entry'ler (20)

icadiyede bir sanatci

bu sözlükte yazmayacak yazardır; kendisi ekşi ve meta'da yazmaktadır; bu camiadaki 2000'li algısının ahmaklığını gözler önüne sermek için kaydolmuş, fakat tartışacak seviyede dahi olmayan insanlar topluluğu olduklarını fark edince, ekşi'den kopyaladığı birkaç entry'yi geride bırakıp sözlükten uçacaktır.
birileri mesaj atmadığı sürece...

2000 doğumlu olmak

tartışmaya girmekten korkan, insanların yapıştırdığı sıfatlarla kendini 'büyük' diye addeden çoluk çocuk üniversite öğrencilerinin üzerine saçmaladığı başlıktır.
buyurun beyler bayanlar; 2000'liyim, yazış kalitem ortada, tartışmaya açığım.

iklimler

bir nuri bilge ceylan filmi.
öncelikle kendisi ve eşi ebru ceylan'ın oyunculuklarını eleştirirsek, nbc'nin ortalama altında bir oyunculuk sergilemesinin yanında, ebru ceylan'ın şaşırtıcı biçimde iyi mimik kullanımlarıyla başarılı bir oyunculuk sergilediğini belirtmek gerekir.
nbc'nin en iyi filmi değil, fakat yeni odak teknikleri denemiş ve çok, çok başarılı olmuş. şuradan da bir inceleme:
https://www.youtube.com/watch?v=sVDuZ9X0lNI

yine her filminde olduğu gibi planlar çokça naif ve gerçekten iki planda bir 'manzara' olunca, film manzara cümbüşüne dönüşüyor, görsel şölene bürünüyor. görüntüyle anlatma, mottosunu yine çok iyi yediren nbc, karakterlerin içsel sıkıntılarını aktarmakta biraz başarısız kalıyor. isa'nın ve bahar'ın zihinlerinde neler döndüğünü, neden gururlarına yedirip de birbirlerine ihtiyaçları olduğunu söyleyemedikleri, seyirci için tatmin edici düzeyde değil. ani çıkışları kötü, dalgalanmalı olsa da, duygusal geçişler iyi.
yalnızlığı, yalnız olma nedenlerini ve birazcık da insanı anlatan film, yine, çehov öykülerini andırıyor. isa ve bahar'ın ruhsal iklimlerini anlatan film, iklimlerin görsel niteliklerini de -özellikle kış sahneleri- gayet iyi kullanıyor.
neticede, türk sineması için tabi ki çok iyi bir film, nbc sineması için orta bir film; genel olarak bakarsak ortalama bir film.
izlenir.

uzak

bir nuri bilge ceylan filmi.

mutlu olmak isteyip de mutlu olamayan ve bundan dolayıdır ki canları çokça sıkılan iki insanı ele alan film; taşradan kente göçmüş bir adamla, uzun süredir kentte yaşayan kentli bir adamın akrabalık ilişkilerini anlatır. birbirlerine yabancılaşmayı, ve ötekileştiklerini sanırlarken aslında taşra ve kentin 'insani' duygular olarak aynı çatıda kesiştiklerini anlatır, modern hayatı eleştirir. mahmut'un tarkovski izleyerek yusuf'u dışlama ve kendisini elitleştirme çabasının, porno izlemesiyle suya düştüğünü görürüz. yani teknolojik aletler, kent ve taşrayı ayırmak için çok pratik bir yöntemdir; her gün televizyon karşısında tarkovski seyretmek insanı kentli diye adlandırabilir. fakat bunun altında çok farklı etkenler yatabilir, çünkü shekaspeare'nin de dediği gibi, ''insan, insandır.'' kentin iş imkanlarına adapte olamayan yusuf'un, duygularını tatmin etmek için gördüğü çeşitli kızlarda aşkı araması da sonuçsuz kalır.
zaman ilerledikçe geçmiş olaylara tutunma isteği mahmut'un içini kemirir, yusuf'a kızdığı tembellik konusunda kendisi en öndedir; karısına 'gitme' diyemez, fotoğraf çekmek için durduğunda üşenir, arabadan inmez. yani film boyunca aslında kendisini kandıran bir adam seyrederiz.

--spoiler--
mutlu olmak için kendini dahi kandırabilen iki insanın yolları, yusuf'un farenin acı çekmemesi için onu öldürmesi misali, kendisi de bu azaba katlanamaz ve evi terk eder; ayrıldıktan sonra, mahmut'un sigara içme sahnesiyle ortam şenlenir: mahmut, karısının gitmesini engelleyemez, mutlu olma umudu elinden kaçırır. bundan dolayıdır ki geçmişe, bıraktığı sigaraya başlar, ama 'içmiyorum' dediği sigaraya. sigara burada kuvvetli bir metafordur, mahmut'un iç sıkıntısının hiç geçmeyeceğini ve iki karakterin de yalnızlığa ve kendi ideallerine mahkum oluşunu anlarız.

anlarız: mutlu olmak cesaret ister. kendine gerçekleri söyleme cesaretine sahip olmayan insan can sıkıntısının azabından kurtulamaz.
--spoiler--

nuri bilge'nin kamerasını iyi kullandığı bir film, yine klasik olarak tablo gibi planlar var fakat iş kurguda biraz aksamış, ani kesiş ve birkaç saniye sonrasına atlayıştaki sallantı, ha sallantı demişken, kameranın bazı yerlerdeki gereksiz sallantısı; zaman duygusunun seyirciye yeteri kadar aktarılamaması, yani sahnelerin iyi bağlanmaması, ve çok kötü ses yönetmenliği filmin kalitesini düşürüyor.
çok kuvvetli bir senaryosu olmadığı gibi, yönetmenlik mahiyetinde de çok bir numara yok; ama 'iyi' niteliğini hak eden bir görüntü yönetimi mevcut.

türk sineması için çok iyi, n.b.c. sineması için eh işte, genel olarak da ortalama civarı bir film diyebiliriz.
atmosferi çok kuvvetli bu arada, onun da hakkını yemeyelim...

a farewell to arms

bir ernest hemingway kitabı.
muazzam bir eser.
hemingway 1. dünya savaşında bir ambulans şoförüydü ve haliyle sürekli olarak düşmanla burun buruna geliyordu. cephede savaşırken, bir hasta bakıcıya, catherine'ye (gerçekteki adı agnes von korowsky'dır) aşık olur. (gerçekte agnes erny'i istemez ve başkasıyla evlenir, bundan sonrası hemingway'in kurmacasıdır.)

