bugün

(bkz: emperyalizm)
insanin ekonomik, dinsel, siyasal ve tarihsel alanlarda yarattiklariyla kendinden uzaklasmasi, kendine düsman olmasidir.
Yabancilasma, yabancilasmanin bilincine varilarak gerçeklesir.
Böylece insan kendisine daha çok yaklasarak üstün bir insanliga ulasir.
ingilizce karşılığı alienation olan sozcuk.. gunumuz modern toplumunun ne yazık ki insanoğluna attığı en buyuk kazık.
kültür yozlaşması veya dil yozlaşması olarak ele alınırsa okulların büyük etkisinin olduğu durum.zira birçok insan yaklaşık 6 yıl * ingilizce dersi görüp pek birşey öğrenememekte fakat derste ordan burdan duyduğu kelimeleri habire üstünlük taslar bir edayla kullammaktadır.bunu yaparkende kendi dilini unutmaya başlar. (bkz: neden acaba) (bkz: bilinç altını etkileyen eğtim sistemi)
"seyirci, bir kazayı seyreden üçüncü kişi durumundadır."

(bkz: bertolt brecht)
(bkz: epik tiyatro)
kişinin aşırı özgürlükten dolayı kafasındakileri sorgulaması. sartre' nin ' insan özgürlüğe mahkumdur ' sözüne saplanan kişinin, anarşiye yönelerek toplumdan kopmasıdır.
"insanın kendi yarattığı şeylerden kopması, bunları kendi dışında birer soyut varlık, üstün birer güç gibi görmesi, onların karşısında kendi kişiliğinden, insanlığından olması, bunların boyunduruğu altına girmesi, marksizmde yabancılaşma kelimesiyle dile getiriliyor.

bütün yabancılaşmaların temelinde "iktisadi yabancılaşma" vardır. dinler, daha genel bir deyimle, egemen sınıfların ideolojisi, aslında bu yabancılaşmaya hizmet etmektedir."

(bkz: server tanilli)
marksist külliyatın kullandığı "Verdinglichung" kelimesinin eksik, zayıf türkçe karşılığı. karl marx'ın çalışmalarının bazı ingilizce çevirilerinde reification*. olarak kullanılan kelime.

reification'a veya Verdinglichung'a türkçe bir şeyler yakıştırmak, oturtmak istiyorum fakat her teşebbüsüm teessüf ile sonuçlanıyor. her defasında umarım türkçe'de kullanılabilcek bir arapça veya osmanlıca kelime vardır diye kendimi paralıyorum, saatlerce sözlükler karıştırıyorum, okuyorum ama nafile.

edit: yabancılaşma ve Verdinglichung kavramları benzer ama farklıdır. daha çok araştırma yapmak gerekli...
petrovic'in "alienation"ın özel bir durumu olarak nitelendirdiği reification, insani değerlerin insani olmayan ama insan tarafından üretilmiş ve insandan bağımsızlaştırılmış değerlere aktarılmasıdır. bunlar da petrovic'in sözleriydi.

yani, fabrikamda çalışan işçilerin yaşamlarındaki sosyal değerlerin, benim için, ürettikleri malların değerleri kadar "ederlerinin" olmasıdır. bir işçimin evlenmesinin benim açımdan tek değişimin, onun daha dik bir kar marjı grafiğine dönüşmesi durumudur. mutluluk, kârdır.

günümüzde karşımıza çıkan reklamlardaki çağrılar, örnek vermek gerekirse, "it's your miller"lar insanla alakası olmayan, ondan bağımsız bir ürünün, bir şekilde sosyal yaşamında yer alması için kullanılır. artık "yaratık" içeriye, insandan içeriye sokulur. meta duygudur, meta histir, meta düşüncedir.

