bugün

entry'ler (276)

mükemmel boşluk

Redd'in son albümü.
Doğan Duru'nun kocaman sesini fırsat bilip lirik kompozisyonlu şarkılar yapmayı tercih etmemişler ki çok iyi yapabildiklerini önceki albümlerinde gördük. Bu albümde daha başka ve yeni bir şey yapmak istemişler besbelli. Aynı kalıp ve kompozisyona sahip müthiş şarkılarda yapabilirlerdi hatta gitar solosu atması için yeni bir gitarist; keyboard solosu atması için yeni bir klavyeci de dahil edebilirlerdi gruba, keza Doğan Duru nara atabilirdi; Güneş Duru iniltili çıkarabilirdi! Çok zor bir şey olmasa gerek böyle bir grup için! Dünya değişiyor, biz değişiyoruz, müzikte değişsin di mi?!
Çok iyi bir klasik yorum, müzik icrası açısından önemli olabilir ama sanatsal üretim değildir.
Mükemmel Boşluk, modern insanı ifade eden hatta onu bizzat yaratan ortama ve zamana ait bir albüm. Bu insan görmüş geçirmiş; öğrenmiş unutmuş; sahip olmuş terketmiş ve her daim dans eden bir insan.
Sözler kendi içerisinde bir ritme sahip, çok katmanlı bir soundu var.
Doğan Duru, Güneş Duru, Berke Özgümüş ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum piyasadaki boşluğa hoş bir sada bıraktıları için..

jorge luis borges

hayatı boyunca kütüphanede çalışmak istemiş fakat yaşlanıp gözlerini kaybetmek üzereyken ulusal kütüphane müdürlüğüne atanmıştır. bunun üzerine, içimi feci halde yakan şu dizleri karalamıştır.

`kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın
bu lütfundan yüce tanrının
bana ilahi bir şaka yaptı
kitabı ve körlüğü aynı anda bahşetti`

evet, körleşmiştir ama bizim kadar karanlık bir dünyada yaşadığını sanmam.

ilk aşk

"her aşk, ilk aşktır."
(cemal süreyya)

slash

2 Şubat'ta Maçka Küçükçiftlik Park'ta vereceği konser öncesi radikal gazetesiyle bir röportaj gerçekleştirmiş. neslinin en iyi gitaristi diye başlık atmışlar, en iyisi mi bilmem ama en sevdiklerimden. söylemeden geçemeyeceğim, röportajda "Bu rock ikonu olmanız durumundan dolayı size sınırlar konduğunu düşündüğünüz, sıkıldığınız oldu mu hiç?" sorusuna verdiği cevaba bayıldım.

--spoiler--
Yeni solo albümünüz, Apocalyptic Love' da tek bir vokalistle, Myles Kennedy'yle çalıştınız. Niye ilk solo albümünüzdeki gibi farklı rock yıldızlarını konuk etmek yerine tek bir şarkıcıyı tercih ettiniz bu sefer?

Sebeplerden birisi, Myles dışında ilk solo albümde şarkı söyleyen şarkıcıların hepsinin zaten çok yetkin ve uzun süren kariyerlere sahip olmalarıydı. Myles, daha önce tanımadığım, benim için yeni ve taze bir isimdi. Bu noktaya geleceğimizi hiç düşünmemiştim. ilk başta sadece iki şarkı kaydetmek için bir araya gelmiştik. Bir tek onun zamanı bir yılını ayırmaya imkân tanıdığından beraber turneye çıkmayı teklif ettim. Ama bir de bu kadar geniş bir yelpazede şarkı söyleyebilen tek şarkıcı da oydu. Bunun iyi bir fikir olacağını düşündüm. Gösteriye başladığımızda aramızda Hadi beraber bir albüm yapalım dedirtecek kadar güçlü bir kimya oluştu. Ama onu ilk tanıdığımda ileride böyle bir yola gireceğimiz aklımın ucundan
bile geçmemişti.

Nasıl bir vokal, sizin müziğiniz için en uygunu olurdu?

Bunu hiç bilemezsiniz. Bu, öyle kafanızda olup da aradığınız bir şey değildir. Ararsanız bulamazsınız zaten. Farklı şeyler denemeniz gerekir. Ancak duyduğunuzda bir sesin uygun olup olmadığını anlarsınız.

Albüme ismini veren şarkıdan,Apocalyptic Love'dan bahsedebilir miyiz?

Myles'la hani şu Maya takvimi, kıyamet gibi meseleler üzerine konuşurken ortaya çıktı. Kıyamet gününde seks üzerine bir şarkı (Gülüyor) Ne de olsa insanoğlunun dünyadaki son saatlerinden bahsediyoruz, çok önemli yani.

Son albümdeki şarkı sözleri hayli karanlık ve pesimist sanki. Bu aralar böyle mi hissediyorsunuz?

Şarkı sözleri çok kişisel. Karanlık olanlar da var, daha az karanlık olanlar da. Ama hepsi kişisel ve tabii Myles'ın kayıt sırasındaki duyguları da işin içine girdi.

Sigarayı bırakmışsınız. Görüntünüzün ayrılmaz bir parçasıydı. Şok etkisi oldu mu insanlarda?

Hayır, o kadar önemsenmedi. Pek de kulağıma bir şey gelmedi. Ara sıra sözünü eden çıktı ama öyle çok büyük bir olay olmadı.

Bu rock ikonu durumundan dolayı size sınırlar konduğunu düşündüğünüz, sıkıldığınız oldu mu hiç?

