bugün

ben kar tanelerini izlerken bitti diyordu telefondaki ses. bir an telefonda kiminle konuştuğumu unuttuğumu hissettim, sonra sesinden tanıdım..ali'ydi bu...okulda sınavdan sınava gördüğüm, ama okulun dışında hep beraber olduğum yakın bir arkadaşımdı...lapa lapa yağıyordu kar, yağan karla birlikte çocukluğuma gidiyordum ve ali sesi titreyerek anlatmaya devam ediyordu...sadece dinliyormuş gibi yapıyordum, teselliye ihtiyacı olduğunu anlattıklarından değil sesinin titremesinden hissediyordum...konuştukları hakkında hiçbir fikrim yoktu benim aklım yağan kardaydı. acaba kulağımı buz tutmasına ramak kalmış toprağa dayasam, kar tanelerinin yere düştüğü an çıkardığı sesi duyabilir miyim diye düşünüyordum...suskunluğumu bir kelimeyle bozdum..."geliyorum ali"...

bakırköy'de boktan bir öğrenci evinde oturuyordu ali...acaba hala kirası 500 milyon mu diye düşündüm bi an...otobüse bindiğimde sakallarımı gören ve paso diye haykıran şoförü duymamazlıktan gelip arkalara doğru hızlı adımlarla yürüdüm...arkama dönsem göz göze geleceğimizi biliyordum ama ses çıkarmadı adam...bana bulaşmanın anlamsızlığını o da anlamıştı sanırım... 3. kat mıydı ali? B bloktu değil mi? evet evet B bloktu...en son ne zaman geldiğimi hatırlamaya çalıştım ama hafızam beni mutlu etmekten uzaktı...

elma mı kokuyordu ev? evet evet, buram buram elma kokusu vardı evin içinde....masanın üzerindeki elma aromalı votkayı görünce bazı sorularımın cevabını bulmuştum...bir an ayrılıklardan mutlu olabilecek birilerinin olabileceği geldi aklıma...ben bir içki firmasının yöneticisi olsam hiç üzülmezdim heralde ayrılıklara...birden tüm kutsal duyguları içki firmalarının icat ettiği geldi aklıma ama çok da önemsemedim bu düşünceyi...yine beynim çok çalışıyor galiba diye düşündüm...

ev bildiğiniz öğrenci evi işte...kaos un egemenliğini hiç bırakmayacağı yerlerden yani...(kimyada entropi kavramı vardır birden o geliyor aklıma)...uzun süredir boşaltılmamış küllükler isyanlarda, medeniyetin göstergesi kravatlar ayaklar altında...birkaç tane beyaz gömlek kanepenin üzerinde ertesi gün için ütülenmeyi bekliyor...duvarda bir tane beşiktaş forması, üzerinde şifo mehmet'in imzası var....beraber gittiğimiz son maçta imzalatmamış mıydı bu formayı...evet bu formayı çok iyi hatırlıyorum...evde 3 tane birbirinden farklı büyüklükte televizyon vardı...hepsinin enteresan hikayeleri olduğunu düşünüyorum....bi tanesinin bir gece yarısı fakir bir ailenin evinden çalınıp ikinci el pazarında öğrencilere satıldığını düşünüyorum...diğeri bu evde daha önce yaşayan ve öldüğü 1 hafta sonra kokudan anlaşılan yaşlı teyzeden miras olmalı...diğer televizyonu umursamıyorum, nedenini de bilmiyorum...

odada bir çocuk daha vardı...riyad'da çalışıyormuş...kutsal toprakların hiç de kutsal olmadığından dem vuruyor ve elmalı votkayı götürüyordu...ali anlatmaya başladı...lig tv açıktı ve beşiktaş vestel manisa ile oynuyordu...birden ali de sustu ve bizim gibi maçı izlemeye başladı...teselli edecek üç beş kelimeyi bile söyleyememiştim ona...konuşsam daha çok üzülecekti çünkü, sanırım eve gelerek üzerime düşen görevi yerine getirmiştim...kimseyi üzmeye hakkım yoktu...içimdeki kini paylaşmalarını istemiyordum...mutlu kalsındı onlar...

