bugün

entry'ler (107)

dersim isyanı

Tren vagonlarında sıkısmıs bedenleriz, zor nefes alabiliyoruz ust uste onlarca kişiyiz ve karanlık.. Yemeğimiz ve en onemlisi içeçeğimiz bir sudan bile mahrumuz. Vagon deliklerinden sırasıyla nefes alabilmek için dudaklarımızı dayayıp biraz olsun rahatlayabiliyoruz.. Çoçuklarda var aramızda olabildiğince onları ustumuzde tutarak daha rahat nefes alabilmelerini sağlıyoruz, bazende kimimiz alta kimimiz uste gecerek karanlık demirden bir tabut olan bu vagonda yasamak için mucadele ediyoruz.
Gunler surecek bir yolculukmus... Biz nereden bilelim.. Onlarca kisi olarak bir yola cıktık ve coğumuz bir vagon karanlığında öldük.. Kardesimle aynı vagondaydık ve o demir tabutta onu da bırakmak zorunda kaldım.. On yasında bir cocuktu yiyeceksizlik, susuzluk ve havasızlık celimsiz bedenini iyice yorgun dusurup bitirmisti. Son anlarında biraz destek olmaya calıstım lanet ki lanet ne yapabilirdim yasaması için etimi koparıp bitap bedenine yedirsem ne fayda...
Tren bir yerde durdu ve aksam soğugunda ayaklarımı istasyonun tas zeminine dokundurduğum anda bende bitmistim.. Oracıkta bayılmısım.. Kardesimi ne yaptılar cenazesini ne ettiler hiç bir fikrim yok zaten yasayana saygısı olmayanlardan bir cenaze merasimi beklemiyordum.. O kadar caresiz bırakmıslar ki bizleri kendi halimden bile vazgecmistim sanki dunya gozumden akıyordu bir an once olsemde kurtulsam diyordum luzumsuz bu konukluktan..

Dedem bu konusmaların kaydından yakın bir sure sonra kurtuldu dunyadaki luzumsuz konukluğundan..26 yasında bir surgun cocuğu olarak cıktığı yolculugunda hep bir surgun olarak oradan oraya dolasıp durdu. Asla bir sehirde bir ulkede yerlesik bir yasam surdüremedi. Belki de kimselerin bilemediği aklının koyunde yasıyordu ve zaman takvimi belki de hep 38 olarak duruyordu. Nerede oldugunun kim oldugunun bir onemi yoktu katliamda eşini, cocuklarını, annesini, babasını kardeşlerini, akrabalarını yitirmis birisi olarak dunya'ya guvenilmemesi gerektiğini bilecek kadar tırmalanmıstı...

Dersim Katliamı uzerine son gunlerde genis tartısmalarla yurutulen siyasetin labirentlerinde istediğiniz kadar derin tahliler yapın, tezler olusturun bu bitimsiz oykuler aramızda akıp durdukca sizin siyasetinizden daha genis manevralar yaratarak kendisini uretir durur. Bu hikayeler kusaklar boyu anlatıp gidecektir dedemden bana gecen bu ağırlık bana dokunup etrafıma hale hale yayılacaktır. Siyasetin rengi değişir yolu baskılasabilir oysa bu oykuler yurege hep aynı renkle yolla sıkısıp kalır..

Siz doğmadan sizin uzerine yazılmıs bir kaderin susmayan yankılarını kendi govdenizde tasıyarak sıradan, olagan bir gunun içerisine tasınıp durabilirmisiniz.
Kendi koklerinizde ağıtlar uguldayıp duruyorken, mezarsız olulerinizle doluyken gectiğiniz tarihiniz ve kor değilseniz ve oyulmamıssa içinizin yas derisi kalb atıslarınızdan, nabız vuruslarınızdan daha onem arz eden bir boslugunuz carpıp durmaktadır bedeninizde..
işte o bedeni gun içerisinde milyonlarcamız oradan oraya tasıyıp durmaktayız... Bizimle beraber ilerleyen tarihin yureginden seslenip yankılar bulmaya calısıyoruz. Belki kirliyiz, belki kotuyuz.. Ama işte bir vahset gunlugunden geliyoruz..

O gunlugun satır aralarında kayıp edilmeye calısılan tarihimizin mağralarına ciziyoruz ruhumuzun korkularını.
Benim topraklarımın sesinden bir damar içimde kanımı dolastıran.. Bir ses, bir ağıt, bir haykırıs.. ben kendi olulerimi arıyorum.Kendi olumlerimden bir yıkıntılar enkazında kendi topragımı kazıyorum.

Hiç bir siyasetin susturamayacağı ağrılar içinde kıvranıyorum, kimse de merak etmesin anamda ağlıyor, bende ağlıyorum, cocugumda ağlayacak... suyun aksi bas donduren sabah aydınlığı ile yol almazsa kimsede merak etmesin
bu topraklarda haykırısın, feryadların kara lanetli bulutları ovalarınızı bırakmaz... O urpertici siyasetin guvenli tasları kırılır bir gun ve merak etme benim ağladığım bir cağda sende yalnızlık yontarsın.. Nasıl olsa dersim orada ve bilin ki tarih içine kıvranmıs cocukları ağlamaya alısık ama gozyaslarını gucsuzluk duskunluğu sayan kendi ağlayacak tarihi bile bulamayanlara inat daha gur ve dik alnını yaslıyor katliamda yitirilmis cocuklarının aşkına....

luke skywalker

Kendisi hpg adına yapılan basın acıklamasını sozluk sayfalarına taşıyıp, hatta bu basın açıklaması üzerinde kendince oynayarak orgut bildirisi hazırlayacak kadar uclara gitmişken biz direkt olarak yasal bir linki kaynak göstererek bilerek yaptığı carpıtmaları afişe etmişiz.
Buna rağmen, kendisini malum herkesin bildiği o vatansevmelere gark ederken bize serefsizlik payesini biçmiş..
Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki yalanlarla, karalamalarla, carpıtmalarla, kirli bir siyaset dili ile layık olunacak vatandan daha önemli olan o vatanın en asgari duzeyde beklediği temiz tine sahip olabilmektir.

luke skywalker

(#2878610 )entry sinde uğur kaymaz davasına sahip çıkmaya çalışanları pkk sempatizanlığı yapan şerefsizler olarak yaftalarken açık bir manipulasyon yaparak tam metni aşağıda olan açıklamayı kendi istediği şekile sokan yazar kişimizdir. ( bu metnin neresinde gerilla lideri, komutanımız yazmaktadır bir zahmet gosterirse seviniriz)

--spoiler--
http://istanbul.indymedia.org/news/2005/11/79201.php
--spoiler--

vas

busun işte, bu hayatta kime kızabilirsin ki.. yollara adanmış çıplak bir ömründen başka neyin var. bu kadarsın işte. tum yaşanmışlıkların özeti bu.. sabahtan akşama aklından hayaller gecen avanak bir düşperest herkese tutunacak kadar afil bir özetsin işte.

sonsuz sayıklamalarına boğuldun yine, fakat sende biliyorsun ki elinden gelen sadece bu.. sadece kendi ömrüne gömülmüş sığınaksın. kimsenin umursadığı da yok gece tıkırtılarıyla böldugun sessizliği. senden çıksa çıksa belki bir halit ayarcı çıkar. o bile olamazsın baksana saatlerin hep yollara ayarlı..

dusbaz avanak bilmiyormusun rodin bir iç sestir, sadece kendini yonttu. hem ne farkı var senin duşlerinin onun heykellerinden, sende duşlerini onun heykelleri gibi sabah alacasına kadar kırbaçlayıp '' konuşun benimle, konuşun benimle'' diyerek kendi sesinde susmuyormusun. sızmış bedenini sadece öğle içerisinde su ile aynalara tutmuyormusun.. mutsuzsun işte, kabul et mutsuzsun.. seni aynalarla buluşturan yuzunde bunu haykırmıyor mu?
bunları düşünmek çıldırtıyor mu seni o zaman kendi kabuğuna gömül.. ve sus..

ve sessiz ol.. birazdan vas müziğe oturacak.. gecenin kötülcül ruhlarına santur mumu ışıltacak. seni silik bir bedenle derin kuyulara bırakacak. korkma kırgın, mahcup, öfkeli düşlerin o kuyularda akdeniz tuzuna yatacak. dunyanın gogu çekip gidecek o kuyu diplerinden kendi aşk tarihinin siluetleri kaplayacak gögü.. bakışlarına sarmalandığın hayatların iç delirtici ağırlığına aldanma santurun içinde kayıp gidecek herbiri.

