bugün

entry'ler (413)

rock grupları gençleri uyuşturucuya özendiriyor

saçmalıktır yazacaktım ki birden vazgeçtim. bazı yazılsa daha iyi olurdu tabi. olay şöyle gelişti; bazen kendi fikirlerinizi bilinçsizce üretirken bir anda dönüp bakma ihtiyacı yada şansı yakalarsınız. bu da onlardan biri. çok büyük bişey beklemeyin len. ama şöyle de bi olgu vardır mirim. elbette özgürlük hemde kıyasıya özgürlük savunan bir kişi olmama rağmen bazen biraz bunun rüzgarı bizi fazla savuruyor galiba. yani özgür ve muasır olmak adına serbesti kavramını zorluyoruz. bu da bize daha sonradan yine bu mecrada alenen dalga geçtiğimiz arada kalmış bir new age x jenerasyonu olarak dönüyor. aynı kabilden tokio hotel isimli grubun emo akımının oluşumunda yada popülerleşmesinde hiçbir etkisi yoktur demeci de müstahak olur. zira bunun geçerliliği bende sıfır noktasına yakındır. hiç şüphesiz insanların karakter hesaplaşması yaşadığı ve kimlik şablonunu oluşturduğu yaşlarda görülen (s)imgeler (bazen bunları delüzyon da kabul edebiliriz) körpe dimağlarda kolay filizleniyor. konuyu çok uzattım ama önyargıları kırmak makul bir retorik gerektiriyor malesef. sonuçta 13 yaşında ve duman hayranı bir ''erken teenager'' pekala bu durumdan olumsuz etkilenip uyuşturucu ile temasa geçme isteği duyabilir. acaba onun içinde ''zaten içinde varmış onun. içinde olunca da sokakta görse de ister zaten'' gibi sığ bir yaklaşıma gidebilecek miyiz? şahsen ben kurtlar vadisi isimli şiddet gösterisinin binlerce sigara tiryakisi ve yine binlerce bıçkın mahalle delikanlısına katalizör olup seri üretimi sürdürdüğünü düşünüyorum. yada porno filmlerin ulaşımının internet vasıtası ile kolaylaşmasından mürekkep kadınları aşağılamayı doğru bellemiş ( ve bunu bellediğini fark edememiş) bir mega erkek kirliliği görüyorum.

neticede hepimiz basit varlıklarız. kendimizi kompleks görmek ve irade sahibi addetmek konusunda en çok reklamcılar kıkırdıyor sanırım. insanları etkilemek o kadar zor değil.

hamiş; evet bence bir özendirme var ve bu sağlıklı değil. bir tek o değil elbette...misal uzun yıllar rock türevi seven ve savunan şimdi ise biraz sıtkı sıyrılmış biri olarak bir çok metal grubunun da buna benzer etkileri olduğunu söyleyebilirim. sözleri ve görünümü vahşetten direkt bahseden ve teşvik edenler için söylüyorum bunu. belli bir kesimi günah keçisi olarak sunmak değil yani amaç. evet toplumun her yerinde birbirini kötü etkileyen yada yanlış yollara sürükleyen kişi veya kurumlar var. ve bunları özgürlük adına savunmak gelişmişlik göstergesi olmamalıdır.(müzik veya sanatlarını elbette ayrı tutuyorum) netice ile kendi etkilenimlerimiz ve şahsi duygularımız diyalektik düşüncenin önüne geçerse ilerici bir ahmaklık gafletine tutulmamız işten bile değildir.

abaza yürüyüşü

izmirde kısa bir süre yurtta kalmıştım. bornova'daki şu 5-6 bin kişilik devasa olan devlet yurdu. oldukça siktirik ve büyük olmasının yanında saçma kavgaları, yüksek öğrenimdeki reisleri, erkeksi ve kaltak olmalarıyla ilginç bir mitoz sergileyen asenaları, içeriye bavulla kız attığını söyleyen yıllanmış ayın 7'si fakirleri gibi ilginç tiplemelere sahipti. zira bunlar gerçek gibi görünmüyor pek.

neyse. blok bekçisinin yanında bulunan ne idüğü belirsiz göbekli kırk yaşın fellah mahallesinden bahsettiği ve faili meçhul cinayetleri ortadoğu müstemlekelerine atfetme çabasıyla bizi iç savaş sahneleri ile yüzleştirdiği bir üniversite 1. sınıf ilk dönem ezikliği içerisindeydim. hayatımın geri kalanında utanacağım ölçekte kimle takılacağımı bilemediğim, cebimdeki günlük fiş ile pre-askerlik cefası çektiğim bu dönemi, gecenin 3'ünde tuvalete kalkmanın esas zorluğunun alaturka tuvalete kabahati bırakma esnasındaki ayak uyuşmasından ziyade geri dönüşte 10m2 lik odada uyuyan 5 tekenin arasına dönüşte yaşanan kekremsi duyguların yoğun buhranından hatırlıyorum.

yurtta oldukça az kalmış şanslı bir eziktim. yurt arkadaşım 2 giresunluya göre ben şanslı bir piç idim. tabi aynı ikili onların mahallesine böyle (saç, sakal, küpe vb.) girersem beni akrabalarının vuracağı şeklinde sevgi dolu açıklamalar da yapıyordu. anlamsızlığın koynunda saçma çabalar içerisindeydik ve ben kız arkadaş bulup onun yanına yerleşerek gecenin 3'ünde özellikle kapılara çarptırarak futbol oynayan tacikistan piçlerinden kurtulmuştum. ancak orasıyla ilgili aklımda kalan oldukça hoş bir anıyı aktarmak istiyorum.

yurtta kaldığımız sakin bir geceydi. çocuklar 40 kişi maç izledi, ben muzlu süt içtim, yeni gelenlere şaka yapılıp istiklal marşı söyletilerek ağlatıldı ve kapanış oldu. tabi odalarda ihale dönüyor, her katta kıvrık pijama paçaları, sabo benzeri terlikleri ve eskimiş pijamasından belli olan semi-çadır penisleri ile erkeklerin blok içi turları sürüyordu. geceyi kapatmak için beklediğimiz bu anda benim ilk defa şahit olduğum bir olay gerçekleşti. normalde çekirdek aile içerisinde en fazla ne zaman gelir acaba sözleri ile geçiştirilebilecek bu durum bizde farklı tınladı.

elektrik kesilmişti. hepsi bu. ancak anlayamadığım bir şekilde bu kesinti bizim blokta garip bir uğuldamaya sebep olmuştu. kovanımıza çomak sokulmuş gibi uğulduyor, kraliçe arımızı arıyorduk. sonra bu uğuldama harekete evrildi ve birkaç senyörün başı çekmesiyle aşağı kata indik. neredeyse tüm blok (aşağı yukarı 300 kişi) aşağı inmişti. ben de elbette ''amk orospu çocuğu bizi beğenmiyor siktiğimin at kafası'' demesinler diye ve biraz da merakla aralarda kayboldum. elektrik kesintisi gibi basit bir durumdan haz alan 300 civarı yarrak olarak anlamsız bir mutluluğun eşiğindeydik. birbirimize bakıyor, gülüşüyor, sigara içiyorduk. bu aslında, ne denli basit ve sıkıcı bir hayatımız olduğunun, en ufak bir değişim sinyalinin bile hayretler içerisinde karşılandığının bir göstergesiydi. ya da sadece yarrak kafalarıydık. ikisi de mümkün.

yurdun dışında başka bloklarda hareketlilik olmasını görmemizle dışarı çıkmamız bir oldu. manzara ilginçti. 4-5 blok, belki de daha fazla, dışarı çıkmış, yüzlerce erkek birleşmiştik. en az 150 sigara ateşi görülüyordu. sanki aylardır bu an için sessiz bir birlik yapmış anarşist bir topluluktuk. vendetta'dan en büyük farkımız hepimizin dizleri çıkmış eşofmanlarla olmamızdı.

derken ekipler birleşti. birkaç tecrübeli alemdar başa geçti ve bekçilerin izlemekten başka seçeneği yoktu. ve slogan atılmaya başladı: ''sutyenler aşağı, memelere özgürlük!'', ''kapılar açılsın, abazalar geliyor!'' veya buna benzer şeyler. 1000 civarında erkek slogan atarak kız bloklarına doğru gidiyoruz. telefonlardan ışıklar tutuluyor. bazılarında el feneri ve 150 civarında ateş böceği ağızlarımızda. boktan hayatımızda bir işe yarıyor gibi hissediyoruz. adanmış ruhlar gibiyiz. sanki yüzlerce yıl pranga altındaydık ve boynumuzdaki zincirden başka kaybedecek bir şeyimizin olmadığını yeni anlamışız. spartacus'ümüz çadırı kurmuş...

harika bir olaydı. yıllar sonra bursaspor-beşiktaş olaylarının ortasında kaldığım zamana kadarki en hoş duygulanımdı. bir şeylerin neferi olmuştuk. abaza yürüyüşü olsa bile. kız bloklarına yaklaşıyorduk. bloklardan tek tük fenerler görünüyordu. kızlar kalkmıştı. cümleye bakar mısınız? kızlar kalkmıştı! biz slogan atıyor, gülüşüyorduk. onlar ise bloklarının üst katlarından bağırıyor, gülüyor, küfür ediyorlardı. blokların biraz önünde durduk. işin güzel kısmı bazı kızlar sutyenlerini sallıyor ve yukarıdan su döküyorlardı. ön saftaki daha çok adanmışlardan bazıları ıslak ve abaza olmuşlardı. bu coşkumuzu daha da arttırdı. truvaya gelmiş, 1000 kişilik entegre bir akillustuk.

karşılıklı bağırışlar, gülüşmeler, el ile penisini tutmalar, memelerini açan kızlar, üst katlardan sıkılan parfümler, fakir bir collage party ekibi gibi, sosyal bir nevroz, akışkan bir durum, hepimiz anonimiz, güruhun gücü, pısırık erkeklerin, mahalle dilberlerinin ejderleştiği mükemmel bir sekans, yukarıdan iç çamaşırları dökülüyor, çığlıklar, kafasına don geçirmiş bir kaç erkek, yuvarlanıyoruz, öyle keyifli ki, 1968 san francisco'dayız, kuralları attık, hedon! yüce hedon!!!

