bugün

fr. notre=bizim
musique=*müzik
neden yahudilerin kurmaca filmlerken, filistinlilerin ancak belgesel olabileceğini soran, sorduran film.
Fransız yönetmen Jean Luc Godard'ın bir filmidir. Dante'nin ilahi komedyasının cehennem, cennet ve araf bölümlerinin bir tür modern uyarlamasıdır. Bir kitabı okumuş gibi olursunuz film bitiminde. Ve bu filmi bir kere görsellik için, diğer bir kez filmin konuşmaları için izlemelisiniz. Filmin bir yerinde ' minareleri süngüye benzetmişti Türk başbabakan' diye bir konuşma geçer. Velhasıl, muhteşem bir baş yapıttır.
godard’ ın ilahi komedya şeklinde 3 krallığa ayırarak anlattığı, 2004 yapımı yarı belgesel yarı kurgu nitelikli filmi. genel itibariyle insanlığının içinde bulunduğu varoluş savaşımındaki yıkım, arayış ve anlamlandırma problemleri üzerine kurulu filmde, bu perspektifi piyano sonatları ve yarı senfonik içeriklerle destekleyen godard, bu analoji ile filmi ismiyle müsemma kılıyor. benzer bir şekilde ilahi komedya üçlemesi tasarlayan fakat çekemeden ölen kieslowski’ yi de anmak gerek.

---olası spoiler ibaresi---

bölümleri sırasıyla cehennem, araf ve cennet olarak dante ile aynı ayrımlayan godard, bunlara krallık payesi vererek, bu zahiri gerçekliğin beşeri vasıfla kurulmuş doğasına değiniyor. yani bir anlamda ilahi yerine beşeri, komedya yerine de müziği koyuyor. filmin cennet bölümüne kadar da bu fizik durum sürerken, filmin son bölümünde metafizik bir düşlemde bulunuluyor.

i̇nsanlık tarihindeki savaşların belgesel ve sinematek görüntüleri ile açılan film, bu ilk 10 dakika boyunca genel bir yıkım/kıyım tablosu gösteriyor bize. bu kısmı cehennem olarak sunan godard, işin semavi kısmından öte insanlığın kendi kendini yüzyıllarca yok etmesinin resmedildiği bu bölüme fazla sözel müdahalede bulunmadan, görsel olarak tasvir sunarak gelişme kısmını araf’ a bırakıyor.

araf bölümü, filmin temel önerme ve problematiğinin sunulduğu gelişme kısmı olup, çoğunlukla savaş sonrası pitoresk(!) görünümüyle saraybosna’ da geçiyor. burada godard’ ın kendisini de gerçek kimliği ile görülüp, siyasal fikirlerin birkaç karakter etrafında serbest salındıkları diyaloglar ve yıkık şehir görüntüleri etrafında, bir kitap festivali için gelen katılımcılar ile filmin kurgusal ekseni çiziliyor. yine başlarda yer alan bu bölümlerde godard’ ın ‘’uygar insanlar devrim yapmaz. onlar kütüphane yapar.’’ fikri ve buna karşı çıkılışı, godard’ ın genel siyasi tablo ve şiddete bakışındaki çocuksu duyarlılığı anlatması anlamında filme dair ipuçları içeriyor.

filmin bir kısmında öğrenciler ile workshop’ a girişen godard’ dan sinema hakkındaki fikirleri ve teknik anlamda bazı bilgiler de alıyoruz. mesela benim hiç duymadığım, filmde godard’ ın bilinen bir üslup olarak sunduğu çek-ters çevir stili gibi anlatımın teknik boyutu ile ilgili bilgiler ile birlikte; görüngübilimsel yaklaşımlar, fotoğraf karelerindeki analojiler gibi, günümüz sinematografik anlatımının aksine diyalog odaklı kendini ifade biçimlerine zıt görsel bir anlatım gücünü oluşturmanın dinamiklerini çiziyor. burada gerçeğin dual yapısından bahseden godard, kendi sanat anlayışının en karakteristik problemi olan dil-anlam-kısıtlanma konularına doğru geçer. ki bu geçiş, filmin ileriki bölümleri için en önemli anahtar olur.