sen o muziğin içinde kendi yazgına itiraflar arayacaksın. çoğu zaman görmezden geldiğin hırslarını ölceceksin. hızlı akışkanlıkla yorduğun anlarını dinginleştirmeyi düşüneceksin. onara onara yama tutmaz hislerini yeni bir hislikle ters yuz edeceksin. buyudugunu dusuneceksin, bir daha düşmemeyi öğreneceksin boyundan buyuk duygulara. sayıklamalar mı, onları keseceksin sadece sessizlik, kristal acılarını da kır at.. kutsal tuttuğun acılardan vazgecince daha iyi anlayacaksın savrulan ömrunu...

vas bunları soyleyecek yinede sen dinlemeyeceksin.. hey beni duyuyormusun.. bak yine dalmışsın.. allah bilir yine kendi düşlerini kırbacladın.. öğle içinde bir ayna yine sana fısıldayacak '' mutsuzsun işte, mutsuzsun''

ve sen yine bir yol haritası koyacaksın önune.. ne diyeyim ki sana, hala bekliyorsun ki annen gelsin ve öpsün şakaklarından...

vas mı dedin... onlarda yoruldu......

a benim kuyulara girmeye korkan arkadaşım, öğretmediler mi sana duvarlar çift yonlu eskir!...

mahir çayan

kan biriktiren atlaslarda
sessizliğin oyunu kör oyuncularla oynanır

annemin rahmini delen babamın
hastane odasında inlemeleri
buna en iyi sahittir
sessizce ölüme akıyor yasamı
bilen tum gözler bilmemezcesine kör

jiletle kazıdıgı vucudunda iki cumle
ilk hece acı
ikincisi mahir

yakısıklı bir bedene kunye imi..

daha guzeli deniz olabilirdi..

ne kadar kör -elmistir
vicdanı merhametle aynı tutan
bazıları bundan da muaf
çokça zırhlı bir iç giysi içlerinde
öldürdukleri çetele
not sayfalarına

yakısıklı bir beden ölüm imi

daha çirkini cellat olabilirdi.

ll

72,73,74,75......2007
35 mart...
tarihin ayracında
sokulu, kıvranıp soluyor
buz kıragı bir esmer
çingene lir çalıyor
safak sökümü
kan teatraline kurban adayan cellat
tezek,küf kokan seherde
ölüm serüveninde

bir sucum yok demek
bir sucum yok demek

çokça sucum demek,
çokça sucluyum demek
saflık ancak sözde durursa tehlikesiz
yuzu çıkarılmıs vicdan her gundogumunda
öldürülmeli......

benim zihnimin adına ezilmeli
benim vicdanım adına düzülmeli

götürün olum çatlagı ayalarınızı
yine de
teker teker teshir edecegim

lll

1,2,3,4.....10
30 mart...
ölü beden sergisi
kuratör:sahibiniz

kızıldereye davetlisiniz....

ve
ilan....

çürüyen ve çürüdükçe fosillesen 35 senelik
bir halk vicdanı teshir edilecek müze arıyor......

ilgilenlere duyurulur

sözde ermeni soykırımı

George Romero'nun, senaryosu stephen king'e ait creepshow filminde bir aile, babalarının ölüm yıldönumunde onu anmak üzere yemek masası başında toplanır. Yıllar önce, kız kardes, adamın doğum gunu kutlaması sırasında durmadan tekrar ettiği ''baba pastasını istiyor!'' talebine karşılık kafasına vurarak onu öldurmuştur. birdenbire, evin arkasındaki aile mezarlığından garip sesler duyulmaya başlar, olu baba mezarından çıkar, cani kızkardeşi öldürür, karısının kafasını kesip bir tepsiye koyar, kremayla kaplar, mumlarla susler ve memnuniyetle, ''baba pastasını aldı!'' diye mırıldanır.

Populer kültür edebiyatında ve sinemasında creepshow filmindeki gibi onlarca geriye dönen olulerle karşılaşabiliriz. her geri donuş bir talebi yerine getirdikten sonra tamamlanabilmektedir. oluler çoğu zaman birer simgesel borcu odettikten sonra mezarlıklarına çekilmektedirler. yaşayanları tehdit eden bu olum fantezilerinde, oluler niye geri dönmektedirler. bu soruya zizek, lacana yaslanarak net bir cevap vermektedir ''usulunce gömülmedikleri için, yani cenaze törenlerinde bir şeyler yanlış gittiği için''

holokosotun ölüleri ve ermeni tehcirine maruz kalmış ölülerin yirmibirinci yuzyılda bile sık sık bizi ziyaret etmesi tam olarak böyle bir trajedi ile acıklanabilir. insanlığın toplumsal travmasına yerleştiremediğimiz bu olumleri, tum boyutları ve ölçüleri ile kabul edemediğimiz sürece geri döneceklerdir. ideoloji içi sıkışmış, birer ceset olarak değerlendirdiğimiz ölümleri, gunluk siyasetin birer nesnesi kılarak kaba düşüncenin merkezine koymak o olülerin talep ettiği tanıklık değildir.

Trajedi yuklu olsun veya olmasın her ölünün olumsal anlamda bırakacağı iz, kendi sınırlarımız içerisinde onunla serbest cağrışım diyebileceğimiz bir alışverişe gecebilmemizdir. bir ölünun maruz kaldığı sonsuz tıkanmışlık, o olume bakan bir canlıda da buyuyebilmektedir. tersine cevirme olarak okuyabileceğimiz ölüm ve canlı ilişkisi bir aynıda nabız atışını keşfederek onun derinliği üzerinden kendi benini sorgulamaktır.

holokosotun, ermeni tehcirinin, gulagın yada siyasi literaturunuzun öne alınmış diğer ölümlerinin öznesi olarak hissetmek o olulerle yakınlaştığınız anlamı taşımıyordur. çokça o olumlere uzulebiliyor bir diğer boyutuyla onu kavrayabiliyorsunuzdur. ama bu o oluleri asla anlayıyorsunuz demek değildir. tum insanlık trajedisinde yer eden olumlerin hala bizim tarafımızdan anlaşılmayan en guclu butunluğude böyle bir bakış acısına sahip olmamamızdır. kendi ölümlerimize sahip çıkarken, onlarla etkileşime gecerken, onlara dokunarak kendi iktidarımızın meşru huviyetini sağlamlaştırıyoruz.

holokosot da yitirilen milyonlarca yahudi, bugun bile israilin stratejik dayanak noktası. kendi olulerini yuzyıllardır tasarladıkları devlet aygıtına enkaz edebilecek kadar, o olumlerin uzağında saf tutuyorlar. israile bağlı her vatandaş mutlak anlamda o olulerin ağır yasını hala içlerinde barındırıyordur. o olümlerin israil dışındaki herkese anlattığından daha farklı bir anlamı olduğu onlar için mutlaktır. fakat holokosot da soykırıma tutulan milyonlarca yahudinin bizdeki yansıması neresinden yaklaşılırsa yaklaşılsın saf haliyle ''üzüntüdür''. israil'e inanmış milyonlarca yahudi bu uzuntunun yanına ağır bir öfkeyi de hiç yadsımadan koyabilmektedir. ona o olulerin anlattığı tek bir şey varolduğuna inanmaktadır; ''sende bu trajediye'' ugrayabilirsin. kendi trajedisinin önune gecebilmek, yıkılmalardan kurtulabilmek için diğer bir halkı trajedi içerisinde tutabilmektedir. holokosotun olulerini anlayabilmiş bir israil o olulerle gercek bir butunsellik sergileyebilmiş bir israilli tamda yaratılabilecek trajedilerin onune gecebilmeyi tezahur ederdi. o olulerin yaşadığı trajedi tumuyle kendini mağlup ve yenilmiş hisseden bir ulusun kendi olumlerini anlayabilmesinden uzak olmasındandı.

