bugün

entry'ler (178)

sözlük yazarlarının itirafları

Bilmiyorum neden kafası şimdi geldi pişmanlıkların, prefrontal korteksim çok geriden geliyor. Yıllar geçmiş, her şey bitmiş, tüm öfkeler kırgınlıklar geçmişte kalmışken, dönüp yaptığım şeyleri hatırladıkça suratımın ortasında çarpasım geliyor. Mesela gayet de yıllarca Aşık olduğum mutlu mutlu gezdiğim bir eski sevgilim vardı üniversitede, öyle kötü bitti ki her şey, sonunda o kadar yıl benim onu hiç sevmediğimi düşünüyordu sanırım sözlük. Bilmiyorum ben mi sebep oldum yoksa sadece izin mi verdim öyle düşünmesine, ama sanırım bir seçim yapmak zorunda kaldım. Ya “ben seni bayağı sevdim aslında ama saçma sapan şeyler yaptım, şu an kendime bile açıklayamıyorum, sen gerçekten bunu hak edecek bişey yapmadın” diyecektim ve kendimden nefret etmem gereken bir durumda kalacaktım, ya da bir şekilde meşrulaştıracaktım işte. Ya o benden nefret edecekti, ya ben kendimden. O zamanlar kendimi seviyordum sözlük, bayağı kendini seven, düştü mü kalkan, canı sıkkın bile olsa yatıp uyuyabilen bir insandım, sanırım gerçekte kim olduğumu sorgulamaya da hazır değildim, kendimi sevmekten vaz geçmeye de.
Geçmişe dönmek istediğimden değil, şu anki hayatımdan vazgeçeceğimden değil ama, ne bileyim düşünür oldum işte olup biten geride kalan siyah beyaz anılara dönüşen şeyleri.
Kendimi çok iyi tanıdım şu son birkaç senede, hem azcık beynime ilacı basıp da kan gönderince, hem de mesleğimden ötürü, içime dönüp kendime bakmaya cesaret ettim yıllardır. Eskiden güçlerimi, ilgi alanlarımı, sevdiğim şeyleri mikroskop altına yatırırmışım sadece, daha Karanlık şeylere sırtımı dönüp. Birkaç yıldır sadece bakması kolay şeyleri değil, her şeyi inceledim yavaş yavaş, özellikle de terapiye başladıktan sonra. Hiç kolay değildi desem herhalde “understatement of the century” olur.

Keşke üzdüğüm kırdığım herkese bir sürü mutluluk gönderebilseydim, keşke geri alabilseydim tüm bencilliklerimi, keşke zamanında sessizce hayatlarından çıkıp gidebilseydim bu kadar yıkıp dökmeden.

Keşke 18 yaşında ders çıkışı o hocayla konuştuğum gün saçmalamasaydım da zamanında tanı alabilseydim, ilaca başlasaydım, kendime dönüp bakmaya cesaret edebilseydim, kendine güvenin altında yatan korkular ve güvensizlikleri, umursamaz gamsız imajın altında yatan çocukluk travmalarını görebilseydim. O zaman anlardım belki dopamin peşinde koşarken aptal aptal şeyler yaptığımı, kendimi kandırdığımı, olmak istediğim kişi olmadığımı. Gerçi kendime duyduğum o parlak, sıcak sevgiyi özlemiyor değilim, ne kadar yüzeysel olduğu ortaya da çıksa. Yüzeysel bir şekilde seviyormuşum kendimi de dünyayı da, şimdi derin bir şekilde anlamaya çalışıyorum, sakin bir şekilde izliyorum.
Bazen merak ediyorum, acaba beni böyle tanısalar severler miydi diye. Çünkü şu an sadece eski ben gibi davranmış bulurken kendimi, sakar, heyecanlı, iyimser, kaosun vücut bulmuş hali gibi yaşarken seviyorum kendimi, ve sanırım o anlar için seviliyorum.
Ne tuhaf üstelik, üstünden birkaç ufak tefek şey ve bir travmatik ilişki geçmiş, yine kendimi bir fe dominant erkekle buldum. Çok farklılar tabii ki, ama bazen şu an benim için yaptığı şeylere bakınca böyle flashback gibi bir his geliyor, diyorum bunu bir sen yaparsın bir de o yapardı, eminim yapardı. O an öyle bir suçluluk duyuyorum ki. Geçmişte ti fonksiyonumu kullanıp da fe’yi görmezden geldiğim her an için şu an ağzıma gelenleri yutuyorum. Geçmişte gördüğüm ama değerini bilemediğim güzel muameleyi hatırlayıp üzüldükçe şimdiki hayatımdaki insanlar için çabalıyorum.
Merak ediyorum, o da bu kadar değişti mi acaba, umarım değişmemiştir, umarım kalbi hala sıcacık ve yumuşacıktır.
Ne tuhaf, objektif olarak daha iyi bir insanım artık, bir senedir terapistimle konuştuğum her saatte büyüdüm sanki ve olmak istediğimi sandığım insana yaklaştım. Hatta hayalini kurmaya cesaret edemeyeceğim bir şehirde hayallerimin eğitimini alıyorum, her gün insanların kalbine dokunuyorum kendimce, gurur duyuyorum vazgeçmediğim ve başardığım şeylerle, sürekli değişik bir huzur hissi içindeyim ama, kendimi bir daha asla eskisi kadar sevebileceğimi sanmıyorum.