ve ışıklar yandı. öyle hüzünlü bir an az yaşamışımdır. tek bir hamle bizi boktan dünyamıza döndürmüştü. camlardaki kızlar içeri girdiler, kafalardan iç çamaşırları çıkarılıp sonra malzeme yapılmak üzere ceplere atıldı ve biz yüzlerce erkek çok daha sessiz, çok daha mağlup bir şekilde bloklarımıza yürümeye başladık. önlerdeki ıslak olanların durumu daha da vahimdi. kasırganın dinmesiyle üşüdüklerini farketmişlerdi ve hortumla ıslatılmış birer ördek gibiydiler. bir kaç dakikalık bir yürüyüşün ardından bloklarımıza vardık ve yarım saat içerisinde tüm yurt hiç olmadığı bir utanç sessizliğine büründü. çoğumuz uyumuyorduk ama kimsenin ''biz ne yaptık?'' diyecek hali de yoktu. bundan gurur mu duymalıydık yoksa büyük bir hata yaptık diye mi düşünmeliydik?

ben halimden gayet memnundum. asla hata olduğunu düşünmüyorum. tüm gençlerin katılması gereken enfes bir anarşi denemesiydi. daha da güzel olan kısmı hiçbir politik tavrın olmadığı, uçuçböcekleri gibi sadece sevişmek isteyen harika bir karışımdık. öyle doğal ve güzel. belki de orada olanların yüzde 90'ı hayatı boyunca bir daha o kadar coşkulu, gırtlağı yırtılırcasına bağıramayacak. işte saf insanlık! bu kısa zaman bükülmesinde, ilk çağa mükemmel bir yolculuk yaptık. ve evet insanlar idealler ve fikirler olmadan saf güdüleriyle hareket ettiklerinde bir orman yangını kadar büyüleyici görünüyorlar...

birden fazla orospu

bundan 3-4 yıl önce bir süre bir şehirde yaşadım. birlikte yaşadığım uzun süreli sayılabilecek kadından ayrılmıştım ve anlaşılması güç bir vicdan buhranı peşimi bırakmak bilmiyordu. suçlu olmadığımı, her zamanki gibi olması gerekenin bizim duygu ve mantıklarımızın ötesinde kendi yolunu bulduğunu düşünüyordum ama kar etmiyordu. ilişki yahut aşk ticari bir faaliyet gibi kazanımlardan beslenmediği gibi bazen duyguları dahi yıkarak kendi oluşumunu besleyen tüm değerlere (yoksa değersizliklere mi demeli?) rest çeken bir tür canavardı. olmuyordu kısacası. nitelikli gördüğüm vakarım bu makul yas süresini likide etmeliydi. neyse.

iç hesaplaşmamı sürdürmek ya da sona erdirmek için başka bir mekana ihtiyacım olduğunu düşünerek evden çıktım. bir süredir orada yaşayan arkadaşımın yanına gittim. orada, tahmin edildiği üzere, 3 gün sarhoş gezdim. tümüyle bitmiş bir tüp gibi kendimi boğazlıyor ve zihnimin erekte olmasını bekliyordum. makul bir nekahet süresini tadını çıkararak oynuyordum. neden olmasındı?

birkaç günün ardından çevremdekiler kafamın dağılması için takıldığımız bara bir hatun çağırdı. 2 çift halinde takılacaktık. elbette bu kızlara söylenen kısmı idi. bana söylenen ise kendime biraz hakim olmam gerektiğiydi. sebebi ise basit: kolay hatundu. suyuna git, sabret, zihnini döv biraz, aptallığa geçit ver, soneleri siktir et, faydasız tüm bunlar, taze ete ihtiyacın var senin, kuralına göre oyna ve sik onu!

kız mekana geldiğinde çoktan birkaç içki içmiştim ve kafam oluşmaya başlamıştı. nasıl tarif etmeli? ufak tefek, parlatıcı sürülmüş dudaklarına erkekliğinizi ittirmek isteyeceğiniz, itiraf etmek gerekirse oldukça güzel ve bir o kadar da yapay bir yaratıktı. tanıştırıldık. hoş görünüyordu. ortam, kadın, müzik, içki… aradan biraz süre geçmişti. onun bu ilgisi tamamen kendi üzerindeki basit egosu ile vücudunu teslim edeceği doğru sperm arasında salınan ikiyüzlü fahişeliğini tüm kadınlardan ayıran olağanüstü aptallığını henüz fark ediyordum. sormadım ona ama öyle sanıyorum ki kel erkeklerden hoşlanıyordu. arabalardan, erksel güçten, kokteyllerden ve kız kıza karaoke barlarda çakırkeyif olup erkeklere göz süzmekten, ertesi gün içtiklerini bire bin katarak anlatmaktan, yaşadığı hayatı önemsemek yahut hissetmekten çok bunun karşıdaki aksini görerek aşağılık varlığını beslemekten hoşlanıyordu. ona eski göldeki akis ve narkissos hikayesini anlatabilirdim. ama muhtemelen ‘’ahahah, çok iyiymiş ya’’ derdi kaltak. gereği yoktu. hem de hiç.

biraz daha içtim orada. o ise belki bir iki renkli sıvı yolladı narin midesine. etrafa baktı çokça. daha iyisi her zaman bulunurdu elbette. ben içtim. fazla önemsememeye çalışıyordum.

ne ara başladı ya da sebebi ben miydim bilmiyordum ama atışmaya başladık. birbirimizi iğneliyor ve bundan sanki muzır bir haz alıyorduk. bakış farklılığı yüzünü göstermekte gecikmedi tabi ve ben onun salt vücuduna sahip olup onu hayvanca sikmek ile değersizliğini yüzüne vurup kafasını en adi mengene ile sıkıştırmak arasında aritmik bir dans halindeydim. tanrım çok zordu. tanrının var olmamasından bile daha zor. belki.

orada yaptığım birkaç anlamsız ve belki uygun düşmeyen açıklama ya da her anlamda temasları saymazsak durum kötü görünüyordu: anlamayacaktı, biliyordum. ama duramıyordum, durunamıyordum. alkol içimdeki tatlı telaşını bir kenara bırakmış, ‘’evet, şimdi’’ safhasına atlamıştı. ve ben sallanan bedenimle ona bir şeyleri fark ettirebilmek ile boynunu sıktığımda bir süre sonra asfiksifili benzeri bir haz ile gözlerine oturan kanın mutlak son olduğunu bilmek arasında yüzüyordum.

tartışma ve uyumsuzlukların meydan çıkması ve elbette seks ihtimalinin ortadan kalkması ile biraz daha netleştim sanırım. bardan çıktık. yürürken hala anlamsız ve mesnetsiz fikirler saçıyordu etrafa. başıbozuk salyalı bir rüyalanma çok daha makbuldü benim için. en son bana yılanlarını salışıydı ve ‘’bunu yanımdan alın yoksa kürekle o güzel boynunu gövdesinden koparırım’’ dediğimi hatırlıyorum. ya da daha az gösterişli benzeri bir cümle…

eve vardık. içeriye girdiğimizde sarhoşluğun, içimdeki vicdani oyunun, aptallığa fırlatılmış hüzünle karışık tiksinmenin ve bacak damarlarımın karşı koyamadığı bir devrilmenin eşiğindeydim. fazla oda yoktu. diğer çift kendi odalarında yatacaktı. benim bir odam olmadığı için salonda yatacaktım. bizimle dışarı çıkmayan diğer ev sakini ise kendi odasında ağır gaz kokusu içinde yuvarlanıyordu. güçlü göründüğümü sandığım o aptal sarhoşluğuma rağmen kaltak benimle aynı odada kalmak istemedi. peki dedim. peki. dolaptan bira aldım sanırım. belki de yalan söylüyorum. birayı hızlı bir şekilde içip başımı o yumuşak masaya bıraktım. sonra anlattıklarına göre ‘’sızmak, işte böyle olur’’ gibi efsanevi sayılabilecek bir cümle kurup kafamı tok bir ses eşliğinde masaya bırakmışım. ben uyandığımda yatakta olduğumu hatırlıyorum aslında ama bu anlatılan da oldukça makul bir gece sonu önerisi sanırım.

uzatmayalım. sabah kalktım. son birkaç güne göre oldukça iyi uyanmış sayılırdım. mutfakta biraz siktirik gitarla oynadım. anlamsız bir boş vermişlikle neşe karışımı içerisinde etrafta geziniyordum. bilirsiniz aslında o sabahları. hani hep yaşadığın o duvarlar içerisinde ilginç bir anlam bulduğunuz aptallaşma anları. ahali kalktı ve kahvaltıyı kırmızı şarapla yaptık. oldukça ekşiydi. tanenli derler sanırım. ben bilmiyorum ama. geceki telaşlarımızdan uzakta daha ılımlı bir ekip olarak günü sürdürdük. her zaman gece olamaz elbette.

benim için daha ilginç bir detay daha var. onu anlatmazsam haksızlık olur. gün içinde içerken biraz çakırkeyif olmuştum. odalar arasında dolaşıyor ve akşam olması için elimden geleni yapıyordum. ev halkı dağınık şekilde absürd bir koreografi sunuyor ve belli başlı (ki ne olduğunu hiç bilmiyorum) işler ile ilgileniyordu. bir ara salona gittim ve o ağlıyordu. sessiz ve masum bir ağlayıştı. televizyonda yapış yapış bir dizinin dramatik bir sahnesi vardı ve o, allah kahretsin ki bunu hala anlayabilmiş değilim, o, elinde bir kase fındık, ve biri de ağzında, ağlıyordu. saf gözyaşı. hıçkırık yok. o an o kadar güzel gözüküyordu ki anlatamam. ona sarılmak geldi içimden. hiç konuşmamak, izlediği şey ne kadar boktan olursa olsun, hiç fark etmez, ona sarılmak istedim. onun o saf duyguyu yaşadığı anı paylaşmak isterdim. yapmadım elbette. kibirim var benim. yapamadım. ama şunu söylemeliyim ki gördüğüm en güzel fındık yiyerek ağlayan kadındı. en azından o anda gerçek bir kadındı…

sonra işler yavaşladı. ben yaşadığım yere döndüm. bir iki hafta sonra da bahsettiğim şehre tamamen taşındım. orada 1 yıl kadar kaldım ve o fındık yiyen kadınla bir çok kez görüştük. şartlar bunu emrediyordu. karşı çıkmadım.

bir işe girdim. kulağımda birinin beni izlediğini söyleyen paranoid şarkıyla otobüs demirinde sallanır, etrafın beni sabahın sekizinde haplanmış sandığından hoşnut bir halde işe gider, akşam 4’ e doğru ayılır ve bedenimi hırpalamaya özen gösterirdim. o günlere ait en doğru kararım hemen hemen hiç fotoğraf çektirmemiş olmam sanırım. hemen hemen tabi.

o geceye dönmek gerekirse bana anlatılanlar dışında bir şey sormadım. anlatılana göre kaltak o gece bizimle olmayan gaz odası sakininin yanına yatmıştı ama sevişmemişlerdi. bana göre bu yalandı elbette. bana göre hikaye şöyleydi: geceyi hafif alkollü olan, kendine göre tabi, ama onun istediği niteliğe (tanrım!) sahip olmayan, kaybetmiş bir sarhoşla geçiren kadın, tanımadığı bir adamın yatağına girmişti. doğru düzgün konuşmadan düzüşmüşler ve sabah biraz daha aklanarak vücut sıvılarını kaybetmenin verdiği rahatlıkla salınmışlardı. önemi yok tabi.

daha sonra pek çok kez görüştük. onunla. bana genelde yakın davrandığını, birkaç kez göğüs kıllarımı okşadığını hatırlıyorum ancak onu sikerken tiz çığlıklar atıp büzüştürdüğü dudaklarına erkekliğimi akıtmaktan fazla değeri olamayacağı için oyunu uzun vadede de kuralına uygun oynayamadım. tabi size göre.