bir değişik acısıyla ermeni tehciri de o trajediyi anlayamayanların etki alanlarında çürümektedir. gittikçe kendi varlık alanını öluleri ile kurmaya çalışan ermenistan adeta dehşeti onaylayan zemini işgal etmektedir. trajedisini her alanda bir iktidar dayatma biçimi olarak içselleştirmesi onun trajedisine bakışını da belirginleştirmektedir. azerbaycanla yaşadığı çatışmalarda, azeri halkına dayattığı ağır yıkım ve katliamlar trajedisini öfke ile nasıl başat hale getirdiğini ifade eder!

yaşanan tehcirin insanlığın toplumsal hafızasına sokulması ancak bu olulerden iktidar araklayan zihinden soyutlanması ile başlayabilir. aşkın ve sadistce bir ruhun anadolu coğrafyasında yarattığı yıkım yine bu coğrafyanın o oluleri siyasete yedirmeyen gercekliği ile oluşturulacaktır. 90.000 askeri ve ermeniler üzerindeki tehciri, sadece bu ruhun hizmetinde harcayan zihniyet, toplumsal alan bulunduğunda mutlaka bir zemine oturtulacaktır.
olumlere çıkarımsızlıktan uzak yaklaşan bir butunselliğin sağlayabileceği mutabakat ancak, o olulerin arzuladığı istenctir.

nesne olarak olulerden bir halk birlikteliliği orgutlemeye çalışmak, evrenselleştirilmiş tümden şüphecilik yaratmak, kendi trajedini meşrudiyet aracı kılmak o olülerin yitim armonisini duyamamaktır. böyle bir armoninin içerisinde yitirilmiş milyonlarca beden yeni kayıp ve katliamların tinselliğini oluşturabilir..

21 yy'a sızabilmiş tum o trajedilerin hala tum insanlığa dönuk bir yuzlerinin olması, çokça o olumleri anlayamayan kendi uluslarının eseridir. sık sık mezarlıklarından çıkıp geri donen bu oluleri, usulune göre once kendi ulusları gömmeyi ödev edinmeliler. kendi trajedisini dayatan her iktidar mutlak anlamda onu karşılayabilecek farklı bir trajedi ile sınanmış bir iktidar alanını karşısında bulabilir. belki de sırf bu yuzden herkes kendi trajedisine dönüp defalarca baksın ve trajedilerinin keyfini çıkarsın onlarla bu an gibi bir özdeşlikten çok daha makuldur.

helin

ali söyluyor ''gewre boze rindike''

o soyledikçe huzunler bir ag gibi geriliyor ruhun katmanları üzerine. yıllar boyunca çokça mahcup yaşadığımız acımız deşifre oluyor o söyledikce.. heline dokunan her hayat hala 94 soğuğunda üşüyor..

kürtcenin yeni yeni serbest bırakılmasının ardına gelen zaman, istanbul mkm de bir avuc insanla yıllardır yasaklanan bir dile buyuk özverilerle hayat vermeye çalışandı. her alanda geri bırakılmış bu dili yeniden yaşama salabilmek, insanların sadece gizli odalarında kalmış öykuleri, müzikleri, edebiyatı bulup biraraya getirebilmek için yola çıkandı.

helin bu yolda ille de kürtce bercht diyen bir sesti, mkm tiyatrosunun kurucularındandı..

bir ankara-istanbul otobusune pkk nın koyduğu bomba sonrası yaşamını yitirendi...

iki tip trajedi veriyor ya oz...

biri shekespeare diğeri cehov.

shekespeare de, perde kapanırken bir dizi ceset ve kan kalır
cehov da ise herkes sağdır, ama hayatta kalmanın faturası ağırdır. sağ kalanlar mutsuz ve kalpler kırıktır.

helin, cehov trajedisini içimize saklayandı.

helin benim en guzel ablamdı.

o helin başak kanat tı....

kürt sorununa çözüm önerileri

asıl ürkütücü olan ve bizi gerilimde tutan başımıza düşecek olan kaya değildir, o kayanın düşmesini bilmemizdir diye yazmış Dostoyevski. Gercektende başımızda asılı kayanın üstümüze düşmesi ile çektiğimiz sıkıntı aslında sonlanmış olmaktadır. benliğimizi esaret altında tutan o saplantılı bekleyiş bizi de bitererek bitmiştir. fakat o kayanın altında beklemek o düşüş anını tezahür etmek bilinçin bizden rovansını almasıdır.

O taş blogun altında her an düşme ihtimalini bekleyen bir bedenin gerilimi aslında bizim ruh halimiz. kendimizi varedebileceğimiz sağlam bir zeminden uzak olmak düşünsel, toplumsal, kültürel açılımlarımızı sığlaştırmakta. sığ bir akıntıda kulaç atan yığınların kürt sorunu ve dışındaki sorunlarda çözüm bile sayılamayacak metodları dayatması, tüm topluma bunun altyapısal-üstyapısal zırhını kuşandırarak hazırlaması gercekliğimizin zeminsel dayanağından yoksun oluşuyla acıklanabilir. siber teknorat bir yuzyılda medya aygıtları devlet erki tarafından işlevsizliğe terk ediliyorsa, (ironi, medyanın bir ayrı varoluş sahası olarak hareket etmediği direkt iktidar aygıtları tarafından kontrol altında olduğu bir siyasal örgutlenmeye sahip olduğumuz halde) kurgusal sanallaşma ile biz gercek yakıcı bir sorunu kucaklamaya cabalıyoruz.

Wachowski biraderlerin hit filmi matrix'te ''gercek gercekliğe'' uyanan ve etrafında küresel savaştan sonra yanıp yıkılmış harabelerle dolu ıssız manzara gören kahramanımızı, direniş liderini morpheus şu ifadeyle selamlamaktadır ''Gerceğin Çölüne Hoşgeldin''

pkk ile yaşanan çatışmalar ve ardından milyonlarca insanın toplumsal alanı işgal etmeleri ile beraber morpheus un sarsıcı selamlamasıyla '' gerceğin çölüne hoşgeldin türkiye''.. Uyandığın dünya aslında sanal simgeler, dijital baskılar, görüntüler, üstten bindirilmiş sesler, metinler olacaktır. tum sana ulaşacak bu yoğun zihinsel ensturamanlar bir aygıtın sıkı suzgecinden damıtalarak verilecektir. kendi gercek çölünde tek bir gerceklikle sınanacaksın '' bedeninle'' kapatılmış olduğun kudretli alanda tek görevin, uğursuz bir failin seni imha etmesine izin vermemek. yalıtılmış yapay bir evrende dışındaki tüm seslere ve aygıtlara kökten düşman kesilerek, senin dunyanı yoketmeye programlanmış düşmanlarınla savaşmak.

11 eylul dtm binalarının çöküşü ile kendi korunaklı dunyasından uyanan tipik bir amerikalının ''korkusu ile'' hazır giydirilmiş bir savaşta seni beklemekte. kötü olan dıştakinin dunyası ile ilk temas anında milyonlarca amerikalının verdiği tepki aynen bugun senin kurguna yedirilmiş durumda. binlerce muslumanın fişlendiği, camilerinin yakıldığı, göçmenlere sıkı denetim getirildiği o anda sıradan tipik bir amerikalının ruyası '' dıştaki kötunun liderinin beynini parcalamaktı''. dunyanın hemen hemen her alanında her gun yaşanan bir gercekliğe ilk kez bu kadar yaklaşan sıradan tipik amerikalı, kendi izole dunyasını sorgulamak yerine dunyanın en gelişmiş silah teknolojisi ile köy görünümündeki afganistanı vurmaya inandı. kötülüğün kendi doğasından yayılan gucunu farkedemeyen, amerikalı doğmasıyla secilmiş insan olduğuna inan, devletinin onlardan habersiz şekilde dunyanın geri kalanından savaşlardan getirdiği zenginlikle beslenen yığınların saldırıların ertesi gunu '' amerikalı olma bilincine '' hızla evrilerek yas rengine burunmeleri, bayrak giyinmeleri, yapay jestlerle amerikalı olmalının guzelliğini bölüşmeleri herşeyden önemlisi inanmış bir kitle olarak dunyaya sert bir cevap vereceklerini haykırmaları oldu. tum dunyada hızla cadı avına dadanan hukumetleri sayesinde tamda istedikleri hazı da deneyimlediler. kendi dunyasını tehdit eden dıştakini yoketmek için, tum imkanları seferper eden amerika gercek bir savaşla bu anda karşılaştı. savaş karşıtı olan, dıştakini anlamaya cabalayan kitlelerin amerikalılığından şüphe eden- bu andan itibaren direkt gercek diyebileceğimiz- yığınların seslerini bastıran savaş galipleri bugun geldiğimiz noktada daha az masraflı ve daha huzurlu bir yolu açabilecek programları es gecerek, kendi dışındaki kötuyu en azından dinlemek yerine, yoketmeye inandığı için '' gercek gercekliğe '' uyandı.