14 mart tıp bayramı

Ülkemden uzakta kutladığım 3. Tıp bayramı bugün.
Verdiğim karardan asla pişman değilim, ama içimdeki burukluğu da inkar etmem saçmalık olur. Burada bana verilen değeri Türkiye’de gördüğümü düşündüğümde gülesim geliyor, o kadar taban tabana farklı ki insana bakış açısı. Ki burası da cennet değil, hekimlik gibi meslek yapana hiçbir yer cennet değil, hatta ve hatta bugün burada grevdeyiz.
Eski fotoğraflara baktım bugün, mezuniyet günü ellerimde balonlar ve kafamda kepimle nasıl mutluyum, veya fakültenin önünde beyaz önlükle çekilmiş fotoğraflarda. Küçük bir video klip var arşivimde, adımın ilk kez doktor ünvanıyla telaffuz edilerek sahneye çağrılıp diplomamı aldığımdaki mutluluğum…
Ben fakülteye girerken yurt dışında çalışacağım aklıma bile gelmezdi açıkçası. O çok sevdiğim beyaz önlüğü giymemin yasak olacağı, “geçmiş olsun” cümlesinin eksikliğini çekeceğim hiç aklıma gelmezdi.
Kolay bir şey değil evini, yuvanı, tüm çocukluk anılarını bırakıp uzaklara gitmek. Gidemiyorsun da zaten tam olarak. Bir yanın gidiyor, artık haberlere bakmayı bırakıyorsun, sıradışı bir huzur kaplıyor çevreni, sokağa her çıkışında “oh ya iyi ki gelmişim mis gibi ülke” diyorsun gerçekten de, ama sonra bir deprem oluyor, binlerce kilometre uzakta yatakta fetüs pozisyonunda kıvrılıp kalıyorsun, sanki orada olsam yardım edebilecekmişim gibi bir his ve dayanılmaz bir suçlulukla.

Bugün o kadar uzak hissettim ki kendimi ülkemden, o gündemden, 4 sene önce mi ne entrylerimi silip çekip gitmiştim, tekrar girdim buraya, sırf Türkçe bir şeyler yazayım diye.

Kolay bir şey değil gitmek, sözlük, klasik “ülkemiz cennet de kurulu düzenimiz var” tribi yapmayacağım, ne zaman tatile gelsem ve ailemle akşam yemeğinden önce haberlere maruz kalsam içim acıyor.

Düşünüyorum, tüm politikayı ve toplumsal yozlaşmayı unutup sadece hekimliğe odaklandığımda bile o kadar saçma şeyler vardı ki benim kararıma etki eden. ben gitmeye karar vermeden önce bu nöbet sonrası izin zorunluluğu getirilse bu kadar emin olur muydum acaba kararımdan? Veya mecburi hizmet gibi insan haklarına aykırı saçma sapan bir uygulama olmasa insanlar biraz daha az yok sayılmış, biraz daha fazla önemsenmiş hisseder mi kendini?

Burada gerçekten önemli olduğumu hissediyorum. Odaklanamadığımı fark eden konsültan “gidip evden yaz istersen epikrizi?” Dediğinde, kıdemli asistan “yorgun görünüyorsun, hadi sen eve erken git ben bunu hallederim” dediğinde, biz gümbür gümbür greve giderken sağlık bakanına afra tafra yapıp pankartlar açıp yürüyüşler yaptığımızda etrafı toma’lar değil kameralar sardığında.

içim buruk sözlük, ailemi özlüyorum, beyaz önlüğümü özlüyorum, kendi dilimde konuşmayı özlüyorum, çocukluk arkadaşlarımla iş çıkışı kahve içebilmeyi özlüyorum.

Ama mobbing’i özlemiyorum. Saygısızlık, şiddet ve nefret dolu bir ortamda ruhumu korumaya çalışmayı özlemiyorum. Mecburi hizmet korkusunu özlemiyorum. Antisosyal / narsistik kişilik bozukluklu hocayı şikayet ettiğimizden korkuyu, görmezden gelinme ve sonundaki çaresizlik duygusunu özlemiyorum.

Şu an burada yapayalnız ve sessizce tıp bayramı kutluyorum, sevgilim yanımda ps5’a gömülmüş durumda, kedim camın kenarında mışıl mışıl uyuyor, hava bulutlu, ben sessizce evimi özlüyorum. Ben Türkiye’de bir daha doktorluk yapacağımı sanmıyorum sözlük, benim için çok geç, artık ne de olsa burada kurulu düzenim var hehe. Ama gerçekten de kalbim meslektaşlarımda, umuyorum ki değerinizi anlarlar, umuyorum ki çalışma şartlarınız düzelir ve toplum bir hekimin kolay yetişmediğini, bir hekimi kaybetmenin ağırlığını anlar. Umarım bu seçimde bir şeyler değişir.

Ve eğer okuyan olursa, lütfen Türk doktorların değerini bilin, ingiltere’deki sistem ne zaman doktora ihtiyaç duysam kafamı duvarlara vurmama sebep oluyor. Burada benim kendimin hekim olmama rağmen gavur sevgilimi kolundan tutup Türkiye’ye getirip uzman doktora gösteriyor olmamın, hamile kalan Türk arkadaşlara verdiğimiz en büyük tavsiyenin “mutlaka Türkiye’de doğur” olmasının, Türkiye’ye gidince düzenli kullandığımız ilaçları yazdırıp depoluyor olmamızın, Türkiye’de çalıştıktan sonra buraya gelen doktorların havada kapılmalarının bir sebebi var. Kaos içinde büyümüş, terörizm, bombalar, depremler görmüş, 36 saat nöbetlerden sağ çıkmış canavar gibi doktorların pratik zekası ve işbitiriciliğini açıkçası ben buradaki sistemin mıymıylığını görünce anladım.