şimdi şu yazdıklarıma baktığımda oldukça gerçekçi ve belki biraz kurgudan yoksun bir kesit görüyorum ama dahası var. kalp ya da bir kadına acımak gibi büyük bir yük altında gittiğim o yerde ben nekahet sürecimi tamamladım. aslında bu kadar uzun olmasına gerek yoktu çünkü hepsi anlattığım o ilk gece bitmişti. hani sabahında anlamsız bir coşku ile uyandığım o gece. o kadar boka batmış durumdaydık ki bunu gerçek olarak görmek güzeldi. sonuçta insan eline sıcak bir parça bok konulmadan iğrençliği tam kavrayamaz. ve ben, o gece ve o sabah, ayrıldığım kadınla ilgili duyduğum anlamdan uzak duygusal ezilmişlik, aptal bir kadının egoları ile savaşma, aynı şekilde sabah gördüğüm en güzel fındık yerken ağlayan kadın, ekşi şarap ve sevişme içinde kalmıştım. aslında dönüp baktığımda işte bu kadar kolaydı. o gece benim doğru gecemdi. ne kadar aksini iddia ettirse de benimdi. farklı bir şekilde. ama yine de bazen düşününce, ki fazla düşünüyorum, belki de ona cüzdanımdan söz etmeliydim. bilemiyorum tabi.

battaniye

Elif mesajlarıma cevap vermiyordu ve günlerden salıydı. Camın kenarında büzüşmüş, battaniyeyi ayağımla yakalayıp üstüme çekmeye çalışıyor ve başaramıyordum. Midem acıyordu ve yalnızlık kokuyordu etraf. Bir kalkabilsem battaniyeyi alabilecek, üşümeme veda edecektim ama içimden gelmiyordu işte. Ayağımla aynı beyhude uğraşı sürdürerek kendi kendime bir oyun türettim. içimden 6’ ya kadar sayıyor ve tüm gücümle battaniyeye ulaşmaya çalışıyordum. Daha sonra 7’ ye kadar sayıp tekrarlıyordum. 8’ e kadar sonra ve bu şekilde devam ediyordu. Neden 6’ dan başladığıma dair hiçbir fikrim yoktu ve battaniyeye sadece baş parmağımla dokunabiliyordum. Fazla zorlamaktan ve günlerdir sıvı tüketmemiş olmamın damarlarımı hassaslaştırmasından bacağıma kramp girmek üzereydi. Lanet şey dedim içimden. Seni orospu çocuğu! Küfürü sanıyorum kendime etmiştim. Emin değilim. Neyse.

Günlerdir bir şey içmemiştim ve içimde kötülüğü taçlandıran, tapınak şövalyelerine bekaretini sunan bir bakire güzelliğinde, faydasız, mesnetsiz bir korku oturuyordu. Nedenini bulamadığım saf bir pişmanlık ve sürekli eşiğinde dolaşılan, ancak bir türlü içine düşülemeyen bir kaos hissi. Cinselliğim bitmişti sanırım. Ne bok yediğime dair zerre fikrim yoktu ve sadece salınıyordum. Referans noktana dair hiçbir fikrin olmadan salınmak belki başlarda romantik bir tür edim ve varoluşsal bir bilmeceye atılan ussal bir düğüm gibi görünebilir ama benim hissettiğim saf bir acıydı ve liseli kızlar gibi bilinmezliğin korkusu ile kendi kendime titriyor, anlamsız metalarla uğraşıyor, boş düşünceler üzerine dolu saatler geçiriyor, denemiyor, yoruluyor, yapay çiftleştirme ürünü, darlık çeken bir köpek gibi solunum bozukluğu yaşıyor ve dudaklarımı yalıyordum. Sahi, ne bok yiyordum ben?

Karşımda eski usul bir tren istasyonu olduğunu hayal ettim. Evim sanki bir tren garının önündeymiş, trenin gara her girişinde camlarım titrermiş, sesten dolayı kulaklarımdaki uğultular sancı dolu acılara dönüşürmüş ve ben bu bitip tükenmek bilmeyen seferlere, durmayan yolculukların getirdiği acı çelik hissine defalarca küfreder, içinde bulunduğum talihsizlikten yakınırmış gibi. Deli gibi. Evet.

Sonra trenden bir kadın iniyor. Eteği uçuk pembe ve şiddetli bir rüzgarda baldırlarını tümüyle ortaya koyabilecek denli davetkar. Aşağılık orospu diyorum ona. Sokak orospusu! Bir rüzgarla tüm hazinesini erkeklerin gözlerinden kasıklarına akıtmaya dünden razı bir kevaşesin sen! Aylardan Ocak değil mi? Bu mevsim burada sık sık fırtına olur hem. Üstelik giydiğin incecik çorap seni üşütür. Ama sen, ama rezil sen, pislik yaratık, üşümek pahasına erkeklerin uçkuruna ateşler salmayı göze alan sen! 400 yıllık soneleri kirlettin bencil aymazlığınla ve tüm soyumuzu şehvetin kucağına atmaktan arsız bir haz duyuyorsun. isterik davranışın, hanımefendi görünüşün altında gizlenirken, kim bilir sen kaç erkeğin gece otuzbirlerine meze olacağını hayal edip müstehzi bakışlar atıyorsun etrafa? Kaç kişi gördü acaba? Hangisinin önü kabardı? Kim en önce eve gidip patlatacak? Spermleri ılık mıdır? Ya da belki gar tuvaletinde bir kondüktör? Ahahaha! Seni rezil maymun! Seni pislik oyunbaz! Seni sokak orospusu! Kocasının trenden inip 2 küçük çocuktan birini annesinin kucağına vermesiyle iç çektim.

Anlamak çözmeye yetmez oldukça eski bir klişe olmanın yanı sıra anlamlı da bir zımbırtıdır. Her tarafımız aforizmaya boğulmuşken gerçek de oldukça rüküş kalıyor doğrusu. insan istiyor ki rönesanstaki gibi ihtişamlı sofralarda aptal günlük sorunları ussal kavramlarla karşılaştırıp diyalekt durumlar yaratsın ama bu da bildiğimiz sıcacık bokun boyanıp şeker diye sunulmasından başka bir şey değil. Sorun şu ki çabuk sıkılıyorum. Düşüncelerimden, kendimden, aynadan, yazdıklarımdan, orospu anneden…

Sonra bir de zevk kavramı var. Hani bazen kinik bir yakarışla tüm hayatımızı addetmemiz gerektiğini söylediğimiz ama arsız yaşamlarımıza devam ettiğimiz bu lolipop sürecin mimarı. Bunu elbette kendime göre yönetmem gerekirdi. Ben de elit zevklerim olduğunu düşündüm ve düşünceme inandım. Doğru muydu acaba? Kaliteli kadın, sohbet, alkol ve mekanlarla zamanı ikiye yarmanın ikiyüzlü doğa resimlerine bakmaktan farkı var mıydı? Battaniyeye uzanamıyordum. Boşversene…

Yok, yok, hayır. Bak şöyle olabilir; tam karşımda mükemmel bir kadın fotoğrafı var. Hüzünlü bir yüz. Hafif bir damla gözlerinden süzülmek üzere ve fotoğrafçı, sanatçı, bu anı öylesine yakalamış ki kadının duygu durumunun değişmeye başladığı anda yüzünde beliren karmaşanın göstergesi olan çizgilerin devinimleri sanki fotoğrafın hareketli bir canlı olduğu hissini uyandırıyor. Kontrastı yüksek bu siyah beyaz fotoğrafta sanki kadının çizgileri onu ağlatan olaya veya kişiye karşı savaş açmışçasına hafifçe kayıyor ve biz o kadının içsel karmaşasındaki salt ağlama güdüsü ile güçlü görünme, vakur duruş ile ayaklara kapanma arasında gidip gelmesini arıyoruz. Güçlü bir arya gibi gözlerimizden girip vücudumuza yayılan bu duygu sanatın gerçeği arayışında ulaştığı güçlü bir durak ve belki bizi işte tam da bu sebeple etkiliyor. Peki, o kadın şu anda ne yapıyor? Hep bu fotoğraftaki gibi ağlıyor mu yoksa hayatı düzene girmiş, yeni bir erkekle tanışmış, arada arkadaşlarıyla kahve içip dedikodu yaparken, önünden geçen yakışıklı erkeklerin siklerinin boyunu tahmin etmeye çalışıyor ve aşığı ile sevişirken geliyorum! diye haykırıyor mu? Hangisi gerçek?

Battaniyeyle mücadelemde bir sonuca ulaşabilmiş değilim. Vücudum katı ve soğuğa karşı hissizleşmeye başlamış durumda. Dolapta yarım portakal var. 3 günlük. Belki de 7. Bilmiyorum. Sikimde de değil.

Piyano olabilirdi salonumda. Konsol bir parça. Ve ben zamanında yorumladığı impromptular ile cemiyetin gözdesi iken sebepsiz yere içine kapanmış, düşüncelere boğulup kapısını çalanlara defol diye haykıran, anlamsız yahut derin anlamlı bir münzevi olabilirdim.

Ya da liman işletmesinde taşıyıcılık yapan, şeflerinin gücü kuvveti nedeniyle övdüğü, bir seferde 3 kişinin boşaltabileceği kadar yük taşıyan bir işçi olabilirdim. Ve daha sonra, yine kimsenin anlamadığı bir şekilde odasına kapanan ve kapısını çalan olursa defol buradan diye haykıran ve anlamsız yahut derin anlamlı bir münzevi olabilirdim.