simgesel evrene sıkışıp kalan ve çıkış yolu bulamayan geniş yığınlar için anlaşılabilir bir trajedi amerikanın dıştaki ile teması. o kendini de vareden kötulukten soyunmadan, kötuluk olarak kavradığı haraketlenmeyi cezalandırmıştı. onun sonlanması demek kendi evreninin üzerindeki tehlikenin de ortadan kalkması demekti. oysa daha akılcı bir iktidar örgutlenmesinde bulunsaydı belki de sıradan bir amerikalı bu saldırılar karşısında kendisine soracağı ilk soru ''neden, bunun başımıza gelebilmesi için hukumetim benden habersiz neler tasarlanmakta'' olabilirdi. aynı saldırıların benzerini yaşayan ispanya nın, italya nın durumdan ders çıkarırcasına ıraktan cekilmesi kendilerine bu soruları sorduklarını gösterebilmekte. apacık ki dıştaki kötulugun sıkıca orgutlenebilmesi için sizin carpık bir ilişkisel döngude kıvranıyor olabilmeniz lazım. kendi gercekliğinizde daha sarsıcı sorulara cevap bulmanız gerekmekte. beni yok etmeye yada parcalamaya inanmış bir kitlenin içimde bulunuyor olabilmesi için hangi çarpık ilişkisel ağa aittim ben. bunlara yanıt veremeden direkt dışta bir kötuyu simgeleştirip, yokedilmesi gerektiğine kitleleri inandırıyorsanız uyanılan dunya bu ana ait bir başarıdır peki yarın için ne olabiliri düşündünüz mü?

hiçbirimiz çok uzak refanslar aramayalım ben bu ulkenin başbakanının, rp istanbul il başkanlığı döneminde kürt sorunu için hazırladığı 12 maddelik raporu ele almak istiyorum. raporun önemi parti tarafından kürt sorununa yaklaşımı cisimleştirmekte ve parti tabanının bu soruna nasıl bir tutum içerisinde değerlendirmesi gerektiğini belirtmekte. bu anlamıyla rapor basit bir araştırma özelliğinden çıkmakta bir siyasi partinin bu soruna karşılık ideolojik cercevesini çizmektedir. rapor bu sorunun nasıl çözümlenebileceğini sunarken, kendi tabanına da çözüm perspektifi oluşturmakla yukumlu. rapor geniş olduğu için sadece burada belli maddeleri sıralayacağım.

1- Yeni dönemde rp olarak gelişmelerin gerisinde kalmak istemiyorsak artık kürt sözcüğünü rahatlıkla telaffuz edebilmeli, Türkiye de Kürt halkının cektiği onca sıkıntıya tercüman olabilmeliyiz.

2- Türkiye de 70 yıldan beridir resmi ideolojinin kürt meselesinde inkarcı, asimilasyoncu, baskıcı davrandığı acık secik söylenmeli ve resmi ideolojiyi yüksek sesle sorgulayabilmeliyiz.

3- Türkiye de Kürt kimliğinin tanınması ve kürt kültürünün geliştirilmesi için tum yasaların kaldırılması gerektiğini, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtce nin öğretilmesi için yasal imkanların hazırlanması gerektiğini, butun bu hakların Türkiye de yaşayan diğer halklara da tanınması gerektiğini, türkiye nin kültürel bir çoğunluğa sahip olması gerektiğini savunmak

4- Türkiye de dileyen herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesini savunmak, kitle iletişim araclarından yararlanmasını savunmak.

5- Türkiye nin resmi ideolojisi gibi ırkçı, asimilasyoncu ve baskıcı olmayıp, Türkiye de yaşayan herkesin eşit siyasal, sosyal ve kültürel haklar temelinde gönüllüğü bütünlüğünü bu gönüllü kardeşlik temelinde savunmak.

6- PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet PKK catışmasında devletci bir safta gözükmemek devletin eleştiri uslubunu benimsememek; Bölücü, Terörist, Ayrılıkcı v.s.

7- Her türlü ırkcılığa karşı çıkmak buna türk ırkcılığı da dahil olmak üzere.

bu soruları zamanında kendine soran bir başbakanımızın olabilmesi bir acıdan bakılınca olumlanacak bir tavırdır. öteki olarak cisimleştirdiğimiz kötülüğü en azından anlamaya çalışan duzeyi yakalamaya çalışmış bir figur.

yukarıda değindiğimiz rapor dışında birer yurttaş olarak bizim anlamdırılmaya çalışacağımız olgularımız bulunmuyor mu? hepimiz bir savasın içerisine çekilirken daha çok sorgulama surecine girmemiz gerekmez mi? bir yurttaş olarak ben kendi devletimin cevaplandırılması gerektiğine inandığım sorularım olmayacak mı? sadece birilerinin zihni savaşmayı kışkırtıyor, daha gucluler diyerek bilmediğim bir sürece iteklenmek zorundamıyım!!

ben kendi adıma devletimden sadece şu 2 soruya yanıt alamadığım sürece asla ve asla dıştaki kötuyü yoketmeye cabalayan sıradan amerikalı, israilli, rus, ingiliz olmak istemiyorum ..

1- resmi olarak olmadığı trt de ispatlanmaya çalışılan bir dil, ne değişmiş bulunuyorda aynı kanalda yayın yapabilmekte.

2- resmi olarak olmayan bir ırk bugun nasıl oluyorda ayrı bir ırk olduğu kabul edilebiliyor.

dun beni tepeden tırnağa bu anlayış etrafında kilitleyen iktidarlar, bugun farklı bir gerceklikle gayet pişkince dun red ettiklerini bugun kabul edebiliyorlarsa hangi iktidar aygıtına guvenerek bugun savaştığım değerin ileri bir zaman sürecinde anlamsız olmayacağına inanabilirim.

kötuluk gercekten de hegelin ifade ettiği gibi '' her yanında kötuluk gören masum bakışın'' ta kendisindeyse..

savaş çıksa gidecek gönüllü sayısı

tazminatın unlu onculerinden, sadrazam ali paşa kadar kimse cekmiştir bu milliyetci hezeyanları! her gun boy boy vatan satan hain olarak lanse edilen ali paşa, tarihin ihanetini affedemeyecekler listesinin de bu topraklardaki ilk şahsıdır. zavallı ali paşa siyasal hayatı sadrazamlıktan bir inip, bir çıkmasıyla iyice tahterevalliye benzerken, son sadrazamlığa çıkışında iyice dallanıp budaklanan ''girit'' sorununu kucağında kalması iki defa zavallılık onun adına.

ali paşa kadar devlet sorunlarını yonetmeye pekte mehilli olmayan birisi için her defasında yedek stpene misali lastik patladığında değiştirilmeye çağrılması ve ne zaman bir sorunu çözmek adına hareket etse karşısında ''zırvalayan grupların '' akla hayale sığmayacak isteklerini bulması kaç siyasetciye nasip olur ki..

yıllardır osmanlı da çürümeye terk edilmiş girit sorunu karşısında acılımlara yonelen ali paşa, her gun binlerce gencin saderet in onunde toplanıp ''girit bizim canımız feda olsun kanımız'' sloganlarına muhattap kalıyordu. bir gun değil, iki gun değil gunlerce binlerce genc aynı sloganla saderet in önünde toplanıp '' ali paşaya '' isteklerini iletmekle mesgul olsunlar, zavallı ali paşa sonradan öğrenildiğine göre aklına gelen dahiyane düşünceleri bile bu sloganlardan dolayı toplayamaz biçareliğe düşmekte. beyninin orta yerinde çınlayan sese gel zaman git zaman karşı koyamayarak teslim olan ali paşa çareyi bulmuştu. yarın girite savaş açılacaktı, gerekli olan askerde şu saderet in önunde toplanan kanlarını girite feda etmeye hazır, vatan huşusuyla yanan genclerden temin edecekti.
ertesi gun tamda beklediği gibi, binlerce genc akın akın saderetin önunden meydana taşmış bir durumda ''girit bizim canımız feda olsun kanımız'' nidalarıyla toplanmaya başlamıştı.. bu vatan huşusuyla yanıp dönen binlerce vatan evladıyla sadece ufacık giriti değil, osmanlının kayıp edilen tum topraklarını geri alabileceğinin hayaliyle yeni bir cihan imparatorluğunun sadrazamı olarak kendine rol biçerek saderetin önune inen ali paşa ''aylardır savaş diye tutuşan genclere'' müjdeyi verir... yarın girite savaş açıyorum, sizleri de şimdi hemen askere alıyorum.
buyuk bir sevinc galeyanı ile omuzlar uzerinde çıktığı köşke uğurlanacağını düşünen ali paşa, karşısında birbirini ezip gecen, çil yavrusu gibi dağılan ve çok kısa bir sürede bomboş bir alanla karşılaşınca tarihi narasını patlatır '' hep hamaset, hep hamaset''

akıllarını savaşla doldurmuşlar sadece ali paşaya denk gelmedi.