votkanın etkisiyle birkaç saat sonra sızdı ikisi de...doğalgaz sobası vardı odada ve yine çocukluğuma götürüyordu beni...doğalgaz kısmını saymazsak soba nesnesinin varlığı beni duygulandırmaya yetiyordu...sonra uyumam gerektiğini düşündüm...yum gözlerini ve hayallerinin elini tut artık...artık pantolonla yatmak pek koymuyordu, çarşafı bırakalı yıllar olmuştu zaten...önemli olan nasıl uyuduğum değildi, uyuyup uyuyamadığımdı...gözlerimi kapattım...

birden uyandım...sabah olmasını dileyerek uyandım...bir umutla dışarı baktım güneşi görebilir miyim diye...ama hayır karanlıktı hala heryer...saate baktığımda 4'ü 12 geçtiğini gördüm...birden aklıma şu an dünyanın en az yarısında gündüz olduğu geldi...sanırım kendimi teselli etmeye çalışıyordum....sigara içmem lazımdı...oda hala çok karanlıktı, el yordamıyla bir kaç pakete ulaştım ama hepsi boşalmıştı...izmarit de içebilirdim evet ama istemiyordum....yanımdaki bitmek üzere olan votka şişesiyle göz göze geldik ve onu üzmemem gerektiğini düşündüm...şişenin dibi gözüktü akabinde...sonra pantolonun cebinde buruşmuş bir winston soft paketi buldum...içindeki sigaraların kırılmamış olmasını dileyerek çıkardım paketi...bir tane sigara çıkardım, ateş bulmalıydım ama...

ağzına kadar dolmuş kül tablarının kokusu, akşamdan kalan keskin votka ve elma kokusunu mağlup etmişti...birden oradan gitmek istedim...yataktan kalktım, sigaram elimde arkadaki odaya gittim....soğuk bir ocak günü, güneş görmeyen ve ısıtılmayan bir odaydı orası...ışığa dokundum ama yanmıyordu, karanlığa alışmış gözlerle ampulu kontrol ettiğimde ampulun olması gereken yerde olmadığını farkettim...buz gibi soğuğa eşlik eden karanlıkla baş başa kalmıştım....sonra masanın üzerindeki ampul dikkatimi çekti, ama çok karanlıktı onu oraya nasıl takabilirdim ki? ampulu elime aldım ve kırılmak üzere olan sandalyenin üzerine çıktım, ampulu duya uydurmaya çalışırken, sandalyenin kırıldığını anlamama neden olan o çatırtıyı duydum...çok pis düşmüştüm, ama ampulu de takmıştım yerine...bir umutla ışığa bastım ama yanmıyordu, yine yanmıyordu....yere oturdum, hafiften titremeye başlamıştım...soğuk düşünmemi engelliyordu...birden elime bir ılıklık geldiğini farketttim...bileğim kanıyordu, sanırım düşerken olmuştu...kırmızı kanı göremiyordum ama sıcaklığını hissedebiliyordum...düşünemiyordum....ağlamam gerektiğini düşündüm ama başaramadım...

sigarayı yaktım, kocaman soluklarla içmeye başladım...her nefeste ateş karanlığa meydan okuyor ve odayı biraz aydınlatıyordu...sigara bitene kadar orada o şekilde oturdum...hala hiçbirşey düşünemiyordum, soğuk hüküm sürüyordu beynimde....birden refleks olarak ayağa kalktım ve yatağa geri dönmem gerektiğine karar verdim...10 adım sonra yataktaydım ve gözlerimi kapatmaya çalışıyordum...acaba sabah uyanınca bunları hatırlayabilecek miydim? Neden bu hale gelmiştim ben?...Adil olmayan hayat değildi aslında, sendin engin.......bye bye
tedirgindi. ufak adımlar atıyordu odanın diğer ucuna doğru. eski moda kunduralar daha önce hiç tanışmadıkları, ölüm kadar soğuk betona secde ediyorlardı. birkaç parça sarıya çalan saç teli zeminde sırıtıyordu. duvarda hafiften yamulmuş eski bir resim asılıydı; resmin üst tarafı gözüküyordu, tozluydu... kırmızı boyalı duvarlar adeta yılların işkencesiyle kana kesmiş gibi sessiz, ölü bakışıyorlardı...boyalar kavlamıştı, altından sıvanın çirkin ala-bula rengi, adi ruj rengi boyaya meydan okurcasına gülümsüyordu, kendinden emindi...

tedirgin adımlar durdu... eski kapının kalbine saplanmış, bir daha hiç çıkmayacakmış edasında, yıldızlar gibi, uzaklardaki ışıklar gibi bir yanıp bir sönen halinden daha çok yeni olduğu anlaşılan gümüşvari bir anahtar silueti çocuğun gözlerine takıldı. ansızın usta bir el uzaktaki anahtara uzandı...belli belirsiz bir gıcırtı duyuldu. anahtar döndü, "dünya da dönüyor muydu acaba"!....