--spoiler--
savaşta yaralanır, tekrar cepheye döner. bu sırada, savaş alanındaki vahşeti, insanların ilişkilerini, paniklerini ve düşüncelerini en yalın, en keskin ve en gerçekçi haliyle iliklerimize kadar hissederiz. hemingway çok yalın fakat çok da etkili bir üslupla ele almıştır o yılları; karakterler ile mevsimler arasında kurduğu paralel ilişki ise ne kadar büyük bir romancı olduğunu gösterir. (karakterler mutlu bir an yaşarken ilkbahardır, misal sonda, bebek ve catherine öldükten sonra tenente otele yürürken yağmur yağıyordur.) dış dünyanın karakterlerin iç dünyalarına ve hislerine dair bir ipucu olması, aynı zamanda, hemingway'in mevsimleri tasvir kabiliyeti sayesinde estetik bir boyut da kazanır. savaş sırasında bazı şeylerden taviz vermesi gereken insanın, ne olursa olsun, derinlerde yatan 'duygu'yu asla yok edemediğini gözler önüne serer kitap. tenente düşünmek istemez cepheyi fakat okuldan kaçtıktan sonra arkadaşlarının ne yaptığını merak eden bir çocuk gibi hisseder kendi deyimiyle.
birbirine tutunmaya çalışan, ilişkilerini ne olursa olsun sürdürmeye çabalayan iki insanın duygularını savaş dahi silemez. birbiriyle çarpışan insanların bulunduğu vahşetli atmosferden rahatsız olan tenente 'savaş bok gibi bir şey.' der sık sık. içinde olan 'aşk' duygusu, sadece aşk değil de, diğer askerlerde de olan o 'duygu', o yok edilemeyen, insanın içinde hep potansiyelini taşıdığı, iç güdüsel olarak kimi durumlarda su yüzüne çıkan o 'duygu', o 'his', hep bıçak sırtında, romanın arka planında bulunur.
aşırı sürükleyicidir; ve arada sık sık mizahi ögeler yer alır fakat savaşın acımasız ortamında dahi böyle bir mizah olması eğrelti durmaz çünkü karakterler buna uygun olarak ustaca işlenmiştir.
tek hatası, tenente'nin catherine'ye aşık olma süreci. çok hızlı, anlaşılmayan ve tenente'nin duygularına biraz ters düşen bir süreç.
onun dışında romanda kusur bulamıyorum.
--spoiler--

aşırı sürükleyici, aşırı gerçek, aşırı vurucu, aşırı keyifli ve aşırı hüzünlü; aşırı iyi bir kitap.
aşırı; her yönüyle.

bir başyapıt!

ayrıca silver linings playbook filminde kitabın sonunun uyandırdığı hiddet şöyle ifade edilmiştir:
https://www.youtube.com/watch?v=O_1yZURAIjI

2000 doğumlu sözlük yazarları

benimdir.
bu tür başlıklar altında, 'ezik nesil, ergen nesil, sözlük yazarı varmış gidiyorum ben' türevi yazılar yazan, yaşıyla öne çıkmaya çalışan dangalaklar entrylerime bakabilirler.
çav.

2000 doğumlu olmak

bulunduğum durum.
bu tür başlıklar altında, 'ezik nesil, ergen nesil, sözlük yazarı varmış gidiyorum ben' türevi yazılar yazan, yaşıyla öne çıkmaya çalışan dangalaklar entrylerime bakabilirler.
çav.

2000 li

benimdir.
bu tür başlıklar altında, 'ezik nesil, ergen nesil, sözlük yazarı varmış gidiyorum ben' türevi yazılar yazan, yaşıyla öne çıkmaya çalışan dangalaklar entrylerime bakabilirler.
çav.

2000 li erkek çocuğu

benimdir.
bu tür başlıklar altında, 'ezik nesil, ergen nesil, sözlük yazarı varmış gidiyorum ben' türevi yazılar yazan, yaşıyla öne çıkmaya çalışan dangalaklar entrylerime bakabilirler.
çav.

2000 li nesil

benimdir.
bu tür başlıklar altında, 'ezik nesil, ergen nesil, sözlük yazarı varmış gidiyorum ben' türevi yazılar yazan, yaşıyla öne çıkmaya çalışan dangalaklar entrylerime bakabilirler.
çav.

foxcather

harika film.
bennet miller tarafından yönetildi ve gerçekte var olmuş foxcatcher takımını anlatıyor. ünlü güreşçi mark schultz, dave schultz ve john du pont'un hikayesi.

yönetim açısından muhteşem. harika ışıklar, harika atmosfer. görüntü yönetimi de keza süper. senaryo iyi başlayıp kötüleşip sonra tavan yapıyor. film ağır aksa da, şok edici sahnelerinin yanında detaylarında yatan hüzünle bezeli ağır eleştirilerle, iyiden iyiye iyileşiyor. gerçekten karakter gelişimini de şahane aktaran, (yaşanmış bir olayı anlattığı için gerçek insanları 'kurmak' çok basit değil) seyirciyi atmosfere şahane şekilde sokan, şahane vurucu bir film.

--spoiler--
dave öldüğünde kalbiniz titriyor ya; işte o ambiyans için bile izlenir.
--spoiler--

mark ruffalo için izlenir be!

ayrıca, mark ruffalo'nun muazzam ötesi oyunculuğunu anmadan olmaz. tamam j. k simmons müthiş oynadı ama, sanki en yardımcı erkek oyuncuyu alabilirdi gibi...

kısa tanım: şahane, vurucu film.

oğullar ve rencide ruhlar

bir alper canıgüz romanı.

tam bir günde bitirdim. biraz önce başından kalktım.
çok keyifli bir kitap. öncelikle söylemem gerekir ki, en önemli kozu bu kadar akıcı olabilip, iki üç sayfada bir önemli ve derin tespitler yapabilmesi. canıgüz zaten bir psikoloji mezunu ve birazcık da uzmanı. o yüzden karakterleri iyi inşa etmiş ve okuyucuyla oyununu iyi oynuyor. bir cinayetin önüne çekilen gizem perdesi, mizah ve absürd olaylarla şenleniyor. yaratıcı bir fikir, iyi anlatımla çok sürükleyici bir esere dönüşüyor.

