bugün

a clockwork orange

kitabın yazarı Anthony Burgess'le 1974 yılında Roma'da yapılmış röpörtajını yayınlamış geçenlerde radikal. okumalı derim.

http://kitap.radikal.com....ortakal-50-yasinda-349875

Ünlü yapıtı Otomatik Portakal’ın yayımlanışının ellinci yılı kutlanan ingiliz yazar Anthony Burgess’le 1974 yılında Roma’da yapılmış hayli uzun bir söyleşiden bazı bölümler derledik. Laf aramızda Roma, yazarın yüksek vergilerden kaçınmak için ingiltere’yi terk ettiği “gönüllü sürgün” yıllarında yaşadığı kentlerden biriydi...

Otomatik Portakal insanların hür iradeleriyle kötülüğü seçmelerinin, devletin istediği gibi birer ‘iyilik’ makinesine dönüşmelerinden evla olduğunu savunuyor aslında. Şiddetten, kitaplarımda şiddete yer vermekten hazzetmiyorum elbette, hatta seks sahnelerine bile yer vermek istemiyorum yapıtlarımda; mizaç itibariyle bu tür şeylerden utanıyorum. Lakin Otomatik Portakal’ı yazdığım 1950’lerin sonunda karşı karşıya kaldığımız manzara, devletin özgür seçim alanına giderek daha da fazla müdahale potansiyeli beni öylesine dehşete düşürmüştü ki bu kitabı yazmak zorunda hissettim kendimi.

Roman, kesinlikle didaktik olanla pornografiyi harmanladığı için bu denli popüler oldu. Pornografi, şiddet ve de öğretici, vaazcı tavır; normalde bu ikisini bir araya getirdiğiniz takdirde çoksatar potansiyeline sahip bir kitap üretmiş olursunuz. Otomatik Portakal yıllar boyunca çok satmadı, ama sonunda kaçınılmaz olarak en popüler kitabım haline geldi. Bu da ağırıma gidiyor. Yazdığım otuz birbirine benzemez kitap arasında genellikle tanınan tek yapıtım bu, çok içerliyorum bu duruma.

Otobiyografik izler
Artık hayatta olmayan ilk karım, savaş sırasında Londra’da firari olan dört Amerikalı askerin saldırısına uğramıştı. Tecavüz değil, hırsızlık niyetli bir fiildi bu ama sonucunda düşük yaptı ve sağlığı bozuldu. Nihayetinde ölümüne neden olan olay da bu saldırıydı sanırım.

Romanın ve filmin bir bölümünde karakter bir kitap yazar. Kitabın adı aynı zamanda kendi kitabımın adı, Otomatik Portakal’dır. Kendimi kayıplara, ergen şiddetine maruz kalmış bir yazar olarak kitaba yerleştirme ve bu yolla çektiğim acıyı sistemimden dışarı atma girişimiydi bu, böylelikle bir daha bu konuda düşünmek zorunda kalmadım. Kendi açımdan bakıldığında kitabın en muazzam özelliği bu sağaltıcı yanıdır. Sanatsal gücü daha azdır.

Bugün Shakespeare’in içinde yaşadığı toplumdan daha kötü durumda olduğumuzu düşünmüyorum. Elizabeth ingilteresi hakkında okuduğumuz hikâyeler, 1590’ların Londra’sının günümüz New York ya da Roma’sından çok daha tehlikeli olduğunu ortaya koyuyor. Gerçek olan şey insan doğasının hiç değişmediği. içimizde doğal bir şiddet taşıyoruz, saldırganlık tabiatımızda var. Bugünlerde daha çok tanık oluyoruz, çünkü artık hepimiz gazete okuyor ve pek çok film izliyoruz.

Bahsi açılmışken şunu da ekleyeyim: Şiddetin yanlış bir tarafı yok, bir başına kötü bir şey değil şiddet. Otomatikman mahkûm edilmemeli, çünkü daha iyiye dönük değişimler sadece bu sayede elde edilebiliyor. Amerikalılar onun sayesinde bir devrim yaratabildi, bulunduğumuz çağda sadece onun sayesindedir ki Nazileri yenebildik.

Para kazandırmadı
Otomatik Portakal’dan hiç para kazanmadım. Henüz kariyerimin başlarında satmıştım haklarını. 1962’den itibaren kitabı sinemaya uyarlamak isteyenler oldu; kuşkusuz o sıralar ortam bu tür filmler için elverişsizdi. 1962’de filmlerde aleni şiddet, aleni tecavüz, hatta aleni çıplaklık görmeye hazır değildik.

Bu nedenle romanın sinema uyarlamasına yönelik ilk girişim hayli düşük bir bütçeye sahipti. Niyet, dört başrolü Rolling Stones’un (zamanında çok ünlü bir gruptu, sanırım hâlâ öyle) elemanlarının oynayacağı bir tür “underground” film yapmaktı; çok para kazandırmayacaktı, muhtemelen büyük sinema salonlarında değil sadece sinemateklerde gösterilecekti.