çocuğun gözleri hala anahtardaydı. dünyanın bütün kapılarının eşsiz anahtarı karşısındaydı sanki...kararsızdı,her zerresinde bu kararsızlığı yaşıyordu ve korkuyordu...başını öne eğdi...kafasını kaldıramıyordu...kımıldayamıyordu...kısacık bir aradan sonra ümitsiz bir umutla, isteyerek mi istemsiz mi bilmeden donuk gözlerle ona baktı...cisminin her noktasını yakıcı bir duygu istila etti...utanıyordu...ilk defa cesaretini toplamış ve gelmişti fakat anlayamadığı ve anlatamadığı bir şeyler oluyordu...bir damla yaş düştü tozlu karanlığa...gerisi yok....
-olm çok karamsarım bugün, 9 numaradaki hatun onu evine almış

+ciğerleri götürüyodur şimdi... nasıl başarmış acaba?

-tek gözüne mavi lens takmış, van kedisi ayağına yatmış..

+hadi ya. çok üzüldüm ben şimdi. yapacak hiçbir şey yok. geri durmak lazım.
bartın kışları çok kötüdür. hayat durur. namazlar kaçar. kazalar da gelmez bir türlü.
artvin'de teyemmüm etmek zordur. her yer ıslaktır. elinde kalır.
güneş çıkmıştı..mart ayının son günleri olmalıydı. insanların aylardır çılgın bir hasretle bekledikleri güneş en sonunda kendini göstermişti. ve hafiften bir yağmur başlamıştı...güneş ve yağmuru gören soğuk devrinin bittiğini anlamıştı...onun bile içinde bir şeyler eriyordu artık. evet üzgün bir soğuk vardı dışarıda...gözlerini kaldırım taşlarından ayırmadan kendini zamanın anlamsızlığına bırakmış insancıklar başlarını göğe kaldırmaya başlamışlardı...yağmur damlaları yüzlerine vuruyordu insanların, tenlerinde hafif bir ıslaklık gözbebeklerinde yağmur suyunun tadı vardı...ve hepsi yağmur damlacıklarının etkisiyle istemsiz olarak göz kırpmaya başladılar, hepsinin başı göğe bakıyordu...hepsi göz kırparak güneşi selamlıyordu...merhaba güneş..

kız burnunu cama yaslamıştı...nefesinin camda bıraktığı buğuda kendi siluetini görebiliyordu...vucudu içerdeydi ama ruhu aşağıda güneşi selamlayan insanların yanındaydı...yağmurun kokusunu duymak için camı açtı...yağmurdan önce, soğuğun ve geride kalan kış aylarının ümitsiz mâtemi doldu içeriye...kız serçe parmağını camdan dışarı uzattı ve hemen bir yağmur damlası kızın serçe parmağına bir selam konduruverdi...insanlar hâla gözlerini kırparak gökyüzüne bakıyorlardı...sanki hepsi küçük kıza gel der gibiydi...kız karşı konulamaz bir istek duygu onların yanında olabilmek için...ayağa kalkmak için davrandı fakat başaramadı...ikinci denemesinde yine hüsran vardı...ve bir kere daha dedi...insanüstü bir zorlamayla ayağa kalkar gibi oldu ama ansızın dengesini yitirip tekerlekli sandalyeden yere yuvarlandı...