Bu, tamamen medyanın ve halkın yarattığı bir şey. Hiçbir zaman başkalarının söylediği bir şeye, rock ikonu beklentilerine falan uymak zorunda hissetmedim kendimi. Bu halim kendimin eseri... Daha çok kendi kendimi s.tim diyebilirim. (Gülüyor)

Britanya doğumlusunuz. Anneniz David Bowie'nin kostümcüsü, babanız Neil Young gibi isimlerin albüm kapaklarını tasarlayan bir sanatçı... Britanya'dan Los Angeles'a ilk geldiğiniz zaman hiç yabancılık çektiniz mi?

Los Angeles'a ilk geldiğimde her şey çok yolundaydı. Sadece okuldaki diğer çocuklara uyum gösteremedim. Yetiştirildiğim çevre , müzisyenlerle sanatçıların olduğu, gayet canlı bir atmosferdi. Ama devlet okuluna gittiğimde katı ve sert ortamına uyum gösterememiştim. Çok fazla gerilim vardı.

Bugünün rock müziğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Heyecan verici bir şey yok bence. Birtakım çok iyi gruplar var, yumuşak müzik yapan gruplardan birçoğu da kesinlikle çok iyi. Ama birbirlerinden çok ayrı yerde ve dağınık bu gruplar. 60'lar, 80'ler veya 90'ların başında olduğu gibi bir rock ortamı var diyemem. Bu dönemlerin hepsinde bir hareketten söz edilebilir. Şimdi ise müzik ortamı çok dağınık. Çok iyi gruplar var ama eskiden birçok grubun birbirini takip ettiği, heyecan verici bir rock sahnesi olduğu zamanlardaki gibi birleşik değiller.

Darren Aronofsky'nin Wrestler'ında Mickey Rourke'un canlandırdığı kahraman, grunge ve Kurt Cobain'in rockın eğlencesini nasıl öldürdüğünden şikâyet ediyordu. Siz de grunge'ın yükseliş yıllarında benzeri bir tepki vermiş miydiniz?

Hayır hayır, Ben tüm bu yorumların saçmalık olduğunu düşündüm hep. 80'lerde birtakım gruplar gelişti ve sonra her on yılda olduğu gibi müzik değişmeye başladı. Ve tüm bu sürecin de son derece sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Benim o zamanki grubumun ya da diğer grupların dağılmasının bununla hiçbir alakası yok.

Grup kavgaları, rock'n roll hayatının ayrılmaz bir parçası mı?

Buna hiçbir zaman katılmıyorum. Tabii ki fikir farklılığının, çeşitliliğin yaratıcı sürece katkısı tartışılmaz. Zaten birden çok kişi, aynı iş için çalışınca da kaçınılmaz bir şey bu. Ama grup üyeleri arasında çekişme tam aksine yaratıcı süreci baltalayan bir şey.

--spoiler--

kaynak: http://www.radikal.com.tr...1119297&CategoryID=41

perla batalla

güney amerikalı müzisyen, söz yazarı, aranjör. kendisini leonard cohen'in belgeseli niteliğinde ki "i'm your man" projesinde "bird on wire" yorumu ile tanıdım ve hayran kaldım. daha sonra ufak çaplı bir araştırma yaparken "cucurrucu paloma" yorumuna rastladım. "hiçlendim" tabiri caizse. büyüleyici; özgün ve güçlü bir sese sahip perla. ana akıma dahil değil, ara sokaklara girmezseniz bulamazsınız o'nu. bir gün istiridyesinden çıkar mı bilmem, yeterki söylesin, ben deniz kabuğundan dinlemeye razıyım.

albüm çalışmaları:

Perla Batalla (1993)
Mestiza (1999)
Heaven and Earth (2000)
Discoteca Batalla (2002)
What I Did On My Summer Vacation, by Perla Batalla (2005)
Bird On The Wire: The Songs Of Leonard Cohen (2005)

michael haneke

HANEKE'NiN Bi OKUMA KILAVUZU OLAMAZ AMA ANLAYABiLMEK iÇiN BAZI KÖŞE TAŞLARI iÇEREN Bi ÇALIŞMA YAYINLAMIŞLAR SABAH GAZETESiNDE. RAHATSIZ EDiCi OKUMALAR DiLERiM.

--spoiler--
"Rahatsız edici seyirler dilerim"

En iyi film dahil beş dalda Oscar'a aday gösterilen Aşk filmini çeken Michael Haneke, zamanımızın en iyi auteur yönetmeni kabul ediliyor. Peki hakkında ne biliyorsunuz?