kuşkusuz savaşı en iyi bilen cumhuriyetin kurucu kadrosunda da bulunan ismet inonu dür. siz bakmayın bol bol şatafatla anlatılan cumhuriyet zaferlerine. ismet Paşa'nın, I. inönü muharebeleri sırasında Ankara'ya çektiği sadece 2 telgraf vardır; biri "Kaçıyoruz-ismet", öteki "Yendik-ismet" dir. bunuda kendisi çok guzel özetler ''Bir muharebede galip-mağlup yoktur. Kim daha geç kaçarsa, ona galip denir'' biz kaçmayı düşünüyorduk onlar bizden önce kaçtılar. biz galip, onlar mağlup sayıldı..

savaşla akıllarını ve kasalarını doldurmak için ismet paşanın etrafına üşüşenler bu sefer gencler değil akil ve sağduyu olarak kabul edebileceğimiz ordu generalleri ile devlet adamları. ikinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürüyor. Hitler ordusu Moskova önlerinde Birçok bölge ülkede olduğu gibi, bizde de o sıra nazi sempatizanı (yani antikomünist) asker, bürokrat kadar gazeteci ve yazar da vardır. Ordumuzun tepesindekiler Cumhurbaşkanı inönü ye bir şekilde duyurmaya çalışır: Hazır Almanlar bu kadar ilerlemişken, biz de Kars tarafından cephe açalım Sovyetler e. inönü generalleri kayseri de toplantıya çağırır. Hoşbeşten sonra bu gözü kara askerlere çok sade bir ev ödevi verir:Buradan Kars a, Kars tan Moskova ya gidecek askerimizin sayısı ne kadar olmalıdır? Götürülecek askerimizin gereksinmesi olan lojistik malzeme ile teçhizatı tamamlayacak silah durumumuz nedir?

Ertesi gün, daha ertesi gün ve hiçbir gün şahinlerimizden bu konuda bir haber gelmemiştir.. zaten ismet paşa'da haberin gelmeyeceğini toplantı bitiminde hakkı tonguca şu sozlerle ifade eder '' sovyetlere savaş acacaklar, sovyetlerin yerini bilmezler''

tabii ismet le sınırla kalsa iyidir bizim savaş çığırtkanlarımızın zamanı... inönu'yu ikinci dunya savasına sokmadın, bu yuzden erkekliğimizi dunyaya kanıtlayamadık propagandasıyla eleştiren dp yonetimi, allahın gördür dediği amma misali isteklerine tanesi 50 centte kore dağlarına asker yollayarak nail oldu. tum dunyaya erkekliğini ispat edecek rüştü kazanan dp sayesinde 4500 askerden çoğu geri dönemedi.
tarih işte koreye asker yollayan dp, kıbrıs sorununda istenilen cengaverliği sergiliyemeyince sultanahmet meydanına çıkarttı verdi mttb ogrencilerini. '' Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır!'' sloganıyla alanı dolduran binlerce öğrenciye mujdeli haber tez zamanda ulaştırılır. istanbul valisi ethem yetkiner'in '' kıbrısın turk olduğundan süphem yoktur, sizlerinde bu andan itibaren turk askeri olduğunuzdan şüphem olmadığı gibi.''

birilerinin işi ta ali paşadan beri hep hamaset olduğundan, hınca hınc dolu olan meydan aynı anda hızla boşalıp gider..

esref in "Asiyab - ı devleti bir har da olsa döndürür" türü yergisine cevaben neyzen tevfik in
Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete
Birbirin çiğnemekten dolab-ı devlet dönmüyor" yergisi bugun savas çıksa kaç kişinin gonullu gideceğini de soylemiş olur bize.

hamasettir o hamaset her zamanda rastlanır!

mehmed uzun

yitirdik. daha altı üstü ne olabilir ki!

munzur vadisi

biz ovacık gözeleri, anafatma ve
halvorinin yok olmasını nasıl kabulleniriz
kutsal yerlerimizin sualtında
kalmasını istemiyoruz
munzur baba, duzgun baba ve anafatma
bizim peygamberlerimizdir. her zaman
bizi korurlar.
peygamberlerimiz sualtında kalırsa
inancımız yok olur... ( dersimli bir kadın)

dunya atlasında yuzlerce su akıttım.. hepsi bir yere ulaşıyordu, bir amaçları vardı. ama sonucta suydu işte.. akıp giden ve sizin akışına ruh haliniz içinde eşlik ettiğiniz sulardan.
aynı suyun akışında huzunlerde yansıyabiliyordu, sevinç huzumeleri de. belleğime sığınıp orada birer plonje kare olarak yer ettiler. tek hatıraları o karelerdir bende. ne ben onlara ulaşmaya çalıştım nede onlar bana akıttılar sularını. su işte, ne kadar hissetmeye çalışsamda su!

oysa anladımki sular nehirlere, denizlere dokulmezlermiş.. bukulerek, gerinerek, dolu dolu taşarak içinize dolarlarmış. yazgınız çokça o suların akışına teslimmiş. o suların teslim alıp biçimlendirdiği taşlar gibiymişsiniz.. tabiatın eşsiz hazlar yaratan eserlerindenmişsiniz.
ve birde boyle ''çokça zaman içi, çokça zaman dışı'' kum saati ömürler varmış. kendi yarlarına dolup, yine kendi yarlarına boşalan ömürler. ilerleyen zamana karşı kendini geriye tarayan ömürler... kısaca su gibi bakan ömürler ...

suyun gogsunde ''soluk'' bağdaşları ile munzurun suyunda yıkanıp, ruzgarında taflanan ömurler anlar munzuru... sonsuzluğun fısıltısını yada acılardan sıyrılma gokyuzunu onun akışında dokunan ömürler...

munzur butun çağrışımları kucaklayacak , butun iklimleri doğurabilecek bir bilinmezliktir. nereye koyacağınızı bilemediğiniz ağır boşluk, bakanın içine akan bir su.. onunla bentleşen bir yolculuk.. çokça kendine bakanın, yuzleşmesi mevsimlerle..
sadece su değil işte munzur... ne istersen o! baştan başa duşlere kesilmiş, herşeyin olabilirim diyen bir çağrıcı. bir düşü suya sığdıran yol... huznunu de, sevincinide bakanın içine akıtan akışkanlık..

oykusu her ağızda farklılaşan, herkesin kendine göre bir munzur doldurduğu insan içi munzur.. herkesin munzuru kendi dunyası. her ömür bir munzur akıtıyor içerisinde. her insan acısını, sevincini, huznunu, gozyaşı sarnıcını, ahrimanlığını, muhur mumunu, adak örtusunu, dus kubbesini, konak kumbetini, peygamberlerini, adaklarını munzurda taşıyor. o kırkikimilyon yıldan beri insanda boşalıyor.