yağmur yağmaya devam ediyordu...hafif açık pencereden yerde yatan kızın tenine ufak damlacıklar isabet ediyordu...kız uzun süredir kıpırdamadan yerde yatıyordu, kalkmayı düşünmüyordu bile...gözlerine düşen bir kaç ışık parçası gözyaşlarıyla ıslanmış gözlerini daha da güzelleştirmişti...istediğim kadar ağlayabilirim diye düşünüyordu kız...yağmur bitene kadar gözyaşları da bitmedi...evet ağlamaktı onun özgürlüğü...
başlamadan bittiği gün 13 şubat'tı...onu hiç görmedim, sesini hiç duymadım, kokusunu bilmiyorum...sanki yıllardır süren bir aşkı paylaşmış gibiydik...hayatta hiçkimseye bağlanmadım fakat o farklıydı sanırım...akşam üzeri içmeye başladım, istanblue diye âdi bir votka var bilirsiniz, 70'lik şişenin yarısından fazlasını 1 saat gibi bir sürede içtim...odada boğulmaya başladığımı hissedince dışarı çıktım, taksim'de bir arkadaşla buluştum...nevizade'de akdeniz var oraya gittik, 4-5 tane arjantin de orada içtim...felsefe, edebiyat falan konuşuyordum ama aklım başka yerdeydi...

çıktık oradan, canlı müzik dinleyelim dedim...allahın siktirettiği bir salı günü istediğimiz yere damsız girebiliriz diye düşünmüştüm...ama öyle olmadı, önüne gelen ananı da al git diyordu...kanımdaki alkol yoğunluğunun etkisiyle pek de umursamıyordum reddedilmeyi, hatta barların kapısındaki hayvanlara rüşvet bile teklif ediyordum ama işe yaramıyordu...sonra dünyadaki en boktan barlardan birisine girdik...ona da damsız girilmiyormuş ama rolümü iyi oynamıştım bu sefer...

alkolun icinden akan kanim artık beni rahatsız etmeye başlamıştı...saatler 12'ye yaklaştığında iğrenç müziğin de etkisiyle artık vucudum iflas etti...o kadar votka ve 10 kadar biraya iyi dayanmıştı gene...tuvalete gittim, kapıdaki denyo bana bir şeyler dedi ama anlamadım...içeri girdiğimde yapmam gereken şeyi çok iyi biliyordum...kusmaya başladım...bu sırada saatler 12'yi bulmuştu sanırım, rock yaptığını sanan öküz vokal haydi herkes öpüşüyor, sevgililer gününe girdik diye hönkürüyordu...ve içerdeki seslerin kesilmesinden insanların gerçekten öpüşmeye başladığını anladım...bu arada ben de dünyanın en boktan barındaki dünyanın en leş tuvaletinde kendi gayretimle kusuyordum...yani sevgililer gününü kutluyordum....
_hepimiz ölücez. *
_bugün ahiret için ne yaptın?
_bugün öss için ne yaptın?
(#973791)
ustası için;
(bkz: sagopa kajmer)
ne tam siyahtır ne de tam beyaz. gridir. grinin yanına pembe yakışır. hem geçmiştir hem geçmemiş. öyle bi'garip işte.
içten gelmiş kelimelerdir. çoğu insanın inandığının aksine kelimelerden bahsetmek hiç de kolay değildir ve bu kelimeler üstüne üstlük bir de karamsar ise hem daha zor hem de daha dikkatli olmayı gerektirir. karamsar kelimeler ile koca bir savaş kaybedilebilineceği; gecenin, gökyüzünün başınıza geçmesini sağlanabileceği gibi; sönmekte olan bir hayatı yeniden nefes alan dirilişlere de kavuşturabilir.