Umarım değeriniz bilinir, hayatınız güzelleşir. Ama diyelim ki siz de benim gibi umudunuzu kaybettiniz, buyrun ingiltere’ye bekleriz. Zengin olmazsınız burada, yıllarca kira ödersiniz, sonra mortgage derken hayat geçer burada da mütevazi bir hayatla. Ama huzurlu ve güvende olursunuz. isterseniz haftada 3 veya 4 gün çalışmayı seçebilirsiniz. Sağlığınız elvermiyorsa nöbet tutmayabilirsiniz. Akşam 5 dedi mi çıkar gidersiniz ve kimse size mobbing yapamaz. Kimse özel telefon numaranızı talep edemez, haftada 48 saatten fazla çalıştırılmanız yasa dışı olur, birisi size baskı yaparsa hemen şikayet edebilirsiniz dinleneceğinizi bilerek, iki katlı üç odalı minik bir arka bahçesi olan kırmızı kiremit bir ev tutarsınız büyük ihtimal, yılda 5 buçuk hafta izniniz olur ve saçma sapan haftasonlarının izinden düşmesi gibi şeylere maruz kalmadan yaşar gidersiniz. Açıkçası bu propagandada amacım çok bencilce, çünkü Bir sağlık problemim olduğunda ve Gp surgery’mi aradığımda karşıma bi Türk doktor çıksa, yapay yapay “it must be difficult, I’m sorry you Feel That way” demek yerine leb demeden leblebiyi anlasa oooh daha ne isterim ki.

Neyse, yaptığım geyik bir yana, Umarım Türkiye’m sizi kaybetmemek için gereken her şeyi yapar. Tüm meslektaşlarımın tıp bayramı kutlu olsun.

flame to the moth

pain of salvationın scarsick albümünden bir şarkısı. Aslında müzik olarak pain of salvation'dan en sevdiğim 30 şarkılık listeye giremez ama sözleri sadece şiir olarak bile okunsa bana göre - bazı yerleri ekstra olmak üzere- anlamlıdır.

I long for the summer
I long for the sun, gently touching my face
I'll open my eyes, let it burn every splinter
Unleash desert storms on its way to my heart

And I had this coming every day of my life
This is where I stop fighting, eyes open wide

You took this blade and cut a wreck
And in one blow laid bare your neck
Where did we go wrong?

I once had blue eyes, hungry and wise
Now they are black from this dark age of lies
We're all privatized, industrialized
We capitalize on the beams in our eyes
It's all in the eyes

Eyes - tearing with sorrow
Burning with anger and passion and lust
The swift wind of thought
Of wildness and laughter
The soil of defiance
The firm ground of trust

(we had this coming - every day of our lives)
(we should start fighting for eyes open wide)

But I am put here, in this world gone insane
Where everything's for sale
From nature, over stars down to DNA
Then I can gladly say
That I'd be the first to break that norm
Any day, any way
And the last to join the ranks
To hunt down the Daily Threat
Or any other brand of prey

You took this blade and cut a wreck
And in one blow laid bare your neck
Where did we go wrong?

We once had blue eyes, probing the skies
Now they are blackened from this modern life
All privatized, industrialized - a failure
Offensive and sore to the eye

One small step for man
Maybe this time I'll fly
And if I hit the ground, it's the way we all die
We are wrecks of the cut
Soups of the season
With dollar sign scars
From this dark age of treason

We all know how to cry
Then we learn how to smile
How to smile
We're all telling the truth
Tell us the truth!
Then we learn how to lie
And oh, how we lie
Now we lie

When you bow your heads tomorrow
At the world we build today
I want you to remember
That I stood my ground and said no (say no)
I said no...
Say no!

scarsick

bugün kafamın içinden geçenleri çok güzel, kendine has kinayesiyle anlatan bir bölümü olan pain of salvation şarkısı. hazreti daniel gildenlöw entpliğini göstermiş.

i will fall in line and obey
'cause the price is so small
almost nothing at all
if i'm just losing me
then the ideals and truths
will follow naturally
happily i will settle for
your conformative apathy

if i could just get rid of this
unsettling, uncomfortable
unbendable
bucket of insight and honesty
this sick sick sick bucket of reality
but you see, see; this sick will stick
'cause it's me
it's me

