bugün

entry'ler (42)

çelişkili düşler yıpranmışlığı

suskunlukla beslenen düşlerden de değildi oysa. sahi, gerçeklik ne zamandır bu denli çelişkili olmuştu? yakından bakınca anlaşılıyor ki gerçekliğe hapsolmuş çelişkili düşlerden biriydi bu yaşananlar:

konuşmayı sevmezdi yahut susmayı seviyordu. çelişkili düşlere açılan ilk kapı: sevmek ile sevmemek nasıl da aynı anlamda kesişebiliyordu bu yolda? bu bir düş, düşlerin en sessizi.

suskun bir gülümsemeyle girerdi insanların hayatından çıkarken rahatsızlık vermek istemiyordu, aşikar. bunca hayatı deşmiş biri nasıl hala koruyabiliyordu olağanca nezaketini? bu bir düş, düşlerin en naifi.

deştiği hayatlara güvenmek isterdi, fail-i meçhul aşkların kalıntısı bir şüpheyle. güvensizliği şüphe ile yenmeye çalışmak ateşi ateşle söndürmekten hangi noktada ayrılıyordu? bu bir düş, düşlerin en ahmağı.

nihayetinde söndüremediği bu ateşte yakar seni, sessizce gülümsemeye devam eder ve nazikçe kurtarır kendini. bilincini yitirmeden önce farkına vardığın son düşün sıfatıdır artık payına düşen.

sahi, düşler ne zamandır bu denli çelişkili olmuştu?

paylaşmak

bir ucu utançtır diğer ucu mutluluk.

utancın hikayesi:
17 saat sürecek bir tren yolculuğundasın. bir tabur adama yetecek kadar nevalen var. haldır huldur yumuldun pastaya, böreğe ve çaprazında kuru üzüme benzeyen yaşlıyla göz göze geldin, yemeye devam ettin.
10 dakika sonra yaşlı adam mendilini sofra saydı kendine. bir salatalık, bir domates, yarım ekmek ve biraz peyniri ile sofrasına yöneldi. göz göze geldin, ekmeğini sana uzatıp sofrasına davet etti.
yerin dibi nerede, girmek gerek. boğazda tıkanıp kalan utancı sindiremeden yerin dibine girmek gerek.

mutluluğun hikayesi:
bisiklet turundasın, nazara inanmıyorsun ama yerde bulduğun nazar boncuğu hoşuna gidiyor ve bisikletine takıyorsun. dağın başında bir köye girerken 3 küçük çocuk yolunu kesiyor. "para vermeden geçemezsiniz!" diyor dünyanın en tatlı eşkıyaları. nazar boncuğunu çıkartıp küçük kıza veriyorsun. o, nazar boncuğu ile arkadaşlarının yanına koşuyor; koşarken mutluluk saçlarından savruluyor.

hayatın hikayesi:
"paylaşmak" gibi arafta kalmış kelimelerle yazılıyor hayatın hikayesi. sana sorulmadan yazılmaya başlanmış hikayeni seçimlerinle sen şekillendiriyorsun. kararsız kalmış her kelimenin yazgısı senin elinde. bunun farkına varıp yetmiş yaşındaki adamın ekmeğinden üzerine sinen utancı, beş yaşındaki çocuğun saçlarından savrulan mutlulukla silebilmelisin. kim bilir, belki hikayenin anlamı heyecanla koşan bir çocukta saklıdır.

gün geçtikçe azalan konuşma isteği

insanın konuşmak isteyip de çeşitli nedenlerden dolayı suskunluğu tercih etmesidir ya da bazen bu tercihe zorlanmasıdır. bu durum çeşitli ruhsal hastalıkların tanı kriterlerini karşılama durumuna göre patolojik bir hal alabilir. sosyal fobi, sosyal geri çekilme, depresyon vs. gibi konular hakkında yığınla akademik araştırma mevcut. * açıkçası bu mevzunun psikopatolojik boyutunu bilimsel kriterlerle irdelemektense kişisel gözlemleri refere ederek bilgi aktarmayı sözlük için daha faydalı buluyorum. zira okumuyorsunuz baa, mahmut hoca tadında kalp spazmları geçirmek lazım okumanız için. al hadi:
https://youtu.be/4-2Gi13T1_k?t=5124

1*kibir: "ya ben bu insanlara ne anlatayım ki, anlatsam da bahsedeceğim konular hakkında onlar ne bilir ki zaten."
çözüm: bol bol ilber ortaylı videoları izle, feyz al. cahillik konusunda diğerlerinden farklı olmadığını göreceksin. rahatça aptal muhabbetlere katılabilirsin.

2*yargılanma korkusu: "şimdi bu konu hakkında bir fikir ortaya atsam kim bilir ne düşünecekler. rezil ederler kesin. sus olm iyisi mi"
çözüm: insanlar seni rezil etmek için fırsat kollamıyor, umurlarında değilsin. rezil olsan bile rezilliğin 3 gün sonra unutulacak. üstelik kimsenin gündem maddesi olmayacaksın, herkes kendi davasında rahat ol, yaşa ve zamanı gelince öl.

3*özgüvensizlik: "bir şeyler gevelesem bile beni siklemeyecekler."
çözüm: silik silik oturmaktansa bir adım atmayı dene. daha ne kadar siklenmeyebilirsin ki?

4*suskunluğum asaletimden: "ulan millet ne güzel döktürüyor, cevher gibi hepsi. susayım da ağır ve donanımlı sansınlar."
çözüm: allah ıslah etsin ne diyeyim.