--spoiler--
tek sıkıntısı, her şeyi en sonda açıklaması... holywood filmi gibi. o ne lan öyle, alper her şeyi laaps diye söyledi filan? ince dokunmuş koca 200 sayfa var elinde, birazcık hayal gücümüze bıraksana!
--spoiler--

ayrıca canıgüz, 'alev abla'daki 'alev'i bilerek koyduğunu, çünkü alev'in cinsel çağırışım yaptığını biliyoruz. anlamadım sanma; alev ve 20'li yaşlarda bir kız... seksidir işte. direkt canlanır kafada fakat genel vücut hatlarıyla kadının bir tasviri de yok. bu da karakterin özneline girmeyi kolaylaştırıyor.
süper hamle.

iyi roman. okuyunuz.

az sonra hatra gelen ekleme için edit:
şimdi kitabın sonu hakkında yazmamışım, yatağa girince fark ettim.

--spoiler--
alper'i neden cezalandırdı ki roman? yani narsisist kişiliği yüzünden dostluk ilişkilerine önem vermediği için mi?..
--spoiler--

neyse. sonda da dediği gibi: hayat sonu her durumda kötü biten bir hikâye değil midir zaten?

kısa film çekeceklere tavsiyeler

uzun zamandır kısa film çeken; bol ödül almış, edebiyatın yanında sinemaya da gönül vermiş biri olarak vereceğim tavsiyelerdir.

1. senaryo:
senaryoyu yazmadan önce karakterleri belirleyin ve özelliklerini maddeler halinde sıralayın. filmde hepsi kullanılmayacak olsa bile, karakterin bir geçmişinin olması ve kendine özgü özelliklerinin olması onu gerçekçi kılar. karakterlerden sonra önce filmin türünü sonra ise olayı veya durumu belirleyin. bir iki cümlelik bir kısa metinle olayı özetleyin, yani 'sinopsis' yazın, lâkin yazacağınız bir kısa film olduğu için, sinopsis de kısa ve öz olmalıdır.:

''ali'nin hayatı iyi gitmemektedir ve borçlanmıştır. arkadaşından borç ister, lâkin istediğini alamayınca aralarında bir tartışma çıkar, eski olaylar hatırlanır. ali arkadaşını bıçaklar ve onu sokağın ortasında bırakarak korkuyla kaçar.''
sonra, önermeyi, yani filmin mesajını, derdini kısaca belirleyin ki burası önemli rol oynuyor:

''toplum birbirine benzemeye çalışan bir sürüdür.''

ondan sonra, senaryoyu yazın; okuyucu okuduğunda olayları genel hatlarıyla anlamalı. yani bir roman yazar gibi ''güneş ışığının dövdüğü yorganın üzerine uzanan bir el, yavaşça kapandı ve...'' değil de, ''yorganın üzerindeki el kapandı ve...'' gibi olmalıdır.
senaryoyu yazımı, bu yönergelerden sonra sona erer.

2. sanat yönetimi&mekan seçimi:
senaryoyu yazdıktan sonra mutlaka önceden mekan arayın, bulun, inceleyin ve fotoğraflayın. bu önemli bir adım.

3. storyboard çizimi:
bir storyboard çizin. storyboard, filminizde kullanacağınız planların basit bir eskizidir. karelere bölünmüş (bunların her biri bir sahneyi, bir planı temsil eder) bir kağıdın üzerine genellikle 'cin ali' şeklinde çizilen resim bütünlüğüdür. misal, az önceki senaryoda ali'nin arkadaşını bıçaklarkenki anını resmedersiniz, aklınızda o sahneyi nasıl çekeceğinizi kağıda aktarırsınız. önce yakın plan çekmek istediğiniz için yakından gözüken bir bıçak resmi çizer, sonra da genel plan çekmek istediğiniz için, uzaktan, biri diğerini bıçaklamış iki adam çizersiniz. böylece çekim anında, planlara bakarak hızlıca açıları ayarlar ve işinizi çok daha kolay halledersiniz.

4. ekip:
ekipteki oyuncuların işlerini sorumlulukla yapan ve ciddi insanlar olmalarına dikkat edin. her bir iş için birini getirin ve bütün olası durumları düşünün. ekiptekilerin her birine bir iş verin ve herkesin kendi işini yaparak bir düzen kurulmasına dikkat edin; boom şefi yönetmen 'hazır' dediği anda boom poleunu kaldırmalı ve kayda hazır olmalıdır; tetikte olmalıdır.

5. montaj:
montaj çok önemlidir. program bilmiyorsanız bir bilene danışıp inceliklerini öğrenin. gerisi size kalmış; telif hakkı olan müzikleri izinsiz kullanmamaya dikkat edin, iğrenç efektler eklemeyin, fade-in ve fade-out gibi kavramları filmdeki her bir sahne veya sahne geçişinde, seyirciye ulaştırmak istediğiniz mesaja uygun olarak kullanın. bir de sakın ha, jenerik uzun olmasın. on beş, en fazla yirmi saniye olmalı.

genel:
görüntüyü, kamerayı kullanmayı, kameranın teknik kullanımını iyi öğrenin. senaryodaki anlatınızı görüntüye dökerken değişkenliğe uğramayın.

şu kitaplar ise, bu konuda yardımcı olacaktır:

kısa film senaryosu yazmak, patrick nash
kısa film senaryosu, sergei einstein
kısa filmler, nathan parker

(daha sonra rehber genişleyecek, yeni şeyler eklenecektir. rehber, temel bir anlatıyı benimsemiş ve zihninizdeki 'kısa film çekmek' düşüncesinin zeminini hazırlamak ve bir giriş yapmak için oluşturulmuştur.)

öykü yazacaklara tavsiyeler

uzun zamandır öykü yazan; bol ödül almış, sinemanın yanında edebiyata da gönül vermiş birisi olarak vereceğim tavsiyelerdir.

1- konu ve karakterler: öyküyü yazmadan önce, kısa öykü mü yoksa uzun öykü mü yazacağınıza karar verin. bu karar ardından, hikayenin konusunu, olay veya durumun genel hatlarını belirleyin:

''ali mutlu bir yaşam sürmektedir. bir gün okuduğu bir kitap ile, hayata bakış açısı değişir,'' gibi.

bundan sonra, karakterleri belirleyin. sık düşülen bir hatadır; öyküde karakterler az ve romana göre daha sönük olur. onlar hakkında çok şey bilmeyiz. genellikle amatörler, on sayfalık bir roman gibi yazarlar öyküleri. karakterlerin kişilik özelliklerini genel hatlarıyla belirledikten sonra onları yaşayan birer birey haline getirin; öykünün kendi dünyasında yaşamını süren birer birey. bunlardan sonra ise, öykünün derdini, mesajını yani önermesini belirleyin:

''mutluluk bir yanılsamadır,'' gibi.