Sonuçta kitabın film hakları karşılığında 500 dolarlık bedeli kabul ettim. Doğal olarak kitap, artık onu 500 bin dolara satma becerisine sahip olan işletmecilerin eline geçmişti. Böyle durumlarda parsayı hep o işte en az emeği olan toplamıştır zaten. Kendi adıma dert etmiyorum bunu, para kazanamamak ciddi sanatçıların doğasında vardır. Sanatçı para kazanmaz, tatmini başka şekillerde yaşar.

Otomatik Portakal filmi ise tam bir baş belası oldu. Kimi insanlar beni bir ‘yancı’, Stanley Kubrick’in alelade bir hizmetkârı; muazzam bir film yönetmeni olan asıl yaratıcıyı besleyen ikincil bir yaratıcı olarak görüyordu. Buna ve filmin işlenen birtakım suçları özendirdiği ithamlarına çok içerledim.

Sanatçıya güvenin
Tanrıya inanıp inanmadığımdan emin değilim. Çok yararlı bir icat olduğunu düşünüyorum ama. Voltaire, “Tanrı yoksa onu yaratmak gerekecek” dediğinde sanırım çok temel bir önermede bulunuyordu. Tanrı fikrini, bir yaratıcı ve sürdürücü fikrini en azından bir hipotez olarak kullanmadan günü kurtaramayız. Ancak gerek Katolik kilisesinin gerekse şu anda petrolle olan bağlantısı nedeniyle çok güçlü bir din olan islam’ın tanrısını kabul etmeyi her geçen gün daha da zor buluyorum. Yalnızca yararlı bulduğum entelektüel bir varsayım olarak kabul ediyorum tanrıyı, daha fazlası değil. Dünyaya sadece yemek, içmek ve çiftleşmek için gelmediğimiz kanısındayım. Yaratmak için buradayız ve yaratma anlamında doğamızın gereklerini, tanrı gibi bir varlık olmanın doğal gereklerini yerine getiriyoruz.

Yaşlandıkça, temel teolojik kavramların belirli bir gerçek barındırdığını giderek daha fazla düşünüyorum, her ne kadar bunlar din adamlarının gördüğü gerçekler olmasa da. Sanatçıya din adamlarından daha çok güvenin, sanatçı teolojiyi onlardan daha iyi yorumlayacaktır.

Alternatif evrenler yaratmak
insanın alternatif bir evren yaratma imkânına sahip olduğunu düşünüyorum. Sanatçının, bilimadamının, filozofun işi deyim yerindeyse makul bir mutlak gerçekliğin imgesini inşa etmek olmalı. Bana göre insanın yapabileceği en iyi şey, diyelim Beethoven’ın IX. Senfonisi yahut Descartes’ın felsefesi gibi bir yapı inşa etmek; IX. Senfoni’nin müzikal sistemi ya da Spinoza’nın veya Descartes’ın felsefi sisteminin mutlak gerçekliğe ilişkin bir imge olup olmadığını bilemesek de… Öyle olduğunu ummak isterim ama değilse de bir önemi yok benim için. Yaşamın kaosuna bir yapı, bir düzen yüklemek bizim yegâne görevimiz. Bu düzenin de sanat ve felsefede bulunabileceğini düşünüyorum.

Rastlantı ve zorunluluk
Jacques Monod’nun “Hayat rastlantı ve zorunluluktan oluşan bir gerçekliktir ve insan kayıtsız bir evrende bir başınadır” önermesine katılıyorum. Evrenin insana bütünüyle kayıtsız, muazzam bir dönen kütle, insanın ise bu bilinemez devasa kaosla yüzleşmede absürt bir konuma sahip olduğunu kabul ediyorum. Ancak insanın zaferi de düzen kurabilmesi, çevresinde dönen bu hayat kütlesine görece daha ideal, daha şekli bir anlama sahip yapılar yaratabilmesidir. insan bu görevini sürdürmeye devam etmelidir.

ideal insanı inşa etmeye soyunan devletin Rusya’da ve Nazi Almanyası’nda olduğu gibi muazzam bir zorbalık mekanizmasına dönüştüğünü görüyoruz. Yapmamız gereken kendi hayatlarımızı yaşamak, kendi ahlakımızı oluşturmak, kusurlu yaratıklar olduğumuzu kabullenip sadece elimizden gelenin en iyisini yapmaya odaklanmaktır. Yaşamanın nedeni de bir bakıma budur; yaratmak.

Kariyerime müzisyen olarak başladım. Yıllar yılı besteci olmaya çalıştım; sonunda hayli yıpratıcı bir fiziksel emek gerektirdiği için pes ettim. Savaş sonu ingiltere’sinde müziği icra ettirmek de kolay değildi; bu alanda kesinlikle para yoktu ve ben daktilonun başına çöküp basit bir satırı üreten insanlara gıpta ediyordum.