Aşk: 2012'nin en iyi filmlerinden biri kabul edilen Haneke'nin son filmi. Yaşlı iki insanın son günlerine odaklanan ve bir evde geçen film, edebiyattan sinemaya üretilen aşk algısını elinin tersiyle itip, bizatihi gerçek olana bakıyor.
Burjuvazi: Filmlerinde eleştiri oklarını bileyip bileyip sapladığı sınıf. Haneke filmlerini izledikten sonra burjuva ahlakının sığlığı, ikiyüzlülüğü ile karşı karşıya kalır, güvenli evlerde rahat yaşamanın bir yalandan ibaret olduğunu hissedersiniz.
Cannes Film Festivali: 1997'de Ölümcül Oyunlar'ın Altın Palmiye yarışına katılmasıyla Haneke'nin Cannes macerası başlar. O yıl eli boş dönse de sonrasında her defasında filmleriyle ödül almıştır.
Don Giovanni: Haneke'nin sinema dışında sahne sanatlarına da ilgisi var. Berlin, Münih ve Viyana'da Goethe ve Strindberg'in eserlerini sahneledikten 2006'da Mozart'ın Don Giovanni'sini, Paris Ulusal Operası için sahneye koydu.
Ebeveyn: Haneke'nin sinema tutkusu anne ve babasından geliyor. Baba Fritz Haneke yönetmenlik tecrübesi de olan bir aktör. Keza annesi Beatrix von Degenschild de oyuncu. Fritz Haneke, Michael daha üç yaşına basmadan ailesini terk ettiği için o, annesi, teyzesi ve anneannesi tarafından büyütülmüş.
Festivaller: Haneke'nin dünya çapında tanınmasını sağlayan aslında festivallerdir. Avrupa ve çevresinde, Haneke retrospektifi düzenlemeyen festival neredeyse yoktur.
Gerçekçilik: Haneke "Ben gerçekçi filmler yapıyorum," diyerek sinemaya bakışını net bir şekilde özetler. Bu konuda da "Film, gerçeğin ya da gerçeği bulma çabasının hizmetindeki, saniyede 24 kare akan bir yalandır," cümlesi çoğu zaman referans gösterilir.
Hüseyin Tabak: Viyana Film Akademisi'nde ders veren Haneke'nin öğrencilerinden biri de bu yıl Güzelliğin On Par'a Etmez filmi ile Altın Portakal kazanan Hüseyin Tabak'tı.
Isabelle Huppert: Haneke'nin kadim oyuncularından biridir. Piyanist, Kurdun Günü ve Aşk filmlerinde rol alan Huppert, Haneke'nin Beyaz Bant ile ilk defa Altın Palmiye kazandığı yıl Cannes'da jüri başkanıydı.
iletişimsizlik: Haneke'nin filmlerindeki temel temalardan biri. Ki bunu da "Tüm filmlerim, insanlar arası iletişimin güçlüklerini dert edinmiştir," diyerek ifade eder.
Juliette Binoche: O da diğer kadim oyuncularından. Binoche, Bilinmeyen Kod ve Saklı'da Haneke'yle çalıştı.
Kariyer: Haneke uzun yıllar TV'de çalıştıktan sonra yönetmenlik için geç sayılabilecek bir yaşta (47) ilk sinema filmi Yedinci Kıta'yı çekti. 1992'de Benny'nin Videosu, 1994'te Tesadüfi Bir Krolonojinin 71 Parçası geldi. Kent üçlemesi olarak bilinen filmlerle adından söz ettirmeyi başardı.
Lisan: Haneke, filmlerinin çoğunu Fransızca çekiyor. Verdiği bir söyleşide bunun sebeni antatır: "Biz okulda ingilizce yerine Fransızca eğitim gördük. Ben gençken, Fransa entelektüeller için çekim merkeziydi. Tüm bunlara rağmen senaryolarımı Almanca yazıyorum."
Müzik:Haneke'nin tutkularından biri de müzik(miş). "Genç bir adamken en büyük hayalim bir müzisyen olmaktı," diyor Haneke. Fakat şimdilerde yönetmen olduğu için kendini şanslı sayıyor.
Naziler: Beyaz Bant, doğrudan Nazi dönemini anlatmasa da faşist Nazilerle ilgili bir filmdir. Haneke de "Nazi dönemine odaklanan birçok film var. Fakat bu dönemi yaratan koşullara odaklanan bir film yok. Ben Beyaz Bant'ı bu nedenle yaptım," diyerek anlatır durumu.
Oscar: Haneke ve Oscar pek yan yana anılmasa da bu yıl ikisini bol bol aynı cümle içinde göreceksiniz. Çünkü Aşk, en iyi film ve en iyi yönetmen dahil beş dalda Oscar'a aday.
Ölümcül Oyunlar: 1997 yapımı filmin, Haneke'nin sinema kariyerinde özel bir yeri var. Çünkü Haneke, bu film ile uluslararası sinema dünyasında namını pekiştirdi. Haneke 10 yıl sonra bu kez aynı filmi birebir olarak altyazı okumayı sevemeyen, Amerikalılar için yeniden çekti.
Pasolini: Salo ya da Sodom'un 120 Günü filmiyle Haneke'yi hasta eden yönetmen. Haneke "Bu filmi seyrettiğimde hasta oldum ve 14 gün boyunca sürdü," der. Lakin buna rağmen Haneke'nin en iyi 10 filmi arasındadır bu yapım. Listenin başında ise Robert Bresson'un Rastgele Baltazar filmi vardır. Diğerleri ise Ayna, Sapık, Altına Hücum, Etki Altındaki Bir Kadın, Mahvedici Melek, Almanya Sıfır Yılı, Macera ve Batan Güneş filmleridir.
Rahatsız edici seyirler: Haneke, 2005'te, Londra'da düzenlenen bir festivalde filmlerini sunarken, "Sizlere rahatsız edici seyirler dilerim," demişti. Bu söz yönetmenin alametifarikası oldu.
Şato: Haneke filmlerinin, Kafka'nın romanlarıyla hissiyat olarak bir akrabalığı olduğunu söylenebilir. Ki Kafka, Haneke'nin sevdiği yazarlardan biridir. Yazara saygısını Şato romanını, aynı adla sinemaya uyarlayarak göstermiştir.
Teyze: Haneke'nin teyzesi 80 yaşında kansere yakalanır, acılı tedavi süresinde yeğeninden kendisini öldürmesini, acılarını dindirmesini ister. Haneke doğal olarak reddeder. Ama teyzesi 93 yaşında felç geçirince uyku hapları alarak intihara kalkışır, fakat Haneke, teyzesini kurtarır. Teyzesi kendisini kurtardığı için ona kızar. O bir festivaldeyken teyzesi ikinci kez intihar eder ve bu kez başarılı olur. Haneke de 'Sevdiğin birinin acı çekmesine nasıl katlanırsın?' sorusundan yola çıkarak Aşk'ı çektiğini söyler.
Ucuz Roman: "Tarantino'nun Ucuz Roman filminin sinemaya geldiği zamanı hatırlıyorum. Birçok gencin bulunduğu bir gösterimdeydem. Bir çocuğun kafasından vurulduğu o ünlü sahnede seyirciler sahnenin harika olduğunu düşündü ve uzun uzun güldü. Ben ise durumdan rahatsız oldum. Bu sorumsuzca bir durum. Ben şiddete katlanamam, her türlüsüne alerjim var, beni hasta ediyor. Bunu bir eğlence olarak sunmak çok yanlış."
Viyana Üniversitesi: Üniversite eğitimini Viyana'da felsefe ve psikoloji üzerine aldı. Söyleşilerinde kafasındaki sorulara cevaplar bulmak için bu bölümlerde okuduğunu söyler ama cümlesini şöyle bitirir: "Ama neticede cevaplar değil, sadece sorular kalır elimizde."
Yorum farkı: Haneke, filmleri izleyicide sert duygular oluştursa da onların yorumunu önemser, kendi cevaplarını vermelerini ister. Söyleşilerinde "Ben genellikle yoruma açık konuları netleştirmeyi sevmem. izleyicinin kendi cevaplarını kendisinin vermesini isterim," der ve Susan Sontag'ın "Yorum, aklın sanattan intikamıdır," cümlesini referans gösterir.
Zamanının en iyisi: 1989'da sinema filmi yönetmeye başlayan Haneke 23 yılda çektiği 12 filmle 'zamanının en iyi auteur yönetmeni' unvanını elde etmiş bir sinemacı.
--spoiler--