sözlük yazarlarının itirafları

bir süredir her iş günü içimde bir yerlerde bir şeyler ölüyor. bazen büyük, bazen çok küçük parçaları geri dönüşsüz olarak kaybediyorum her gün. bugünkü, çok büyüktü. o bana hala alışamadın mı, bu adam böyle bu işler böyle gibi bişeyler dediğinde, kötü bir niyeti yoktu aslında ama, ben kendimden nefret ettim. ne biçim biriyim ben, kimlerin ekmeğine yağ sürüyorum, aynı onlardanım işte, sorun çıkmasın diye, ayağı kaydırılmasın diye yanlışlara gözünü yuman, zalimlerin ekmeğine yağ süren, susan, korkak, iğrenç, her şeye boyun eğmeye, en kokuşmuş otoriteye bile karşı çıkmamaya, en vasıfsız piçlere bile ünvanından ötürü itaat etmeye alışmış o iğrenç insanlardan mı oldum ben? alışamıyorum hayır. içimde bir şeyler ölüyor o yüzden. artık kişisel etik anlayışıma uymayan şeyler yapmaya zorlanmaya dayanamıyorum, başımızdaki hoca olacak o orospu çocuğunun ağzından çıkan her kelimeden nefret ediyorum, onun o yasadışı iğrenç işlerine destek olmak zorunda olmaktan nefret ediyorum. ben ne zaman hangi haksızlığa, hangi adaletsizliğe, hangi usulsüzlüğe göz yumabildim ki çocukluğumdan beri, o kadar ters ki bana. her gün ruhumdan bir parça ucundan tutuşturulmuş bir kağıdın külleri gibi ufalanıp yok oluyor. şu aralar kimseyle görüşmeye halim yok, yanında rol yapmadan gülümseyebildiğim hatta gerçekten mutlu olduğum tek bir kişi var, o da yapısı gereği bana biraz maruz kaldıktan sonra uzun molalara ihtiyaç duyuyor. yoruluyor beni görünce. dinlensin diye bırakıyorum. bende ise tam tersi, bu boktan işyerinde muhatap olduğum her insan, bu boktan şehirde aldığım her nefes kezzap etkisi yaratıyor sanki. boğuluyorum. kendi evimde de boğuluyorum. bir tek onun yanında böyle huzurlu, sakince nefes alıyorum sanırım. benim ruhum bi tek onun yanındayken huzurlu sanırım şu aralar. reddedeceğini biliyorum fazla sık görmek istediğimde onu. vücut dilimi kontrol edebilsem böyle olmazdı bugün, uzaktayken ona görüşelim mi demek isteyip kendimi tuttuğumda görmediği için haberi olmuyor, sorun olmuyor. bugün yanımdaydı tesadüfen o kendimi tutma esnasında. noldu noldu söyle diye söyletti. nefret ediyorum bu histen ya. ınsanlardan yardım istemekten de nefret ediyorum, yardımına ihtiyaç duyduğum birinin tribini çekmektense sinirden ağlayana kadar kendim çabalayayım daha kolay benim için. yardım istediysem kendimi en az on kere vazgeçirmeye çalışmışımdır çünkü, öyle olunca yardım etmeyi reddettiğinde karşımdaki, ne bileyim saçma ama gururuma çok dokunuyor, güçsüz hissettiriyor, o yardıma ihtiyaç duyduğum için kızıyorum kendime, bir daha asla yardım istemeyeceğim diyorum, gitgide taşlaşırken içim. ona ne zaman görüşelim desem, yardım istiyorum aslında. bugün de böyleydi. çıkışta napıyosun diyorum. aslında mesajlara alt yazı geçilebilse o çıkışta napıyosun mesajının altında şöyle yazardı:

kendime saygımın, insanlığa dair inancımın, beni koruması gereken kurumlara karşı güvenimin, herhangi bir canlıya karşı duyduğum merhametin, sıcaklığın, sabrımın azaldığını hissediyorum. hiçbir hayalim yok, boğuluyorum, depresyona girmeye asla tahmin edemeyeceğin çünkü asla anlamana izin vermeyeceğim kadar yakınım. burdaki her gün yaptığım şeyler, boyun eğdiğim şeyler, sustuğum şeyler beni büyük bir tutkuyla nefret ettiğim insanlarla aynı kefeye koyuyor ve kendimi sevmiyorum. tek bir kelimeyle -senin yanında olduğum zamanlar hariç- hayatımı özetlemem gerekse o kelime anhedoni olurdu büyük ihtimal. müzik dinleyesim gelmiyor. kitap okumuyorum. dizi izlemiyorum. hiçbir şey istemiyorum. hiçbir şeye heveslenemiyorum. hiç kimseyi görmek istemiyorum. hiçbir yere gitmek istemiyorum. sadece, tuhaf bir şekilde, senin yanında bunların hepsi susuyor. o öfke kalmıyor içimde, sesler susuyor. ağlayasım gelmiyor. mutlu oluyorum. yaşamak güzel geliyor. o yüzden, yardımını istiyorum. boğulmamak için. çökmemek için. köşesinden tutuşmuş yanan ruhum biraz olsun sönsün diye. bunu söylemek çok zor ama, yardımına ihtiyacım var, yalnız kalmayı kaldıramıyorum şu an, kendimden o kadar soğudum ki, kendimle kalamıyorum, lütfen, yardım eder misin bana?

bu yüzden bu kadar tereddüt ediyorum işte ona çok basit bir şey sormadan önce. önce şartlar koşuyor, şöyle yaparsak olabilir, şu saate kadar olabilir, şunu kesinlikle yapmazsak olabilir. sonra diyorum, ben zorlamak istemiyorum diye, sen düşün yalnız kalmaya ihtiyacın falan varsa yorgunsan söyle diye. yorgunuz dinlenelim diyor. zaten şöyle olurdu diyor. zaten böyle yapmalıydın diyor. rasyonalize etmesine gerek yok aslında, bunları demesine gerek yok. yok ya bugün olmaz demesiyle hiçbir farkı yok çünkü. çünkü ikisi de aslında aynı şey.

zaten yorgunuz. zaten işin vardı. zaten şöyleydi. zaten dün de geç gittin.

önemli değil ki. gerçekten bana açıklamasına gerek yok kendini
ben boğuluyorum, anlamıyor, elimi ancak ona uzatacak takatim var, o da hep değil, kendimi aksine ikna etmeye defalarca çalışıp başaramadıktan sonra. ben boğuluyorum, elimi uzatıyorum, o elim boşlukta kaldıktan sonra, neden tutmadığının hiçbir önemi yok.

ama onu haksız falan buluyor değilim. bana iyi geliyor olması onun suçu değil ki yanımda olmak onun sorumluluğu olsun. herkesin bir kişisel alana, yalnız kaldığı zamana ihtiyacı var sonuçta.ona ihtiyaç duymam onun suçu değil ki bana zaman ayırmasını dilemem mantıklı olsun. onun benden uzakta olmaya ihtiyaç duyuyor olması onun suçu değil ki bunu meşrulaştırmak için sebepler bulmak onun sorumluluğu olsun. hiçbir sebebe gerek yok, özellikle de saçma, beni salak yerine koyan, zaten erken gidemezdin, zaten işin vardı falan diyen sebeplere. kötü biri değil o sözlük. kızgın değilim, suçlamıyorum da. sadece böyle işte. halim yok ya. önce, alışmadın mı hala dediğinde çarptı yüzüme yaşadığım ortamda ne kadar eğreti olduğum, onun ağırlığı bütün gün dibe çöktürdü sanki beni. sonra da işte elimi tutmayınca, ne bileyim. yoruldum. bazen, çok çırpınmamak daha iyi oluyor sanırım. çırpınmak daha çok yoruyor. elimi uzatmak yoruyor. serbest bırakıyorum artık kollarımı iki yana, kendimi bırakıyorum. zaten dibe çöküyorsam, en azından ondan sessizce yardım isteyip reddedilmektense, onun için bir ağırlık, sorumluluk haline gelmektense, sessizce, kendi kendime, gürültü patırtı koparmadan, suları bulandırmadan çökerim. gittiği yere kadar.