(değer fetişizmi ile karıştırmış olabileceğim ifadelerim konusundaki olası yanlışlar için, buyrun efendim)
yabancılaşma bir lider zafiyeti konusudur.şöyleki; birey tolumsallaşma süreciyle birlikte birey sosyal grupların içersinde yer alır. grubun bütünleşmesi için bireyselciliğin bir kenara bırakılıp grup kimliğinin içselleştirilmesi lazımdır. bu içselleştirmede eğer güçlü bir lider yoksa birey grup orjininden-merkezinden- uzaklaşır ve kendini o grubun dışına çeker. yani marjinelleşir.
tamam yerine ok, evet yerine yes denmesinin yadırganmaması durumudur.
okul bitip memlekete döndüğünüzde herşeyin değişmiş olduğunu farkettiğinizdeki ruh halinizdir.
Ağaçlar yitirmişler artık ağaçlıklarını gözümde.
Dallara rüzgarda yelken açtıran yapraklar da tükenmekte.
Yemişler tatlı, ama sevgi yoksulu.
Bir susuzluğu bile gideremiyorlar.
Ne olacak şimdi?
Gözlerimin önünde kaçmakta orman,
kulaklarımdaki kuşlar sessizliğe gömülmüş,
kalmamış bana döşeklik edebilecek bir çayır.
Bıkmışım artık zamandan,
ve zamanın açlığı içimde.
Ne olacak şimdi?

Ateşler yanacak gece bastırdığında dağlarda.
Yoksa davranıp yine koşmalı mı oralara?

Yollar yitirmişler artık yolluklarını gözümde.

ingeborg Bachmann
artık uyum sağlayamamanın göstergesidir.
toplum denilen cogunlugu şebeklerden olusan olan gruha bünyenin deneyimler sonucu bünyenin isyan etmesidir yabancilasma.

kişi toplumsal hayatta oynadiği rolde artik oynamakta bezmeye baslar.

al pacino'nun oynadiği çaylak filminde söyle bir anektodu yazmak gerekmektedir.

'günün birinde ufak bir kasaba rahibi sehrine ziyarete gelen piskoposa bir itirafta bulunur.

- saygi deger efendimiz ben tanriya inanmiyorum.
- inanmana gerek yok inaniyormuş gibi yap'

filmi izleyenler bilir al pacino inaniyormuş gibi yapmaktan artik biktiğini beyan eder.

evet yabancilasma inaniyormuş gibi yapmanin biktirmasi ve ne yapiyorum ben demekle mefta olur.

kişi bu sürecte insanlardan, hayattan, yaşadığı çağdan velhasıl kelam hemen hemen herşeyden nefret eder daha doğrusu herseye 'sen de artık herkez gibisin' der.

fakat bununda da bir bedeli vardır, herşeyin bedeli olduğu gibi.

kişi uykusuzluk ceker, her gecen günü daha da gamli, içinden konusmak bile gelmez. disari cikipta ya söyle bir tur atayim bile demez.

unutmak ve yanilsamak hep bir nedenler yaratmaya calisir, gün gelir nedenler biter.

bu seferde kendini tüketircesine aşiri alişkanliklar edinir. kimisi kadehlere vurar, kimisi maceraya koşar kimisi ise kendini delirtmeye calisir.

en hazini ise kişinin kendisini tüketebilmesi için bir neden bulamamasidir.

kimisi ise bu tüketmeyi gizlemek için işi laga lugaya vurur, kimisi ise sessizliğe vurur.

günler gecer, geceler olur, sabahlar aydinlanir, geceler kararir, yaz sicagi kavurur, bahar yagmurlari islatir, kiş sogugu dondurur son bahar hüzünlendirir ve nihayet bu hissiyat musalla tasinda biter.

gerisi sessizlik...
(bkz: teknik medeniyet yabancılaşma)
sanayi devrimi ile birlikte üretim-tüketim ilişkileri değişti. klasik tarım toplumundan kent toplumuna geçiş beraberinde farklı yaşam biçemleri ve algıları getirdi. tarım toplumunun eklektik yapısı ve dayanışması kent toplumuyla birlikte hızlı bir çözülüşe geçti. "toplum"'un yerini "birey " aldı. avrupa ve yeni dünya sürekli değişiyor ve gelişiyordu. yeni dünya düzeninin ve emek-sermaye ilişkisinin oluşturulduğu bu süreçte toplumsal değerler başkalaşmaya başladı. kent toplumu kendine has bir değerler bütünü oluşturdu. ardından 21. yüzyılda teknolojinin ve buna bağlı olarak kitlesel iletişim araçlarının yaşamımıza dahil olmasıyla birlikte insanlar işleyiş mantığını kavrayamadıkları aletleri hayatlarına soktular. toplum hızla değişiyor, kendi değerler bütününe yabancılaşıyordu. işte bu genel yabancılaşmaydı. teknoloji ve kitlesel iletişim araçları toplumu başkalaştırıyor ve yozlaştırıyordu.
insanın kendisine ve sosyal cevresine yabancılasmasını kendisini gücsüz , aciz , edilgen hissetmesine isaret eder. marks'a göre yabancılasmanın temelinde yatan sey kapitalist sistemin cok kücük bir parcası haline gelmiş insan yabancılasır. örnegin bir işciye fabrikada vida sıkmak icin yaptıgı işi begenmez ve yabancılasır.
yabancılaşma insanın kendinden olandan uzaklaşması ile açıklanabilecek sosyokültürel bir olgudur. yabancılaşma ile ilgili diğer tüm olgular tıpkı yabancılaşma gibi ekonomik üretim süreci ile yakından ilişkilidir.