2- yazım: yazmaya başlamadan önce bir tür belirleyin ve yazmaya başlayın. mekan tasvirleri daha sönük olmalıdır. bir veya birden çok karakterin, yaşadığı bir veya birden çok olaya değil, deneyimledikleri bir olaya odaklanılmalıdır. üslubunuz, yazım tarzınıza göre değişkenlik gösterebilir ama biçimsel olarak 'öykü' niteliklerini taşımalıdır:
gerçek veya olabilecek olaylar anlatılır. tek ve yoğun bir etki uyandırmalıdır. okuyucuyu kısa bir süre zarfı içerisinde öykünün kurgusal dünyasına çekmeli, onu orada kısa sürede etkilemeli ve dışarı çıkarmalısınız. karakterlerin gerçekçi olması öyküye dahil olma konusunda kolaylık sağlar, bu nedenle bahsettiğim gibi, karakterlerin yaşadıklarını okuyucuya inandırmak için onlara kendilerine özgü özellikler yüklemeniz güzel olacaktır.
en önemli şey ise, okuyucuyu sıkmayın. olaylar olabildiğine hızlı gelişsin, okur okuduğuna pişman olmasın.
baş karakterlerin bir arzusu veya bir amacı olmalı: bu amaca ulaşırken önüne çıkan engelleri ya aşmalı ya da aşmamalı. karakterlerin isteği olmazsa, misal normal bir gündeki, rutin alışkanlıkları yazarak bir mesaj iletmeye çalışırsanız, okuyucu sıkılır. öykünün babası anton pavloviç çehov, insanın bulunduğu en basit durumları ele alsa da, olaylara ince bir mizah anlayışı katar ve sosyolojik eleştirmelerini hızlı gelişen sıradan olaylar ardına saklayarak karakterleri yerden yere vurur. öykünün bir derdi olsun, okuyucu öykünün gerçek olduğuna inansın ve sıkılmasın.

tabi önemli bir öneri daha: okuyun. bolca. önemli öykü yazarlarını okumak, öykü konusunda daha çok fikir sahibi olmanıza yardımcı olacaktır.

(daha sonra rehber genişleyecek, yeni şeyler eklenecektir. rehber, temel bir anlatıyı benimsemiş ve zihninizdeki 'öykü yazmak' düşüncesinin zeminini hazırlamak ve bir giriş yapmak için oluşturulmuştur.)

lucid dreaming

not: işbu yazı, iki yıl önce çocuksu bir heyecanla yazılmış, biraz abartı bir yazıdır.
kendisi çok güzel bir deneyimdir aslında ama anlatımım aşırı abartı olmuştur.
yine de çok ama çoık zevkli bir merettir. deneyindir.

uzunca lâkin bilgilendirici bir yazı olacak; birkaç yerde daha yazdığım bir yazıyı buraya da yazıyorum.
şimdi...
nedir lucid dreaming?
rüya görürken rüya gördüğünüzün farkına varıp, rüyada bilinçli olma durumudur. siz rüya görürken, sol beyin uykudadır, sağ beyin devrededir. ve rüyada yaşadığınız absürt şeyler size mantıklı gelir. olay burası, küçük bir kaç hileyle sol beyini uyandırdığımızda, misal rüyanızda bir konser veriyorsanız, sol beyin olayı mantıksız bulur ve 'bir saniye... ben konser veremem? o zaman bu bir rüya!' der ve rüyada bilinçli hale geliriz.
rüyada bilinçli hale geldiğimizde istediğimiz her şeyi yapabiliriz! evet! her şeyi! şöyle ki, rüya ile gerçek hissiyat olarak birbirinin aynısıdır. zira rüyada cinsel ilişkiye girdiğinizde, gerçekle aynı hisleri yaşarsınız. ('bilinçli rüyalar dünyasını keşfetmek' adlı kitapta belirtildiği üzere, yapılan deneylerde, rüyada cinsel ilişkiye giren kişilerin vücutlarındaki kasılmalar ve kan dolaşımındaki değişim ve boşalma, gerçekle eşdeğerdir.) veya rüyada bir yerden atladığınızda, gerçekle aynı hissi yaşarsınız. inception adlı filmi hatırlıyor musunuz? evet, iyi bir film. ve senaristi nolan, senaryoyu lucid dreaming'den esinlenerek yazmıştır. nitekim işlenen konu da odur.
hatta o kadar gerçekçidir ki lucid dreaming`, o yüzden gerçekte de, filmdeki gibi bazı testler var. çünkü bu olmadan gerçekte olduğunu mu yoksa rüyada mı olduğunu anlamak imkansız. bu testler, yani, 'reality check'ler lucide giden en kestirme ve pratik yollar.
şimdi nasıl başarabileceğimize ışık tutalım.

teknik 1 - kendinize bir renk seçin. misal kırmızı, hatta kırmızı daha iyi olur çünkü psikolojik açıdan daha etkilidir. şimdi, her kırmızı rengini gördüğünüzde, 'acaba rüyada mıyım?' diye kendinize sorun. bir süre sonra, rüyada kırmızı gördüğünde, beyin otomatikman 'acaba rüyada mıyım?' sorusunu soracak ve rüyayı bilinçli hale getirmiş olacaksınız.

teknik 2 - rüya güncesi tutmak. aslında en başta bu yapılmalıdır. yatağınızın baş ucuna koyduğunuz bir deftere kalkar kalkmaz gördüğünüz rüyaları en ince ayrıntısına kadar yazın. birkaç gün devam edin. zihin rüyalara odaklanır ve işiniz kolaylaşır.