parisienne moonlight

Baştan sona anlamlı olan, baştan sona acıtan şarkıdır. Gecenin köründe dinlememek lazımdır.

sweet leaf

Green carnation şarkısı olanı çok derin anlamlara sahiptir. Özgürlüğü ilk kez henüz kopup dökülmeden bir rüzgarla tadan yaprak, onun uçup gitmek istemesi canını acıtan ağaç, yaprağın neden uçup gitmek istediğini anlatması, sonra gerçekten gitme vakti gelince korkup ağaca "neden gitmek zorundayım, neden dökülmek zorundayım, kalsam olmaz mı, köklerimden uzaklara gidersem nasıl sana ait olabilirim ki" diye yakınması, ve ağacın yaprağa verdiği her zaman düştüğünde onu tutacağına, yanında olacağına dair güvence...
Yıllardır o yaprağı çok iyi anlıyorum. Şu an en çok o korkusunu, gitmesem kalsam olmaz mı deyişini anlıyorum.

the other

Kalple beynin farklı yönlere çektiği o iğrenç durumu anlatan lauv şarkısı. Sözleri de şöyle:

Like a spotlight the water hits me
Ran it extra cold to shake the words from my mouth
Though I know that no one's listening
I nervously rehearse for when you're around
And I keep waiting like
You might change my mind
Who wrote the book on goodbye?
There's never been a way to make this easy
When there's nothing quite wrong but it don't feel right
Either your head or your heart, you set the other on fire
Back and forth now I'm feeling guilty
'Cause I just can't stop this pendulum in my head
Though I know that our time is ending
Oh, I'd rather lay forever right in this bed
And I'll keep waiting like
You might change my mind
Give me one more night
Who wrote the book on goodbye?
There's never been a way to make this easy
When there's nothing quite wrong but it don't feel right
Either your head or your heart, you set the other on fire
No one knows
Oh oh, oh oh, oh oh
No one knows
Oh oh, oh oh, oh oh
We fell from the peak
And the stars, they broke their code
I'm trying to forget
How I landed on this road
I'm caught in between
What I wish and what I know
When they say that you just know
Who wrote the book on goodbye?
There's never been a way to make this easy
When there's nothing quite wrong but it don't feel right
Either your head or your heart, you set the other on fire
No one knows
Oh oh, oh oh, oh oh
No one knows
Oh oh, oh oh, oh oh
No one knows
Oh oh, oh oh, oh oh
You set the other on fire
You set the other on fire
You set the other on fire
You set the other on fire

sevilmediğinizi hissetmek

değer vermediğiniz birinin sizi sevmediğini hissetmeniz durumunda en ufak umursamayacağınız, sevdiğiniz biri sözkonusuysa çok can yakıcı olabilen şeydir.

ancak bazen bu his, gerçekten sevilmediğiniz anlamına gelmemektedir. aslında sizi seven bir insanın sevmediğini hissedebilirsiniz bazen, sevdiğine inanmaz, hissetmez, sevseydi şöyle davranırdı diye düşündüğünüzde aklınıza gelen davranışları göstermemesini sevmemek olarak yorumlayabilirsiniz. eğer gerçekten sevmiyorsa durum ortadadır, ama bazen sizi seven bir insan da böyle hissettirebilir. sorun, sevgiyi ifade etme biçimlerinizin farklı olmasından kaynaklanan bir uyuşmazlıktan ibaret de olabilir. insanlar sevdikleri insanlara sevgilerini, içgüdüsel olarak kendilerinin görmek istediği şekilde gösterirken, karşı tarafın nasıl görmeye ihtiyaç duyduğunu düşünmez aslında. sevgi ifadesinin standart, tek bir formu olduğunu varsayabilir. ama bazen, insanların bunu akışına bırakmaktan vazgeçip, karşıdakini anlamak, tanımak, sevdiğini hissettirebilmek için ekstra çabalaması gerekebilir. öyle bir durumda, the five love languages konseptinin öğrenilmesini tavsiye ediyorum.

(#42366762)

dinlerin insan ürünü olması

içlerindeki çelişkileri, mantık hatalarını, insanlık dışı eylemlere telkinleri, hiç de iddia edildiği gibi tüm insanlığa ve tüm zamanlara hitap etmemelerini ve belli bir zamandaki belli bir toplumun ihtiyaçları ve sorularına yanıt verme amacı taşımalarını, insanlığın bir kısmını yok saymalarını, bilimi görmezden gelmelerini, medeniyetle ilgisiz olup sağduyuyla bağdaşmayan yönlerini açıklayan teoriler arasında, occam'ın usturası prensibine göre en olası olanıdır, çünkü en basit olanıdır.

Ben de uzun yıllar şu cümleleri kurdum belki, en azından kurulduğuna çok şahit oldum.

"neden müdahale etmiyor bu kötülüklere Tanrı? Ama yok hayır tamam ilahi adalet farklı bişey, biz bilemeyiz onu."