Herkes ve her şey sikilmiş durumda. Anlama sahip değilim. Ya da kadınlara. Bir orospunun benim önümde en yakın arkadaşımı ağzına alması için tüm dünyayı satabilirdim. Ya da bir annenin isyanda kesilmiş boynundan sızan kanı yalayan kucağındaki bebeğin görüntüsünün hafsalamdan çıkmayan nahoş görüntüsü için gerisinden vazgeçebilirdim. En azından bir anlamı olurdu. Bunun için yaptım derdim! Kendime. Evet, işte bunun içindi yaptığım. Görüyor musunuz? Bir nedenim var benim! Sonsuz kez gökyüzüne varmaya çalışan bir balonu elleri arasına hapseden bir çocuğun özgüveniyle sarılırdım hikayeme. Benim bir nedenim var. Tanrım ne mutluluk! Tanrım! Siktir tanrım!

Elimi sikime götürdüm. Hareket yok. Yaşlı piç! Ne istiyorsun artık benden der gibi eğiyor, süzüyor başını. Yağmurda çıplak ayak gezen bir genç kızı tokatlamak büyük erdemdir sanırım. Ya da bir boğanın taşaklarını avucunla ölçüp yanında duran insanlara ağırlığını beyan etmek. Bilemiyorum aslında. Hah, telefon çalıyor. Arayan? Tabi ki, tabi ki…

geri zekalı otuz kuş

Dergahta soğuk bir rüzgar esmekteydi. Kimseden çıt çıkmıyor. Nefesler tutulmuş halde, herkes mürşidin gözlerinden gözlerini kaçırıyor ve mübareğin sinirlenmemesi için rablerine yakarıyordu. Mübarek sol eliyle buruşturduğu gözlerini hiç açmadan en net sesiyle konuştu:

-Götürün şunu buradan!

Hemen 2 sofi adamın kollarına girdiler. ‘’Haydi kardeş gel sen, şeyh yorgun, zorluk çıkartma, haydi mübarek…’’ Sadece ‘’Peki’’ dedi.

Dışarı çıktığında hafiften yağmurun başladığını gördü. Uzun süredir yıkanmamıştı. iyi olacağa benziyordu. Damlalar hafifçe düşer ve ona sadece beklemek kalırdı. Yaz yağmuru bedeninden esip geçer, dere yakınlarında kurbağalar bu seremoniye tempo tutarlar ve kurtçuklar mezarlardaki ziyafetlerine ara verip gökyüzüne bakarlar. iyi olacak gibi.

Parka girip bir banka oturdu. Çok kötü kokuyor olmalıydı. Güzel dedi kendi kendine. Kaskatı olmuş saçlarını yana çektirdi. Yerdeki su birikintisinden kendini gördü. Bir kez daha ‘’Güzel’’ dedi. ‘’Ben güzelim.’’

Yanına 2 çocuk yaklaştı. Ona yabani bir hayvana bakar gibi bakıyorlardı. Sırıtmak istiyor ama sırıtamıyorlardı sanki. Adam sordu:

-Ne var?

-Bir şey yok amca. Öyle merak ettik.

-Ha…Pekala…

-Neden elbiselerin yırtık?

-Bilmem. Seninkiler neden değil?

-Eskiyince annem yenilerini alıyor da ondan.

-Evet.

-Senin annen var mı?

-Hatırlamıyorum.

-insan annesini unutur mu ya!

Burnuna parmağını sokarak cevap verdi: ‘’Karıncalar ihanet etmez.’’

Çocuk yanındaki dönüp fısıldadı: ‘’Çatlak galiba bu be!’’

‘’Peki. Amca böyle çıplak ayakla üşümüyor musun?’’

‘’Kabuk. Pus. Alıştım. Yatacağım.’’

Çocuklar ona çözmeye çalışan gözlerle bakarken uykuya daldı. Yağmur yine hafif hafif atıyordu. Bitkilerin duyabildiklerini hiç düşünmüş müydü? Hatta hissedebildiklerini. Oysa biz sürekli kendi basitliğimizden bahsederek onu taçlandırıyoruz.

…

Yanındaki 29 kuşla birlikte günlerdir uçuyordu. Etrafına bakındı. Kanatları kopmak üzereydi. Arkadaşlarının çoğu ölmüştü. Hepsi belli yerlere kadar dayanabilmişlerdi. Onun bu denli dayanması ise tam bir mucizeydi. Dondurma olsaydı keşke. Kaf dağını aşmak üzereydiler. Herkes artık bu son duraktan sonra mucizeyi görebileceklerini, kimbilir ne de müthiş olduğunu söylüyor, dayanmaları için birbirlerine metanet aşılamaya çalışıyordu. Aradan bir gün batımı geçtiğinde alacakaranlıkta dağın ucundaki mağaraya ulaştılar. Dondurma istiyorum. Mağarada ne kadar bakınırlarsa bakınsınlar mucizeyi bulamadılar. Neredeydi? Hepsi bir kandırmacadan mı ibaretti yani? Büyük bir hayal kırıklığı. Baştan çok üzülenler oldu. Daha sonra sinirlenenler ve sırasıyla küfür edenler. Bir de şimdi o kadar yolu geri dönmek var. Of ulan of!

…

Uyandı. Hava hala aydınlık gibiydi. Elbiseleri iyiden iyiye nemlenmişti. Yürüyüp yola çıktı. Elini açıp yolda beklemeye başladı. 1 saat civarında yolda dikildi. iki lokma bir şey yiyecek ve şarap alacak parayı anca toparladı. Markete doğru giderken kendi kendine söylenmeye başladı:

‘’Ulan hoca ben sana ne yaptım! Puşt hıyar! Benden daha iyi biliyor sanki. Su. Toplamış yanına 30 tane ahmak ahkam kesiyor. Ulan ben o kuşun kendisiyim. Sakal. Cama çıkan yok hiç. Yok efendim. Orada ilham varmış. inananlara pek çok ibret varmış. Konzeküle. Sen kaç yüz tane kuşu orada telef et ondan sonra bakalım anladı mı? Benciller. Sütlü börek. O kuşlar sadece kandırıldı. Ahmakça hem. Mucize aslında sizsiniz! Haha! Aklınıza osurayım. Osturtu. Bir de…Yok değilmiş. Geri zekalılar!’’

Markete girdi. Ekmek arası bir şeyler yaptırdı. Bir şişe de gazeteye sardırdı. Geri dönüp çilekli dondurma aldı ve doğru inşaata…

…

Annesinin onca tembihine rağmen lanete büyüyle tutulmuştur Narcissus. Su içerken yanlışlıkla kendini görür ve ağılanır. Hareket dahi edemez. Yemeden içmeden kesilir bu güzelliği bozmamak uğruna. Tabi patetik şekilde bu hareketi yavaş yavaş güzelliğini mahveder. Ama o bunu fark edemeyecek kadar sarhoştur.

Yeryüzünde yalnız biz vardık.
Bir kuştan daha cesur ve hafiftin.
Bir hayal gibi,
Merdivenleri uçarak,
Yağmurlarla ıslanmış
Leylakların arasından...
Geçirip, aynanın ötesindeki
Ülkene götürürdün beni.
Gece çöktüğünde,
Bana mutluluk verirdi.
Mihrabın kapıları açılır,
ışıldardı yavaşça,
Yere uzanan çıplak bedenin.
Ben uyanır,
"Tanrı seni kutsasın" derdim.
Oysa bilirdim bunun ne kadar
Cüretkar ve manasız olduğunu.
Sen uyurdun.

Aslında burada anahtar kelime pişmanlık. insan geçmişine baktığında en çok pişmanlıklarını okur. Bunu en çok aksinizi seyrederken yaşarsınız. insan kendi yüzüne baktığında gördüğü her çizgi pişmanlıklarını anımsatır ona. Amnezi ile yiteni tekrar gün yüzüne çıkarır. Bir nevi sinestezidir aslında bu hal. Negatif de olsa mucizevi bir yanı vardır. Çünkü tam da bu noktada baktığınız ile gördüğünüz tam olarak farklıdır. işte sinemanın büyüsü de buradan gelir.

Ve Andriy dersi böylece kapatmıştı.

…

Öğrencisinin getirdiği suyu içerken şeyhin elleri titriyordu. Her türlü mel’un da onu bulurdu ya zati. Boş bardağı müridine uzattı. Kafasını hafifçe kaldırıp konuştu:

‘’irşad yolunda çekilen her çile Allah’ a (celle celalüh) ulaşma yolunda bir adımdır. Bizim isteğimiz ise cennetten ziyade Cemalullahtır. Kamil kişi metanetini kaybetmeyendir.’’

…

Şarabın mantarını ittire ittire içine düşürmüş ve içmeye başlamıştı. Yağmur durmuştu. Toprak kokusu insanın paçalarından içeri süzülüyordu. Böcekler bu güzel banyodan sonra keyifle duyargalarını sallıyorlar. Prizmatik yeşil sinekler yeni düşmüş sımsıcak bir at boku etrafında çılgınca koşuşuyorlar ve örümcek ağır ağır tırmanıyor…

Zaman mefhumundan yoksun her ruh özgür. Zaman olmasaydı pişmanlık olmazdı. Tahta ve taşın önünde saygıyla eğil. Geçmişin sırlı camına saplanan bizler çoktan yok olmuşuz. Ve buna rağmen kendimizin basitliğini överek bataklıkta çırpınıyoruz. Çabamız boşuna.

Tüm bunların sonunda şeyh az da olsa haksız oluşuna kızgın, Andriy ölü, kuşlar sukut-u hayale düşmüş, iki çocuk unutkan, uğur böcekleri kavuşmuş, dinamit kıçımızda, kanalizasyonlar taşmış, ve pişmanlığın üryan çölünde hışırdayan bir bitki kalıntısından beter halde anlam beklerken ve defalarca, bir amok gibi, kızgın ama neye? Ve nerede? Sorularım. Kırmızı kalemimle hayatın altını çizmem. Ve benim bilmem gerekli değil miydi? Sorular doğuran çirkin fahişeler. Kan ve kusmuk içinde, ölümün güzelliği ile, yıkanmış, hepsinden uzak iki kaskatı ayak! Ey krallar söyleyin sizden daha kutsal değil mi?