şimdi... bir hafta boyunca dediğim şeyleri yaptınız. artık yavaş yavaş 'hazır!' çizgisine yaklaşıyoruz. ama gördüğünüz şeylerin gerçekçiliği karşısında fazla heyecanlanıp kendinizi uyandırmaya çalışmanız muhtemel. zira lucid'e ilk girenlerin %99'u ilk denemede korkar. çünkü gördükleri 'gerçektir', ama rüya alemindedir. anlamsız bir korku aşılanır.

teknik 3 - şimdi, konumuza dönelim. teknikleri uyguladınız, hazırsınız. yapmanız gereken tek şey yatmadan önce kendinizi telkin etmek. şöyle:
'rüya göreceğim ve rüyamı fark edeceğim, rüyamı kontrol edeceğim. rüyamı kontrol edeceğim. rüyamı kontrol edeceğim...' bir süre rüya güncesi tuttuktan ve check yaptıktan sonra, uyumadan önce (tabii ki telkin yaptıktan sonra) sabah yediye alarm kurun. alarm çaldığında olabildiğince az hareket ederek alarmı kapatın ve yirmi dakika sonrasına kurun. ve yine telkin yaparak, 'lucid'e girip, rüyamı kontrol edeceğim!' diyerekten uyuyun.

bilinçaltını rüyaya alıştırdığınızda, siz rüya görürken hem yazdığınız için rüyalar daha anlaşılır olacak, hem renk olayı size yardımcı olacak, hem de kendinizi telkin ettiğiniz için işiniz kolaylaşacak.
rüyayı kaybetmemek için sakin olun ve rüya olduğunu hatırlayın. heyecanlanırsanız hemen uyanırsınız.
peki, yapabilecekleriniz neler?
aslında bu hayal gücünüzle sınırlı. istediğiniz her şeyi ama her şeyi yapabilirsiniz. buradan eiffel'e konup, elinize bir silah alabilir, kendinize fbı ajanları saldırtıp, anıttan denize atlarken havada paraşüt açıp silahla etrafı tarayabilirsiniz. sevdiğiniz insanların yanına gidebilir, sevdiceğinizle konuşabilir, dev olup insanları yiyebilir, karınca boyutuna girip heyecanlı anlar yaşayabilirsiniz.

en başta ilk iki teknik üzerinden gidilmeli. gün içinde sürekli olarak checkler yapmalı ve bu checklere cevap vermelisiniz. yani, rüyada mıyım? diye sorup, değilim ya, diye geçiştirirseniz rüyada da bunu yapmanız muhtemel. kendinize uygun kontroller, totemler uydurmanız mümkün olsa da en kullanışlılar; işaret parmağınızı avucunuzun içinden geçirmeye çalışmak, aynı yazıyı bir kere okuyup başınızı çevirip bir daha bakmak sureti ile iki kere okumaya çalışmak, (rüyada bunu yapamazsınız) ve birkaç dakika öncesini hatırlamaya çalışmak.

yüz binlerce insan lucid olmak istese de bu konu hakkında endişeli olanlar da var.

zararlar
-uyku düzeniniz bozulur.
-dünyadan kendinizi soyutlarsınız.
-eğer mutsuzsanız gerçek dünya yerine sanal dünya daha cazip gelir.
-beyniniz sürekli meşgul olduğu için çok fazla yorulursunuz.
-oradaki yaşantınızı dünyaya yansıtma hissi sizi agresif ve saldırgan yapar.
-eğer rüyada olaylar istediğiniz gibi gitmezse psikolojik sorunlara neden olabilir.
-aşırı uyumak isteği oluşturur.
-şişmanlığa yol açar sadece gerçek dünyayı yemek yemek ve tuvalet için kullanırsınız.

(bu zararların çoğu uç ve abartı durumunda ortaya çıkacak olanlardır. bence gereksiz şişirilmişler...)

yararlar
-tüm fantazilerinizi gerçekleştirebilirsiniz.
-istediğniz her şeyin sahibi olabilirsiniz.
-kendi dünyanızın tanrısı olabilirsiniz.
-sürekli kabus gören hastalar için terapilerde de kabustan kurtulma yöntemidir.
-korkularınızı yenebilirsiniz.
-ayrıca bir çok senarist bu yolla senaryo yazar.

evet. şöyle çok uç nokta bir zararı var. inceptıon filminde hatırlar mısınız, filmin henüz başlarında (spolier olduğunu düşünmüyorum.) mal karakteri rüyada olduğunu sanıp intihar ediyor.
evet. buradaki konu da gerçekten bir alıntı. zira gerçekte lucid yüzünden ölenler de varmış. mış muş. yoktur merak etmeyin, korkmayın. gerçekçi ama şizofren değilseniz bu olasılığı hesap edecek kadar iradeye sahipsiniz demektir. zaten checkler bu yüzden var.
birkaç rüya olayını sıralarsak:
saate bakmak işe yarar. (rüyada saatler aptalca şekiller olarak görülür.)
ışıkları açıp kapamaya çalışmak. çünkü bunlar rüyada çalışmazlar. (bkz: waking life)
'buraya nasıl geldim?' sorusunu sormak. yine inceptıon'dan hatırladığımız üzere rüyanın başlangıcı yoktur.

yani rüyadan önce kırmızı gördüğünüzde hep 'acaba rüyada mıyım?' dediniz ve bu bilinçlatınıza yerleşti. rüyada bir trafik ışığında kırmızı gördüğünüzde 'acaba rüyada mıyım?' sorusu soruluyor. sonra tam kontrol değil ama rüya gördüğümüzü anlıyoruz. rüyada olduğumuzu bilinçaltına inandırmak için bir kanıt lazım. 'buraya nasıl geldim?' sorusunu sorduk, misal ve öncesi olmadığını anlayınca rüyamız vcd kalitesinden blu-ray'e geçiyor ve kontrol sizde oluyor.

şöyle diyebilirim ki lucid, kelimelerle anlatılması zor bir olay. o kadar gerçekçi. her şeyi, ama her şeyi yapabilirsiniz. internete bir yazdınız mı, görürsünüz zaten insanların nasıl lucid olmaya çalıştıklarını ve olduklarını.

size bakmanız için şu siteyi önereyim:

-[lucid. atspace. com/turkish. htm lucid rehberi] (türkçe lucid rehberi, offical site olarak geçiyor.)

lucid hakkında çekilmiş filmler:

- inceptıon
- waking life
- vanilla sky
- the science of sleep
- matrix
- what dreams may come

kötü yanı tabi ki, belirttiğim gibi sürekli uyumak istemek. sevgilisinden ayrılan bir insan rüyalarda onunla buluşabiliyorken neden uyanık kalsın ki? yine inceptıon filminde diyordu ya bir sahnede:

-buraya uyumak için mi geliyorlar?
-hayır. uyanmak için geliyorlar. rüyalar artık onların gerçekliği oldu.

evet bunun gibi. rüylarda yaşayan asosyal biri olabilirsiniz. yani ben kendime hakim oluyorum az çok ama abarttığım da oluyor. yani gerçekten gerçekle birebir aynı ve istediğiniz oluyor. insanın kendi benliğine yaptığı birtakım yolculuklar da çekici kılıyor bu mereti.