5*çok kitap okumak: "herif daha konçertonun ne olduğunu bilmiyor, ben bu kulaklara ne anlatayım." (haklı bir kibrin var ama kendini insanlardan soyutlamak çare değil. çözüm için seni madde 1'e alalım)

"x konusu hakkında şunu söyleyeceğim de ne olacak ki zaten onlar da anlatacaklarımı biliyordur."
çözüm: emin ol bilmiyorlar. bu maddeler içerisinde en çok konuşması gereken kişisin. o kulakların senin anlatacaklarına ihtiyacı var. hadi koçerom yardır. öpüyorum.

6*efendiyim/hanım hanımcığım: "aa nasıl da şakır şakır konuşuyorlar, densizler. şurada köşecikte sessizce oturayım da ne kadar efendi/ hanım hanımcık olduğumu göstereyim."
çözüm: o işler öyle olmuyor hem büyüklerinin her dediğine inanma yavrucuğum. biraz sorgularsan bazı konularda yanıldıklarını göreceksin.

7*fazla klavyesi olan var mı: "akıllı telefonlar, bilgisayarlar derken konuşmak nasıl bir şeydi? klavye verin çenem paslanmış, dilim dimağım kurumuş"
çözüm: akıllı telefonunu satıp 3310 kullanmayı dene yahut en yakın arkadaşını arayıp bir çay kahve iç. telefonu kapatıp cebe koy. afiyet olsun.

gördüğün gibi kibrinde, korkunda, özgüvensizliğinde, yanlış bilişsel şemalarında veya akıllı telefonunu kullanma sürende eskiye nazaran artış varsa konuşma sürenin azalması, dahası isteğinin azalması gayet normal. sen de biliyorsun ki normal olması doğru olduğu anlamına gelmiyor. bu nedenle gerçekten işe yarar çözümler üretmeliyiz.

yazmak güzel, konuşmak lezzetli. hayatımızdan bu lezzet eksik olmasın, en geveze günler sizin olsun.

ankara nın en çok sevilen yanı

rus edebiyatı ile tanışıklığı olanlar bilir st. petersburg'un nasıl bir şehir olduğunu. insanların üzerindeki ağır varoluş bunalımıyla, soğuğuyla, gerginliğiyle ankara bu ülkenin st. petersburg'udur. ağır bir romanın sayfalarında nefes alan acılar, sevinçler, hayal kırıklıkları, sevgiler, terk edilmişlikler barındırır ve insanların duygularıyla yaşar, insanların duygularını yaşatır bu şehir. ankara'yı ankara yapan ve insanların ankara'yı sevmesini sağlayan şey de budur.

bir kadın seversin, tunalı'sından kurtuluş'una kadar kadınındır artık ankara. bir özlem kadar sonra sokak ortasında terk edilirsin, sokaklar hayatın gibi çıkmaza bürünür. dostluklar kurarsın, sakarya'sında attığın kahkaha, bahçeli'de yaptığın bir akşam yürüyüşünde yankılanır. samimiyet sarar dört bir yanını. an gelir bir gün batımında aşti'de beklersin mutluluğu, geldi mi ayrılıklar yokmuş gibi sarılırsın. karanfil'den bunalır konur'a girersin, konur'dan bunalır karanfil'e dönersin ve 2. turun ardından çıkışı olmayan basit bir labirentteymişsin hissine kapılıp kaldırırsın kafanı ve gökyüzü menşeli hayaller kurarsın.

yaptığın şey her ne ise bu şehir onu aklında tutar. diğer şehirlerden daha güçlü bir hafızası vardır ankara'nın. başına gelen her güzel şeyi bir gün hatırlayabilmek için ankara'ya döndüğünde; o kadının bir zamanlar sana sunduğu sevgisini yaşarsın, dostane gülüşler kulaklarında yankılanır ve gökyüzünden çalınmış ama artık tuzbuz olmuş hayallerinin kar olup üzerine yağdığını fark edersin. bu andan sonra bütün terk edilişlere nazire yaparcasına artık bir yere gidemezsin, zira artık sen ankara'sındır.

parasızlıktan kitap satın alamamak

birisi parasızlık mı dedi?

hayatımın %90'lık kısmında olduğu gibi parasızlıktan kırıldığım dönemlerden biriydi. her yaz tatilinde olduğu gibi yollarına ineklerin sıçtığı köyümde oturmuş sıkılmakla meşguldüm.

insanın sıkıntısını gideren en nitelikli oyuncak paraydı farkındaydım ama cebimde 4 lira vardı ve bu parayla kitap alıp uzun vadede sıkıntıma derman olmak istiyordum. köyde kitap satan bir yer olmadığı için haliyle çarşıya inmek gerekiyordu ama çarşıya inmek için yol parası vermeliydim ve bu da kitap almak için elimdeki birbirinden değerli 2 türk lirasına veda etmek demekti. bu da kitap alamayacağım anlamına geliyordu.

evde daha önce okunmamış, okuyacak bir şeyler aramaya karar verdim ve tam o anda saatli maarif takvim gözüme ilişti. duvardan söktüm ve gün gün takvim okudum. o kadar çok menkıbe öğrenmiştim ki hava kararmaya yakın iftar programı sunacak nihat hatipoğlu kıvamına gelmiştim. o kadar çok yemek tarifi öğrenmiştim ki ümit usta'ya, emine beder'e tarif dağıtacak düzeydeydim. dünyaya gözlerini açmış her bebeğin kulağına o gün için uygun bir isim fısıldayacak kadar isimlere hakimiyet kurmuştum.