marks'tan önce klasik iktisatçılar ile felsefeciler yabancılaşma kavramı üzerinde bir takım düşünceler vardı. fakat marks'ın kapital'de anlattığı yabancılaşma teriminden uzaklaşarak, nesnel koşullarla pek alakası yoktur. şimdilik bunlar üzerinde pek değinmeyeceğim.

modern üretim süreci olan kapitalizm, işçinin ya da daha doğru bir deyimle üreticilerin ortaya koyduğu artı değer ve emek fazlası ile kâr eder. bu emek fazlası üretim fazlasına neden olur. üretimin devamı için tüketim artışı gereklidir. bu döngü kendini tekrar etmeye başlar üretim-tüketim sürecinde. aynı zamanda üretilen malın(metanın) değişim değeri ile kullanım değeri arasındaki fark meta fetişizmidenilen olguyu oluşturur. açıklamak gerekirse; bir araba alındığında, o araba ile birlikte modeline göre bir statü de alınır. bu kullanım değerinin değişim değerinin üstüne çıkması anlamına gelir. örnekte görüldüğü gibi üretim sürecine yapışan bu olay bir fetişizmdir.

şimdi meta fetişizmi ile üretim fazlası arasındaki bağlar fiziksel bir bağ değildir. çünkü bu fetişizm olgusu fiziksel olmamakla birlikte toplumsal değerin bir ürünüdür. fiziksel olaylar ile bilinçsel olaylar arasındaki bir nedensellik kurulması bu nedenle bir yanlışlık görüyorum. fakat bu statü alma olayı üretim fazlasının işine yarar, üretimin tüketime dönüşmesini besler.

meta fetişizmi olgusu insanların bir yanılsama içinde yaşamasına neden olur kolaylıkla. bu olgu ile birlikte egemen sınıf kendi reflekslerini topluma uzlaşma ile birlikte kabul ettirir. bu kültürel hegemonyadır fakat bir başka başlığın konusudur. yabancılaşmaya geri dönecek olursak, insanın pazar ekonomisi sisteminde kendi emeğinden uzaklaşması gerekir. yalnızca yaşaması için ya da azda olsa tüketim kültürüne katılması için verilen ücretler emeğin yabancılaşmasına tekabül eder, çalışmak yaşamsal bir olayken yaşayıp yaşamamaya dönüşür. gene bu yabancılaşma olayı kültürel hegemonyanın beslemesine tekabül eder.

konuyu toparlamak gerekiyorsa emeğin toplumun gerçekleğinden uzaklaşıp tüketimin körüklenmesi toplumun her kesiminin yalnızca egemen sınıfın kültürüne uyum sağlamasına neden olur, işte bu yabancılaşmanın pratiksel ifadesidir.
günümüzde doğal ve tehlikesiz olarak görülen, dolayısıyla hayatın bir parçası haline gelendir. insanlar hayallere zaman ayıramamakta, kendilerini değişime değil, varolan düzenin dişlerine kaptırmakta ve geleceğe yabancı bir yapı kurmaktadır. sonuç olarak insan ne yaptığının farkındadır, değişimi reddedip maddiyata yönelerek yabancılaşmayı seçmiştir.
toplumun inandığını sorgulayıp köşesine çekilense ürkek bir mathieu delarue olabilir sadece, zararı yoktur ama deli olduğu düşünülür. bu da ona değişmek için bol bol zaman tanır. oysa ki kabul edilmeyendir, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.
bazı arkadaşlarına önce bir telefon kadar yakın olursun, sonra bir msn kadar sonra bir bakarsın yoklar.
bazı sanal insanlara önce bir msn kadar yakın olursun , sonra bir telefon kadar sonra bir bakarsın yoklar.

gerçek ya da sanal denmemeli insanlara dost olabilen olamayan insan denmeli. çünkü insanların sanalıda bir gerçeğide. tanımak gerekmiyor.