birkaç ipucu:

ilk yaptığınızda rüyayı stabil hale sokmak için sakin davranın. yani lucid'in seviyeleri var. pre-lucid en düşüğü. şimdi, şöyle ki, 10 tonluk bir taşı kaldırıp aya fırlatma olayları (hayal gücüne bak, ehe.) ileri seviyeler. öncelikle mesela, bir insanı durdurun yolda ve yüzünde bir sivilce oluşturup patlatın. sonra biraz rüyada dolanın ve iyice derinleşsin rüya. cisimlerin renklerini değiştirmeye başlayın. ve sonra insanları yönetin. misal biri 10 dolar çıkarsın diğeri 5 lira falan filan. rüyada istediğin olur olayı falan duymuşusunuzdur ya, lucid işte. bazı insanlar istemeden yapar ama üzerine uyuduğu için unutur ve 'rüyada ben gibi oldu!' der.
neyse.

yine inceptıon filminde işlendiği gibi rüya içinde rüya durumu var. şöyle, siz rüyaya müdahele ediyorsunuz. ve rüya bittiğinde, veya uyanmak için bir uçurumdan atladığınızda yatağınızda uyandığınızı sanıyorsunuz fakat aslında bu başka bir rüya. çünkü beyin henüz istediği kadar rüya göremedi. ayağı kalkıyorsunuz, 'çok güzeldi ama korkunçtu uyandım huhh' diyorsunuz. sonra bir bakıyorsunuz odanızda olmayan ikinci bir yatak! 'hay s...' diye heyecanla kendinizi tokatlıyorsunuz ve uyanıyorsunuz, yataktasınız. ama bu da başka bir rüya! bu böyle sürüp gidebiliyor ve en sonunda karabasanla sonuçlanabiliyor.
karabasan lucidity'de olağan bir şey. yani şöyle:

karabasan, aslında uyku felcidir değil mi? halk karabasan der. şöyle ki siz uyuduğunuzda, uykuya geçtiğinizde beyin sizi kitler, yani felce sokar. bakın lucid olarak demiyorum normal bir uyku sırası bu. normal bir rüya görürken rüyada koştuğunuzu gördüğünüzde gerçek hayatta da bu hareketleri yapmamanız için beyin sizi kitler. lâkin siz lucid yaptıktan sonra kendinizi uyandırıyorsunuz ya, he işte, bilinciniz uyanık oluyor fakat vücudunuz kitli. o yüzden odayı görüyorsunuz ama vücudunuz hala kitli olduğu için hareket edemiyorsunuz ve karabasan oluyor.
bu arada genel olarak karabasan hakkında bir bilgi vereyim, bilmeyenler için, karabasan durumunda dışarıdan biri size baksa gözlerinizin kapalı olduğunu söyler çünkü aslında rüyadasınızdır. siz yanda yatan kardeşinizi görüp bağıramadığınızı sanırsınız fakat aslında gördüğünüz oda bilinçaltınızın yansıttığı odadır.

böyle bir tecrübe işte lucid.
araştırın, sonra da tecrübe edin. özellikle bu başlığı tamamen okuyun. tüm tecrübeleri, nasıl bir şey olduğu kazınır aklınıza.

evet. uzunca ve yararlı bir yazı olduğunu düşünüyorum.
umarım herkes bu muhteşem deneyimi yaşayabilir. öyle ki gelecekte bilim adamlarının bir şekilde insanları bu ortamlara koyabileceğini sanıyorum. remee diye bir şey var onu da araştırın ama şuan için kullanışsız. (90 dolar olmasına rağmen.)

son olarak, awoken adlı programı da öneririm: belirlediğiniz saatler aralığında belirlediğiniz miktarda 'are you dreaming?' mesajı göndererek check yapmanızı sağlıyor. ayrıca rüya günlüğü için bir bölümü de var. çok yararlı bir program.
bu arada, unutmayın:
lucid'in ilk kuralı, ondan korkmamaktır...

la haine

1995 yılında mathieu kassovitz tarafından çekilmiş, başrollerini vincent cassel,said taghmaoui, hubert kounde'nin paylaştığı siyah&beyaz fransız filmi.

1995 cannes en iyi yönetmen,
1995 avrupa film ödülü,
1996 césar ödüllerini kazanmıştır.

paris'teki bir varoş mahallesinde yaşayan üç arkadaşın 24 saatte yaşadıklarını konu alan film, toplumdaki ötekileşmeyi, ötekileştirmeyi, etnik ve etik ayrımları, hayatı ve diğer birçok derin konuyu, ince göndermeler ve başarılı metaforlarla işler. yönetmenin birçok yeni teknik denediği ve görsel olarak muazzam bir iş çıkardığı film, fransız sinemasının en iyi filmlerinden, dünya tarihinin de en iyi filmlerinden sayılabilir.
daha birçok derin konu ve mesaj içeren, daha genişlemesine bir incelemeyi hak eden filmdir aslında; lâkin filmi izlemenizi öneriyorum ben direkt.
belki sonra daha geniş bir şeyler yazarım buralara...

özet: kesinlikle ama kesinlikle izlenmesi gereken müthiş film.

yalnızız

bir peyami safa romanı.

muazzam. gerçekten muazzam bir roman. kendisini okumayı neden geciktirdim bilmiyorum, yirmi dakika evvel bitti kendisi ve tek bir kelime ile tanımlamak gerekir ise, muazzam.

türk edebiyatı'nın uç noktası, en üst mertebe, çıtanın en yükseği, öncüsü, ustası.

üslubu biraz ağır gibi gözükse de hızlıca alışılıyor. romanın üslubundaki en önemli unsur, her tasvirin ve eylem anlatısının aralarına sığınan psikolojik tahliller. insanı ve ilişkilerini irdeleyen, eleştiren romanın tahlilleri, okuyucunun yüzüne bir tokat gibi vuruluyor. okuyucu, insanoğlunun acı bir gerçeğini anlatan cümleyi okuduktan sonra, romanın öyküsüne dönen cümlelere geçtiğinde yazar adeta, ''hayır! dönme romana, yüzleş şu gerçekle!'' deyip birkaç kez daha tokat atıyor tahlillerle.

şimdi öyküye gelelim.