***

şimdi mi? şimdi sahaflardan çocuk kitapları alırım ve haftada en az bir kitabı yolda yürürken gözüme kestirdiğim bir çocuğa hediye ederim. okusun kerata, saatli maarif takvimi değil, kitap okusun.

telefonla konuşmanın havalı olduğunu düşünen kişi

kasaba insanı diye tabir edilebilecek kişidir. kimdir bu kasaba insanı?
* bir köylü gibi üretim yapamayan,
* sağdan soldan duyduklarıyla tüm günü boş lakırdılarla bitiren,
* aktif kent hayatına özenen ama özenmekten öteye gidemeyen,

tüm bunların ekseninde köy-şehir hayatı arasında kalmış, hayat farkındalığı yok denecek kadar az olan kişilere denir kasaba insanı.

telefonla konuşurken neden havalı olduğunu düşünür bu insanlar?

* köylü gibi üretim yapıp para kazanamadığı için bin bir cefayla aldığı telefonu öncelikle materyal olarak kıymetlidir onun için.
* bahsedilen lakırdıları bir yerden başka bir yere iletmek başlı başına önemli bir iştir onun için ve bu durum "değerli" telefonuyla yapılıyorsa daha bir kıymete biner, önem arz eder.
* ekranlarda gördüğü şehirli cool insanlara (öyle olmadığı aşikar olsa da) özenir ama içinde bulunduğu şartları iyileştirmek ya da mevcut şartları kabullenmek gibi bir niyeti yoktur. kendinin farkına varmadan ya da ekranda gördüklerinin gerçekten de değersiz olduğunu, gerçeklikten uzak olduğunu irdelemeden davranış repertuarına eğreti duran yeni davranışlar (telefonla konuşurken değerli hissetme, böbürlenme, havalara girme gibi) ekler.

sözün özü: kara cehalet örneğidir.

sözlük yazarlarının ibretlik hikayeleri

uyarı: anlatacaklarım ağır dozda ırkçılık içermekle beraber faşizmin hümanizme evriliş hikayesidir dostlarım.

evde oturmuş daşak çatlatan soğuklardan kendimi nasıl korurum diye düşünüyordum. tam o sırada telefon çaldı, arayan ivan'dı.
-efendim ivan?
+ yerın bırr arrkadaşyın doğum günyü var. sen de gel.
- nerede olacak?
+ arrkadaşyın evinde. yiryaman'da.
- hediye almıyoruz demi lan?
+ nyet, almıyoruz.

telefonu kapattım ve sonraki günü sıcak bir yuvada karnımı doyuracağım gerçeğini düşünüp mest oldum. gerçi o anda neyle mutlu olacağımı fark ettiğimde maslow'un ihtiyaçlar piramidinde ikinci basamağa dahi ulaşamamış ufkumu sikmek istedim. zira tek derdim minimum yaşam şartlarında hayatta kalarak bir günü daha ezmekti. silkinerek hemen izlediğim dizilerden birinden esinlenerek bir hayale tutuldum: doğum gününe gidecektim ve bir gladyatör edasıyla yumruğumu masaya vurup "kadın ve şarap" diye bağırdıktan sonra yanıma baldırı açık kadınlar yanaşacaktı. şarap sakallarımdan akarken keskin bakışl...

telefona gelen sms bu kadar hayal yeter sana dercesine çığırtkanlık yaptı. ivan mesajda evin tam adresini ve organizsayon saatini yazmıştı yazmasına da adam 9 pm yazmış saat için. ingilizcemin zirve yaptığı dönemlerde bile am pm karmaşası yaşayan biri olarak aklım biraz karıştı ama her ne kadar rus da olsalar sabahın 9unda kendilerini alkole vuracak değiller ya diyip ekşının akşam 9da olduğuna kanaat getirdim.

akşam oldu kızılay'dan eryaman otobüslerine bindim. birinci saatin sonunda muavinden topkek, çay neyim dağıtmasını bekledim zira halk otobüsü görünümlü şehirlerarası otobüse binmiş gibiydim. eryaman'da eve çıkan ruh hastalarına üzülecekken nefis bir gecenin beni beklediğini düşünüp topkek hayallerimi suya düşürse de muavine tatlı tatlı tebessüm ettim ve toplamda 1 buçuk saatte gideceğim yere vardım.

kapıyı bir kız açtı. sempatik ve hızlı bir giriş yapayım diye bastım privet'i kızın kulaklarına. kız anlamamış bir şekilde tatlı tatlı yüzüme bakınca onun türk olduğunu anladım. merhaba diyip eve ilk adımımı attım. ambians hayallerimden uzaktaydı ama olsundu daha gecenin başıydı.

salondakilerle teker teker tanıştık ve ilk turun ardından anladığım kadarıyla salondaki tek rus ivan'dı. hayal gücüm, var gücüyle bana şamarı basmıştı ama sıkıntı yapmadım. salona girerken lezzetli yemekler görmüştüm ve biliyorsunuz bu bile yüzümün gülmesi için yeterliydi.

yemeğe oturduk. masa küçük olunca haliyle muhabbet daha samimi olmaya başladı. okuduğum bölümden dolayı kızlardan bazıları kendileri için özel sayılabilecek konuları anlatmaya başladılar. iletişimimiz son derece kuvvetliydi. masada gırgır şamata eksik olmuyordu keyifler gıcırdı.

yemeğin bitimine doğru mevzu eski sevgililere gelmişti ve ev sahibi kızlardan bir tanesi bu konudan bağımsız olarak araplara sövmeye başladı. araplardan kastım suriyeli filan değil. bu ülkede yaşayan kürt gibi, laz gibi, çerkez gibi arap işte. kaç nesil önceden beri bu topraklarda yaşamış ve bu topraklara ait arap. bilmem anlatabildim mi sövdüğü kitleyi?

gülümsedim, herhalde eski sevgililerinden biri arap idi ve adamla kötü bir şeyler yaşamış olmalı ki böyle sövdü. yanlış da olsa sinir anına denk geldi heralde anlayış göstermek gerek dedim içimden. gülümsedim.