KAYNAK: http://www.sabah.com.tr/P...iz-edici-seyirler-dilerim

a clockwork orange

kitabın yazarı Anthony Burgess'le 1974 yılında Roma'da yapılmış röpörtajını yayınlamış geçenlerde radikal. okumalı derim.

http://kitap.radikal.com....ortakal-50-yasinda-349875

Ünlü yapıtı Otomatik Portakal’ın yayımlanışının ellinci yılı kutlanan ingiliz yazar Anthony Burgess’le 1974 yılında Roma’da yapılmış hayli uzun bir söyleşiden bazı bölümler derledik. Laf aramızda Roma, yazarın yüksek vergilerden kaçınmak için ingiltere’yi terk ettiği “gönüllü sürgün” yıllarında yaşadığı kentlerden biriydi...

Otomatik Portakal insanların hür iradeleriyle kötülüğü seçmelerinin, devletin istediği gibi birer ‘iyilik’ makinesine dönüşmelerinden evla olduğunu savunuyor aslında. Şiddetten, kitaplarımda şiddete yer vermekten hazzetmiyorum elbette, hatta seks sahnelerine bile yer vermek istemiyorum yapıtlarımda; mizaç itibariyle bu tür şeylerden utanıyorum. Lakin Otomatik Portakal’ı yazdığım 1950’lerin sonunda karşı karşıya kaldığımız manzara, devletin özgür seçim alanına giderek daha da fazla müdahale potansiyeli beni öylesine dehşete düşürmüştü ki bu kitabı yazmak zorunda hissettim kendimi.

Roman, kesinlikle didaktik olanla pornografiyi harmanladığı için bu denli popüler oldu. Pornografi, şiddet ve de öğretici, vaazcı tavır; normalde bu ikisini bir araya getirdiğiniz takdirde çoksatar potansiyeline sahip bir kitap üretmiş olursunuz. Otomatik Portakal yıllar boyunca çok satmadı, ama sonunda kaçınılmaz olarak en popüler kitabım haline geldi. Bu da ağırıma gidiyor. Yazdığım otuz birbirine benzemez kitap arasında genellikle tanınan tek yapıtım bu, çok içerliyorum bu duruma.

Otobiyografik izler
Artık hayatta olmayan ilk karım, savaş sırasında Londra’da firari olan dört Amerikalı askerin saldırısına uğramıştı. Tecavüz değil, hırsızlık niyetli bir fiildi bu ama sonucunda düşük yaptı ve sağlığı bozuldu. Nihayetinde ölümüne neden olan olay da bu saldırıydı sanırım.

Romanın ve filmin bir bölümünde karakter bir kitap yazar. Kitabın adı aynı zamanda kendi kitabımın adı, Otomatik Portakal’dır. Kendimi kayıplara, ergen şiddetine maruz kalmış bir yazar olarak kitaba yerleştirme ve bu yolla çektiğim acıyı sistemimden dışarı atma girişimiydi bu, böylelikle bir daha bu konuda düşünmek zorunda kalmadım. Kendi açımdan bakıldığında kitabın en muazzam özelliği bu sağaltıcı yanıdır. Sanatsal gücü daha azdır.

Bugün Shakespeare’in içinde yaşadığı toplumdan daha kötü durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Elizabeth ingilteresi hakkında okuduğumuz hikâyeler, 1590’ların Londra’sının günümüz New York ya da Roma’sından çok daha tehlikeli olduğunu ortaya koyuyor. Gerçek olan şey insan doğasının hiç değişmediği. içimizde doğal bir şiddet taşıyoruz, saldırganlık tabiatımızda var. Bugünlerde daha çok tanık oluyoruz, çünkü artık hepimiz gazete okuyor ve pek çok film izliyoruz.

Bahsi açılmışken şunu da ekleyeyim: Şiddetin yanlış bir tarafı yok, bir başına kötü bir şey değil şiddet. Otomatikman mahkûm edilmemeli, çünkü daha iyiye dönük değişimler sadece bu sayede elde edilebiliyor. Amerikalılar onun sayesinde bir devrim yaratabildi, bulunduğumuz çağda sadece onun sayesindedir ki Nazileri yenebildik.