şimdi suyuna akan ömürlere inat, kendi suyunda boğmaya çalışıyorlar munzuru. insanla akan ne varsa delirmiş bir çağın altında barajlara gömüyorlar. tumden delirmiş bir yuzyılda, çılgınca boğuluyor munzur.. derini yok, ses gelmeyen bir kuyu gibi boşlukla dinamitliyorlar içini. kaçıp sığınabileceği yeni atlastan yoksun olarak kaderini sunuyor cellatlarına.. zaman onun için ölmektir..

toptan inceliğe boğulmuş bir yuzyılda içimizi oyarak alıyorlar akan suyumuzu...
tum susan sulara, boğuk hırıltılara inat solgun gri bir koridor oluyor aramızda...

munzur işte su değil ki ne diyeyim..
onsuz çok daha üşeyeceğiz... !

kemal unakıtan

kendi fetişlerini yaratabilen ve sık sık fetişlerine kurban adayan siyaset arenamız, fetişlerin en nacizanesini bizlerle bir dönem daha paylaşıyor. bir dönem daha kendi gucumuz ve olanaklarımız dışındaki yararları pek eski - pek yeni fetişimizden umacağız. rembrandt ın '' sarraf '' adlı tablosundan fırlamış bu figurle, muktedirler sayesinde bir zaman daha mecburen yol alacağız. bütün dunyasını senetlerin, alacak verecek defterlerinin, altın terazilerinin oluşturduğu yaşlı, para canlısı munis hazineli fetişimizden, anlaşılan o ki daha öğreneceğimiz çok şey var! holding yonetmenin acımasız rekabetini, devlet yonetiminin karlılık bilancosuna taşıyan fetişimizle alttan kalanın suyunu çıkarmaya kaldığımız yerden bir dönem daha devam edeceğiz...

bundan önceki döneminde yeni dunyanın sırrını aydınlatan zaman buyucusu gibi ortalarda endamı boy gezdirerek bizden esirgediği mum ışığı ile sanslı figurleri aydınlatan fetişimiz bakalım bu döneminde kimlere vahiyini ulaştıracak.. aydınlık sacağında biraz olsun soluklananların '' yeni sırlarla'' okus pokus öğrendikleri bu bereketli rahle bakalım bu döneminde kimlere acılacak...

kendi dumen suyundan akan paralar ırmağa yanaşanların testisini doldururken, milyonlarca memur ve işcinin görev zararları yine kanayan yarasımızı olusturacaktır. sermayenin akla hayale gelmeyecek cin fikirlerine kapılıp gidilirken işcinin, memurun zam istekleri turlu endekslere bağımlı seyir alacaktır. açlıkla eğitilen, açlıkla yetiştirilen milyonlarca yığın, yıkılan ekonominin altında havasız tutulurken, kendi şirketlerinde çoçukları şişmiş ego ile başarılı iş adamı olabilmenin pozlarıda takınacaktır.

bazıları vahiyi ile semaya gark edilirken, birileri rahle i tedris beslenirken, çoğumuza da kendi servetiyle gec buluşmuş hovarda bir azmanın, geleceği hesaba katmadan, yaşanmamış yılların acısını amansızca koparan, baba yadigari tüm mülkü satışa çıkaran klişe yeşilcam senaryolarını, fetişimizin kaleminden izlemek düşecek.

felaket üzerine binen felaketlerini, birer hayra vesile kaynağı sanarak fetişlerine kendi ulkelerini adak edenler fonda '' seni uzaktan sevmek aşkların en guzeli'' eşliğinde, anlamadıkları bir dunyanın bol rakamlı kevgirlerinden suzulerek soğuk suyla serinleyip, herşeye uzaktan bakıp, içgeciren bir dikkat kesileceklerdir .

mutlu, hulyalı ruyalara serilmiş ömürler beklenen saadetti matine heyecanıyla bekleye dursun, gustav dore'nin dante cehennemi için tasvir ettiği çıplak, umutsuz ve buyuk acılar içerisinde çukura doldurulup yığılıp kalanların gravuru kendi atlaslarında belirginleşmekte.

bu gravurde asıl korkunc olansa kendi kudretini sığdıracak ova duzluğu bulamayan fetişimizin, dore nin tasvirindeki cehennem bekcisi misali elinde tuttuğu togasıyla çukurdan çıkmaya calışanların başını ezmesidir... ezilen başlar kendi makus tahlilerine dönerken, yaşlı huysuzumuza ezbere aldıkları ezgi ile dudak ışıttırmaya devam edecekler '' beni sat, kendini sat, herşeyi sat''

ciwan haco

uzun zaman oykusunun peşinde iz surduk.. bir bilinmezlikten seslenen gaip yukunun dışında, elde tutulan bir kaç kare fotograf karesinden ibaretti cogumuz için. tüm girdaplarımıza sokulan, içimizde turlu halelere burunebilmesine ragmen kendini serin tutabilecek kadar dışımızdaydı. herşeyi ile bilinmezliklerle sarmalanmıştı... el altından kopyalanan albumlerine eşlik edecek bir oykusunden mağdurduk..

bir zamandan kayıt edilerek, kayıplarla dolu omrumuzun içerisine yol harcirahi niyetine yollanan ezgiler olarak dinlemeye alıştırdık sonraları kendimizi. belki boylesi çok daha uygundu '' katliamlardan, yok edilmeden, baskılanmadan'' uzak hep harcirahini iletebilecek uzaklıktı onun ki. asla tanımadan sadece sesle yol alınan bir serüven olarak konukladı içimizde uzun zaman.

ninni kucaklarından, deng meclislerinden, ağız derinliklerinden aşina ezgiler ona çarpınca dahada huzunleşerek yurek lekesine donuştu.. korku golgesinin perdelerinin koyuluğuna aldırılmadan, tum ortuler cekilerek çırılçıplak bir çığlıkla ust sesten alındı tadı... sesinden damlayan kahniya sipi içildi.. bırca belek semalarından tel tel sarmalanan bulut kumelerine uzanıldı. kendi dilinden guzelleşen bir coğrafya oldu evren.. huzunle işlenmiş, ağıt uçurtmaların iplerine tutunarak düşerine akıldı. bungun bir zaman ''sesinde'' yırtılarak, derisinden sıyrıldı. acının telef edilmiş yuzu ile rastlaştık. sesinin süreğinde yol alarak inandık yaşadığımıza.. (o vakitler yaşadığımıza inanmak için ne kadar eksilmişiz)

kısa metinlere sıkışan hayat oykusu, zaman gectikçe daha da belirgenleşti. gizli bir imare olarak nişan ettiğimiz albumleri serbestce yayınlanmaya başladı. bir çok yazarın dunyasından onu keşfedişinin satırlarını okuduk, müziği uzerine denemeler basıldı. muzikleri film sahnelerinde kullanılacak kadar yaygınlaştı. sadece bir ses olarak aldığımız hayatımızda gunden gune belirerek kendini ele verdi. sesini asla golgelemeyen belirgenleşmesi ise 2004 senesinde ortak hafızaması tazelercesine sökun etti...

uzun zamanların terkesinden çıkıp gelmiş, bir karşılaşmayı hesaplayanın ince işciliği ile sezdirmeden dokunuverdik birbirimize. bu zamana kadar yuzbinlerce kişiye tek tek ayrı ciwan veren gizi ile aramızdaydı. bu buluşmaya herbirimizi ayrı ayrı ayarlayarak konuk ettirmişti. yılların sisinden arınarak el uzattı dingin huznumuze. usul usul bir akşam üzeri batman semalarından ahiret kardeşliğine kadar köprü kurdurdu... onsuz içilen suya, bulut sırmalarına harcirahimiz sabit kalarak beraber yol aldırdı.. düşlerinin peşinde düşünlere, düş olup gercekliğe donenlere herşeyin telafisini sağlayan yaşama daha da abanılarak iklimler çoğaltıldı... yeni bir zamana uzanıp sessizce örttü onsuz üşüyen zamanlarımızın üzerini..

geride yuzu huzunle yıkanmış gömülü yürekler bırakarak, gunun sonunda ''her ses çokça kendin yazgındır *'' diyen bir usullukla çekildi kayıp atlasına...

ahmet kaya tişörtüne linç girişimi

galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... doğru
vardı aklında o gün her kimi gördümse zoru.
kimse farkında değil, anlaşılan yaptığının;
kafalar tütsülü hülya ile, gözler kızgın.
sanki zencirdekiler hep boşanıp zencirden,
yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
zurnalar şehrin ahalisini takmış peşine;
yedisinden tutarak da dayanın yetmişine!
eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;
en ağır başlısının bir zili eksik, belli!
ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!