--spoiler--
samim... etrafındakilerden daha zeki ve daha birikimli bir adam. 'simeranya' diye kurduğu ütopik dünya, 150 yıl sonraki dünyamızı anlatıyor. bu anlatıyı bir romana çevirmek isteyen samim, aslında kendi ideallerini, düşüncelerini bu kurguyla keşfediyor. simeranya dediği ve üzerine bir roman kurmak istediği evren aslında kendi fikri hayalleri ışığında aydınlanan arzuladığı dünya. ve tabii ki, peyami safa'nın da arzuladığı dünya diyebiliriz.
en başta öykü, selmin karakteri ile merak uyandırıyor ve öyküye bu şekilde katılıyoruz. sonra işler komplike bir hal alıyor ve merali tanıyoruz. öykünün tamamını anlatacak ve eleştirecek değilim, onlar diğer entylerde yapılmıştır.

sonuna değineceğim.

sonda meral, paris'e gidip hürriyetine kavuşmak, arzuladığı hayatı yaşamak istiyor fakat ikinci benliği ile çatışıyor: meral, kendi deyimiyle, evden gittiğinde kendisinden bir şey kaybedeceğini düşünüyor. zorla odasına kitlendiğinde ne yapacağını bilemiyor. iki kişiliği arasındaki ruhsal kavga doruk noktasına çıkıyor ve meral intihar etmek istiyor. ne paris'e gidip hür yaşayacak ve ahlaksız diye nitelendirilecek, cemiyete, aileye, soya, şerefe leke sürdürecek; ne evde kalıp toplumun istediği fakat kendisinin zorla içerisine adapte edildiği yaşamı soluyacak. intihar etme düşüncesi ise, sigara yakarken döktüğü benzinin alev almasıyla kesiliyor ve kendisine gerek kalmadan yanıyor. burada peyami safa sanki merali cezalandırmış. onun yalanlarını, kendi buhranlarını dindirmek için de olsa etrafa saldığı aldatmacaların bir cezası.

gerçi meralin ölmemiş olma ihtimali de mevcut.

necile'nin ölümü ise samim'e indirilen ikinci bir tokat. yalnız olduğunu samim'in yüzüne bir kez daha vurulması. ne kadar bilgili ve zeki olursa olsun, yalnız kalmamak dürtüsünün refleksiyle diğer insanlara tutunuş çabası. meral'den daha üst olduğunu anladığı halde onun peşini bırakamaması gibi.
--spoiler--

yani kitap şunu diyor:
ne kadar zeki olsak, ne kadar aptal, ne kadar bilgisiz, ne kadar daha bilgili veya daha az bilgili olsak da; yalnız olmamak için refleksif olarak birbirimize tutunmaya çalışıyoruz. fakat başarısız oluyoruz, zira samim'in dediği gibi: insanda iki kişilik, benlik vardır. biri sosyal, biri real. bu ikisi daima çatışır. insan, (bu kitapta samim) ne kadar zeki ve diğer insanlardan üst olursa olsun, bu evrede yine 'yalnız' kalacağı için acizdir. insan acizdir. ve yine kitabın sonlarında samim'in bahsettiği gibi:

''şehir hayatında, insanların arasında, yalnızız. evet, yalnızım, yalnızız.''

aslında tek kelimeyle özetliyor kitap kendini, adıyla:

''yalnızız.''

sense and sensibility

bir jane austen romanı.

konu tabi ki yine aşk ve akraba ilişkileri. austen'in sade ama tahlilleriyle güçlendirilmiş, kültleşmiş dili burada da var. en başta karakterler güzel kuruluyor, öykü güzel başlıyor. ilk yüz elli sayfa gayet akıcı. hafiften şaşırtan olaylar, aksilikler, marianne ve elinor'un çatışması filan derken ortalık şenleniyor. fakat iki yüzüncü sayfalara doğru bir sıkmaya başlıyor ki... aman yani. aynı olayların farklı şekilde pişirilip pişirilip öne sunulması, öyküyü sakız gibi uzatmaktan başka hiçbir şeye yaramayan, karakterler hakkında hiçbir bilgi vermeyen gereksiz olaylar silsilesi... mrs. jennings'in elinor ve marianne hakkındaki düşüncelerinin ne olduğunu hem sözel hem de pratik olarak gördükten sonra; ısrarla, defalarca gergin ortamlar oluşması ve aynı tarz iğneleyici konuşmaların tekrar edilmesi çook sıkıcı.

eğer roman daha kısa tutulsa çok iyi olabilir.
şimdi?
ortalama altı.
aile ilişkilerini, 'biz' olmayı, aşkta sağduyunun önemini filan anlatıyor. aralarda beş, altı tane not edilecek cümle de var... bana sorarsanız okunmaya çok da değmez, ama okursanız da çok da bir şey kaybetmezsiniz gibi.
bence okumayın.
ha yine de elinor'un akılcılığını, marianne'nin akraba ilişkilerinin kökleşmiş hatalarına baş kaldırışının hor görülmesi filan dönemin ingiliz yaşantısı hakkında fikir sahibi edebilir...

filmi seyretmedim. izleyeyim, editler, belki onu da yerden yere vururum.

kısa: gurur ve önyargı'nın harikuladeliğine hiç yanaşamayan ortalama altı roman.

çav.

victoria

son zamanlarda izlediğim en vurucu filmlerden biriydi. arkadaşlar, doğrudur, film 140 dakika plan sekans. ben şoktayım. birdman'deki gibi çaktırmadan kestiler mi arada, diye düşündüm, sonra saçmalama insanlar anlarlardı o zaman, dedim ve bu şüpheler içerisindeyken filmi izledim: arkadaşlar kesme mesme yok, film tek plan.

müthiş oyunculuklar, melankolinin harika yedirilişi. gerçeğe bu kadar yaklaşmak ancak plan sekans ile mümkün olabilirdi. yönetmenin dediği gibi: ''bu bir soygun filmi değil, bu bir soygun!''
gerçekten öyle, film gerçeğe o kadar yaklaşıyor ki bir yerden sonra film izlediğini unutuyorsunuz. karakterlerin kurgulanmasında çok büyük rol oynamış tek plan. birisi öldüğünde, başları belaya girdiğinde filan kalbinize bir yumruk oturuyor, yerinizden kalkıyorsunuz. sanki siz de onların arasındasınız. karakter gelişimi konusunda çok temiz. görüntülerde bazı yerlerde odak kayması var ama rahatsız edici değil; tek plan çekildiğini hesaba katarsak müthiş. katmazsak da çok iyi, tertemiz görüntüler, keza sesler de öyle.
bir yerden sonra bir öyküyü seyretmek konumundan çıkıp, filmin evrenine de değil, 'evrene', karakterlerin yanına geçiş yapıyorsunuz; bir yerden sonra tek plan, hissettiğimiz gerçekliğe evriliyor.