Para kazandırmadı
Otomatik Portakal’dan hiç para kazanmadım. Henüz kariyerimin başlarında satmıştım haklarını. 1962’den itibaren kitabı sinemaya uyarlamak isteyenler oldu; kuşkusuz o sıralar ortam bu tür filmler için elverişsizdi. 1962’de filmlerde aleni şiddet, aleni tecavüz, hatta aleni çıplaklık görmeye hazır değildik.

Bu nedenle romanın sinema uyarlamasına yönelik ilk girişim hayli düşük bir bütçeye sahipti. Niyet, dört başrolü Rolling Stones’un (zamanında çok ünlü bir gruptu, sanırım hâlâ öyle) elemanlarının oynayacağı bir tür “underground” film yapmaktı; çok para kazandırmayacaktı, muhtemelen büyük sinema salonlarında değil sadece sinemateklerde gösterilecekti.

Sonuçta kitabın film hakları karşılığında 500 dolarlık bedeli kabul ettim. Doğal olarak kitap, artık onu 500 bin dolara satma becerisine sahip olan işletmecilerin eline geçmişti. Böyle durumlarda parsayı hep o işte en az emeği olan toplamıştır zaten. Kendi adıma dert etmiyorum bunu, para kazanamamak ciddi sanatçıların doğasında vardır. Sanatçı para kazanmaz, tatmini başka şekillerde yaşar.

Otomatik Portakal filmi ise tam bir baş belası oldu. Kimi insanlar beni bir ‘yancı’, Stanley Kubrick’in alelade bir hizmetkârı; muazzam bir film yönetmeni olan asıl yaratıcıyı besleyen ikincil bir yaratıcı olarak görüyordu. Buna ve filmin işlenen birtakım suçları özendirdiği ithamlarına çok içerledim.

Sanatçıya güvenin
Tanrıya inanıp inanmadığımdan emin değilim. Çok yararlı bir icat olduğunu düşünüyorum ama. Voltaire, “Tanrı yoksa onu yaratmak gerekecek” dediğinde sanırım çok temel bir önermede bulunuyordu. Tanrı fikrini, bir yaratıcı ve sürdürücü fikrini en azından bir hipotez olarak kullanmadan günü kurtaramayız. Ancak gerek Katolik kilisesinin gerekse şu anda petrolle olan bağlantısı nedeniyle çok güçlü bir din olan islam’ın tanrısını kabul etmeyi her geçen gün daha da zor buluyorum. Yalnızca yararlı bulduğum entelektüel bir varsayım olarak kabul ediyorum tanrıyı, daha fazlası değil. Dünyaya sadece yemek, içmek ve çiftleşmek için gelmediğimiz kanısındayım. Yaratmak için buradayız ve yaratma anlamında doğamızın gereklerini, tanrı gibi bir varlık olmanın doğal gereklerini yerine getiriyoruz.

Yaşlandıkça, temel teolojik kavramların belirli bir gerçek barındırdığını giderek daha fazla düşünüyorum, her ne kadar bunlar din adamlarının gördüğü gerçekler olmasa da. Sanatçıya din adamlarından daha çok güvenin, sanatçı teolojiyi onlardan daha iyi yorumlayacaktır.

Alternatif evrenler yaratmak
insanın alternatif bir evren yaratma imkânına sahip olduğunu düşünüyorum. Sanatçının, bilimadamının, filozofun işi deyim yerindeyse makul bir mutlak gerçekliğin imgesini inşa etmek olmalı. Bana göre insanın yapabileceği en iyi şey, diyelim Beethoven’ın IX. Senfonisi yahut Descartes’ın felsefesi gibi bir yapı inşa etmek; IX. Senfoni’nin müzikal sistemi ya da Spinoza’nın veya Descartes’ın felsefi sisteminin mutlak gerçekliğe ilişkin bir imge olup olmadığını bilemesek de… Öyle olduğunu ummak isterim ama değilse de bir önemi yok benim için. Yaşamın kaosuna bir yapı, bir düzen yüklemek bizim yegâne görevimiz. Bu düzenin de sanat ve felsefede bulunabileceğini düşünüyorum.

Rastlantı ve zorunluluk
Jacques Monod’nun “Hayat rastlantı ve zorunluluktan oluşan bir gerçekliktir ve insan kayıtsız bir evrende bir başınadır” önermesine katılıyorum. Evrenin insana bütünüyle kayıtsız, muazzam bir dönen kütle, insanın ise bu bilinemez devasa kaosla yüzleşmede absürt bir konuma sahip olduğunu kabul ediyorum. Ancak insanın zaferi de düzen kurabilmesi, çevresinde dönen bu hayat kütlesine görece daha ideal, daha şekli bir anlama sahip yapılar yaratabilmesidir. insan bu görevini sürdürmeye devam etmelidir.

ideal insanı inşa etmeye soyunan devletin Rusya’da ve Nazi Almanyası’nda olduğu gibi muazzam bir zorbalık mekanizmasına dönüştüğünü görüyoruz. Yapmamız gereken kendi hayatlarımızı yaşamak, kendi ahlakımızı oluşturmak, kusurlu yaratıklar olduğumuzu kabullenip sadece elimizden gelenin en iyisini yapmaya odaklanmaktır. Yaşamanın nedeni de bir bakıma budur; yaratmak.

Kariyerime müzisyen olarak başladım. Yıllar yılı besteci olmaya çalıştım; sonunda hayli yıpratıcı bir fiziksel emek gerektirdiği için pes ettim. Savaş sonu ingiltere’sinde müziği icra ettirmek de kolay değildi; bu alanda kesinlikle para yoktu ve ben daktilonun başına çöküp basit bir satırı üreten insanlara gıpta ediyordum.

Onlara öykünüp bir roman yazdım ve kabul gördü, oysa bu işi sadece hobi olarak yapan biri olarak görüyordum kendimi; ingiliz Sömürge Hizmetleri Kurumu’ndan malulen emekli edilip işsiz kalınca yapabileceğim yegâne mesleğin yazarlık olduğuna karar kıldım. Özellikle ingiltere’de birçok kişi başka iş bulamadığı için yazar oluyor, benim gibi.