Tanrı bu düşüncelere boğulmuş hafifçe gülümseyerek onu izlerken tüm bu afili sözlerden bihaber olan geri zekalı sadece şarabını içiyordu.

iftira yahut pastoral kakofoni

Hasan’ ın o mel’ un illetten ölmesinden sonra tam 44 yıl 7 ay daha yaşadım. Yaşadığım bu uzun sayılabilecek ömür bana çok şey öğretti mi bilmiyorum. Belki de Hasan’ ın ölümü içlerinde en büyüğüydü.

Size daha sonra olanlardan biraz bahsedeyim;

Hasan’ ın cenazesi ile birlikte herkes ne olduğunu şaşırmış vaziyetteydi. Ben şok olmuştum. Bir ağlama nöbetine tutuluyor, bir anlamsızca etrafa bakıyordum. Arada sırada Dadaruh beni göğsüne sıkıca bastırıyor, bense onu sürekli tekmeleyerek kaçmaya çalışıyordum. Halbuki ne kaçabilecek bir yerim, ne de yapacak bir amacım vardı. Kardeşim ölmüştü.

Annemin yüzünü o günlerden beri çizgili hatırlarım. Daha öncesini zorlasam da anımsayamıyorum. Babam ise görünürde fazla renk vermediyse de daha sonra fark ettiğim üzere sık sık ava çıkmaya başladı. insanların üzerine bir acı kapaklandığında birbirlerine daha sıkı sarılacaklarını sanarız. Oysa ki müsebbibi bilinmeyen bir acıda herkes fail olmaktan korktuğu için kendinden bile kaçmaya çalışır. Sanırım bu yüzden en çok banyoda ağlarız.

Günler biraz ağır da olsa bu şekilde akıp gitti. Ben okuluma devam ediyordum. Dadaruh yaşlanmaya başlamıştı. Annem matlaşmış gözleriyle beni okşuyor, sanki ikiye katlanmış sevgisiyle beni daha da üzüyordu. Evet. Anlayacağınız üzere söz verdiğim şeyi yapmadım. Kaşağıyı benim kırdığımı babama asla söylemedim.

Başlangıçta bu durum beni oldukça üzüyordu ve çok büyük bir vicdani ikilem yaşıyordum. Tabi o zaman bu yaşadıklarımı böyle de isimlendiremiyordum. Bir taraftan da babamın vereceği tepki beni oldukça düşündürüyordu. Bu elbette dayak yemekten korkmak değildi. Tam bir küskünlük de olmayan, ama bir daha asla eskisi gibi bir babaya sahip olamayacağım anlamına gelen bir itiraf olacaktı. Benim gibi olan ama asla benim olmayan bir baba…

Zamanla gidişat değişti. Beni yatılı okula yazdırdılar. izmir’ e gittim. O sıralar çiftliğin durumu düzlüğe çıkmıştı. Okulum oldukça güzel, tertipli ve saygındı. Anlattıklarına göre ‘benim diyen’ içeri giremezdi. Tek kusurlu yanı gündüz herkesin eşit olduğu ders ve yemeklerden sonra akşam zuhur eden kıdem tazminatıydı. Bu tazminat okula girişte peşinen ödeniyor, mezun olununcaya kadar da yavaş yavaş tahsil ediliyordu. Yani bundan kaçış yoktu.

Geceleri koğuşu yıkıyor, tuvaletleri temizliyor, çamaşırhaneyi düzenliyor, hatta yeri gelince büyük oğlanların boklu donlarını bile çitiliyorduk. Başta bu durum oldukça ağırıma gitti tabi. Ama köşeye çömelip zırlayan hanım evladı akranlarımın çoğundan iyi dayanıyordum.

Asıl canımı acıtan başka bir olaydı. ilk kez taşradan şehre gelen birisi kendini asla onlardan aşağı görmez. Bende elbette böyleydim. Üstelik babam koskoca çiftlik sahibiydi. Mühim adamdı. Unuttuğum ise buradaki oğlanların hepsinin babalarının mühim adamlar olduğuydu. Tabi şu an onları daha iyi anlayabiliyorum. Onlar ehli hayvan ise ben vahşi kurttum. Hal hareketlerimle, kabalığımla, şivemle dalga geçiyorlardı. Gece tuvaleti temizledikten sonra kendi ellerime iğrenerek bakma saatlerimde en çok buna üzülür, ağlardım da ellerimi yüzüme bastırıp saklama lüksüm bile olmazdı.

Elbette zamanla işler kolaylaştı. Bizler üst sınıf olduk. Kıdemimiz arttı, borumuzun sesi duyulmaya başlandı. Enteresandır o zaman gecelerce ağladığım, üzüldüğüm, incindiğim şeylerin aynılarını, belki de daha kötülerini ben de başkalarına yaptım. Şimdi düşününce…Oldukça değersiz…

Okulum bittiğinde sınava soktular beni. Bu sefer yolum istanbul’ a düştü. istanbul Yüksek Mühendis Mektebini kazandım. Esas yolumu orada değiştirdim. Tüm yaşamımı imbikten geçirdiğim, Bosch’ un tabloları gibi ayrıntıdan manaya ulaştığım gizemli yolum, ölümüne süren cümle iştahım, bencilliğim, cümle bağışlanmaz günahım…

Fakültedeki ilk günlerim yeni bir şehir, zor bir okul ve çığırtkanlık yapan tipleri zararlı addeden bünyemle bir nevi ortalıkta olup da kaybolma çabası içinde geçti. Genellikle asgari ihtiyaçlarımı karşılamak için kampusa iniyor sonra tekrar yurda dönüp işlerimle uğraşıyor yahut pencereden, o güvenli uzaklıktan etrafı dikizliyordum. Selim’ le de o ara tanıştım.

Bana göre oldukça özenli giyimi, briyantinli sarı saçları, içtiği filtresiz cigarası ve o yürüdükçe takırdayan ayakkabıları ile benim tam aksime ‘ben buradayım’ diye haykıran bir görünümü vardı Selim’ in. Kızlara karşı özensiz bir samimiyeti, arkadaş ortamlarında rahat bir hakimiyeti, ikili ilişkilerde görünmez bir üstünlüğü hep hissedilirdi. En önemli özelliği bunların hepsini derinden, karşısındakini görünmez bir enjektörle uyuşturur gibi yapabilmesiydi. Belki de bunu bir tek ben çözebildiğim için en çok da bana açıldı.

Selim’ le birlikte önce okul hayatımın, daha sonra ise tüm yaşamımın şirazesi yer değiştirdi. Önce ona ayak diriyor, çağırdığı üç yerden birine, beş işten ikisine iştirak ediyordum. Ama onunla olmak, onunla bir şeyler yapmak ilginç bir şekilde kanıma işliyordu. Bu merak beni günden güne Selim’ e daha da bağladı. Hissettiğim ne köyde yaşadığım gibi telaşsız ama samimi bir yaşam, ne kardeşimin ölümünden dolayı duyduğum saf pişmanlığın acısı, ne de lisede benle dalga geçtiklerinde duyumsadığım hayvansı utançtı. Daha saf, daha tutarsız, daha kışkırtıcı, daha tehlikeli, ama daha gerçek! Ne kadar anlamsız da görünse gerçek!

Önce ufak tefek politika partilerine katıldım. Tabi daha sonra siyasi görüşüm ve politik tavrım şekillendi ve ben de kendi davamın alemdarı oldum. Daha sonraları onun eğlence alemine daldım. Bu arada Dadaruh’ un ölüm haberi geldi. Böğürtlen toplarken yılan sokmuş, şehre yetiştirememişler. Derslerimin ve imtihanlarımın çok yoğun olduğu yalanını söyleyerek cenazeye gitmedim. Selim’ in alemi ise oldukça hareketliydi. Selim’ in fazla parası olduğunu sanmıyordum. Oradaki kimsenin fazla parası olduğunu sanmıyordum. Ama anlayamadığım bir şekilde her şey deveran ediyor aynı gidiş hiç bozulmuyordu.

Sanırım o partilerden birinde sigaraya başladım. Selim beni Canan adında hoş bir kızla tanıştırdı. Ne kadar kendimi alıştırmaya çalışsam da, ne kadar Selim ‘’Bak bu kızlar senin düşündüklerin gibi değil. Kendini sıkma, rahat ol. Oluruna bırak.’’ dese de Canan’ la konuşmamızın ilk kısmında oldukça utandığımı anımsıyorum. Daha sonrasında alkol ile birlikte yakınlaştık ve ben o partinin arka salonlarından birinde ilk defa bir kadınla tanıştım. ismini hala hatırlamam da herhalde bundandır.

Tabi daha sonra işler hızlandı. Selim’ le birlikte yürüyüşlere katılıyor, boş zamanlarımızda yeni neşriyatları okuyor, birbirimizle tartışıyor ve partilerde kızlarla sohbet ediyorduk. Zaman su gibi akıp geçerken yaptıklarımız gittikçe daha anlamlı, kendi içinde tutarlı ritüellermiş gibi görünmeye başlıyordu. Bu iki kişilik mikro komünde, geleceğin düşünsel dünyasını elimizde tuttuğumuza inanıyormuş gibi kaskatı olmuş batıyorduk. Ne olursa olsun hızımız başımızı döndürüyordu.

Aradan 2-3 yıl geçti. Artık bende okul çevresinde ve bizim cemiyet içerisinde nüfuzlu hale gelmiştim. Selim’ le ikimiz bir ortama adım attığımızda etrafımızı hemen birileri sarar, kah şaka yaparak, kah bir konuda görüş sorarak bizle temasa geçerdi. Biz de onlarla ilgileniyormuş gibi görünüp hissettirmeden birbirimize ufacık bir bıyık altı gülüşü atardık. Aslında bu sivrilmemiz tesadüf değildi. Yalnızlık insanı her yerde bulur.

Savaşın bize sıçrayacağının söylendiği, bazı şeylerden mahrum kalınan günlerdeydik. Selim ısrarla Fransa’ ya gidip birkaç yıl orada kalmamız gerektiğini söylüyordu. Ben ise dilini, kültürünü, anlayışını bilmediğimizi o yerde ne yapacağımız konusunda emin olmadığımı söylüyordum. Bir sabah Selim’ e askerlik celbi geldi. Bana kapıdan 5 dakika uğradı ve sonrasında 2 hafta ortalıkta görünmedi. Asker kaçağıydı ve yakalandığı yerde silah altına alınacaktı. Olmadı. Onu Meriç yakınlarında başında tek kurşunla vurulmuş olarak buldular.