Mehmet Akif Ersoy.....

koma amed

1990 ların başında ankara'da bir grup genc öğrenci tarafından kurulan muzık grubudur. Kürtce muziğin yasak olmasından dolayı, uzun bir süre ilk albumleri olan ''kulilka azadi'' illegal olarak kopyalanıp, dağıtıldı.
Kürtce müziğin serbest bırakılmasının ardından, ''agır u mırov'' ve ''derguş'' albumlerini çıkardılar.. Grup üyelerinin bir kısmı yurt dışında yaşamak zorunda kalmasından dolayı grup 1998 yılında dağıldı. Yurt dışında yaşayan grup üyeleri ''çar newa'yı'' oluşturarak, çalışmalarına devam etmektedirler.

turan itil

Türkiye'nin mengelesidir. 12 eylül döneminde siyasi mahkumlar üzerinde, faşizm usulu deneyler yapmaya çalışan, patenti bilinmeyen ilaçlar kullanan, yaptığı hizmetler karşılığında cıa şefi paul hanzenin güvenini kazanan mengeledir. Annesinin adına kurduğu vakıf hzi(hafize zehra itil) devsol tarafından bombalanarak, vakıf binasındaki işkence aletleri ve yasak ilaçlar kamuoyuna deşifre edilmiştir. Kardeşi Muazzez ilmiye Cığ ve 12 eylul akademisyenlerine göre ise dunyada kıymeti bilinmeyen, insanlık için yanıp tutuşan ender turk bilim adamlarından biri olarak lanse edilir...

ahmet erhan

ankaralı şairlerden.. onlar kadar alkol sevdalısı onlar kadar serüvenli.. her ne kadar istanbula yerleşmiş olsa da hala ankara soluyan şairdir.

bir kadeh rakı

burda, bir ahmet erhan var uzakta
defterini dürmüş ve bingöl'de bir dağ köyü kadar yalnız
aylardır aramadınız, yolları da kapanmadı
ayakizleri betonlarınızın üzerinde saklıdır

burda, bir ahmet erhan var uzakta
taşikardi, ülser ve panik ataklı anksiyeteyle dalaşır
aşağıeğlence'den çıkın, etlik ilkokulu'nun altında
ankara'da, bir belediye otobüsü yalnızlığını yaşar
görseniz bir yerlerden hatırlarsınız mutlaka

elleri artık titriyor, eski gibi değil
başını sanki dünyayı taşıyormuşçasına yorgun tutuyor...
burda, bir ahmet erhan var uzakta
gözleri şehrinizin bütün dumanlarıyla kaplıdır

-bir kadeh rakının kırk yıl hatırı vardır...

greenpeace

2000 yılından beri dunya da çevre katliamlarının bir numaralı sorumlusu ''shell'' şirketinin yuzde 2 lik (200,000 hisse) payına sahip olan örgut.
ekolojik sistemin korunması yolunda kapitalist sistemi dengelemeye yarayan, asla ve asla bulunduğu hiç bir ülkede gercek çevre politikalarına sahip olmayan greenpace, ülkemizde de bunun örneğini munzur vadisi üzerine yapılacak ve resmen doğal dengenin ağzına sıcacak olan barajları eylem programına almaması bir yana bu projeden haberdar dahi olmadıklarını belirtmeleriyle gostermektedirler.

(bkz: cevreden bihaber cevreciler)

küçük iskender

Sol açık'tan, netekim paşaya şu guzide satırlarla mektup döşeyen kişi....

sayın kenan bey,
bu mektubu size serin bir mart sabahı, atatürk'e dil uzatan bir youtoube videosunu seyredip sinirle kahvemi yudumlarken yazmaya karar verdim; satırlarımı pek de düşünerek sıralamayacağım; zaten düşünmek gibi ahlaksız bir eylemin girdabına kapılmış bir neslin yok edilememiş ender zatlarından biriyim; en azından özürlü bırakacağınızı umduğunuz bir devrin çocuğuyum; pek öyle lale devri de değil o; bal gibi kötek devri.

zat-ı âliniz, darbeyi yaptığında henüz 17 yaşındaydım; cebir hesabım kuvvetlidir; şu an cebren ve hileyle 44 civarında seyrediyorum; mamafih sizin kadar dirayetli ve müstakil bir soğukkanlılık sergileyemediğimin de farkındayım.

bizim aile de sayenizde çöktü; komünist babam arkadaşlarının gördüğü işkencelere, yaşadığı coğrafyanın güzel insanlarının genç / orta yaşlı demeden itinayla seçilerek imhasına tanık ola ola önce kendini, sonra yuvasını mahvetti; akademik eğitim görmüş bir ressam olmasına rağmen tünel'de yarısı yanmış, pislik içinde bir binanın karanlık odalarında canını teslim etti. ben sayenizde kabataş erkek lisesi'ndeki eğitimimi okulun koridorlarında dolaşan askerlerin eşliğinde, arada sırada canı sıkılanların bizleri copla sıra dayağına çektiği bir ilim yuvasında tamamladım; siz işkencelerdekilerle vakit geçirirken bendeniz girdiğim tıp fakültesindeki kadavraların başından mide bulanarak kaçtım; kendimi hep bir işkenceci gibi gördüm orada. sanki öldürdüğümüz yetmiyormuş gibi içini açarak hâlâ konuşturmaya çalıştığımız bir yurtseveri kesmek, daha da kesmek, mümkünse hücrelerine kadar inerek kesmek eğilimini bünyeme yediremedim. son kadavram bir çiftçiydi. onun, tahtaya çivilerle çakılmış o büyük ellerini, hayatı kavramaya, toprağı kucaklamaya hazır ellerini unutamadım; bir ölünün kutsal ellerini öpmek ne demektir, bilir misiniz?! ne faşizme yenilen babamın ellerini ne sizin ellerinizi öperim; o büyük köylünün elleri sizlerinkinden daha sıcak, daha şefkatli, daha öpülesiydi. ben o adamın elleri sayesinde hayattayım bugün.
asmayıp da beslediğiniz biri...

dedim ya, babam ressamdı, siz de resmi seversiniz; babam hayatı boyunca bir nü yapmadı, yapamadı kenan bey; masum bir içgüdüyle sanki çıplaklığı fakirliğe bağladı; fakir olan çıplaktı ve bunu resmetmek adeta alaydı onun gözünde; size nü konusunda ne ilham verdi kestiremiyorum ama, cinsel organlarına tazyikli su fışkırtılan kızların ya da hayalarına elektrik verilen devrimci delikanlıların çağrışım yapma olasılığı yüksek; kim bilir bizzat tetkik ettiğiniz bir seansta "bir gün bu vahşeti tuvallere estetik kaygı güderek nakşetmeliyim" diye düşünenler arasına da karışmış olabilirsiniz. malum, her yer, her şey karışıktı o vakitler; akıllar da dahil buna. insanın tamama gücü yetmiyor işte; asmayıp da beslediğiniz kişilerden biri olarak bunu ifade etmeyi ortamın müsaitliğine bağlıyorum.

vaktiniz varsa ve gözlerinizin sağlığı yerindeyse dostoyevski'nin 'suç ve ceza'sını okumanızı önereceğim naçizane. o pek nutuk havasında değildir ancak, gizliden gizliye barındırdığı tiratlarla iç hesaplaşmanın hastalıklı yapısını teşhir eder; ah elbette fazla toplumsal sayılmaz belki, kim bilir fazlasıyla bireycidir de, ancak topluma bir noktadan başlamak da lazım. birey, bunun için iyi seçilmiş bir giriş kapısı. başka hayatlara saygı duymanın solculukla doğrudan ilgisi olmadığına kanaat getirebilirsiniz; başka hayatlara saygı duymak, bu aralar önemini fark ettiğinizi sandığım özgürlük denen, sizce kızıl bir hevesin tezahürüdür aslında. yani sizin de anlayacağınız şekilde söylersem bir tarafta kızıl kuvvetleri temsilen özgürlük vardır, bir tarafta karanlık kuvvetleri temsilen derin devlet politikası. bir nevi warcraft; varsa torun torba, bu bilgisayar oyununun brifingini verebilirler size. güzel oyundur: insan ırkıyla yaratıkların mücadelesi. ama baştan seçmeniz lazım hangi tarafta olduğunuzu. inanır mısın, bir kaptırıyorsunuz kendinizi; ne şiir kalıyor, ne özlem, ne mücadele, ne memleketi kurtarma arzusu, pata da küte de, kılıç al, kalkan al, geçiyor ömür. ikinci el savaş oyunları, her zaman ucuzdur, herkese tavsiye ederim.