Onlara öykünüp bir roman yazdım ve kabul gördü, oysa bu işi sadece hobi olarak yapan biri olarak görüyordum kendimi; ingiliz Sömürge Hizmetleri Kurumu’ndan malulen emekli edilip işsiz kalınca yapabileceğim yegâne mesleğin yazarlık olduğuna karar kıldım. Özellikle ingiltere’de birçok kişi başka iş bulamadığı için yazar oluyor, benim gibi.

Çok çalışmıyorum, başkaları ne kadar çalışıyorsa o kadar. işim neyse onu yapıyorum. Sabahları erken kalkıyor, kahvaltı edip işe oturuyorum. Bunu bütün yazarlara salık veriyorum: Her yazar günde bin sözcük yazmaya çalışmalı; ne fazla ne daha az.

Kimliğin en ufak bir anlamı yok
Kimlik konusuna fazla dert etmiyorum, yaşamak insan için bir kimlik sahibi olmaktan çok daha büyük bir önem arz ediyor. Bu yıl çıkacak olan kısa bir romanım var; bir Amerikan üniversitesinde profesör olan kahramanım ani bir kalp krizi geçirir ve beyninin bir bölümü kararır. Bu arada Elizabeth döneminden bir oyun yazarıyla ilgili ders vermesi gerekmektedir, yapabileceği tek şeyi yapıp hemen yeni bir karakter uydurur.

Hiçbir gerçek kişiyi hatırlayamamaktadır, yeni birini uydurduğunda ise onun çalışmalarını, karakterini, hayatını da uydurmuştur. Bu karakterin en az sınıftaki öğrencileri kadar gerçek olduğunu keşfeder. Enikonu bir kimliği vardır, sahip olmadığı tek şeyse hayattır.

Bölük pörçük yaşamak, duyular vasıtasıyla yaşamak, beyinle yaşamak çok daha önemli, bir şeyin ne olduğuna, ismine veya karakterine ya da makyajına takılmanın bir önemi yok. Sanırım şu ‘kimlik krizi’ tabiri duyduğum en aptalca şey. Uzayı dolduruyoruz, zamanı dolduruyoruz biz. Dünyayı arşınlayan et parçalarıyız; düşünüyoruz, duygulanıyoruz. Dert etmemiz gereken tek şey de bu.

Şahsen ben o kadar çok kimlik krizinden geçtim ki, bu anlamda ismimin ne olduğunu bile bilmiyorum; gerçek ismim değil bu zaten. Başka isimler de kullandım. Hangisiyle çağrıldığım, kayıtlarda hangi ismin geçtiği umurumda bile değil. Şu anda şu sandalyeyi işgal eden bir varlığım ve belirli düşüncelerim, belirli duygulanımlarım var, önemli olan tek şey de bu. Kimliğin en ufak bir anlamı yok.

Siyasetçileri ciddiye almamalıyız
Amerikalıların dediği gibi, “Mesaj istiyorsanız Western Union’a gidin.” Mesaj vermek sanatçının işi değil; vaizlerin, siyasetçilerin işi: Müzik yaratıcısı gibi edebiyatçının da görevi kendi başlarına tatmin edici ve halen yaşadığımız hayatla doğrudan bir bağlantısı olması gerekmeyen biçimler, yapılar üretmektir.

insanın kendine bakıp, “Çok fazla değişmedim, Cennet Bahçesi’nden kovulduğum zaman neysem bugün de oyum” demekten başka çaresi yoktur. Doğamızda bulunan nitelikleri geliştirmeli ve siyasetçileri ciddiye almamalıyız. Siyasetçiler yaşayan en kötücül insanlardır; dili, düşünceyi, ahlakı kirletiyorlar. Siyasi yapılara aldırmamalıyız, bunun yerine mümkün olan en küçük cemaatlere; aileye, dostlara önem vermeli ve yaratıcı bir varlık olarak içimizde yatan potansiyeli geliştirmeye çalışmalıyız. Bundan fazlasını söyleyemem, ki bu da gerçek bir mesaj değil.

Yamyamlığın nesi kötü?
Yamyamlığın kötücül olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir dayanak göremiyorum ortada. Kime ne zararı olabilir ki bunun? Tabuları güç bela kırabiliyoruz ve hepsi de doğal olarak son derece akıldışı. Oysa yamyamlık pekala yaklaşan kıtlık sorununun çözümlerinden biri olabilir. Süpermarketlere gidip “insan” marka konserveleri satın alabiliriz; halihazırda sodyum nitrata yatırılmış o ne idüğü belirsiz etleri nasıl kabulleniyorsak, bu da kabul edilebilir bir şey. Yamyamlık gerçek bir cinayet olan kürtajdan daha mantıklı bir çözümmüş gibi geliyor bana. Kürtaja karşı nefretimi gayet basit bir teoriye dayandırıyorum: Herkesin doğma hakkı vardır ama kimsenin yaşama hakkı yoktur.
Çeviren Tanju Günseren