, Frankfurt Okulu'nun kuramcıları ekonomik ve tarihsel koşulların dikkate değer biçimde değişmiş olduğu, bastırma-mekanizmalarının [Unterdrückungsmechanismen] başka bir biçimde çalıştığı ve endüstriyel işçi hareketinin artık kapitalizmin aşılmasına ilişkin özne rolünü benimseyemeyeceğini ya da benimseyemediği sonucuna ulaşmışlardır. Bu ise Adorno'nun "Negativen Dialektik"inde yaptığı gibi Diyalektiğin bir değilleme yöntemi olarak kullanma girişimini beraberinde getirmiştir. Bu dönemde, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt'a -her ne kadar bir çok enstitüye yakın entelektüeller (Neumann ve Marcuse gibi Enstitü üyeleri) Amerika'da kalsalar da- sadece araştırmaları devam ettirmek için değil, aynı zamanda dikkate değer bir gücü toplumsal eğitim ve Almanya'nın demokratikleştirilmesi çabalarına dönüştürmek amacıyla geri dönmüşlerdir. Bu ise Enstitünün Kuramsal analizlerinin ve empirik araştırmalarının toplamının bilinçli bir sistematizasyonunu beraberinde getirmiştir. Fakat daha önemlisi ise Frankfurt okulu o zamandan itibaren aklın kaderinin yeni tarihsel periyotta kavranabileceği arayışındaydı.
Marcuse bunu kapitalizmde bilimsel methodun süregelen olanaklarıyla, çalışma sürecinin yapısal değişimlerinin analizi aracılığı ile yapar, Horkheimer ve Adorno ise Eleştirel Kuramın temellerinin yenilenmiş düşünüşü üzerine yoğunlaşırlar. Bu çabalar Adorno'nun Negatif Diyalektik'inde, bir çağ için yeniden tanımlanan bir diyalektik, sistematize edilmiş olarak yayınlanmışlardır. Negatif diyalektik eleştirel düşünce fikrini iktidar aygıtının ifade edemediği bir biçimde dile getirdi.
Bu özneye ilişkin nesnenin tüketilme/yiyip bitirilme girişimi yani bir "Identität" mücadelesi olacaktır, Böylece Düşünce iktidarın bir suç ortaklığına dönüşür.Negatif Diyalektik eleştirinin merkezi olarak bireysel özneler geleneğinin sonunun ifadesidir. Özerk bir birey kavramının liberal&kapitalist ve toplumsal temelinin çöküşü ile, bu kavram üzerine dayanan Negatif Diyalektik, belirsiz hale gelmiştir. Böylece, Frankfurt OkuluInun bir sonraki, yani şuan mevcut olan aşamasını hazırlanmıştır. Bu aşama Habermas'ın iletişim kuramı ile karakterize edilir ve Enstitünün dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.
eleştirel Kuram'ın tanımı Marx Horkheimer'in 1937' yılında Traditionelle und kritische Theorie isimli programatik makalesinin başlığına kadar gider. Bu okulun şaheseri Horkheimer ve Adorno tarafından 1944-1947 yılları arasında birlikte yazdıkları Dialektik der Aufklärung kitap kabul edilir. Frankfurt Okulu Frankfurt'daki Johann Wolfgang Goethe-Universitesi Institut für Sozialforschung'nden ortaya çıkmış, 1924'de Mäzens Felix Weil'in emekleri ile üniversite enstitüsü kurulmuş ve ilk yılında Carl Grünberg tarafından yönetilmiştir.
Max Horkheimer'in yönetiminde 1932 yılında Zeitschrift für Sozialforschung enstitünün temel kuramsal organı olarak ortaya çıkmıştır. Bu dergide, Enstitü üyeleri ve bu harekete sempati duyan entelektüeller ve batı marksizminin ortodoks olmayan biçimi altında, dünya çapında bir önem kazanan toplumsal eleştirel bir kurama ilişkin bir temeli formüle etmiş ve tartışmışlardır; Enstitü üyeleri arasında Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Leo Löwenthal, Franz Neumann, Otto Kirchheimer ve Friedrich Pollock bulunmaktadır. Ayrıca Walter Benjamin, emigrasyon yılları zamanında, enstitü tarafından finansal olarak desteklenmiş ve önemli bir katkı sağlamıştır.
Enstitü 1933 yılında Nasyonal sosyalistler tarafından zorla kapatılmıştır ve üyeler ise Almanya'yı terk etmeye karar vermiştir. Nasyonal sosyalistler tarafından tehdit edilenler daha önceden de bilindiğinden, daha 1931 yılında vakfın tüm varlığını Hollanda'ya transfer etmiş ve Cenevre'de iki şube kurmuştur. Horkheimer toplumsal Araştırmalar enstitüsünü New York'da Columbia Üniversitesinde yeniden kurdu. Sürgünde Adorno ve Horkheimer Otoriter Karakter Üzerine şümüllü bir araştırma üzerine çalıştı.