senaryo konusunda biraz açıklıklar var, tek kusuru o:

--spoiler--
victoria sonda nasıl kaçacaktı ki? gezegen, kimse seni tanımıyor kaç, filan dedi, fakat ambulans çağırmıştı ve gezegen'in odasından çıktı, kameralardan şap diye bulurlar. ayrıca kıyafetleri de tuvalette bıraktı. bebeği de dükkanın önüne koydu, yani o evde yaşamadıkları da öğrenildi. her türlü enselerler onu. yani filmin sonundaki 'kaçış' olayı olmaz. olamaz. victoria ve 'gerçek berlinliler' orada bitmiş durumdalar.
sonda bir anda polislerin görülmesi, haylaz'ın tak diye vurulması filan o kadar doğal ki...
--spoiler--
yani kelimelerle anlatılamayacak bir gerçekçilik ve olaylara dahil olma hissi var, süper, gerçekten çok iyi.
yönetim harikası, son yılların en iyi filmlerinden. kesinlikle 'en iyi filmler' listeme dahil ederim; çok iyi yönetilmiş, çok iyi oynanmış, şahsi görüşümce gerçekçiliğe en çok yaklaşan film olmayı başarmış, çok iyi bir film.
ayrıca tüm oyuncular iyi de, laia costa ne kadar müthiş oynamış! duygusu bu kadar gerçek bir oyuncu zor gelir, harika. tüm oyuncuların çook başarılı olduğu çook açık zira tek plan çekilmiş arkadaşlar, tek plan. rolden çıkma imkanı olmadıkları için de iyice filmin içine girmişler.

seyredin. bir haftaya kalkıyor vizyondan; başka sinema aracılığı ile seyredebilirsiniz.

kürk mantolu madonna

bir sabahattin ali romanı.
en başta ankara'nın betimlemesi ve raif bey'e gelene kadar olan karakter gelişimi harika, fakat raif bey'in özneline geçtiğimizde dilin değiştiğini fark etmiyoruz bile.
burada birkaç soru sorulabilir: ilk kısım yeterince iyi değildi de raif bey'e geçince orayı unuttuk mu? yoksa ikinci kısım çok iyi olduğundan ilk kısımdan rahatça sıyrıldık mı?
ilk ihtimal olamaz zira ikinci kısımdan soyut olarak ilk kısım da çok etkileyici; harika psikolojik tahliller (bu yönüyle biraz peyami safa'yı andırıyor.), çok iyi betimlemeler, aşırı akıcı öykü... fakat raif bey'e geçince, ilk kısımdaki raif bey'in o kadar iyi kurgulandığı ve ikinci kısma hazırlandığı görülüyor ki şaşırıp kalıyorsunuz.
inanmak, ruhun yalnızlığı ve medeniyet içinde kaybolmanın yanında, akraba ilişkilerini de sorguluyor fakat tabi ki, romanın asıl sorguladığı: aşk.

maria (kürk mantolu madonna) da aynen raif bey'in gençliğindeki hali gibi, birilerine inanmaktan ümidini kesmiş ve hayatta tutunacak, gerçekten inanacak birilerini arayan bir kadın. ikisi birlikte olunca maria, raif bey'e göre daha dalgalı bir karakter gelişimi sergiliyor. inanmak istiyor, sevdiğine kendini ikna etmek istiyor fakat bocalıyor, çünkü raif bey gibi birinin karşısında afallıyor.
fakat hikaye ilerledikçe aralarındaki ilişkinin aslında hep derin olduğunu ve gittikçe derinleştiğini görüyoruz.
ikisi de, kendilerini çok uzun zamanlar birine inandırmamaya kurdukları için, içlerinde hep 'inanmamaya' dair bir potansiyel taşıyorlar.
raif bey'in yaptığı da bu: kendi korktuğu başına geliyor. maria'nın kendisni kandıracağını düşündüğü ilişki süreci boyunca, kendisinde hiç suç aramıyor. fakat maria'nın inanmama üzerine bir eylemine karşı hep tetikte.

--spoiler--
sonunda birbirlerine gerçekten de aşık olarak ayrılıyorlar fakat maria'nın ölümünü bilmeyen raif bey onu suçlamaya başlıyor. hep içinde potansiyelini taşıdığı o 'yalnız ruh, yalnızlık' durumunu diriltiyor. adeta artık bundan narsisist bir zevk almaya başlamış. zira başkalarında 'inanmak' duygusunu bulamamak, kendisini özel kılıyor. uzun yıllar, inancına ihanet edildiğini düşünüyor, inanmayı halen bulamadığını tahayyül ederek kendini dış dünyaya daha fazla kapatıyor ve direkten dönmüş misali, yine yalnızlığa gömülüyor.
fakat maria'nın öldüğü haberiyle sarsılıyor: aslında inanmayanın kendisi olduğunu, maria'nın son nefesine kadar raif bey'i muhafaza ettiğini anlayınca afallıyor. bir amaca fazlaca bağlanayım derken hayatında kendisini silikleştirmenin manasızlığını ve kendisini zorla mutsuz etmenin ahmaklığının farkına varıyor. fakat tabi çok geç oluyor artık. geride kalan kızı ise sabahattin ali'den raif bey'e bir ceza adeta:
gözünün önüne koyulan bir 'hatırlatıcı'.
raif bey, kendi yalnızlığına ve yanlış hükümlerine mahkum oluyor. insanları suçlamanın, çoğunluğun realiteyi oluşturduğunu düşünerek içine kapanmanın, 'inanmak'ı aramanın ve bunu ararken kendi ideallerini ve eylemlerini ve yaptıklarını düşünmemenin, görmemenin cezasını çekiyor.

hem de on yıl boyunca!

ve bu on yıldan sonra, o on yılın on katına bedel bir tokat yiyor:
suçlu olan kendisiymiş.
--spoiler--

harika romandır. vurucu, duygusu yüksek, dili akıcı, tahlilleri doğru, betimlemeleri yerinde, kurgusu şahanedir.

ayrıca herkesin bir kürk mantolu madonna'sı var. yalnızca, bazılarımız henüz o tabloyu görmedi.
inanın, böyle.