konu döndü dolaştı araplara geldi. ana avrat kaymaya başladı kız. arapların ne sikilmedik götü kaldı ne kulağı. yardırıyor kız. bütün araplar orospu çocuğudur da bıdı bıdı giydiriyor resmen. bu sözlerden sonra eski gülümsemem kalmadı ama yine de sesimi çıkarmadım geceyi piç eden adam olmamak için.

mutfaktan salona geçildi. konu obsesif bir hal almıştı. kız dönüp dolaşıp arapların amına koyuyor, üstelik bu kez ortamdaki diğer kişiler de bu durumu destekliyordu. sonunda dayanamadım ve ağzımdan şu lanetli cümleler çıktı:

- ben arabım. saatlerdir arapların amına koyuyordun ya hani araplar orospu çocuğuydu ya hani. senin kuyruk acının sebebi neden bir genellemeyle bütün arapları bağlıyor ben bunu anlamadım. bi anlatsana bugün, burada tanıştığın ben, neden orospu çocuğuyum?

ortama ölüm sessizliği çöktü. sessizliği ilk bozan onun histerik gülüşü oldu. çirkin bir kahkahanın ardından "aldattı beni" dedi.

- tanımadığım bir arap seni aldattı ve bu yüzden benim annem orospu oldu yani? bu mantıklı mı sence?
+ yani öyle demeyelim tabi ama arapların hepsi şerefsiz.
- bi kürt aldatsaydı seni o zaman da bütün kürtler mi şerefsiz olacaktı? yani bi kültürün ya da bi ırkın şerefi senin boynuzlanıp boynuzlanmamana mı bağlı? seni ivan aldatsaydı o zaman ben şerefli bir adam mı olacaktım?
+ ooeeuufff sorularınla beni geriyorsun.
- pekala gece boyunca bu konuyu açmazsak bir sıkıntı çıkarmayacağım emin ol.
+ tamam tamam. hadi millet şişe çevirmeceeeeeeeeeeeee zamanıııııııı!

şişe çevirmeceyle birlikte alkolün dozajı da artmaya başlamıştı. oyuna dahil olmayıp bir köşede eski sevgilimi düşünmeye başladım. çerkezdi, ben ise araptım. ilişkimiz boyunca bu durum hiç sıkıntı olmadı. ayrıldık bu durum hiç sıkıntı olmadı. defalarca kavga ettik bu durum yine konuşulmadı. eski sevgilime yüzeysel bir aptal olmadığı için saygı duydum ve şerefine içtim. eski sevgilimi düşününce istemsizce mutlu oldum ama mutluluğum oyun bölgesinden gelen ırkçı bir saldırıyla taciz edildi.

hatice, bizim boynuzlu hitlere soruyordu:
- bu evden birini kovmak istesen, şu anda defolmasını istesen, kimi kovardın?
+ gaskonya beyi'ni.

hay amına koyum param olsa dakikasında taksiye binip evime döneceğim de meteliğe kurşun attığımız dönemler. dolmuş desen saat gecenin 2'si. el mahkum faşizan saldırılara ses çıkarmadan köşede demlenmeye devam ettim. sabahın ilk saatlerinde kimse uyanmadan otobüse atladım evime döndüm. gece yaşadığım kabusu atlatıp normal hayatıma devam ettim.

****************
2 ay sonrası

gündüzleri okula gidiyordum, geceleriyse evime yakın bir barda çalışıyordum. ankara'nın en sağlam barlarından biriydi çalıştığım yer ve her cumartesi iğne atsan yere değmeyecek düzeyde kalabalık oluyordu. yine bir cumartesi günüydü ve yine metrobüs kıvamında tıklım tıkıştı mekan.

gece 1 sularında liseden bir arkadaşımı gördüm. sohbet ettik biraz ve içkiler konusunda ikramda bulunmak istedim. kalabalık bir grupla geldiğini daha sonra bu fırsatı kullanacağını söyledi. birbirimize gülümseyip ayrıldıktan sonra. içten içe bu denyonun kalabalık grubunu merak etmeye başladım.

merdivenden aşağıya doğru inen grubu görünce sadece gülümsedim. ss kıvamındaki doğum günü ekibi gelmişti, dahası bunlar liseden arkadaşımın beklediği insanlardı. hay tesadüfünün bee diyip iyice eğlenmeye başladım kendi kendime. neyse efendim gecenin ilerleyen saatlerinde arkadaşımla boynuzlu hitlerin seviştiklerini gördüm. arkadaşım türktü ve seviştiği insanın nasıl bir psikopat olduğunu bilmeden türk ırkının şerefini riske atıyordu resmen. ortam iyice kaynaşmış görünüyordu. içkiler şırıl şırıl içiliyordu ve sonunda bizim faşist tuvalete giderken dayanamayıp bayıldı. kafası ayaklarımın dibine düştü. hemen yerden kaldırıp güvenliklerle birlikte yukarı çıkardık kızı. aşağıdan su, kolonya vesaire getirdim koşarak. gözlerini hafiften aralamıştı ama yine de ayılmış değildi, bir anda ayılması da mümkün değildi zaten.

liseden arkadaşı aradı gözlerim. buldum ve durumu izah ettim. kıza ve şansına sövüp mekanı terk etti. hatice'nin yanına çıktım ve bu saatte eryaman'a kadar çile çekmemelerini, isterlerse benim evimde kalabileceklerini söyledim. kız o sancılı durumda bu teklifi kabul etti. işletme müdüründen izin aldım ve baygın faşisti kucaklayıp evime götürdüm arkadaşları nezaretinde. herkese yatacak yeri ayarladıktan sonra bara çalışmaya döndüm.

sabah 11 civarında evdeki gürültüye uyandım. salondan kızların sesi geliyordu. kapıyı tıklatıp salona girdim. faşist kız başka bir odada uyuyordu hala. biz içeride sohbet ederken gözlerini yeni yeni açmaya çalışan dişi hitler salonun ortasında beni görünce birden kendine geldi ve kokuşmuş ağzından bile leş zihninin ürettiği ilk cümleyi yüzüme haykırdı:

+ ne işi var ya bu arap'ın burada?
- günaydın. çay ister misin?
+ bi dakika bi dakika biz senin evinde miyiz? ne işimiz var bizim burada hatice?

hatice durumu izah ettikten sonra bizim kafatasçı kız hüngür hüngür ağlamaya başladı. kıza çay ikram ettim. hıçkırıkları durmuyordu.