Çok çalışmıyorum, başkaları ne kadar çalışıyorsa o kadar. işim neyse onu yapıyorum. Sabahları erken kalkıyor, kahvaltı edip işe oturuyorum. Bunu bütün yazarlara salık veriyorum: Her yazar günde bin sözcük yazmaya çalışmalı; ne fazla ne daha az.

Kimliğin en ufak bir anlamı yok
Kimlik konusuna fazla dert etmiyorum, yaşamak insan için bir kimlik sahibi olmaktan çok daha büyük bir önem arz ediyor. Bu yıl çıkacak olan kısa bir romanım var; bir Amerikan üniversitesinde profesör olan kahramanım ani bir kalp krizi geçirir ve beyninin bir bölümü kararır. Bu arada Elizabeth döneminden bir oyun yazarıyla ilgili ders vermesi gerekmektedir, yapabileceği tek şeyi yapıp hemen yeni bir karakter uydurur.

Hiçbir gerçek kişiyi hatırlayamamaktadır, yeni birini uydurduğunda ise onun çalışmalarını, karakterini, hayatını da uydurmuştur. Bu karakterin en az sınıftaki öğrencileri kadar gerçek olduğunu keşfeder. Enikonu bir kimliği vardır, sahip olmadığı tek şeyse hayattır.

Bölük pörçük yaşamak, duyular vasıtasıyla yaşamak, beyinle yaşamak çok daha önemli, bir şeyin ne olduğuna, ismine veya karakterine ya da makyajına takılmanın bir önemi yok. Sanırım şu ‘kimlik krizi’ tabiri duyduğum en aptalca şey. Uzayı dolduruyoruz, zamanı dolduruyoruz biz. Dünyayı arşınlayan et parçalarıyız; düşünüyoruz, duygulanıyoruz. Dert etmemiz gereken tek şey de bu.

Şahsen ben o kadar çok kimlik krizinden geçtim ki, bu anlamda ismimin ne olduğunu bile bilmiyorum; gerçek ismim değil bu zaten. Başka isimler de kullandım. Hangisiyle çağrıldığım, kayıtlarda hangi ismin geçtiği umurumda bile değil. Şu anda şu sandalyeyi işgal eden bir varlığım ve belirli düşüncelerim, belirli duygulanımlarım var, önemli olan tek şey de bu. Kimliğin en ufak bir anlamı yok.

Siyasetçileri ciddiye almamalıyız
Amerikalıların dediği gibi, “Mesaj istiyorsanız Western Union’a gidin.” Mesaj vermek sanatçının işi değil; vaizlerin, siyasetçilerin işi: Müzik yaratıcısı gibi edebiyatçının da görevi kendi başlarına tatmin edici ve halen yaşadığımız hayatla doğrudan bir bağlantısı olması gerekmeyen biçimler, yapılar üretmektir.

insanın kendine bakıp, “Çok fazla değişmedim, Cennet Bahçesi’nden kovulduğum zaman neysem bugün de oyum” demekten başka çaresi yoktur. Doğamızda bulunan nitelikleri geliştirmeli ve siyasetçileri ciddiye almamalıyız. Siyasetçiler yaşayan en kötücül insanlardır; dili, düşünceyi, ahlakı kirletiyorlar. Siyasi yapılara aldırmamalıyız, bunun yerine mümkün olan en küçük cemaatlere; aileye, dostlara önem vermeli ve yaratıcı bir varlık olarak içimizde yatan potansiyeli geliştirmeye çalışmalıyız. Bundan fazlasını söyleyemem, ki bu da gerçek bir mesaj değil.

Yamyamlığın nesi kötü?
Yamyamlığın kötücül olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir dayanak göremiyorum ortada. Kime ne zararı olabilir ki bunun? Tabuları güç bela kırabiliyoruz ve hepsi de doğal olarak son derece akıldışı. Oysa yamyamlık pekala yaklaşan kıtlık sorununun çözümlerinden biri olabilir. Süpermarketlere gidip “insan” marka konserveleri satın alabiliriz; halihazırda sodyum nitrata yatırılmış o ne idüğü belirsiz etleri nasıl kabulleniyorsak, bu da kabul edilebilir bir şey. Yamyamlık gerçek bir cinayet olan kürtajdan daha mantıklı bir çözümmüş gibi geliyor bana. Kürtaja karşı nefretimi gayet basit bir teoriye dayandırıyorum: Herkesin doğma hakkı vardır ama kimsenin yaşama hakkı yoktur.
Çeviren Tanju Günseren

national geographic

DERGiSiNiN 100 SAYFASINDAN 45 SAYFASI REKLAM. DERGiLER TUTUNABiLMEK ADıNA REKLAM ALMAK ZORUNDA, BUNU KABUL EDiYORUM. FAKAT BU DERGi iŞi ABARTıYOR. ZATEN TÜRKiYE GiBi DERGi OKUMA KÜLTÜRÜ OLMAYAN BiR ÜLKEDE GENiŞ VE KALBUR ÜSTÜ BiR OKUR KiTLESiNE SAHiP. DERGi FiYATI DESEN AZ DEĞiL. "DAHA NEYi ABARTıYORSUNUZ, PROPAGANDA ARACı Mı BU?" DiYESiM GELiYOR, DiYEMiYORUM. PASiF OLARAK DiRENiYORUM BENDE. ALMıYORUM, ALMAYACAĞIM.