(bkz: kelimeler)
- niye bu kadar karamsarsin?
- sen niye bu bu kadar avanaksin?
- soruya soruyla cevap verme lutfen. niye bu kadar karamsarsin.
- o benim problemim. seni irgaliyor mu?
- yani ben sana ...
- bak o halde...
- yardim edebilceğimi düsünmüstüm.
- herkes kendi hayatini yaşar. sadece psikologlar başkalarinin hayatina burnunu sokar.
sen psikolog musun?
- hayir.
- o halde.
- bir aşk mevzusu yuzunden mi böylesin?
- sen böyle düsündüğün için hala bir avanaksin. ama iyi niyetli bir avanaksin diğerlerinden de farkinda bu.
- yani...
- yanisi manisi yok ne birisine ömrümü harçayacak kadar genç budalayim ne de birisine son dala yapisan ucurumdan düsmekte olan bir kişi gibi yaşliyim. sadece yaşiyorum.
- ama karamsar bir hayat sürüyorsun.
- sende hayatinda hiç hayalkırıklıgına ugramamiş genç iyimser budalalar gibi
konusuyorsun. görüsme bitmiştir.
bir zamanlar vegas'ta bir gecede 400.000 dolar kazanmis bir adam vardi. bu adam bakara gibi oyuncunun kazanma sans yuzdesi düsük olan bir oyunda yapmisti bu parayi. oyunun gecesinde vegastan cikmasi gerekiyordu. fakat adam birden durdu. bir yere gitmeyecekti. silahini cikartip atesledi. gunlerdir yasadiği uykusuzluk sıkıntısını bir anda çözmüstü. beynine giren mermi ona hayati boyunca tatmadiği huzur vermişti. sonuç mu? bosanmis olduğu karisi geldi parayi aldi. onu alelacele vegasta bir çölde bulunan kabristana gömdürdü. bu adam ömrünün harcadiği her şeyi bir anda kaybetmişti. vegas'a sadece bir tesaduf uzeri gelmişti. geçerken ugramak gibi bir şey iste... butun değerleri yikilmis bir halde idi. geceleri uyuyamiyor uyku hapi aldiği vakit kabuslar görüyordu. kesinlikle dejenere bir kumarbaz değildi. sadece kaderine karşi bir oyun oynamiş ve kazanmisti. kendisi gecesi kayiplarla geçmiş kumarbazlarin birbirine anlattiği hikayelerde bir efsane oldu. belki basarinin boslugu belkide artik yapacak birşeyi kalmasindan dolayi bunu yapti. bunu kimse bilemez. komik olan hepimiz bir idam mahkumuyuz hayatta. her tarafimiz demir parmakliklarla cevrili. ve ölümü ne kadar ertelesek ve infaz ne kadar ertelense bir mahkum gibi yasamak zorundayiz. sorumluluklar falan filan... kendi savasini veremeyen bir neferiz. coluk cocuga karismis insan bir de vay vay. ömrü boyunca yuksek tempoda kosmak zorunda kalan maratoncu gibi oluyor. maratonu birakamazsin cunku hakem seni yallah alevlerin içine dehler. yaşarken azap cekersin istifa edersen ebedi hayatta azapin katmerlisini cekersin. varolmak buyuk bir ufunet ve sikinti. çünkü bu dunyada hayallere yer yok olmadigin bir insan olmak zorundasin. bazilari delirerek bu işten yirtiyor bazilari deliremeyerek azap cekiyor. eldekilerle yetinmek mecburiyetindesin. önce karakterin yamulmaya baslar sonra da yaşayan bir ölü olursun. gerçek kişiliginin üzerinde mezar taşina konan kuş misali öyle yasarsin gider. sonuç mu 2 metreye 2 metrelik bir toprak parçasi. belki okununan bir isim. bunu cabuklastirmak ne kadar kıcını yırtsan nafile. çünkü hayat gül gibi bacaklarina sarilir. 'güneş bize haram be usta' der durursun sonra...

önemli not: marifet ölmek değildir bu şartlara ragmen inadina ayakta durabilmektedir.
14 şubat geldi birden aklına. sevgililerin günü, sevginin günü. pisliğe lanet okunan gün. herkes pembe gözlüklerini takmışken içindeki nefreti bok kokusunun eşliğinde afyon mermerine kustuğu gün. sonra takvimden doğum gününü buldu. aylar öncesinden bir çarpı işareti koymuştu o günün üzerine. doğum günleri özel olmalıydı. evet boktan bir otel odasında, bir bebeğin babasının elini tuttuğu gibi, yalnızlık elinden sıkıca tutmuştu ama intihar etmeyi başaramadığı günlerden birisi olmuştu sadece.

madem ölemiyordu, tek seçenek yaşamak gibi gözüküyordu. gördüğü ilk ışık kırıntısının peşinden koşturmaya başladı. bir işe girmeli, mesai saatlerinde çalışmalı, sabahları alarmla uyanmalıydı. maaşının azlığından yakınan, iş arkadaşlarından daha iyi olduğunu düşünüp hakkettiği parayı kazanamadığını düşünenen birisi olmalıydı. hatta evlenmeliydi, belki bir de minicik bir kız çocuğu...ismi elifnaz olmalıydı..