- neden ağlıyorsun?
hıçkırıkların arasından titrek kırılgan bir sesle "kötü biriyim." dedi.
- öylesin. en az seni aldatan arap kadar kötü birisin.
göz yaşları dindikten sonra "bir daha bunu yapmayacağım." dedi.
- neyi yapmayacaksın?
+ kim hangi ırktansa ona takılmayacağım. iyi biri olacağım.
- bunu nasıl yapacaksın?
+ genelleme yapmayarak.
- bireysel hatalardan sadece bireyi sorumlu tutarak yani?
+ evet, söz veriyorum.

yeni bir gözyaşı dalgasıyla boynuma sarıldı. pışpışladım, kendine geldi. kin, öfke, yüzünden tanımsız onca çirkinlik yok olmuştu ve belki de hayatında ilk kez bu kadar güzeldi.

iç burkan garibanlık anları

kombiyle tanışıklığı olmayan evimde kat kat battaniyenin altına girip anten niyetine kullandığım çatalın çekim gücüne saygı duyarcasına trtçocuk izlediğim günlerden biriydi. pepe, ekranda coşkuyla "le hanımey le hanımey" nidaları eşliğinde halay çekiyordu ve ben bu coşkuya yenik düşüp kendimden geçmiş vaziyette salondan mutfağa doğru halay çekmiştim.
`https://www.youtube.com/watch?v=SqoVKWCORKw`

saatlerce ısınmak için altından çıkmadığım battaniyelerimden oldukça uzaktaydım artık. bütün emeklerim boşa gitmişti. pepe'ye afillisinden sövüp ocakta su kaynatmaya başladım. kaynayan suyu sıcak su torbama boşalttıktan sonra salona döndüm ve sıcak su torbamla battaniyelerimin altına gömüldüm.

dışarıda ankara'nın meşhur soğuğu vardı. evimin pencereleri tahtadandı ve yalıtımı yok denecek kadar azdı. bunu fırsat bilip penceremin altından giren rüzgar, kapının altından gelen akımla ilişkiye girip salonumun ortasında nur topu gibi bir ayaz dünyaya getiriyordu. ev, salonun ortasındaki tornadodan fırsatını bulsa başıma kar yağdıracak düzeyde soğuk çekiyordu.

böyle bir evde ölümlü bedenimi soğuktan korumak için elimdeki imkanlarla çeşitli teknikler geliştirmem gerekiyordu. zira sıcak su torbası hipotermi yaşamamam konusunda güvence vermiyordu.

birkaç kafa patlatma nöbetinin ardından aklıma yeni yöntemler gelmişti ve bu yöntemlerin tamamını değişik zamanlarda hayata geçirdim:
* 5er litrelik şişelere sıcak su doldurup bu şişelerden yatak yapıp üzerine yatmak
* sıcak suyu geniş bir leğenin içine döküp buharında ısınmaya çalışmak
* acı turşu yemek
* bol bol misafir ağırlamak (ciğerlerinizden çıkan sıcak nefesinize sağlık bre dostlar)

evi olan herkes gibi benim de misafirlerim oluyordu, neden olmasındı? eve gelen herkese, bayramda şeker dağıtan nine şefkatiyle battaniye dağıtıyordum. battaniyesi olmayanlar olanlarla dip dibe oturuyordu bu sayede sorun çözülüyordu. evimin soğuğuna maruz kalan arkadaşlarım battaniye hizmetimden memnun kalmamış olacak ki daha sonra aralarında para biriktirip bir tane elektrikli soba aldılar.

sobanın eve gelmesiyle dünyam değişti. bu değişimin olumlu anlamda yaşandığını sanıyorsanız yanıldınız. ilk ayın sonunda öyle bir fatura geldi ki sobaya tövbe ettiren cinsten. kuşkunuz olmasın sobamı sattım ve ahlaklı her vatandaş gibi parasıyla da faturayı ödedim.

yaz geldi ve ev şu anda yayla kıvamında. ankara'ya yolu düşen her sözlükdaşı ev yaşanılabilecek durumdayken ağırlamaktan keyif alırım. kışın gelmek isteyen olursa onları da beklerim.
not: battaniyesiz gelecekler önceden haber versin.

türkiyede kuyruk kültürünün olmaması

kuyruktan kastım bir amaç uğruna insanların arka arkaya dizilip gayelerine erişmeyi beklemesi durumu. ister devlet dairesine oluşsun bu kuyruk, ister bir bilet gişesi önünde oluşsun pek de değişmiyor bahsedeceğim durum.

başlangıçta hepimizin bir gülümsemesi ve bitirmesi gereken bir işi vardı.görsel herkes refah içinde sıranın kendisine gelmesini beklerken bir anda arkanızda duran kişinin nefesini ensenizde hissedersiniz. sıranın bir türlü kendisine gelmemesinden bunalan bu kişi ensenize asi nefesini körükler.`http://hizliresim.com/PqX45v` bu ilk nefes başınıza geleceklerin habercisidir. bu ilk nefesi sizi geçmek isteyen bir otomobilin selektörü gibi düşünebilirsiniz. muhtemelen sizde sıra adabı olduğu için önünüzdeki kişiyi taciz etmek istemezsiniz ve yerinizde beklersiniz ama arkadaki ısrarla selektörlerine devam etmektedir.