1950 yılında sürgünden sonra Adorno ve Horkheimer'in Goethe-Universität'e dönmesinden sonra, Frankfurt okulu 65'ler hareketi için büyük bir önem kazandı ve Alman akademik sosyolojisini Eleştirel kuramın doğrultusunda güçlü bir biçimde etkiledi. Frankfurt Toplumsal Araştırma enstitüsü Horkheimer'in yönetimi altında, disiplinler arası çalışan bir enstitü oldu, Kuramsal temel bir eleştiride emprik araştırmalar ile bağlantılar kuruldu. Eleştirel kuramın temsilcisi, herşeyin ötesinde Adorno, böyle bir katastrofinin felsefi düşünce, toplumsal eleştiri ve aklın rolü üzerinde etkisini inceleyen soruların peşindeydi. Horkheimer ve Adorno'nun ölümünden sonra, Jürgen Habermas ve Oskar Negt Frankfurt Okulu'nu temsil ediyordu. Onun eleştirel kuramı Adorno'nun ve horkheimer'in Älteren Kritischen Theorie'sine sınır koyarak daha yeni eleştirel kuramları ortaya koydu ve kendilerinden farkını gösterdi.
Frankfurt Okulu'nda dogmatik olmayan marksistler, Değer-eleştirisi yapan Kapitalizm eleştirmenleri toplanmışlardı, bunlardan ortaya çıkan ise, Marksist Ortodoks Komünist Partilerde sıklıkla Karl Marx'ın fikirlerinin sadece sınırlı bir seçkisi gözden geçirilmesi ve özellikle Felsefi imalar ve implikasyonlar gözardı edilmiştir. Birinci Dünya savaşı ve Uygar bir ulusta Nasyonel sosyalizmin yükselişinden sonra işçi Hareketinin devriminin başarısızlığının tarihsel arkaplanına karşı, Horkheimer ve Adorno Markx'ın düşüncelerini bu bağlamda incelemeye başladı, Sosyal ilişkilerin analizinin uygun olduğu bir kapsam ve dereceye kadar, Marx hayattayken üstesinden gelemediği sorunları incelediler.
Bununla birlikte, onlar diğer çağdaş bilimsel disiplinlerin ortaya koyduklarına geri dönmüşlerdir. Onlar için önemli olan Weber'in sosyolojisi ve Freud Psikanaliziydi ki, onlar Psikanalizi altyapı ve üstyapı [Basis und Überbau] arasındaki bir aracı olarak ele almışlardır. Kuramın eleştirel bileşenlerinin vurgulanması Pozitivizm, diyalektik materyalizm ve Fenomenoloji arasındaki sınırın aşılma çabasını ortaya koydu. Frankfurt Okulu bunun için Kant'ın eleştirel felsefesine ve onu devam ettiren Alman idealizmine geri döndü. Özellikle gerçekliğin içkin bir özelliği olarak Hegel'in değilleme ve çelişki vurgusu içeren Diyalektik Felsefesi önemliydi, Özellikle Marx'ın 1930'lu yıllarda ökonomisch-philosophischen Manuskripte ve onun Deutschen Ideologie isimli eserleri yayınlandığından beri, onun düşüncesinin Hegel ile olan devamlılığı ortaya kondu. Frankfurt Okulundan olan düşünürler Georg Lukács ile bağlantı kurmuştur.
Enstitü, insan öznesinin rasyonel eylemin olanağı ile ilişkisini kuran araştırma alanlarına temel bir katkıda bulundu, örneğin rasyonel eylem aracılığı ile toplum ve tarih üzerindeki kontrolü yeniden elde etmek için bunu yaptılar. Araştırmaların en temel ve ilk çekim merkezi Klasik Marksistler tarafından bir üstyapı unsuru ya da ideoloji olarak ele alınan sosyal fenomenlerin araştırmasını içeriyordu; bunlar Kişilik, Aile, Otorite yapıları (enstitünün ilk yayını otorite ve aile üzerine çalışmalar adını almıştır) ve Estetik ve Kitle iletişimiydi.
Çalışmalar Devrimci bilinçleri ortadan kaldıracak bir eleştrinin önkoşullarına, Kapitalizmin olanaklılığına kaygı ile bakmışlardır. Bununla ideoloji eleştirisi toplumsal iktidarın idamesine ya da sağlanmasına hizmet eden mekanizmalara yöneltilmiştir. Eleştirel Kuramın çekirdeği şöyle formüle edilir; ideoloji toplumsal yapıların temellerinden biridir.