Bi de çevreciyiz düsturuyla hareket ediyorlar. çölleşmeden, kuraklıktan dem vuruyorlar. yaptığınız kağıt israfı ne o zaman?

katie melua

YENi DALGA MÜZiĞiN ŞEHVETiNE/ŞÖHRETiNE KAPILMAMIŞ, GAYET NiTELiKLi MÜZiK YAPAN KÜÇÜCÜK BiR KIZDIR. YENiLERi iÇERi ALMAYAN TABUMU YIKMIŞ, ÇATLAKLARIMDAN KALBiME SIZMIŞTIR.

(#17822026)

nine million bicycles

SANATIN, DÜŞÜNCENiN, HATTA ZAMANIN ÖLDÜĞÜ ZAMANLARDA KÜÇÜCÜK BiR KIZIN YAPTIĞI PEK ÖZGÜN VE PEK SEViMLi BiR ŞARKIDIR. SADECE BU DA DEĞiL, BU KÜÇÜCÜK KIZ YENi DALGANIN ŞEHVETiNE KAPILMAMIŞ, GAYET NiTELiKLi ŞARKILAR YAPMAKTADIR. TEŞEKKÜRLER KATiE, "HEP BÖYLE KAL" DiYORUM, DEMELiSiN, DEMELiLER.

(#17822078)

kerbela

"SIZIYI GiDEREN SU.
SUYUN SIZLADIĞINI KiMSELER BiLMEZ." DiZELERiNiN EN iYi BiÇiMDE ANLATTIĞI GÜNÜN ADIDIR.

çetin altan

Geçenlerde milliyet gazetesindeki "şeytanın gör dediği" isimli köşesinde 30 yıl önce yazdığı bir yazıyı tekrardan yayınlamıştır. 30 yıl geçmiş ama bişey değişmemiştir, üzmüştür.

--spoiler--
iyi bir dangalak mısınız?

1- Dolmuştan inerken rahatsız ettiğiniz kişilere Mersi demeden kapıyı çarparak hıyar gibi çekip gidiyor musunuz?
2- Kafayı çekerken kimlere nasıl dayak attığınızı anlatmaktan hoşlanıyor musunuz?
3- Ülkenin yükselmesi için önce ahlakın düzelmesine inanıyor musunuz?
4- Avrupalı erkekleri boynuzlu, Avrupalı kadınları da orospu olarak görüyor musunuz?
5- Otobüs biletçilerine, Ben kimim biliyor musun? diye babalandığınız oluyor mu?
6- Lokantada garsonları, tabağın kıyısına çatal vurarak mı çağırıyorsunuz?
7- Gülüşerek konuşan gençleri, hafif ve zirzop buluyor musunuz?
8- Cinsellik hiç sözü edilmemesi gereken ayıp bir konu mudur?
9- Birçok bozukluğun üç beş kişiyi sallandırınca düzeleceğini kabul ediyor musunuz?
10- içerlediğiniz kişilere, tanıdığınız büyüklerin forsunu kullanarak üstünlüğünüzü kanıtlamaktan zevk alıyor musunuz?
11- Şayet ülkeyi siz yönetseniz, vereceğiniz emirlere herkes uyduğu zaman her şeyin bir anda güllük gülistanlık olacağına inancınız tam mı?
12- Kalabalık bir yerde gözlerinizi havada bir noktaya daldırıp, sanki çevrenizde hiç kimse yokmuş gibi bacaklarınızı açarak oturuyor musunuz?
13- Evde kafası kızık, katı bir erkek gibi misiniz?
14- Arada sırada koyun kestiğiniz oluyor mu?
15- Bir devenin en iyi nasıl kesilebileceğine aklınız takılır mı?
16- Bir keman konçertosuna, darbukayı yeğ tutar mısınız?
17- Kişiliğinizi hep sert durarak mı belirtmek istersiniz?
18- Yere sümkürdüğünüz oluyor mu?
19- Bilgili olmadığınız konularda söylenenleri anlıyormuş gibi, kafa sallamak adetiniz var mı?
20- Bir tabloyla bir sustalı arasında, birini almak zorunda kalsanız; sustalı size daha çekimli gelmez mi?
21- Bir kanser araştırmacısı yahut bir kimya bilgini olmaktansa; milletvekili olmayı kendinize daha uygun bulmuyor musunuz?
22- Ezilenlerle ilgili fikir akımları, size de tehlikeli geliyor mu?
23- Sizi kollayan biri, bir haksızlık yaptığı zaman; kendisini kızdırmamak için, sessiz duruyor musunuz?
24- Gözünüzün kestiklerine umacı gibi, gözünüzün kesmediklerine de kuzu gibi görünmeyi akıllılık sayıyor musunuz?
25- Seçim kazanmak için, elli bebek kesmek gerektiğini söyleseler, hemen yapar mıydınız?
26- Anlamını çıkaramadığınız karikatürler çok oluyor mu?
27- Arabanız olsa, herkesi geçmek istemez misiniz?
28- Biri şiir okusa, hemen uykunuz geliyor mu?
29- Kendinizi bayağı önemli bir kişi gibi hissediyor musunuz?
* * *
Şayet bu yirmi dokuz sorunun da cevabına Evet diyorsanız; hiç kuşkunuz olmasın yüzde yüz su katılmadık bir dangalaksınız. Politikada büyük ve üstün başarılar sağlayabilirsiniz.
* * *
Yok şayet soruların yarısına Evet diyebiliyorsanız; sadece dangalakımtraksınız. Politikadaki şansınız büyük olmayabilir.
* * *
Evetler yedi sorunun ötesine geçmediyse, hiç politikayla uğraşmayın. Politikacı olup demokrasiyi kurtarmanız için, hırtlık ve dangalaklık oranınız çok düşük.
Unutmayın ki, bugünkü koşullar altında çağdaş olduğunuz ölçüde, bütün kapılar kapanacaktır yüzünüze. Ona göre ayağınızı denk alın ve kabil olduğu kadar dangalak olmaya çalışın.
Not: Zurnada Peşrev Olmaz kitabından, 30 yıl önce yazılmış bir yazı...
--spoiler--

alfabe

fenike'lilerin asur kralı'nın koyduğu ağır haraçları karşılamak amacıyla akdenizde dolaşıp, yeraltı zenginlikleri arama çalışmaları sırasında değişik uygarlıklarla tanışması sonucunda bulduğu, sesleri simgelere dönüştüren sistemdir. fenikelilerin bulduğu bu alfabe tüm batı alfabelerinin esasıdır.