bir süre sonra istediğini alamayan kişi yanınıza yengeç yürüyüşüne yakın bir sinsilikle sokulup sohbet açmaya çalışacaktır.`http://hizliresim.com/ZDGgLAbu sohbetin amacı bir yerde zamanın hızlı geçmesini sağlamaktır ama esas niyeti sonralardan anlayacaksınız. sohbetin ilerleyen dakikalarında arkanızdan yavaşça sokulan kişi bir müddet sizinle aynı hizada duracaktır. bu durum sizi paranoyaya sürükleyebilir, hatta sizin önünüze geçer de bir hak iddia edemezsem diye derin kaygılar yaşayabilirsiniz. nitekim sizin hizanıza geldikten sonra bu kişi mehtervari adımlarla bir önünüze geçecek bir ardınızda kalacak.http://hizliresim.com/ogBPA2`

işte bu anda bir sinir harbinin içinde bulabilirsiniz kendizi. hatta lanet olsun al amına koduğumun çocuğu önüme geç de bi huzur ver diyebilirsiniz. bu durum sadece olasılık dahilindedir ve muhtemelen öyle de kalacaktır. bu nedenle kendinizi sağlama almak için birkaç mini çakallık denersiniz. kollarınızı sağlı sollu belinize koyarsınız-annelerin atacakları dayaktan önce aldıkları pozisyon- `http://hizliresim.com/l7n2kk` bu şekilde bir savunma oyuncusu gibi perdeleme yapmaya çalışırsınız. arkanızdaki kişinin hayvanlığına bağlı olarak işe yararlığı değişiyor bu taktiğin. yine de en eski ve en sık kullanılan taktiklerden biridir.

velhasıl kuyruğun tükenmesine yakın önüme geçer mi lan acaba kaygısı bazen artar bazen azalır. artık iş bitirme sırası size gelmiştir ve arkanızdaki meymenetsiz herif de işini bitirecek olmanın verdiği rahatlamayla yakanızdan düşer. kimsenin hakkını yemeden ve kimseye hakkınızı yedirmeden işinizi bitirip olay yerinden uzaklaşırsınız ama aklınızda birkaç dakikalığına yaşadıklarınız gelir. yarım ağızla güler geçersiniz halinize ve hayatınızda sizi bekleyen diğer kuyrukları beklersiniz.

hakikat

bütün klişe tasvirleri haklı çıkartacak kadar sağlam bir Ankara günüydü. gri gökyüzünün altında takım elbiseli suratsız insanlar ve onlara rastgele çarpan yağmur damlaları vardı. şehrin gerginliği yetmezmiş gibi insanlar kendilerine temas eden her damla sonrasında daha da çirkinleşiyordu üstelik. anlayacağınız daha önce tanımadığım bir kadınla buluşmak için ne kadar da berbat bir gün olduğunu kimsenin bana söylemesine gerek yoktu.

böyle günlerde insanlar mutlu olmak için kaçacak bir delik arar da bulamaz hani sonrasında hayali bir sitemle bir sokağın ortasında bulur kendini. Bir sokağın ortasındaydım, sitemkar da değildim oysaki. zaten bütün anlam arayışlarını da terk etmiştim o gün. neden vardık, bir şeyleri neden yapıyorduk, bu anlamsız varoluşun sonu ne olacaktı? umrumda değildi. o gün tek yaptığım beklemekti. Vladimir ve Estragon, Godot'yu nasıl beklediyse öyle bekledim o'nu.

Gelmişti gelmesine ama Godot muydu gelen yoksa sadece sıradan bir tanışıklığın ötesine geçemeyecek vasat bir teselli miydi? dedim ya bugün umrumda değildi. selamlaşıp ufak bir iki lakırdıdan sonra bir kafeye oturduk. konuşuyordu sanat diyordu, insan naifliği diyordu, hayatı anlatıyordu; bense insan ürünü sözlerden sıyrılıp kafenin camına sinmiş kadına dalmıştım. yüzünün cama yakın olmasından mütevellit cam, ayna işlevi görüyordu. yeni tanıştığım bir kadının yüzüne dik dik bakıp yüzünü incelemenin absürd olacağını düşünüp o'nun cama hapsolmuş yüzünü seyre daldım. cam, baktıkça güzelleşiyordu.

zahiri bir güzelliği terkedip hakikatlerle yoğrulmuş hayatı yaşamak gerekiyordu biliyordum ama bir sinek gibi cama çarpıp çarpıp masaya düşen gözlerime engel olamıyordum. sonunda sesindeki gerçekliğe çağrıya yenik düştüm ve onun konuşmasıyla birlikte gözlerim gözlerine kilitlendi. hakikat ilk kez bu denli berraktı.

oysaki sartre'ın midesi bulanıyordu, tolstoy insan ne ile yaşar diye soruyordu, kundera yuvarlanan bir melon şapka ile hayatın hafifliğini sınıyordu, kafka bir sabah dev bir böcek oluyordu, camus annesinin ölümüne bile üzülemeyen bir yabancı oluyordu, pelevin obsesif tavukları ile dünya duvarlarına çıkıyordu. tüm bunlar bir kadının gözlerinin ardındaki hakikati anlatmak içindi şimdi daha iyi anlıyorum.