neyse, konu dağıldı, ee, kolay değil, şizofreniyi bir siper, bir sığınak kabul etmiş, hayatta kalmayı başarabilmiş bir neslin çocuğu olmak, bu acılarla barışık yaşabilmek; bazen benim de dengem kaybolabiliyor. mazur görmeli. ortalara bir yerlere dallas benim babamın bavulu olmadı hiç; çünkü her an yolculuğa çıkabilecek kadar tedirgin değildi; tam tersi, yerleşik bir adamdı o. davasına, düşüncelerine, sevinçlerine, üzüntülerine körü körüne bağlıydı; evcildi kısaca. eline tutuşturulmuş bir pusulayla yaşamadı. insanların işaret ettiği yerlere gitmedi. doğduğu ülkede doğduğu kadar temiz öldü. herkes onun kadar şanslı değil.

duydum ki, babamın doğduğu ve temiz öldüğü bu ülkeyi şimdi de eyaletlere ayırma, ortalara bir yerlere dallas yerleştirmeye niyetli taslaklar hazırlanıyormuş; bir oyun daha vardır; gizli hedef. oyunculara başta görevler dağıtılır ve herkes bir dünya haritası üzerinde ordularıyla bu gizli görevlerini sonuçlandırmaya çalışır. o da zevklidir.

madem oyun oynayacaktık kenan bey, madem her şey bu kadar pamuk helvası kıvamındaydı, madem oyunlar masumdu, o çiftçinin ellerine neden çiviler çakıldı, o zamanki yaşıtlarımın boyunlarına ilmik neden geçirildi; neden babalar ölüme, gençler işkenceye gönderildi, neden bir dönemin taze beyinleri coplar eşliğinde eğitildi; zarlar mı hileliydi, krupiyer mi ahlaksızdı, nü'ye malzeme model mi yoktu?!
sizi bu yaşta daha fazla yormamak lazım; kusura bakmayın, başta da dedim, şu videoya sinirliyim aslında. mektubuma son verirken, şu öpme / koklama bahsine gelmişken, eylemsiz kalmayı tercih ediyorum. kısmi "fikir arkadaşı"nız sayılabilecek yıldırım gürses'in dediği gibi 'biliyorum, bu son mektup ayıracak bizi' lakin, çıkarayak, bu coğrafyada düşünce özgürlüğünün sizin de canınızı yakmasına ben ve kahvehanedeki arkadaşlarım pek güldük. artık sayenizde okumuyor, düşünmüyor, statik bünyelerimizi okeyle, kingle, batakla tıka basa dolduruyor, boş vakitlerimizde nü resimlerin önünde 17 yaşlarımızın geç kalmış tatminlerini kolluyoruz.
shakira nasıl, biz hastasıyız.

hürmetler.

şivan perwer

Sesin gucu, yazının vurgusundan daha yoğundur. Bunda asıl pay, sesin doğası gereği dolaşıma sokulması ile beraber asla geri dönüşü olmayan, tehlikeli bir üretim riskini alabilmesidir. Baskılanabilmesinin imkansızlığı, sesi yazıdan daha guclu kılabilmemiz için diğer bir nedendir. Ses kısıtlanabilir, susma ile yontulabilir ama asla tamamıyla yok edilemez. Belki bu içeriğinden dolayı incil de sesle tanrı aynı eşitlikte ele alınabilmektedir.

Sesin asıl gucu, zizek in buyuk oteki olarak tanımladığı iktidarı yıkabilecek kadar kuvvetli bir silah olabilmesindendir. Ses bu yanıyla buyuk otekiye iletilebilecek mesajları gucluce taşıyan bir simgeler dizgisidir. Metafora dönüşmesiyle beraber algısal alanı darmadağın edecek çıkışı sağlayabilir.

Sesin etkisel kullanımı için en iyi örnek şivan perwer dir. Sivan ı asıl ''guclu '' kılan ne sanatsal yetkinliği nede ses rengidir. O bunların çokça farkında olarak daha zor alandaki hareketi ile farklılaşan bir sanatcıdır. O nun asıl gucu, buyuk ötekinin dunyasına ulaşabilmesindendir. Buyuk ötekinin dunyasına sokulma anıdır. Bu anı şivan ın dilinde takip ettikçe, onun gucunun keşfine varabiliriz...

'' ilk defa Ankara da duzenlenen bir gecede sahne aldım. Aslında programda ben yoktum. Doğu ve Guneydoğulu milletvekillerinin de izlediği bu gecede, sahne alan sanatcılar kürtce parcaları türkçe söylüyorlar, sonunda da bir iki lo, lo ekleyerek bitiriyorlardı. O sanatcıların lo, lo ları bile delice bir alkış tufanına boğuluyordu. Arkadaşların tertip komitesine baskıları sonucu gece sonunda sahneye cıktım. Herkesin kim bu diyerek üstün köru bakışlarını gayet acıkca gözlemleyebiliyordum. Sazımın akordunu yaptıktan sonra, etrafta yoğunlaşan gürültüye aldanmadan Xezalı söylemeye başladım..Sahneden Xezal dememle beraber tümden bir sessizlik salona hakim oldu. Xezal ı yılların baskısından kurtararak, fırat suyunda yıkadım, bercelan yaylasına götürdüm oradan munzura sundum..Dağları aşırıyordum, nehirlerde yıkıyordum, yaylalarda dinlendiriyordum ardından soluklandırıp dengbejlere söyletiyordum.. Çobanların kavallarına akıtarak, yuzlerce yıllık sığınağından çıkararak tumden halkıma tanıtıyordum.... En sonunda ağrı dagının tepesine kondurdum, o nun yeri orasıydı. Turküyü bitirmemle beraber salona guvenlik guclerinin dolaşması bir oldu. Arkadaşlar adeta bedenlerini siper yaparak beni korumaya almışlardı. Silah sesleri ve kurşunlar altında beni kaçırmayı başardılar. O gecenin bedeli üç arkadaşı kayıp etmemiz oldu''

Sivan tamda bu anın sihiri ile anlamdırılabilir.. Bu an buyuk öteki' nin kabullenmediği, yok saydığı daha da sarsıcı olarak yasakladığı '' ses '' imgesinin, kendi merkezi alanında aniden, keskince canlandırılmasıdır.. Bu canlandırma anında yuzlerce yıllık bir turku' nun secilmesi ise tarihsel zenginlikle beraber, dilin köklü gecmişini hatırlatmak için başarılı bir karardır.

Sivan ın, yapılandırıcı ilkeyi sarstığı bu an asla geri dönüşü olamayacak kadar çıkmazdır. Ses bir metafor olarak buyuk oteki nin dunyasına ulaşmayı başarmıştır. Hatta üç olunun varlığı, sesteki mesajın alındığının göstergesi olarak cisimlenebilir. Sivan dan önce sahne alan sanatcıların, devşirme turkuleri ile buyuk ötekinin varlıksal alanı meşrulaştırılırken, sivan ın özsel ses dönüşü bir anda bu meşruluğun yitimini sağlamaktadır. Gercekte çok muhim bir şey olarak algılanamayacak bu dönüşüm aslında buyuk oteki nin buyusunu yitirmesini sağlamıştır. Buyu birdenbire bozulmuştur ve asla hiç bir şey eskisi gibi olamayacaktır.

Hegel'in ''tinin sessiz örülüşü'' dediği tamda bu andır. Tinsel töz hissetirilmeden, ilmek ilmek oluşturularak bir urgan haline getirilmiş, sesin içerisine katılarak buyuk oteki'nin üzerine çöküvermiştir. Aslında buyuk oteki nin korkusunu besleyende bu tarzda bir '' sessel hayalettir. '' Kısır bir alana mahkum ettiği dilin, o alandan çözümlenerek, tarihsel bir dayanağa göndermeyle kendi karşısına dikilmesi o hayaletin dunyasına uyanmaktır. Sivan bunu başarmıştır. O, sesiyle bu hayaleti örgutleyerek, temellendirerek, dillendirilerek buyuk oteki ye çıplak gerceği sunmuştur..

Sivan ın, sihirli bir anla sunduğu bu çıplak gercek, gunumuzde buyuk oteki nin ''farklı seslerle bezenmiş zenginlik'' olarak imgelediği yerdir. O nun gucu buyuk oteki yi değiştirebilmesindendir.