Enstitü ve enstitünün autoritäre Persönlichkeit yazısının Sosyal bilimlere dikkate değer etkisi olmuştur (özellikle Amerikan sosyal bilimlerine). Bu yazıda, sosyolojik ve psikanalitik kategorilerin yardımıyla detaylı deneysel araştırmalar bireylerin kendilerin faşist hareketler ya da faşist partiler ile ilişkilendirmesini ya da bunları desteklemesine neden olan güçleri karakterize etmek için yürütmüşlerdir. Marksizmin kendisinin doğası yani temel özünün çözümlenmesi enstütünün ikinci bakış açısını belirlemiştir. Bu bağlam eleştirel teorinin kavrayışının kaynağıdır. Bu ifade onlara başka amaçlar da sağlamıştır.
ilkin kuram ya da teorinin geleneksel anlayışında bir gerilim yaşanmıştır, bu teori ki geniş ölçüde pozitivistik ya da bilimseldi. ikinci olarak, kısmi olarak politik kavramlar ile yüklü konotasyonlardan Marksizm'i yoksun bırakacak ifadelerin kullanımına izin vermişlerdir. Üçüncü olarak eleştirel kuram Kant'ın eleştirel felsefesi ile birleştirilmiş ve böylece "eleştirel" ifadesi bilimin belli bir tipince kullanılan ve bu eleştiri ile moral otonomi vurgusu arasındaki doğrudan ilişkiyi kuran ölçüt ya da standartların üzerine felsefi bir düşünüşe göndermede bulunuyordu.
Bir yandan dogmatik pozitivizm ve scientisizm ve öte yandan da dogmatik, bilimsel sosyalizm tarafından belirlenen Entellektüel bir bağlamda, eleştirel teori en azından felsefi eleştirel bir yaklaşım ile devrimci özneyi rehabilite etme olanağına ilişkin düşüşte olan bir eğilime göndermede bulunur. Kuram, devrimi yönetenlerin rolunü değerlendirmiş ve işçi sınıfının devrimci eylemine ilişkin umudu inşa etmiş görünmektedir. Hem Marksist-Leninist hem de Sosyal demokratik ortodoksi arkaplanına karşı, Marksizm'de yeni bir pozitif bilim tipi gördüler ve Frankfurtlular Marx tarafından ima edilen ve kendisini eleştiri olarak anlayan bilgi teorisine [Marx'ın Kritik der politischen Ökonomie altbaşlığı altında kullandığı anlamda] geri döndüler. Onlar şunu vurgulamışlardır; Marx'ın istediği, eleştirel bir analizin yeni bir tipinin yaratılmasıydı, ki kuram ve devrimci praksis'in birliğini yeni tip bir pozitif bilim kavramındadaki gibi benimseyen bir analiz tipiydi bu.
1960'lı yıllarda Jurgen Habermas bilgi teorisi tartışmasını Erkenntnis und Interesse isimli yazısında yeni bir düzleme yükseltti. Habermas kendi-üzerine-düşünme ve özgürleşmeye yönelim aracılığı ile klasik filolojiyi doğa bilimlerinin ilkelerinden ayıran ilke üzerine dayanan eleştirel bilgiyi tanımladı. Böylece Habermas daha önceki Frankfurt Okulu'nun arayışından vazgeçti. Frankfurt Okulu'nun eleştirel teorisinin ikinci aşaması iki eserde kristalize edilmiştir, 20. yüzyılın klasiklerinden olan; Horkheimer ve Adorno'nun Dialektik der Aufklärung ve Adorno'nun Minima Moralia'sıdır. Her iki eser Nasyonal sosyalizm zamanında Amerika'da yazarların sürgünleri esnasında ortaya çıkmıştır. Her iki eser Marxist analize sıkıcı sarılsa da, bu eserlerde eleştirel teorinin vurgusunun değiştiği göze çarpıyordu.
Kapitalizmin eleştirisinde, Marx'ın yaptığı gibi, doğaya hakim olunması [Naturbeherrschung] ve onun felsefi öncü düşünürlerinin bir eleştirisi gitgide artıyordu. Bu düşünme-biçimi sermaye ilişkileri ile çakışıyordu. Aydınlanmanın Diyalektiğinde Homeros'un Odyysseus'u burjuva bilincinin çözümlemesi için bir paradigmaydı. Horkheimer ve Adorno bu eserlerde son zamanlara kadar düşünceye hakim olan daha önce değinilmiş temaları çıkarmıştır. Böylece onlar doğaya hakim olunmasını, ekolojinin bir slogana dönüşmeden çok çok önce, kapitalist biçimde düzenlenmiş bilimlerin en temel özelliği olarak görmüştür. Aklın çözümlemesi bir adım daha ileriye taşınmış. Batı Uygarlığının akıl kavramı [Vernunftbegriff] içsel ve dışsal doğal güçleri insan öznelerin kontrolü altına almak isteyen teknik bir akılla iktidarın birleşip kaynaşması olarak görülmüştür. Bu süreçte özne kendi kendisini ortadan kaldırır [aufhebung], hiçbir toplumsal güç (Proleterya gibi) özneye özgürlüğü konusunda yardım edemez.