"ya şimdi orda öyle yazıyor ama o kastedilmiyor aslında. Orda kastedilen xxxx (daha yumuşak, genel, kabul edilebilir bir yorum)"

"ama zamanın şartları hani sonuçta o zamanlar evet tamam 9 yaşındaki kız ama o zaman o şekilde miymiş de"

"biz ne kadarını anlıyoruz o da var, yani bu meali çevirmişler ama çevirenler bile ne kadarını anlıyor ki, bak Arapça anadili olanlar bile tam anlamıyor"

"ya islam mantık dini aslında, mantığa uymayan hiçbir şey islam'a da uymaz diyebiliriz, itikattaki mezhebimiz maturidilik bak açıp onu oku"

"kuranın şifreleri var aslında, yani göründüğünden çok daha gizli, katman katman anlamlar var orda"

.

Tüm bunlar aslında yobazların değil, sorgulamayan değil, sorgulayan, bilinçli insanların eninde sonunda varacakları kanaate varmadan önce kurdukları cümlelere birer örnek. Yaşadıkları bu durumun adı da gavurca "cognitive dissonance" veya Türkçe "bilişsel uyumsuzluk". Psikolojiyle ilgilenenler kavram olarak bilecektir bunu, ilgilenmeyenler de deneyimlerinden tanıyacaktır. Birbiriyle uyumsuz iki veya daha fazla görüşe birden inanmaya zorladığınızda beyninizin yaptığı kısa devre bu.

Bir yandan pozitivist bir bakış açısıyla astrolojiyi, tarotu, diğer New age şeyleri gülünç bulan, ama bir yandan da kabe diye bir yere gidip etrafında tur atınca sonsuz ve soyut bir tanrıyı memnun edeceğini öğreten bir dine mensup olan insanların yaşadığı şey bu,

Bir yandan dünyayı görüp tüm insanlığın aslında ne kadar aynı olduğunu, yeni Zelanda'daki gençlerin de annelerinin tam dizide sevişme sahnesi çıkınca odaya daldıklarını, meksika'daki babaların da akşam 9da koltukta otururken boynu bükülüp uyuyakaldıklarını öğrenen, bir yandan da gayrımüslimleri dışlamayi ve onlara zarar vermeyi öğütleyen bir dine mensup insanların yaşadığı şey,

Çok daha basit bir cognitive dissonance örneği olarak çin'de köpek katliamı haberlerinde kafayı yiyip aynı şey kuzuya yapılınca tepki vermemesi gerektiğine inanmış, vejetaryen olamamış, ama düşünen, ama emin olamayan insanların yaşadığı şey bu bilişsel uyumsuzluk, ya da cognitive dissonance.

O kadar insanın iç huzurunu bozan, o kadar rahatsız edici bir his ki, sözkonusu düşünceleri tamamen kafasından atıp düşünmeyi reddetmek daha kolay geliyor genelde. Eninde sonunda kendisine karşı dürüst olunca da insan, yaptığı şeyin içine doğduğu dini anlamak değil, onun adına bahaneler üretmek, zihnini cognitive dissonance'tan kurtarmaya çabalamak olduğunu fark ediyor. Zihnini o dinin öğretilerine uydurabilen çoğunluk bu kavramı deneyimlemediği için mutlu mesut, nefret dolu ve öfkeli hayatlarına devam edebiliyor.

Zihnini dine uyduramayanlar, işte aynen böyle önce dini zihnine uydurmaya çalışıyor, en sonunda pes edip bu kadar mantıksızlığın en akla mantığa yatan açıklamasının şifreler ve gizemler değil, tüm dinlerin kusurlu ve mortal insanlar tarafından uydurulmuş halk hikayeleri olduğu sonucuna varıyor.

Bundan sonrası öyle büyük bir huzur ki. Gerçekten, inandığını sandığın şeyin aklına yatmaması yoruyormuş insanı. Üstelik inanmadığını fark etmek bile kolay olan bir şey değil. Ben tesadüfen imanın beş şartını mı neyse öyle bir şeyi söyleyen küçük kuzenimi dinlerken fark etmiştim, "oha ben bunlara inanmıyorum ki, o zaman??" diye şaşırarak. Yıllar oldu tabii, yirmi yaşında bile değildim dinsiz olduğumu kabul ettiğimde. Ve sonrası, büyük bir huzur. Ateist de değildim yalnız, öyle bir değişik deist gibi, bir yaratıcının varlığı bana inanılmaz huzur veriyordu, ve o yaratıcıyla olan ilişkimiz ben kendimi dinden aforoz ettikten sonra inanılmaz düzelmişti. Çünkü o yaratıcının artık benim cinsiyetimi bir herifi eğlemek için kaburgadan falan yarattığı fikrine sadece gülüyordum, cehennem fikrine de öyle. Tamamen katı ateist olamadım, asla o nihilist kafaya da gelemedim, ama o huzursuzluk hissinden kurtuldum işte.

Bundan sonra da benim için, tüm dinler mitoloji. Yunan mitolojisi, hıristiyan mitolojisi, iskandinav mitolojisi, islam mitolojisi, hepsi denk birbirine. Bazıları daha ilginç sadece.

Herhangi bir dine mensup insanlara gülmüyorum, onları kınamıyorum da, bir şeye inanma ihtiyacını çok iyi anlıyorum, herkesin farklı olduğunu ve farklı şeylere ihtiyaç duyduğunu da biliyorum. insanların kendine güç veren, kendilerini iyi bir insan yapmaya iten ve doğru yolda tutan şey her neyse buna tutunması gerektiğini de düşünüyorum. Bu benim için, herhangi bir ödül-ceza sistemine inanmasam bile, sadece iyi bir insan olma ve yolumun kesiştiği hayatlara küçük de olsa güzel bir şeyler katma isteği, bir de kişisel etik anlayışım. Başka birisi için bir mitolojinin "çalma, öldürme, tecavüz etme, yalan söyleme" demesiyse onu bunları yapmaktan alıkoyan, veya sadece cennete gideceğini düşündüğü için fakirlere yardım ediyor, kedi köpeğe su veriyorsa, o da o mitolojiye inansın o zaman.