ama olmadı..kurguladığı dünya ne kadar acıtıyorsa gerçekler de o kadar acıtıyordu. işe almadılar onu. halbuki ne kadar da iyi geçmişti iş mülakatı. rakipleri ondan daha iyiydi demek ki. daha iyi referansları vardı belli ki. sonuca giden her yol mübahtı, öyle veya böyle gerçek hayata dair ilk denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. kız arkadaşı geldi o gün, sevişmek iyi gelir miydi acaba? saatlerce süren birliktelikte sadece 3sn sevişmesi gerektiğini düşündü. kalan dakikalarda hep başka yerlerdeydi. konuşmuyordu. o konuşmadıkça kız konuşuyordu. onca suskunluğun finalinde tek cümle çıktı dudaklarından "seni sevebilecek birisini bulmalısın" dedi. sonunu düşünen kahraman olamamıyordu evet ama genelde sonunu düşünmeyen de olamıyordu. bir insani ilişkinin son günü bu cümleyle bitmişti.

akşam eve döndüğünde posta kutusunda kendi adına gelmiş zarfı gördü. daha ne kadar acıyabilirdi ki canı? zarfın içinden çıkan kağıtta, "üniversitemizle olan ilişiğiniz kesilmiştir" gibisinden birkaç cümleyi seçebildi. pek de acımamıştı canı. öldürmeyen güçlendirir miydi gerçekten? acı eşiği mi artmıştı yoksa hissizleşmiş miydi? dünyada bu kadar çok soru oldukça cevapları aramanın nafile olduğunu düşündü. işaret parmağını dudaklarına dokundurdu. rüzgar kuzeyden esiyordu..bir dahaki rüzgara kadar kaderin adını poyraz koydu o an.

kanına alkol, beynine efkar enjekte etmeliydi birileri. yaş ortalaması 40 olan bitik bir meyhaneye gitti. tarlabaşı taraflarında dünya coğrafyasından her çeşit insanın takıldığı, tarihi eser durumunda olduğu için yıkılması kanunen engellenen yitik bir meyhane. zamana eşlik eden tütün ve alkol, zamanın da başını döndürmüş olacak ki dakikalar olduğundan hızlı geçiyordu orada. hala orhan gencebay çalınan mekanlar da vardı istanbul'da ve yan masada oturan zenci esrar satıcısının ağzından baba'nın mısralarını duymak garip gelmiyordu orada. ansızın ön taraflardan bir gürültü geldi. çeliğin parıltısı havada resmi geçit yaptı. usta bir göz bile yerdeki kan damlalarını şarap damlalarından ayırt edemezdi sanırım.

o gece bir kişi öldü orada. sanki yeryüzünde böyle bir mekan hiç olmamış gibi, gazetelerin ikinci sayfalarında minik puntolarla bile yayınlanmadı olay. belki de o gece hiç yaşanmamıştı...
hergun aynaya baktiğin yuzunde yavas yavas sinsice geberdiğini fark edersin. dişler paket paket içtiğin sigaralardan ötürü sararmakta, saclarin allah bilir hangi sacmaliğa kafa yordugun için dökülmekte, hafiften de olsa beyazlar cikmakta.

gözlerinin kenarinda ve yuzunde muhtelif yerlerde kırısıklıklar peyda olmaktadir. ne ne zaman yaslandiği bile anlayamazsin bile.

hayat sanki rüya gibi gecmekte varliktan yokluga dogru sol seritten 180'le bastirmaktasindir.

işin kelek yani ne kadar da maziyi getirmek istesen o derece babayi alirsin.

beyhude yere nasilda yaşlandim demektesindir.

senin için yasayan ölüler oldugu kadar sende birileri için yasayan ölüsündür.

yıllar sonra okuldaki sira arkadasini gördügün vakit karsilikli olarak birbirinizi görmemezlikten gelirsiniz.

ne yapacaksin. birilerini öldürürüz birileri de bizi...

baki kalan bacaklarinda dermansizlik, migdende ülser, dilindeki pas tadi gözlerinden beynine giden damarlarda zonklayan agridir.