Ortaya çıktığı zamanda, gerçekliğin kendisi bir ideolojiye dönüşmüştür, bir yandan bireysel öznel deneyimin diyalektik antagonizmi [dialektischen Widersprüche] araştırılacak ve öte yandan da teorinin hakikati korunup desteklenecektir. Fakat Diyalektik iktidarın bir aracına dönüşecektir, çünkü o hakikatini teorinin kendisinden elde etmez, tarihsel süreçteki görevinden elde eder. Diyalektik kadirimutlak bir mutluluk ve özgürlüğe yönelmiş olarak kalmalıdır.
Bu görüşler temelinde, savaş sonrası periyotta Frankfurt okulunun pozisyonuna ilişkin sadece küçük bir adımdı, özellikle 1950'li yılların öncesinde 1960'lı yılların ortasında kadar bu geçerliydi. Soğuk savaş yıllarının koşulları altında gelişmiş endüstriyel bir toplumun yükselişiyle, Frankfurt Okulu'nun kuramcıları ekonomik ve tarihsel koşulların dikkate değer biçimde değişmiş olduğu, bastırma-mekanizmalarının [Unterdrückungsmechanismen] başka bir biçimde çalıştığı ve endüstriyel işçi hareketinin artık kapitalizmin aşılmasına ilişkin özne rolünü benimseyemeyeceğini ya da benimseyemediği sonucuna ulaşmışlardır. Bu ise Adorno'nun "Negativen Dialektik"inde yaptığı gibi Diyalektiğin bir değilleme yöntemi olarak kullanma girişimini beraberinde getirmiştir. Bu dönemde, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt'a -her ne kadar bir çok enstitüye yakın entelektüeller (Neumann ve Marcuse gibi Enstitü üyeleri) Amerika'da kalsalar da- sadece araştırmaları devam ettirmek için değil, aynı zamanda dikkate değer bir gücü toplumsal eğitim ve Almanya'nın demokratikleştirilmesi çabalarına dönüştürmek amacıyla geri dönmüşlerdir. Bu ise Enstitünün Kuramsal analizlerinin ve empirik araştırmalarının toplamının bilinçli bir sistematizasyonunu beraberinde getirmiştir. Fakat daha önemlisi ise Frankfurt okulu o zamandan itibaren aklın kaderinin yeni tarihsel periyotta kavranabileceği arayışındaydı.
Marcuse bunu kapitalizmde bilimsel methodun süregelen olanaklarıyla, çalışma sürecinin yapısal değişimlerinin analizi aracılığı ile yapar, Horkheimer ve Adorno ise Eleştirel Kuramın temellerinin yenilenmiş düşünüşü üzerine yoğunlaşırlar. Bu çabalar Adorno'nun Negatif Diyalektik'inde, bir çağ için yeniden tanımlanan bir diyalektik, sistematize edilmiş olarak yayınlanmışlardır. Negatif diyalektik eleştirel düşünce fikrini iktidar aygıtının ifade edemediği bir biçimde dile getirdi.
Bu özneye ilişkin nesnenin tüketilme/yiyip bitirilme girişimi yani bir "Identität" mücadelesi olacaktır, Böylece Düşünce iktidarın bir suç ortaklığına dönüşür.Negatif Diyalektik eleştirinin merkezi olarak bireysel özneler geleneğinin sonunun ifadesidir. Özerk bir birey kavramının liberal&kapitalist ve toplumsal temelinin çöküşü ile, bu kavram üzerine dayanan Negatif Diyalektik, belirsiz hale gelmiştir. Böylece, Frankfurt OkuluInun bir sonraki, yani şuan mevcut olan aşamasını hazırlanmıştır. Bu aşama Habermas'ın iletişim kuramı ile karakterize edilir ve Enstitünün dönüm noktası olarak kabul edilmektedir.
Psikiyatra gidin ama ilaç yazma makinelerine gitmeyin [Psikotik bir rahatsızlığınız varsa herhalükarda bir psikiyatra gitmelisiniz]. Yalandan soru sorup da her depresyona seratonin dayayan kişilerden uzak durun. Mümkünse psikoterapi yapa-bilen bir psikiyatra gidin.