dün ile bugün arasındaki fark ilk kez bu kadar keskin olacak. kayıp zamanların birinde hediye ettiğin bu hakikati bir ömür korumak dileğiyle, cheers darlin'

kapitalizm

"çıkmaz sokak çocukları" adlı tiyatro oyununda kapitalizme gönderme yapan bir hikaye vardır. hatırladığım kadarıyla şöyle bir şeydi:

new york sokaklarında insanların dolaşarak gazete sattığı yıllardı. o yıl kış çok çetin geçiyordu. gazetecilerin soğuktan korunmak için geliştirdiği bir yöntem vardır. gazeteciler 3-4 gazeteyi göğüsleriyle kıyafetin arasına sıkıştırıp soğuk esen rüzgardan, ayazdan bu şekilde korurlardı kendilerini.

john o gün elindeki gazetelerin tamamını satmıştı. sadece onu soğuktan koruyan gazeteler kalmıştı. john bununla yetinmedi. göğsünde sakladığı, onu soğuktan koruyan gazeteleri satmak istedi. o gazeteleri satarsa başına gelebilecekleri o da biliyordu. o gün hayatta kalacak kadar parayı kazanmıştı üstelik. engel olmaya çalıştım çalışmasına ama john daha fazla kazanmak istiyordu ve göğsündeki gazeteleri çıkartıp satmaya başladı. gazeteleri satarken soğuk resmen onun ciğerlerine işlemişti. o gece john ağır ateşli bir hastalığa yakalandı ve sabahı göremeden öldü.

en iyi diş macunları

dişçi gülümsemesi gibi sahte bir gülüşle bu yazıyı yazdığım kadar söyleyeceklerimin doğruluğundan emin olabilirsiniz.
diş macunlarının alt tarafında tabiri caizse kıç tarafında minik renkli bir çizgi olur bilirsiniz. bilmiyorsanız da kalkın bir bakın. o çizginin rengi, diş macununun ne derece kanserojen olduğu hakkında bilgi veriyor bizlere. en yüksek kanserojen maddeyi 4 diye puanlayacak olursak tablo şu şekilde oluşuyor:

yeşil-------1
mavi------2
kırmızı----3
siyah------4

bu durumun dışında diş macunları arasında elbette bir takım kalite farklılıkları var. bu farkları göz önünde bulundurmak kişinin insiyatifinde ama ne olursa olsun macun seçerken renklere dair bu bilgiyi gözardı etmememiz gerektiğini düşünüyorum.

recep tayyip erdogan i ozlemek

günümüzde pek mümkün olmayandır. çalışan bir insanın ortalama bir gününü baz alırsak senaryo şu şekilde olacaktır:

* sabah uyan, kahvaltı yaparken televizyona bi göz at. bil bakalım kim var?
* kahvaltı bitsin dışarı çık. bir büfenin önünden geçerken gazetelerden sana göz kırpanı mutlaka tanırsın.
* metroya bin, kafanı az kaldır. gördün mü melih başgan ile kafa kafaya vermiş canım ya ne tatlılar.
* metrodan in, iş yerine yürü. sağındaki panoyu nasıl görmezsin? ah o seyrek bıyıkların verdiği huzur.
* iş yerinde bunal, internete göz atmaya karar ver. video, fotoğraf kesmedi mi al bak entrysi bile var.
* iş bitsin, eve dönüp akşam haberlerini izle. miting şovmeni uzun bir adama kesin denk gelirsin.
* uyu. gün içinde maruz kaldığın bu kadar uyarıcıdan sonra hala şansın varsa rüyanda yalnızsındır.

çok sevinme yine sabah oldu.

hayatımıza yavaş yavaş giren şeyler

göbektir amına koyum evet göbek.

lisedeyken hepimiz ergendik (inkar eden varsa patlatırım sivilcesini) ve haliyle yediğimiz içtiğimiz boya posa gidiyordu. en kötü ihtimalle sivilce oluyordu. ama göbek mi pehh o da neymiş?

üniversiteyi kazandık ve çoğumuz üniversitede ailemizden uzaktaydık; haliyle sağlıklı ve düzenli beslenme alışkanlığına veda ettik. yurtta yaşayanlar yemeklerin lezzetsizliğinden dolayı, evde yaşayanlar üşengeçliklerinden dolayı kendini fast fooda verdi. işte biz, o kahrolası göbeğin tohumunu atmış bulunduk.

üniversitede yediklerimizin yanında içtiklerimiz de değişmeye başladı. şenliklerdi, doğum günleriydi, ortamlardı derken elimizden bira şişesi düşmez oldu. bundan sonra malt aromalı göbeğimiz filizlenmeye başlamıştı.

sevdik, sevildik, ayrıldık. alkol dostunuz değildir yazısına da inanmıştık ama yine de aylarca alkole vurduk kendimizi. göbeğimiz meyvelerini vermeye başlamıştı bile. kimisi ayvaydı, kimisi karpuzdu.

üniversite bitti iş hayatına atıldık. evet bu süreçteki tek eylem "atılmak" idi. ve ne yazık ki içinde bulunduğumuz durumun tek ekşını bile edilgendi. hareketsiz hayat tarzına adapte olmuştuk çoktan; bu nedenle oturduğumuz yerde büyüttük de büyüttük göbeğimizi.

ergenlik sonrası hayatımıza sinsice giren göbek, otuzlu yaşlarda büyüme hızını daha da arttırarak hayatımızı kontrol altına alacak gibi görünüyor. bunun farkında olup harekete geçmemiz gerektiğini düşünüyor, hepinizi göbeğimle selamlıyorum.

yazarlar morali bozulunca ne yapar

iki teker üstünde zaman geçirmek. motorsiklet ya da bisiklet hiç farketmez yeter ki iki tekerli bir şey üzerinde hareket halinde olun. iki teker üzerindeyken o ana odaklanmalısın yoksa düşüp yaralanabilirsin ya da hızına göre ölebilirsin.
bulunduğun ana odaklanınca ister istemez moralini bozan şeyi unutuyorsun. bu da işe yaramıyorsa en yakın şarampole yuvarla kendini zaten. zira sen çoktan ölmüşsün.