dalgalar

virginia woolf'un ruhundaki şiiri içine serpelediği, kocaman bir şiir olan romandır. faulkner'ın içimdeki yıllardır sarsılmaz yerini salladı resmen.

hatta ülkü tamer; dalgalar'ı altı ayrı çevirmenin dilimize kazandırmasını arzularmış. tıpkı romanın kişileri gibi, üç kadın ve üç erkek çevirmen. (bunu selim ileri'den duydum *

virginia woolf

dışarının feminist diye yaftalamasını maalesef ki ciddiye alıp, uzun süre okumayı ve anlamayı reddettiğim, daha sonra radikal'de selim ileri'nin bir yazısını okuduktan sonra hadi bi bakayım deyip,tüm külliyatını alıp, okumaya başladığım yazardır. tahminimden kat be kat derin. hayran kaldım; ruhunda şiir var.

tabiki bende bıraktığı duygusal izlenim, o'nun çok iyi yazar olduğu anlamına gelmiyor. kaatimce tekniğide baya iyi.

not: mesele feminst olup, olmamaması değil tabiki. keza normallikten pek hoşlanmadığım gibi, farklı uçlardaki insanları severim. siyasi, üstün körü, propagandist şeyleri okumaktan nefret ettiğimden kaçtım.

morrissey

benim süper egomun bastırdığı, hatta çoğumuzun, çoğunluk olmaktan ötürü söylemekten yüzünün kızaracağı şeyleri gerine gerine söyleyip egomuzu okşayan adam.

apocalyptica

6 temmuzda verdikleri konser sonrasında dream tv spikeri ile yaptıkları röportajlarında, spikerin yönelttiği: "mozart, Beethoven, bach sizi görse, sizinle gurur duyarlar mıydı?" sorusuna, "evet, çünkü bu zamanın delileri de biziz" diye cevap veren grup. doğru zaten, ustalarda zamanın delileri değil miydi? müzik biraz da aklın üstünde bir yerde değil mi?

andy warhol

--spoiler--
underground sinemanın adını tüm dünyada duyuran, aslında pop-art akımının dünyaca ünlü amerikan temsilcisidr. asıl ününü ressam olarak yapmıştır ama 60'lı yıllarda sinemayla ilgilenmeye başlamıştır. sinemasını çeşitli dönemlere ayırarak incelemekte fayda vardır o'nun. ilk filmlerinde zaman kavramını sorgular. bu türden ilk filmi olan uyku'da(sleep, 1963), altı saat boyunca uyuyan bir adamın uyuyuşu gösterilmektedir. altı haftada çekilen film, onar dakikalık parçalardan ve üç saatlik iki bölümden oluşmakta, her bir bölüm ikişer defa oynatılmaktadır. warhol, filmlerindeki bu çok uzun süreli çekimlerine şöyle bir açıklama getirir: insanlar bugün bir gösteriye gittiğinde, artık hiç içine girmiyorlar. "uyku" gibi bir film, onları yeniden içine katıyor, der. aslında ilk dönem filmlerinde bir yandan zaman kavramını sorgularken bir yandan da sinemanın ilk yıllarındaki ilkel kullanımına da bir eleştiri getirir. hareketsiz, heyecansız ve sessiz filmleri sorgular. daha sonra yaptığı filmlerde ise cinsellik öğesi ön plana çıkmaya başlar. bu dönem filmleri: sürtük(1964), mutfak(1965)..

esin coşkun, dünya sinemasında akımlar
--spoiler--

jean luc godard

filmlerim: "kurmacanın gerçeğini vermeye çalıştığım belgeseldir" diyerek, filmlerinin temelindeki belgesel-kurmaca diyalektiğini açıklayan yönetmendir. film yaparken uzun uzadıya düşünüp çarçabuk yaparım demiştir ve çoğu filmine başlarken elinde senaryosunun bile olmadığını, her şeyin set sürecinde ortaya çıktığını itiraf etmiştir. tarkovsky gibi o da robert bresson hayranıdır. ayrıca kendinden sonraki sinemada etkisinin büyüklüğü tartışılmaz bir gerçektir.

ladri di biciclette

yeni gerçekçi italyan sinemasının amaçlarını ve estetiğini tanımlayan en iyi film olarak kabul edilen bir vittorio de sica filmidir.

--spoiler--
sıradan bir işçinin gündelik hayatında başına gelen bir olayı konu edinir. filmde hiç bir olağan dışı olay yoktur. bir işçi, bütün gününü oğluyla birlikte çaldırdığı bisikletini arayarak geçirir. bisiklet, işinin bir parçasıdır ve eğer bisikleti bulamazsa işsiz kalacaktır. italya'nın o gün bulunduğu şartlar içinde iş bulmak zordur ve işsizlik açlık demektir. sonuç vermeyen çabalardan sonra iyice bunalan işçi, çareyi yeni bir bisiklet çalmakta bulur. ancak bu denemesi başarısızlıkla sonuçlanır ve oğlunun gözü önünde geçen bu olay, onun hırsız düzeyine düşmüş olmasının utancını yaşamasına neden olur.
--spoiler--