şimdi forward mailler zamanı, atalım birbirimize ve hiç tanımadığımız insanlar için geçmişteki güzel günleri satalım. anıları silelim tek tek. ve unutalım her şeyi.

yabancılaştık birbirimize ne güzel 24 saati birlikte geçiren bizler yabancılaştık, can olan bizler yabancılaştık. mesafeler mi girdi araya. yoksa yaralı aşklar mı kanattı bizi. sarmıştık oysa yaralarımızı birlikte. seviyorduk birbirimizi özledim ben seni çok. çok özledim. rüyalarıma giriyorsun. daha bugün birlikte balık-pilav yedik. ne demekti acaba. bilemedim. özledim ben seni çok özledim. canımsın. bir tanemsin.

en çok kanatanı sevgi soysal'ın bu cümlesidir;
"avucunda terini duyduğun birinin yanından bir yabancı gibi geçmek olmaz".

biri var gül'üm sen bilmiyorsun ama bir telefon kadar yakın olmamız bile bizi yakın yapmıyor onunla. çünkü elsen eğer bir telefon kadar yakın olmanın da anlamı yok. sadece özlüyorsun hepsi bu.

yabancı olma bana!.
gülümsün, bir tane dostum, can arkadaşım. ses ver bana ses ver.

tanım: insana en çok koyan şey.
carl marx ın teorisine göre; insanlar kendilerine sürekli yeni "meta"lar veren sistemin içerisinde, kendi insani doğalarına ne kadar yabancılaşırlarsa, o kadar yalnızlık çekecekler, kendi öz doğalarına olan özlemleri artacak ve toplum, yabancılaşmanın son haddesinde patlama yaşayacak ve işte o zaman söz konusu "sosyalizm" ve "komünizm" süreci başlayacak.
''Yabancılaşma olgusunu en genel anlamda kendinden başkası olma ya da başkasına dönüşme diye tanımlayabiliriz. Yabancılaşma ancak ben'le başkası arasına, özneyle nesne arasına çatışkılı bir ilişki girdiğinde ve buna göre özne geriye dönülmez biçimde dönüştüğünde sözkonusu olacaktır. Bir başkası olmak fikriyle birlikte yabancılaşma kavramını bize Hegel armağan etti. Onu daha sonra Marx bir başka bağlamda ele aldı. Hegel yabancılaşma sorununu içsel düzeyde ya da bilinç olguları düzeyinde işledi, onun dışsal yanını düşünmedi. Marx yabancılaşmaya toplumsal, iktisadi, kültürel bir anlam verdi, onu bilinç düzeyinde ele almadı*. Bu iki yarı tutum, sözkonusu iki yarı bakış açısına, ülkücü ve gerçekçi bakış açılarına uygun tutumlardır. Hegel'den ve Marx'dan sonra da, ruhsal anlamda, ona bağlı olarak ruh hekimliği anlamında yapılmış olan çalışmaları, 'bilinç bozulması' sorununa indirgenebilecek çalışmaları bir yana bırakırsak, yabancılaşma sorununa köklü bir çözüm aranmış değildir. Oysa yabancılaşma sorunu içsellik düzeyinde de dışsallık düzeyinde de önemini koruyor, neredeyse giderek çağımızın en önemli sorunlarından biri durumuna geliyor. Hegel'in ve Marx'in kendi felsefeleri çerçevesinde tek yönlü bakışını bir yana bırakarak sorunu birbirine bağlı biçimde gerek bireysel bilinç (ayrı bilinç) gerekse toplumsal bilinç (ortak bilinç) düzeyinde ele alıp tartışmakta büyük yarar vardır. Yabancılaşmanın mutlu anlamıyla mutsuz anlamını buarada çok iyi belirlemek gerekir. Çünkü yabancılaşma hem daha çok Hegel'ci anlamda bilinci bilinç kılan şeydir, hem de daha çok Marx'çı anlamda bilinci bilinç olmaktan çıkaran şeydir.''

kaynak: yabancılaşma sorununa genel bakış - 'afşar timuçin'*
bir sabah kalktığında ağzından çıkan ilk cümleleri sanki sen kurmuyormuşsun gibi hissetme, herseyi otomatiğe bağlamış gibi ezbere düşünme hissi..
aynaya bakıp, bu yüz bana mı ait, bu anne benim mi? bu sorulara yönelten boşluk.