Sadece, sizin mitolojileriniz benim yaşadığım ülkenin kanunlarını, hukukunu, benim günlük hayatımı etkiliyorsa, beni kısıtlıyorsa, sadece o zaman nefret benzeri bir şey hissediyorum içimde.

Bir gün bu da geçer umarım.

tutunamayanlar

"korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. insan olmaktan korkuyoruz. insan yerine bir yığın kuklalar yaratıyoruz. insana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz. işin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz. Sen de korkuyor musun günseli? Senin için korkuyorum sadece selim. Doğru değil. Ben bunu gerektirecek bir şey yapmadım sana. Bir sürü gevezelik ettim. Bitmesi gerekirdi bunların artık. Yeni sözler, yeni yaşantılar bulacağımı sanıyordum. Bu acılar, yüreğimi paslandırmış oysa. Sevmek zor geliyor. Alışmamışım, yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum. Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum. Oysa ben her an sana bakmak, bir sözünü kaçırmamak, bir kıpırdanışını, yüzünün her an değişen bütün gölgelerini izlemek, her an yeni sözler bulup söylemek istiyorum. Her mevsimde, her gittiğimiz yerde, insanlarla ve insanlarsız, aşkın değişen yansımalarını görmek istiyorum. Bütün bunlar beni yoruyor. Sen orada duruyorsun ve beni seyrediyorsun sadece. Senin için sevmek, su içmek gibi rahat bir eylem. Ben, her an uyanık olmalıyım."

sözlük yazarlarının itirafları

O kadar uzun yılları uyuşmuş gibi bir huzurla geçirdim ki, şu an canımın acımasının da tadını çıkaracağım. Canımın acımasından zevk alacağım diyemiyorum çünkü bu kadar acıyınca mazoşist bile olsa insan işin zevki fantezisi kalmıyor, hayatta kalma mekanizmaları devreye giriyor insanın, nefesi yüzeyelleşiyor filan. Ama tadını çıkarcam.
Çünkü onu görünce her şey önemini kaybediyor sözlük. Bana ne kadar haksızlık ettiğini düşünmüyorum o an. Ne kadar kötü davrandığını da düşünemiyorum. Genel olarak düşünemiyorum zaten.
Ama onunla olmak istemiyorum artık. Çünkü o benimle olmak istemiyor ve ben benimle olmak istemeyen birisiyle olmak istemiyorum. Ama bu saatten sonra istediğini söylese bile inanmam zaman alırdı sanırım.
Gözlerine bakamıyorum.
Güvenmiyorum artık ona.
Ve gerçekten inanılmaz kırgınım.
Ama kızamıyorum.
Bazen o da üzgünmüş gibi geliyor, o zamanlar kendimi bırakıp ona sarılmak istiyorum, her şey iyi olacak demek istiyorum.
Diğer zamanlarda ise beni artık pek önemsemediğini kabulleniyorum. Ama o zaman bile, kızamıyorum.
Mesela, şey çok kesin bence. Eski konuşmalarımızı okurken çevrimiçi oluyorum ya, o yüzden o çevrimiçi olunca görüyorum, ama o beni görmüyor o sırada. Görmesin zaten, o salak kesin onu da yanlış anlamanın bir yolunu bulurdu, başkasıyla konuşuyorum falan sanırdı. Bak şimdi nasıl kızabiliyorum gördün mü sözlük, çünkü yanımda değil.
Artık onun yanında tamamen kendim olmaya korkuyorum.
Yine de yanında olmak istiyorum, kendimin iki boyutlu bir izdüşümü olarak bile olsam.

Tadını çıkarcam dedim biliyorum sözlük, eski halime dönene kadar bunun tadını çıkarcam, ama çabuk biterse iyi olur yine de.
Acımasından mı daha çok bıktım yoksa acımıyor gibi yapmaktan mı bilmiyorum.

oğuz atay

Sol frame'de görüp bunu bir işaret olarak aldığım mükemmel yazar.

Tutunamayanlar'ı o kadar uzun zamandır süründürüyorum ki. Sevmediğimden filan değil ya, gitgide karanlıklaştıkça korktum sanırım, sonunu bilmiyorum ama "bu kitap bitince benim ağzıma sıçacak" gibi bir şey hissetmeye başladım ortaları geçince. Şu an, resmen kalp kırıklığından dolayı fiziksel olarak acı çektiğim (ayrıca saçma bir eklem probleminden ötürü de fiziksel acı çekiyorum ama o diğerinin yanında hiçbir şey) şu günlerde, Tutunamayanlar'ın ağzıma sıçmasına hazırım sözlük.