Böyle başlayan yıkımlar daha sonra hiç dinmek bilmedi. 1 sene içerisinde babam öldü. Çiftliğe dönüp bazı işleri halletmem gerekti. 6 ay kadar orada kaldım. Annem ve çiftliktekiler bendeki değişimi fark etmişlerdi. Çok da saklamaya uğraşmamıştım zaten. Onlardan kopup yere düşmüş bir parçaymışım gibi bana bakıyorlardı. Sanki hastalığımı sağaltmak istiyorlardı. Aynı şeyi ben de onlar için istiyordum.

istanbul’ a geri döndüm. Yine aynı sefih ama düşünsel yaşamıma daldım. Selim olmadan biraz eksik oluyordu. Ne kadar bir elmanın iki yarısı gibi görünsek de benim pirim oydu. 4-5 ay kadar sonra annemin hasta olduğu haberi geldi. Tekrar çiftliğe koştum. Bir, bir buçuk ay kadar yanında kaldım. Tezek kokusu tekrar midemi döndürdü. Annemi kan kusa kusa ölüme emanet ettim. Bu sefer biraz canım yanmıştı. Çok değil ama yine de en azından bir şeyler hissedebilmiştim.

Annemi gömdükten sonra bir süre çiftlikte kafa dinledim. 15 yıllık kahyamız Abbas efendiye çiftliği emanet edip istanbul’ a döndüm. Tekrar alkol, yürüyüş, kitap, karşıtlık ve aşk içinde geçen günlere. Yuvarlanan, dans eden, hastalıklı kadınlar gibi bağıran günlere. Acıyla anlamsızlığın harmanladığın, acının kökenini bulamadıkça çerçeveyi genişlettiğin, genişlettikte ortaya çıkan görüntüde aksini gördüğün, kördüğüm olmuş zihnini çözdüğünde tek kalan görüntünün kendi çirkinliğin olduğu günlere. Acının kökeni?

2 yıl kadar da askerde kaldım ancak buna değinmek istemiyorum. Yine de askerliğin beni başka bir anlamda geliştirdiğini söyleyebilirim.

Nihayetinde okul bitti, çiftlik satıldı, istanbul’ a tamamen yerleştim, 2 evlilik ve 2 boşanma geçirdim. Asla çocuğum olmadı. Mümkün değilmiş. Ben de asla emin olamadım bir çocuğum olmalı mı diye.

işlerim genelde yolunda gitti. Birçok bilinen binanın mimari projesini ben çizdim. ismim duyuldukça namım arttı. Elbette buna mukabil kazandığım para da…

Hayatımın son 6 yılında çalışmadım. Anlayamadığım şekilde 30 yıldır içimde uyuklayan bir rahatsızlık tekrar hortladı. Tahmin ettiğiniz üzere bu elbette Selim’ in ölümü ve yıkılan kulemizin, o bize ait babil kulesinin özlemiydi. Başka bir şey düşünülebilir mi?

Sadece o konuda keşke demiştim. Keşke Fransa’ ya gitseydik. Keşke orada aç kalsaydık, bizi ezselerdi, dövselerdi, aşağılasalardı da o mel’ un Fransa toprağına gitseydik. iyice burnumuzu boka sürtselerdi de kibrimiz iyice kabarsaydı. Biz ki iki kinik köpektik…

…

Memnun kaldınız mı? Size hikayenin biraz ötesinden bahsetmek istemiştim. Tüm hayatımı birkaç sayfaya sığdırmamı beklemiyorsunuz herhalde? Hem bazı özel kısımları da kendime sakladım. Tabi yine de aynı sorudan vazgeçmediğinizi biliyorum. O yüzden gereksiz de olsa cevaplayayım;

‘’Şuradan baktığımda artık çok açık görüyorum ki o kaşağıyı kırdığım ve suçu kardeşim Hasan’ ın üzerine attığım için bir katre bile pişman değilim! Bugün yine olsa yine aynısını yapardım. Ancak bir çocuk bundan pişmanlık duyar! Aşağılanmayı, müstehzi yalnızlığı tatmış, safi acıyı, nedensiz elemi görmüş, bunu anlamaya muktedir kılınmış, deva bulmaya güçsüz edilmiş bahtsız ruh değil! Haydi şimdi hop oturtup hop kaldıralım çılgınlığı! Hoyda! Şen oyuncular, artık düşünmeyen baş! Takla atılabilir sehpalar öyle uzun!’’

Bu yazıyı nereden mi yazıyorum? Hah! Evet;

Balıkçıl darağacında
Selahattin'in şövalyeleri
Dansediyor, dansediyor
Şeytan'ın şövalyeleri.

sukut ı istifham

Hızlıca bir aşağı bir yukarı hareket eden usturanın ez-yah çeliğinde aldan mora akan gökkuşağı meşki ile bileylenen aklım az sonra kendine geldi. Berberin sarmasından yayılan kesif tütün kokusu ile höpürdetilen demli çayın keyfi onu mazhar etmişti. Ben ise farzın vuku bulduğu kurbanlık misali boynumda bezim, sakalımdan atılacak kezvi beklemekteydim. Zanaatkar-keyf faslının bitmesini beklerken aklıma eski kaplamalı kitab yürüdü. Zuhur etti benliğimde bir sebt günahı gibi yeniden. Hem şimdilerdeki gibi çarşaf cilt değil eski usül manda mahsülü kapaklı siyah bir iblisti o neşriyyat.

ilk açtığım zamanı anımsadım. Deri cildinin sade fersiz siyahı ile bir şey vaad etmeyen o eski püskü divan daha ilk cümlelerinden gözümde efsunlanmış, telli türbeden gayrisine vakıf olmayan bünyemi ağılamak için yazılmış bir mizan-ı kebir olmuştu. içinde neler neler yoktu ki!

Softa ocağında tütsülenen habis vak’ alar, muta nikahına icazet eden asilzadeler, mütecavizine maşuk olan sapkın dilrubalar, zifaf öncesi ifşa olacağından ter döken esvabı çiğnenmiş zilletli karılar, sakinin eline bıraktıkları mecidiyeyi baldırını sıkmaya rüşvet kabul eden oğlancı müstehziler, zıbıkperver yay kaşlı galata oğlanları, salacak’ da arz-ı endam eden fırdöndü beyefendiler, ocağına aldığı 11 yaşındaki velede sin kaf öğretip ehli islamda mürşide tevekkül etmeyi vacib kılan zeker muhibi naif erenler…Daha neler neler…

Artık şunu bilmek gayri kabil: Şu iskeleden hayli geçkin vakitte atlayan sarhoş bir adem oğlu görsem acaba şevk ile atlayıp onu kurtarır mıyım yoksa mühürlenmiş kalb ile yoluma düşer bir de pervasız şarkı çağırır mıyım?

Az beriye gelip cemiyyet içerisinde asgar tavı ile efendileri pervane eyleyen afife hanımı düşündü. Usta traşa başlamıştı. Aklına şöyle bir latife takıldı;

‘’-Afife hanım, zat-ı aliniz her cemiyyet içerisinde asgar tavrınız ile efendileri ziyadesiyle pervane eyliyorsunuz.

-Ragıb beyciğim, izzet-i nefsimi nevaht eyleyen latifşinas muhabbetiniz çehremi teverrüd eyliyor...

-Ah afife hanım; saba melikesi belkıs gibi ittikar cilveniz ve ergüvan misal-i ateş-reng diminiz ile şu aciz ruhuma bi-dad ediyorsunuz. Ah siz piş-i nazarımda ab-endam eder iken, melikem, şu kız kulesine banu diyebilecek hüviyyette bir akl-ı beşerin mecnun olması iktiza eder!

-Ah ragıb beyciğim canperver lafızlarınız ile şu ahkar kulunuzu ne kadar mes'ut ettiniz tahayyül edemezsiniz. Lakin ihsan eyleyiniz ki bizim 30' lular nesli pür neş'e karakteri ile öbür akl-ı baliğ civan ceylinden müfarıktır...’’

Zaten her devre kendi ciblini medhetmez mi?

…

‘’Öykü anlatmak, öykücülerin işidir; giz ise seçkinlerin ilgi alanı; nümayişli davranışlar, kişilerin işidir; konuşma ise, yalancıların ilgi alanı; derin düşünce, umutsuz insanların yaptığı şeydir; ilgisizlik ise, yaban insanlara özgüdür.

Tanrı tanrıdır, evren de evren.
Çirkin ve kötü yok.’’

…

içindeki efsunlu kara müeyyidelerden kurtulmak mümkün değildi. Oysa ona dışarıdan bakan göz onu bergüzide bir beyefendi sanırdı. Helva sohbetlerinden fırlamış. Bilmezlerdi ki içini katran yırtıyor.

Boynunun solunda küçük bir çizik oluştu. Berber hemen kan taşına yapıştı. iyice yumuşatmazsan sakalı işte böyle olur seni bön celeb dölü. Seni ibn-üz zina. Seni…Daha neler seni!

…

Berberden çıktı. Vakti öğleye ilerletmişti. Birkaç esnaf ile selamlaşıp selamlarını aldı. Sabır; yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmekse eğer, başını eğip usul usul yürüyeceksin işte. Zahir kişilerin sadece aksini görmesidir. galat-ı meşhur.

Harbiye’ ye doğru birkaç veled bacaklarına sürtünerek geçti. içinden tumturaklı bir küfr tutturduysa da çehresine yayılan gülümseme aksini diyordu. Oturup bir çay söyledi. Nargile de içer miydi? Hayır istemez dedi. Lüzumu yok. Hem de bu saatte. Az sonra güneş iyice yükselir, sırtından hafif ter katreleri boşalmaya başlar, yokuşu tırmanmak güçleşir. Tüm hayatın büluc ettiğini serde resmettiğin bu saatte allı güllü orospular en tatlı düşlerini görürler. Bilmem neyin muhipzadeleri çılgın siyasetlerini terk ederler de, karılarına acı bir kahve getirmeleri için hafif yollu bir şaplak atarlar da, karılar da ev orospusu gibi kırıtırlar. Aman da aman. Ve sen bir başına oturmuş, denizde 35 yıldır istifham edemediğini bugün görecekmiş gibi bakarak, çözemediğine tutkun, baldıran tulumuna yapışmış, zahiri batınla değiştirmiş, ve ufka, sandallara, ve müsebbibe, ve sonuca, cühle, ez cümle, mel’ un tohumlu titrine, sintine ve karine, daha bilmem ney? Heyhat! Sadakallahülazim…

-Beyim çay!