iltifat kapitalizmin bir oyunudur

+ ooo façan yansın karrrşiim gömlek jilet gibi olmuş.
+ aaayyy harikaaa görünüyorsun. etek sana çok yakışmış. nereden aldın?
+ sen de iyi kas yaptın haa valla bravo. hangi protein tozu lan bu?
+ saçlarına yaptırdığın brezilya fönü seni çok açmış tatlımm. hangi kuaföre gidiyorsun?

bu gibi klişe örneklerin sayısı arttırılabilir ama neticesinde bütün örneklerin sonu aynı yere çıkacaktır: toplumsal onaylanma/beğenilme.

bilirsiniz ki insan toplumsal onaylanma ve beğenilme hususlarına önem veren bir canlıdır. bu toplumsal onaylanmanın göstergelerinden biri de kanımca iltifatlardır. kişi aldığı her iltifat sonrasında iltifat aldığı davranışını tekrar etmek isteyecektir. mesela kişi, aldığı her yeni kıyafetten sonra iltifat alıyorsa yeni kıyafet almaya devam edecektir. bir kıyafeti üzerimizde ilk kez görenlerin sayısı azaldıkça o kıyafet bize yakışsa dahi artık iltifat toplamayacaktır ve bu durum da kişiyi her daim yeni kıyafetler almaya sürükleyecektir.

birbirimize iltifat etmeyelim demiyorum ama iltifatlarımız daha anlamlı ve daha az maddesel olabilir. birisi çok güzel bir düşünce ortaya atar bu konudaki beğenimizi dile getiririz, birisi iyi şiir yazıyordur onu takdir ederiz ama birisinin üzerindeki yeni bir kıyafeti beğenmek nedir yahu?

insanların "iltifat satın almasına" neden olduğumuz her yeni gün daha da artıyor tüketim çılgınlığı. bu durum karşısındaki manevi derinliğimiz ise daha da boka batıyor.

yokuş yukarı bisiklet sürmek

ortasında amortisör olan bisikletlerle ölümün vuku bulmuş halidir. ancak sadece ön maşa amortisörü olan, 21 vites veya üstü iyi bir shimano vitese sahip bisikletle o kadar da sancılı değildir. tabi yine de bisikletin motorunun insan olduğunu baz aldığımızda söylediklerimi yalanlar örnekler elbette bulunacaktır.

istifası cebinde gezmek

iş aradığım dönemlerde her umut kapısı üzerime kapanıyordu, ben de her yeni mezun gibi umutsuzluk içinde bütün patron adaylarıma kendimi siktiriyordum. hatta bir yerden sonra daha seksi hissetmek için ruj sürüp öyle çıkıyordum karşılarına. gel zaman git zaman birisi rujumun tadını beğenmiş olmalı ki beni işe aldı. kurumda 9-10 ay çalıştıktan sonra benim ne işim var lan burada deyip sonunda cebimde tur attırdığım istifa dilekçemi patrona meyledeyim dedim. ne yalan söyleyeyim ilki heyecanlı olmuştu ama bir yerden sonra rutine dönmüştü durum. kadının yanına her gittiğimde kadın, senin gibi heybesi geniş katırı nereden bulacağım bakışıyla istifamı reddediyor dahası zincirlerimi şıngırdatarak gülümseyip odadan nazikçe defediyordu. yönetmeliğe hakim olmayan biri olduğum için haklarımın farkında değildim ama eş dost tarafından bilgilendirilince istifamı sunduktan 15 gün sonra işten ayrılabileceğimi ve bu durumda yasal süreçlerin lehime işlediğini öğrendim. o dönemki mutluluğumu hatırlıyorum da yeni azad edilmiş köle gülümsemesiyle dolaşmıştım günlerce. benim gibi bir durumu yaşayanlara tavsiyem istifanızı cebinizde gezdirmeyin, talebinizi dile getirin ve istediğiniz zaman işten ayrılma hakkınızın saklı tutulduğunu unutmayın.

titizlik yarıştıran kadınlar

durduğun yeri merkez say ve 5 metrelik bir yarıçap ile çember çiz kendine, gördün demi o kadını? ister ev kadını olsun ister iş kadını olsun konu ne zaman temizlikten açılsa hemen kadınlar süpürge omza saldırıya hazır hale geliyorlar.
+ ben halının her ipini şöyle yıkarım sonra da tararım.
+ camdaki sivrisinek bokunu bile kökünden kazırım.
+ o da bir şey mi! ben bezi ip haline getirip anahtar deliklerini bile temizlerim.

açıkçası kadınların hemcinslerini başka bir konuda bu kadar ezmeye çalıştığına rastlamadım. hani bazı mefhumlar vardır da kadının hoşuna gitmeyen toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirir. temizlik bunlardan biri bence. bak güzel kadın, sen temizlik, yemek yapmak gibi angarya ev işlerini erkekler de yapmalı diyorsun ya hani, dip bucak haklısın. ama gel gör ki bu konudaki rekabetçi tavrın sürdükçe bu rolden çıkman zorlaşacak, toplum sana bu rolü yakıştırmaya devam edecek. iyisi mi boş bir tartışmadan galip çıkmak yerine bu konuda konuşmamak. yirmili yaşlardaki kadınlarda bu kaygının olmaması sevindirici. kırklık ablam sözüm sana: sen evini temizledikçe dahası bunun rekabetini yaptıkça arkandaki nesli kirletiyorsun, iyisi mi sus.

en kaliteli türk filmi

(bkz: sevmek zamanı-metin erksan)
(bkz: vesikalı yarim-ömer lütfi akad)