"Belki de anlatmaya çalıştın birilerine. Kim bilir? Anlatamadın; belki o insanın yüzüne bakar bakmaz anlatmanın yararsızlığını gördün..."

tanımadığın insanlarla dertleşmek

Tanıdığın insanlarla dertleşememektendir genelde.

sözlük yazarlarının itirafları

Kendimi hızlı neşelendiririm normalde. Enneagram'la ilgili kitaplar okuduktan sonra, bunun benim tipim için yaygın hatalardan olduğunu öğrendim. Hepsi aynı şeyi söylüyor, karanlık duygularını inkar etmeyip onlarla kalmayı öğren falan filan. Buna çabalıyordum da...
Bok var sanki.
Gözlerinde o romantize ettiğim hiçbir şey yoktu bugün.
Neden kendimi üzdüm bilmiyorum. Yani neden üzülmemi durdurmadım bilmiyorum. Bugün ekstra acıdı o yüzden. Onun hiç acımamasından ötürü.
"birisiyle benim aramda seçim yapman gerekiyor, hep diğerini seçiyosun ve pişman oluyosun farkında mısın?" dedi tanıdığım birisi, canımın sıkkın olduğunu ve birinin beni üzdüğünü söylediğimde, şakayla karışık. Çok da ciddi değil, tam bir fuckboy'dur kendisi fakülte yıllarından bildiğim kadarıyla. işim olmaz yani. Ama bi düşündüm de, kriterlerime uymuyor diye hiç düşünmemiştim bile bu çocuğu. Hala da düşünmiycem o ayrı mesele. Ama... Hiç düşünmeyi düşünmeyi bile düşünmemiştim, ki düşünsem düşünürdüm yani, çekici bulacağım pek çok özelliği olabilirdi. Ay yok dur vazgeçtim ya olmuyor. Ama neyse ana fikir o değil, anafikir benim kriterlerimin boktanlığı. Kriterlerimi değiştiriyorum.
Sen o kadar Jung psikolojisi oku, kognitif fonksiyonların dibine kadar , yok ben ti-Fe kullanıyorum karşımdaki te-Fi kullansın falan gibi salak salak şeyleri düşün, yok enneagram tipim yok tritype'ım araştır, karşına bütün "kriterlerini" karşılayan ama sana karşı gerçekten tam bir duvar olan, haftalarca bişeyler hissederken sonra gerçekten umursanmadığını hissettiren birisi çıksın.
Hiçbir şey olmamış gibi.
Ben kafamda kurmuşum gibi.
Neyse yeni kriterlere şimdiden başlıyorum, tam bir kezo olcam artık.
Kriter 1- benimle olmak, beni tanımak istemesi, hayatıma mutluluk katmak istemesi ve bunun için çabalaması.

Bak çok basit dimi. Bu.

Diğer itiraf: birbirimizi görünce o katır inadının çözüleceğini düşündüğüm için tam bir salak değil miyim sözlük? Hala bişeyler hissediyor olacağını ve bunu önemseyeceğini falan. En azından üzülmüş görüneceğini biraz bile olsa... Neyse.

Neyse.

Enneagrama kafam girsin, kendimi neşelendircem ben. Ben acı çekince bi bok olduğu yok, yeter.

inner silence

Alternative 4'daki kaydına alışmışım, hindsight versiyonunu dinleyince bi yadırgadım. Yani şarkı kendi orijinal haliyle gayet öldürücü zaten, niye bi de sonuna "still love you" sesleriyle fade out koyma ihtiyacı duydunuz acaba. Demesen sanki anlamıycaz hala sevdiğini. Karışıklık oldu sanki. Orospu çocuğu Cavanagh.

eccedentesiast

Acı çekmesine rağmen bunu dışarı yansıtmayan, gülümseyen insanlara denen şey.
Space dye vest adlı dream theater şarkısında aslında eccedentesiast haline nasıl gelindiğini dinliyoruz bence.

"And I'll smile and I'll learn to pretend..."

Sahtelik, yapmacıklık değil burada kastedilen, Sevmediği insanların yüzüne gülüp arkasından konuşan kişilerin maskeleri kastedilmiyor bu sahte gülümsemelerle. Aslında sahte olup olmadıkları bile tartışılır bence. Acıyla baş etmenin bir biçimi çünkü bu, bazen insan acıyla baş edebilmek için gülümsüyor işte, gülümsemenin tuhaf görüldüğü bir ortamda içinden gelerek gülümsüyor. Sadece o gülümseme, mutluluk taşımıyor.

right before your eyes

Spotify'da olmaması inanılmaz sinirimi bozan Bir hoobastank şarkısı. Müzik olarak öyle aman aman benim tarzım olduğunu söyleyemeyeceğim, çok bir orijinalliği yok, sıradan. Ama sözlerini sanırım kendimi ve beynimin içinden geçenleri tarif etmem gerekirse direkt kopyala yapıştır yapabilirim.

When the door shuts don't worry about me
it's not attention that I want from you
I need you to trust who I'm gonna be
and in everything I'm going to do
Cuz I'm not afraid of what I don't know
for understanding is all that I earn
what is for sure is I'm going to go
I'm going to live and I'm going to learn...
And I know there will be mistakes that I will make...
but I know that none are worse than chances I don't take... take...
Right before your eyes I am changing... changing...
New life on the inside I am changing... changing...
When the door shuts
it shuts finally
a new person that I have become
I'll follow my heart to my destiny
the living in fear and the sorrow is done
there will be no more feeling that i'm all alone
I will surround myself with things that help me grow...
Right before your eyes I am changing... changing...
New life on the inside I am changing... changing...

this train is my life

marillion'u güzel şarkılarındandır. Sözleri şöyledir:

This train is my life
Speeding through the night
We have been to these places
For barely a moment
Wide awake
Sometimes sleeping
Sometimes watching
Sometimes dreaming
Through stroby stations
Too fast to know their names
Too fast to know if we came or will come again
Sleeping towns joined together
By the steel of the rails
Parallel lines
Parallel lives
You and I
We're movie-rich
We're reflected in the window
The dark night's black mirror glass
Distant lights from the wrong side of the tracks
Christmas lights
Go by in the houses
Anonymous windows
Anonymous rooms of
Anonymous souls
So take my hand
Squeeze it tight
Make some light
In the darkness
I'm glad you came on this trip
Don't lose your grip
Don't lose your grip
This train is my life
This train is my life
Travel with me
And we'll see.

dear god

Tehlikeli şarkılardandır, gece geç vakitlerde dinlenmesi ruhen çökertebilir.