Hay hay! Az daha gelmese tebdil-i mekan edecektim zaten. Aklımda lepralılar koğuşu var zaten. Diğer yönden abdestin kuralları katidir;

‘’Ehli müslimlerin dini vecibelerini eda ve dahi ifa edebilmek içün avend kabili muhtelif nev-i azalarını ab ile istihmam etmeleridir abdest. Ecnas-ı muhtelifesi ikidir:

-Namaz abdesti
-Gusl abdesti

Namaz abdesti def-i hacet ertesinde, füsa yolu ile ve dahi dem-i beşg edecek denli hey'ua ve bahir zuhru ile halel olur. Bu hususta tekerrür icab eder.

Gusül abdesti cima ertesinde ve dahi her nevi ihtilam, ay hali yahut hissi şehevinin intibarı ile halel olur. Bu hususta tekerrür icab eder. (Gusül abdestinde kişinin zeker ve mabad dahil her nevi azasını, ala-kadr-it-taka cuhale ebadı kıstas olmak üzre tegassül etmesi katidir.)

Mevta kişiye ise, son guslü gasilhanede gassal vasıti vuku edilib, ahrete cünub vaziyyette intkali reda' edilir.’’

Çay da katran mübarek! Zihnim kayıyor bak yine. Biraz da şu tarafa yürüyeyim. Vahdet-i vücud demiş zat. iyi de demiş ama karısı bu işe ne demiş? Evden yaka paça atmamış mı? Doğruya doğru! Karıyı zifaftan sonra boşlarsan ya seni atar evden ya namus gider elden!

Terlemeye başlamıştı iyice. Kalbinin atışını duyabiliyordu. Sanki boynunda sakil bir cüce cin oturmuş cigara tellendiriyordu. Canan! Ne hoş sada! Bir de şu çakşırı yamalıya bak. Sokacaksın palayı kabasından hemen tutturur yaygarayı da diyemezsin mahz çirkin diye, cühela diye, adi diye vurdum onu.

ikindiye de pek bir şey kalmadı be mübarek! Neredeyse Bab-ı aliye geldim. Burada mı kıymışlardı Osman’ a? Eli zekerde bıyığı terlemiş veledi hünkar edersen başka ne ola ki? Bunlar da bir hoş ya hu!

Hayratta yüzünü yıkayıp ensesinden mesh etti. Amel defteri açık kalacak zat-ın senedi Tevvab’ la ha? Adam sen de! Teala’ ya senet sunan huriye hallenebilecekse, mükafat böyle kelepirse, aman kalsın! Ben de akıl var akıl! Kuş aklı, ama akıl…

Sarmasından bir tane tellendirdi. Yokuşta ciğerini şişirmişti. Tabanları yanmaya da başlamıştı zaten. Girip taze yağlısından bir pilav ile hoşafı devri daime yolladı. Bak bu iyi işte. Kaç kalbdir borcumuz? Ne? Aklım mı yok? Deli sana benzer ehli ebleh! Al şu bakırı da anana esvap alırsın. Kıçı başı açık dolaşmasın daha da…

Eh, gel, gel beri ki, savm u salâtın kazâsı var, sensiz geçen zamân-ı hayatın kazâsı yok! Zihnim de oyun ediyor bana ya hu! O nasıl meme öyle? Etime kan yürüdü sokak ortasında. Billah zeker bu da anlamaz yoktan. Ha, ikindi okunuyor işte. Tüccarlar camiye! Hakk kırar yoksa senedinizi!

Esas hakikat nerede? Hallaç’ ın derisi koyun gibi sıyrılırken ikrar eden dostları esas kefere değil mi? Cüneyd şem ile pervaneyi kendiyle oyun ederken onu o habis cana hapseden masum mu? Maşuğa aşkı veren Teala değil mi? Bayezid ‘’öyle bir deniz geçtim ki, peygamberler onun kıyısında durdu’’ dediğinde kim ona karşı çıkabildi? Hal ehli mi, kal ehli mi? Vahdete koş! Oldu can’ ım, oldu canan’ ım, oldu. Rumi daha karısına sahip olamadı be! Dön sen arkanı. Düşmanın attığı taş değil, dostun attığı gül yaralar beni. Takva buradadır, takva buradadır, takva buradadır!

iyice şişen tabanları, hızlı düşünmekten bitkin düşen zihni ile bir kadehçik de rakı çiveresi geldi. Galata’ da sakileri fazla cilveli olmayan bir meyhaneden girdi. Saki sordu: ‘Buyur beyim?’ Soru mu bu da canım! ‘’Rakı getir bana incesinden, peynir lüzum etmez’’ Soracak tabi beye ya! Benim esvabım. Benim can’ ım esvabım. Sana bu hürmet. Beyefendi kaç kalb atacak acaba ortaya. Çil çil dökülecek mi paralar? Ah görünenin ardını bir görebilseniz.

Rakısı geldi. Tam akşam üstülük. Serince. Kaldırdı güneşe doğru, şöyle baktı terlemiş meyine. iç geçirdi bütün günün yorgunluğuyla. Neden müşahat etmek zorundaydı? Bu tenin altında yatan ruh başka ise ne diye orta oyunu yapmalıydı cümle aleme? Suç değil ya canım! Akl-ı afir. Akl-ı merdbaz. Cenab Allah ne güzel yaratmış her şeyi lakin ben Allah’ ı sevmiyorum. Cihan-salar padişah ne güzel etmiş payitahtı lakin ben kural sevmiyorum. Ne güzel salat selam ederdi zanaatkar birbiriyle, ne hoş göz kaçırırdı karılar beylerinin yanında lakin ben ahlak da sevmiyorum. Allah Allah! Ben hiçbir şey sevmiyorum. Manda derisi mahsülü. Hep o habis kitabdan. Evet. Evet ya! Hep ondan.

Cani miydi? Haşa! Anasının, hani ona beddua eden, hani ona kefere diyen, sırf öbür ademoğluna benzemedi diye, hani ona acibe-i hilkat diyen, dil-i divane diyen anasının derisini deşip de böğrüne palasını saplayalı yarım gün olmuş idi. Afitabı seyreyleyip büyük bir yudum aldı.

Rakı serindi lakin palayı saklamak gerekirdi.

las meninas

diego velazquez' in 350 yıllık enigması. türkçesi ‘’nedimeler’’ olup, velazquez saray ressamı olduğunda kral iv. philip' in isteği üzerine yapılmıştır. dönem resimlerinden çok farklı bir şekilde tablonun ağırlık merkezini muğlak tutan velazquez, kralı onurlandırırken, eleştirmenlerin hala tartıştığı, picasso' nun her sabah kabusu olan bir multi-grift perspektif kullanmıştır.

zat-ı şahaneleri: http://i54.tinypic.com/2nsv32f.jpg

tabloda sol yanda diego velazquez arkası bize, yani izleyiciye dönük bir tuvalde çalışmaktadır. bu görünüm kral ile kraliçenin portrelerini yapıyor görünse de aslında ne çizdiğini asla göremeyiz. kimi uzmanlar tarafından seyircinin kendisini izlediği sonsuz bir döngü de olabilir resmedilen.

diğer yandan kralın asık suratlı kızı elbise provası yapmakta, nedimeleri ise prensese yardım etmektedir. sağ altta iki tane cüce (biri kız çocuğu da olabilir) dönemin nezaket kuralları gereği saraya alınmış, biri şaşkın bir şekilde bilinmeyen bir noktaya bakarken, diğeri ise sarayın kör köpeğinin üzerine ayağını koymuş durmaktadır. arka tarafta peder ile rahibe konuşurken, en arka planda ise içeri mi girdiği, yoksa dışarı mı çıktığı anlaşılamayan gizemli birisi durur. bu gizemli yabancı bir görüşe göre o dönemde kralın bir ortamda bulunduğunu simgeleyen bir saygı emaresidir.

gelelim asıl soruna. tüm tablo kral ile yeni eşini resmetmesi gerekirken, onlar sadece arkadaki aynada yan yana görünmektedirler. burada perspektif dikkatle incelenirse aynadaki görüntüde kral ile eşi yan yanadırlar ve bakış açısı gereği aynanın hemen önünde durmaları gerekir. ama tabloya bakılınca gerçek görüntülerini görmeyişimiz onların bakış açısının dışında bir yerlerde, uzakta olmaları gerektiğini gösterir. peki kralla kraliçe nerede durmaktadır?

açıklamalı anlatım: http://oi55.tinypic.com/2aiprw5.jpg

çoğu kişinin iddia ettiği üzere tabloda görünmeyen bir ikinci ayna vardır ve bu iki ayna birbirlerini yansıtacak şekilde düzenlenmiştir. fakat bu iki ayna öyle bir açıyla konumlandırılmalıdır ki hem kral ile kraliçenin yansımasını yakından göstersin, hem karşılıklı olmayacak şekilde kurulup sonsuz görüntü döngüsü yaratmasın, hem de prenses ve nedimeler bu yansımaya dahil olmasın. peki velazquez bu açıyı nasıl ayarlamıştır?

işte burada görüşler çok çeşitli ve kesin bir çözüm bulabilen yok. tabloda altın üçgenler (altın oranlar) ve 1/3 kuralı kullanıldığı bilinse de sorun çözülemiyor. üstelik tablonun merkez noktası olması gereken imge böyle saklanırken; prenses, nedimeler ve ressamın aynaya mı, kral ile kraliçeye mi, yoksa tabloya bakan kişiye mi baktıkları, dahası arkası görünen tuvalin üzerinde ne olduğu tam bir bilmeceye dönüşüyor. üstelik hepsinin üzerine tabloya kralı çağrıştıracak bir isim yerine ''nedimeler'' ismini veren velazquez kilidi tam anlamıyla üzerimize kapatıyor.

prensesin elbise provası yapması ve nedimelerden birinin ve cücenin tam karşıya bakışı önlerinde bir ayna olması gerektiği tezini destekliyor. üstelik kral ile kraliçenin tablodaki aynada yakın görünen yansımalarını elde etmenin başka bir yolu da yok gibi. tabi bu durumda kral ile kraliçenin bizim göremediğimiz, açılı duran ikinci aynanın hemen dibinde, yansımaları prenses ve nedimelerin görüntüsüne karışmayacak biçimde ayakta ve nedimelere sırtını dönmüş vaziyette durmaları gerekir. yani benim şahsi teorim bu. bunu paintte yarım yamalak çizdiğim şematik anlatımla şöyle gösterebilirim:

müthiş paint çalışması: http://oi56.tinypic.com/25s698z.jpg

açıları doğru çizemediğimin ve ayna görüntüsünün yine de o şekilde çıkmayacağının farkındayım. burada kral ile kraliçenin, sırtları nedimelere dönük durduklarını belirteyim. tabi bu akla yakın bir teori gibi dursa da, resmin içindeki tabloyu yapan velazquez' in ikinci aynadaki görüntüyü görmesi biraz zor gibi görünüyor. dahası prenses ve nedimeler ikinci aynanın açısından dolayı kendi görüntülerini tam göremeyebilirler. tabi benim çizimimde açılardan kaynaklı hatalar da mevcuttur. (optik dersi geçeli çok oldu tabi) hepsiyle birlikte velazquez neden böyle bir ayna düzeneği ile kral ve kraliçeye bir çeşit gizli sunu ile çok katmanlı görüngü vermek istemiştir? yoksa tablo faucoult' un görüşündeki gibi ''bakanın bakılan olduğu'' bir özelliğe mi sahiptir. yani belki de o göremediğimiz tuvalde kendimiz varız. ve paradoksal olarak tabloda tam karşımızda duran aynada ise biz yokuz!