o zaman neden bu oyunu devam ettiriyoruz? bitecekse varolan varolmak en büyük sansizlik değil mi? o zaman neden kasiyoruz? bozuldu baglar yansin sepetler anasini satayim....
yaktığı ışıklar aydınlatmıyordu hiçbir yeri, loştu gözleri. içi bir hoştu, alkolden olsa gerek...
içti sabahlara kadar, sabah olunca sızdı, öğleden sonra ayıldı, yine içti yine sızdı... gece yine içmeye başladı...
korkularıyla yüzleşmekten, zayıf yanlarıyla selamlaşmaktan korkuyordu...
eline bıçağı aldı, kan damlıyordu... daha sarhoş olmadan vermişti kararını ve kesmişti, bıçağı değdirebildiği her yeri... kan kaybediyordu, başı döndü, bıçağı göğsüne koydu, uyudu...
bir daha uyanamadı...
bir boşluktan bedenin en dipteki betona çarpan hayaliyle dans ediyorum. bedeller söz konusu olunca ruh aciz kalıyor terk etmek istiyor bu zavallı et yığınını. anlamsız bir karanlıkla ayrıl benden diyor ve beni özgür kıl hapsettiğin kemik kafesinden. aç kilidini, kır zincirlerimi bin yıllık hasretin vuslat zamanı gelsin. bu çelişkiler azabı sona ersin ve gidilmeyen yol akılda kalan yoldur bilmecesi çözülsün. gidişimle karanlık gizemini kucaklayacak, ardıma bakmayacak kadar cesurum sonsuzluğun.... ve ipleri kopardı canbaz
canım sıkılıyor karamsar kelimelerin en basitidir fakat en vurucusudur. can sıkılmasıyla başlar, kişi gerçekten kendisini buna alıştırır ve daha karamsar olur. sonra daha fazla karamsarlaşır ve kendisini bunalıma sokar, bu geçici bunalım halinde saçma sapan şeyler yapar, ağlar zırlar, bunalım müzikler dinler, sonra mı? sonra kendisine geldiğinde yapacak bir şey bulamadığı zaman tekrar söylenmeye başlar : canım sıkılıyor.
"maalesef direksiyon dersi veremey'cem, yardimci olamay'cam."
uykudan yeni uyanmış bünyemin okuduğunu anlama konusundaki acizliğini ve tez vakitte bok bulmuş gibi sözlüğe yetiştirme gerzekliğini bana olabilecek en güzel üslup ile belirtmiş ikinci nesil yazar. *
saygılar.
kpss 2007 den istediğini almasını dilediğimiz yazar. inşallah gönlünce olur.
zaman zaman suratinin ortasina iki tane cakma hissi uyandirir kendisi.
belki bu tarz kelimelere iyi bir örnektir.
elimde cigara. mönitör bana bakıyor ben ona bakıyorum. sigaranın dumanı monitörü sarıya boyamış. ilk sigara içişim aklıma geliyor. fen lisesini kazanmıştım, tüm arkadaşlarımı bırakıp memleketimi terkedip başka bir şehire gitmem gerekiyordu. daha 15 yaşındaydım. her yeni adımda korktuğum gibi yine korkuyordum. cebimizdeki üç beş kuruşla bir samsun sigarası almıştık, o zamanlar insanların hala samsun ve maltepe sigarası içtikleri dönemler. birer tane de bira almıştık, efes pilsen.. kahverengi tombul şişeli olanlardan. cigaraya alışık olmayan bünyeler bir fırt iki öksürük düzeninde inadına devam ediyorduk. tabi bir de biraya çırpılan sigara külleri ve şehir efsaneleri.

bugun bir iş mülakatına gittim. adam dedi ki, "neden boğaziçi değil, orası daha iyi bir üniversite". bir an aklıma fen lisesine gittiğim gün geldi. bir dolu anlamsız ayrıntı gözlerimin önünde belirdi..fen lisesine giden çalışkan çocuklar, boktan yemekler, soğuk banyolar, kirli çarşaflar.... ve devletimizin fen lisesi öğrencilerine uyguladığı adaletsiz ortaöğretim başarı puanları. eğer fen lisesine değil de düz liseye gitmiş olsam öss'den aldığım puanla boğaziçi üniversitesini kazanabilen ben başka bir üniversiteyi kazanmıştım. ve şimdi bu adam, neden boğaziçi değil diye soruyordu..

hayat böyle işte. her şey elinizde değil. rüzgarın doğru yönden esmesi şart sanırım...
güncel Önemli Başlıklar