bugün

on the beach, the blue cafe, josephine, the road to hell gibi muhteşem şarkıların sahibi, büyülü gitar tınılarının gizemli ismi, ingiliz sanatçı..
süper sese sahip, slide ustası müzisyen. sesi zaman zaman tom waits'i andırır gibi. julia şarkısıyla babamı özletmiştir kendisi, sağolsun; o ayrı konu.
(bkz: And you my love)
Gitar çalarken pena kullanmaz, belki de bu yüzden biraz mark knopfler'ı andırır. yolculukları unutulmaz yapacak derecede güzel yol şarkıları vardır.
(bkz: whiskey voice)
(bkz: the road to hell)
harika bir ses, muhteşem bir gitarist ve uslanmaz bir romantik. işte chris rea...
kanseri atlattıktan sonra blue cafe albümünü çıkarmış slide guitar virtüözüdür, bence dünya yüzündeki en melodik blues rock müzisyenlerinden biridir. Otoritelere göre virtüözdür, ancak gitar çalmayı o kadar kolay bir şeymiş gibi gösterir ki sıradan bir gitarist sanılır.
hiç bir zaman yanlız bırakmaz yol arkadaşım.
yaz'ı arayan yüreklere soğuk bir bardak su ikram ediyor bu abimiz. eline sağlık.
mp3'ünü cd playera taktığınızda, istanbul'dan, erzurum'a kadar keyifli bir yolculuk yapmanızı sağlayacak şekilde tam bir seyahat şarkıları insanıdır. hatta eski kasetlerinden birinin kapağı da böyle bir yol ambiansıydı.
(bkz: looking for the summer)
bilinen bir otomobil tutkusu vardır, albüm kapaklarını bununla açıklayabiliriz.
saudade denen parçayı da, aryton senna'ya ithaf etmiştir.

let's dance parçası da middlesbrough için mixlenerek, kulübün maçlarında çalınmıştır.
kanserden donebilirsem
koklerime donecegim
der christopher
pankreasinin durumu cok ciddidir

ve ilik bir gununde
ikibinalti nisaninin
elveda turunun son konserinde
chris rea'yi
son kez dinlerken stern
kentte gozyasi yoktur

cunku huzunlu degildir elveda
cunku christopher artik blues yapacaktir
road to hell ve the blue cafe adlı eserleri yaratan arkasında mükemmel bir klavyeci olan davudi sesli gitarist abi..
yaptığı müziğin tarzına karar verebilmek için üç şarkısından fazlası bilinmelidir, ancak genelde üç şarkısı bilinir ve bu üç şarkı üzerinden yorum yapılır. hatta o şarkılar road to hell, auberge ve blue cafe olsa gerek.
neyse, bu adam bir çok müzisyeni etkilemiş, tarzının önde gelen adamlarından biri olduğundan, kendisinin ilgili camiadaki yeriyle ilgili konuşmadan önce konuyla ilgili biraz birikim sahibi olunmalıdır. lakin 30 milyonun üzerinde albüm satmış ve 1978-2005 yılları arasında 362 hafta boyunca ingiltere listelerinde yer almış.
klasik blues okullarının dışında bir tarzı olmakla birlikte, zamanında çıkardığı blues ansiklopedisi niteliğindeki blue guitars audio book albüm setinde -kitabını yazdığı yetmemiş, adını da kitap koymuş zaten herif- blues'un gelişimini başlangıcından bugüne kadar aptala anlatır gibi anlatmıştır. işte böyle kendi çapında müzik yapan naif bir adam.
maalesef, yeni keşfettiğim harika insan. dancing the blues away şarkısıyla canlandıran, windy town ile karmaşık hislere yönelten, loving you again parçasıyla da sevgi kelebeklerini göğüs kafesinize salan adamdır.
gitar tonu harikadır, şarkıları alır adamı götürür.
Türkiye hiç gelmez mi bu adam yahu?
road to hell şarkısıyla orgazma ulaştırır, zirve yaptırır, e tabi uzaklara da götürür.
yıllarca beklediğim, hayalini kurduğum konserine tatile çıkmış olduğum günlerde, kış soğuğunda ordan oraya gezerken Budapeşte'de 15.Şubat 2012'de kavuştuğum eşsiz ses ve slayt gitarın hüzünlü ustası...
Kaset dönemlerinden sesi beynimde o kadar yer etmişti ki o şarkıları hemen önümde yorgun görüntüsüyle çalıp söylemesi beni duygusal anlamda perişan etti. nerelere gittim, kimlerle oldum. ilk Farkettiğim grubu hep eski birlikte çalıştığı aynı müzisyenler. bas, klavye, org, 2.gitarı uzun yıllardır çalıştığı grup. Belki çok yoğun avrupa konser turnesi dahilinde olduğu, hergün bir başka şehirde çalacak olduğundan seyirciyle hemen hemen hiç diyaloğa girmeden seri bi şekilde ve genelde kendi istediklerini çalıp, adeta koşturup gidiverdi:( çok yorgun ve seriye bağlamış olmaktan da olabilir biraz donuk, yorgun ve sıkılmış görünüyordu.
bluecafeyi çalmadı, still beautifulu, fool'u da; ki en baba eski hiti. Genel olarak uzun sololar attığı blues şarkılar üzerineydi repertuar. Road to Helli full versiyon olarak çaldı. On The Beachi ise bambaşka sadeleştirdiği akorlar ve o meşhur intro solosu olmadan sahil gitarcısı havasında çaldı ve doğaçlama sözler ekledi. sahnede 3-4 farklı gitar kullanıyordu. neyse herşeye rağmen harika bir anı oldu. bu adamın şarkılarında sanki melodiden, sözleri çıkartabiliyor gibi oluyorsunuz, böyle bir sihiri var. yani çevirisine bakmadan nelerden bahsettiğini anlar gibi bir his veriyor. içinde sende saklı olan hikayeleri yazar gibi.
kesinlikle rod to hell şarkısından ibaret değildir.

sololarının vucüda etkisi genelde ''çok iyi amına koyayım ya'' dır.
the blue cafe favorimdir.
o güçlü görünümünün altında, zamanında kadınlardan çok çektiği belli bir adamın hayalkırıklığı var aslında. onlar geri dönmeyecek ama hatıraları hep can yakacak.

(bkz: fool)
curse of the traveller parçası benim için birinci sıradadır.
1 dakikalık bir flüt(sanırım) introsundan sonra hi-hat öyle bir tınlamaktadır ki beni benden alır.
gitarlara yorum bile yapmıyorum dinleyiniz, dinletiniz.
tam adı Christopher Anton Rea olan slide gitar* ustası müzisyen, gitarist, şarkıcı kişi. Zamanında the Road to Hell şarkısına duyduğum hastalıklı sevgim yüzünden ismi lazım değil bir müzikmarketten 10 küsur lira verip orjinal the Road to Hell albümünü almıştım. Çala çala cd kullanılmaz hale gelmese ve ilgili cd çaların lazer gözünü bozmasa belki bir o kadar daha zoraki hizmet verecekti. Başka bir geçmiş zaman da Auberge albümünün kasedini bir eskiciden almıştım. 2. el olmasına rağmen bana zamanında çok yarenlik etmiş reselli vermiştir. and you my love ve Auberge şarkısını sevdirmiş Red Shoes şarkısına eh işte dedirmiştir. Chris Rea bu cefakarlığımı bilse ne düşünürdü acaba.