filistinli bir şair ile yapılan röportajda şairin bahsettiği filolojik sorun, godard’ ın az önce değinilen semantik sorunu ile benzerdir. burada truva savaşından bahsedilip savaşı homeros’ dan okuyan bizlerin, olayı sadece galip taraftan dinlemeye mahkum olmamız; bunun yanında homeros’ un hayatında hiç savaş görmemiş birisi olarak, ‘’oldukça canı sıkılan biri olduğu’’ görüşleri sunulur. yine bir bölümünde tayyip erdoğan’ ın hapse girmesine neden olan, ‘’minareleri süngülere benzetme’’ faslına değinilen bu sekansta, truva’ nın asla kendi hikayesini anlatma şansının olmamasını, godard´ın ‘’gerçeğin iki yüzü vardır’’ fikri bağlamında alabiliriz. bu anlamda olayları yalnızca muzaffer tarafın kaleminden dinleme fırsatı bulabilen bizler için, gerçeğin sadece bir yanını bilebilmemiz neticesiyle objektif bir bakış açısına sahip olamama ile birlikte, etkin retorik sanatçıları ve şairleri olan ulusların başarılı addedilmesi haksızlığı da sunularak içeriğin siyasi alt yapısı oluşturulur.

bu anlatımda yine godard’ ın çocuksu duyarlılığını görürüz. zaferi/gerçeği ‘’şiirle algılama’’ gibi ancak duyarlı bir sanatçının düşleyebileceği şekilde arayan godard, şairin dil bağımlılığını geçip gidecek bir bulut gibi görme düşüncesine karşın, ancak cennet bölümündeki kelimelerin boyunduruğundan kurtarılmış ütopik anlatım gibi karamsar bir tutum sergiler.

yine gerçeğin ikili sorununun dilbilimsel zemininde, kızılderililerin jean ve otomobil ile gösterildiği sahnenin ardından kendi geleneksel giysileri ile düşsel gerçekliklerini görmemiz ve bunun, yıkılan mostar köprüsünün eşliğinde çizilmesi, köprünün kendi hikayesini anlatamaması birliği ile oldukça soyut bir sinematografik biçemdir.

bu noktadan varoluşsal soruna yönelen godard, intihar düşüncesindeki hayatın varlığına karşın ölümün yokluğunu sunarak, salt sözcüksel olarak tanımlayabildiğimiz ölüm kavramının gerçekliğini olga karakterinin fikirleri üzerinden inceler. sonrasında gördüğümüz cennet bölümünde yaşanan mutlak sessizlik hali, oryantal düşüncede de incelenen hal-kal durumlarına bir batılının gözüyle bakılması anlamında dokunaklı bir girişimdir. olga’ nın cennette sükunet içerisindeki huzuru, bize anlatılan ‘’yasak meyve’’ hikayesinden bağımsız şekilde elmayı teslimiyet ile paylaşmaları ve bunların yanında olga’ nın söylediği ‘’ güzel, açık bir gündü. çok uzağı görebilirsiniz, ama olga’ nın çıktığı yeri göremezsiniz.’’ sözleri, dilden arınmış salt kavramsal kökeni algılayış anlamında, bizim asla nesnenin özüne inemeyeceğimizi vurgular. bu noktada, ontolojik problemden uzakta, panteist bir şekilde eşya ile bütünleşen olga’ nın gerçekliği ikiden bire düşüp dualiteyi kırarken; bunu açıklamaya çalıştığı izleyicinin ise, dile bağımlı olarak ‘’algılayamayışımız’’ karşıt bir tablo çizer. bu son bölümde kurgusal olan ile realitenin ayrımlanmasını dilbilimsel olarak irdeleyen godard, bu problemi ontolojik problemle birlikte sunar. çözümü ise yalnızca cennet gibi metafizik bir ortamda yakalayabilen godard, kelimelere bağımlı düşünsel zeminde çözümün olanaksızlığını reel dünya ile patetik şekilde ilişkilendirirken, sinematografik anlamda da görüntü realitesini yeğ tutarak gerçekliğe ulaşmanın yolunu arar.

---olası spoiler ibaresi bitti---

nihayetinde savaş ve yıkım tablolarının fonunda, üst anlamsal olarak siyasi bir zemini ve üzerine medeniyetin kendi kendini döngüsel olarak yıkışını koyan; alt anlamsal olarak yine semantik probleme yönelip, bunun yanında ontolojik sorunlarla analoji kurarak eşyanın doğasına inme ütopyasını irdeleyen, 3 bölümden oluşan bir film. jean luc godard’ ın 74 yaşında, erken dönemindeki romantik gerçeklik sorgulamalarından uzakta, boğucu olmasına rağmen düşünsel ağırlığı ile düşündürücü, çok başarılı son dönem ağır filmi.
görsel