neticeyle en sevdiğim ama kafamı en çok bulandıran bu çok katmanlı, anlam şenliği tablo bir anlamda saraydaki entrikalar gibi, her karakterin baktığı yerin muğlaklığını, bir anlamda kimin eli kimin cebinde durumunu belirten, bakış açısı gereği tabloya bakan gözü de tabloya dahil edip vertigo etkisi yaratan müthiş bir muamma. sanıyorum ki jan van eyck, arnolfini' nin düğünü' nü çizerken las meninas' dan oldukça etkilenmiştir.

nihayetinde bu bilmeceyi çözebilecek var mıdır?

not: gece gece beni de iki saat oyaladı. çocuk gibi paint falan, töbe töbe!

arkadaş ortamında en geç doğumlu olmak

cümle biraz düşük görünüyor biliyorum ama sanırım toparlayacağım. bilinen bir modern klasiktir aslında. tercihen 6-8 kişilik bir grupta en geç doğum tarihi olan (aa sen 95' li misin şimdi yaani, aa küçüksün daha bıybıy vb.) bir farklılık yaşar. bunu arkadaş grubu yerine göre ufaklık, küçük gibi yaftalayıp yaşarken; belirli bir küçüklüğü aşmış lakin hala ortamın küçüğü kız için ise çıtır, uff yhaa gibi nitelemeler duyulabilir.

bir de bu kız ise ''yaa! yine en küçük ben miyim şimdi yeaa...'' gibisinden serzenişler sunarak cümle içerisinde hoşnutsuz, fakat en genç olma ve en geç yaşlanma hissiyatıyla içten içe yuppi durumu yaşar ve bunu her ortamda dile getirir. hiç sorulmasa bile. ki buradan hoşlandığı sonucunu edinebiliriz.

-----

3 ekim 1845, salacak sahilinde bir sandal sefası;

-afife hanım, zat-ı aliniz her cemiyyet içerisinde asgar tavrınız ile efendileri ziyadesiyle pervane eyliyorsunuz.

-ragıb beyciğim, izzet-i nefsimi nevaht eyleyen latifşinas muhabbetiniz çehremi teverrüd eyliyor...

-ah afife hanım; saba melikesi belkıs gibi ittikar cilveniz ve ergüvan misal-i ateş-reng diminiz ile şu aciz ruhuma bi-dad ediyorsunuz. ah siz piş-i nazarımda ab-endam eder iken, melikem, şu kız kulesine banu diyebilecek hüviyyette bir akl-ı beşerin mecnun olması iktiza eder!

-ahh ragıb beyciğim canperver lafızlarınız ile şu ahkar kulunuzu ne kadar mes'ut ettiniz tahayyül edemezsiniz. lakin ihsan eyleyiniz ki bizim 30' lular nesli pür neş'e karakteri ile öbür akl-ı baliğ civan ceylinden müfarıktır...

-afife hanım uff yhaa, yumiyum kadar tazesiniz!

-----

kayış kopar tabi amk...

e bu resmen; bizim sınıf lisenin en deli sınıfıydı yahut, bizim 30' lular dönemi çok çılgındır şeysi!

o vakit;

(bkz: biz orospu çocuğuyduk)

erkekte nevrotik kadın düşkünlüğü

herkesin az çok farkında olduğu bir durumdur efendim. ne yapacağı kestirilemeyen bipolar hatunların daha çekici ve yaralayıcı olması kabilidir. şahsen kendi ilişkilerime baktığımda da daha çok iz bırakanların hep bu tip hafif kaçık hatunlar olduğunu farkedip ''hmmm...'' dedim. genellersek ortak özellikleri az çok şöyledir;

- duygularını uçlarda yaşarlar. birlikte geçirdiğiniz iyi zamanlar fazlasıyla güzelken kötü anlarınız ise fazlası ile kötü olur.

- ne yapacakları kestirilemez. bazı günler sakin ve domestik bir yapıda bazı günler de akıntıya kapılmış, bilinç akışı şeklinde ilerlerler.

- ağızlarından sık sık ''canım sıkılıyor'' kelimelerini duyabilirsiniz.

- arkadaşlarınızın hemen hepsiyle anlaşamazlar. tabi bu sizin arkadaş ilişkilerinizi de azaltır.

- sizden önce olaylı bir ilişkileri olmuştur ve o zaman için fazla bağlanıp şimdi ise nefret ettikleri bir ex sevgilileri vardır.

- önceden çok hata, aptallık vb. yaptıklarından söz ederler.

- iyi dönemlerinde erkeğe dünyada yalnız ikisi varmış gibi özel hissettirirler.

- aşırı kıskançtırlar. hemen hemen tüm kız arkadaşlarınızda bir kusur bulur, bir şekilde uzaklaşmanızı sağlarlar. bununla birlikte bu kıskançlık tek başına sana yetebilme kompleksine dönüşüp tam bir geişa yaratabilirken diğer yandan sokakta yürürken ya da tv izlerken bile sorun yaratabilir.

- yatakta harikadırlar. erkeğe kendilerini tamamen teslim edip tanrı gibi hissettirirler. yeniliklere ve oyunlara açıktırlar. seks oyuncaklarını ve seks için özel hazırlıkları (kıyafet, topuklu ayakkabı, kırbaç, jartiyer vb.) severler.

- planları hep kısa sürelidir. ne kadar uzun vadeli ve ciddi planlardan bahsetseler de bunları unutmaları çabuk olur.

- işleri bittiğinde kocaman bir kazık yemeniz kuvvetle muhtemeldir. yemediyseniz henüz işleri bitmemiştir.

kısaca yin yang gibi bölünmüş, şeytanın vücuda gelmiş halleri olan bu nevrotik hatunlarla ilgili ilk aklıma gelenler bunlar. tabi liste uzayıp gidebilir. fakat her ne kadar negatif özellikleri baskın görünse de erkekler bu hatunlara bayılırlar. özellikle macera yaşamayı sevenler için iyi ve kötü yanları ile hollywood aksiyonları gibidir. ya da korku filmi izleme kompleksi gibi bir çeşit mazohizm olabilir.

şimdi aklıma geldi de bu işin tarihsel temeli de var. 7 kocalı hürmüz ve hürrem sultan bununla ilişkilendirilebilir mesela. ya da tarihte zıbıklı kadınlar olarak geçen cima timsalleri düşünülebilir. nitekim büyük insan, kamil sanatçı müzeyyen senar bu hatunları 'huysuz ve tatlı kadın' diyerek konuyu bildiğini ifade etmiştir.

akademik bir çalışma gibi oldu lan. kısacası insanın bile bile sikilmesi olayıdır.

sünnet sonrası

kısa ve heyecanlı bir andır. son kıyam-kıraatten sonra uyuşan ayaklarınıza bir canlılık gelir. kısa bir kaamet sekansından sonra elbette farz bölümüne geçilir. eda edilip son sünnete geçilirken muzaffer bir edayla seccadede göz gezdirilir. tesbihat ve 'içinden geldiği gibi' dua kısmı hiç bitmesin denir. işte bunlardır sünnet sonrası yaşananlar...

yoksa değil mi?

abdest almak

ehli müslimlerin dini vecibelerini eda ve dahi ifa edebilmek içün avend kabili muhtelif nev-i azalarını ab ile istihmam etmeleridir. ecnas-ı muhtelifesi ikidir:

-namaz abdesti
-gusül abdesti

namaz abdesti def-i hacet ertesinde, füsa yolu ile ve dahi dem-i beşg edecek denli hey'ua ve bahir zuhru ile halel olur. bu hususta tekerrür icab eder.

gusül abdesti cima ertesinde ve dahi her nevi ihtilam, ay hali yahut hissi şehevinin intibarı ile halel olur. bu hususta tekerrür icab eder. (gusül abdestinde kişinin zeker ve mabad dahil her nevi azasını, ala-kadr-it-taka cuhale ebadı kıstas olmak üzre tegassül etmesi katidir.)

mevta kişiye ise, son guslü gasilhanede gassal vasıti vuku edilib, ahrete cünub vaziyyette intkali reda' edilir.

layıkiyle vakıf olabilmek içün buyurunuz: http://inciswf.com/1304108204.swf

dini filmlerde hazreti yusuf filmleri üstünlüğü

diğer peygamberlerin yaşamından daha acıklı bir yapısı olduğundan mı yoksa bana mı denk geliyo ya da, ya da star tv mi dolduruyo masum zihinlerimizi bilmiyorum ama hep yusuf peygamberle ilgili filmleri görüyorum. bariz bir üstünlük var. diğerlerinin daha az reyting alması da olmaz, islam kardeşliğine sığmaz yani.

yav ben ne zaman akşam kolamı çekirdeğimi elime alıp kanal 7' de keyifle zülkarneyn a.s. filmi izliycem. lütfen ama...

irtikap çiçeği

Oluş;

Sıradanlıktan sıkılma anlarını yaşardı herkes gibi. Malum amaçsızlık ve hapsolmuş boktan isyanıyla herkes kadar masum ve herkes kadar yavşaktı. Kazanamayacağı bir zaferden söz eder, cesareti olmayan bir savaşı düşler, asla kalkışamayacağı bir kara ütopyayı anlatırdı. Kendi saflığını hala koruduğu inancı ve uzun süreli aptallık uykusunun mahmurluğu ile çırpınırdı; kristal bir kadehin çamurda salınması misali.

Müstehzi bakışların ona verdiği güvenin farklı olmanın kıvancı olduğunu tahayyül ederdi. Kalabalığa sürtünürken kibiri kabarır, ona değen et parçalarından iğrenmenin zeminlerini hazırlar, zifiride berrak bakışa, zemheride ılınmış temasa sahip olurdu. Zamanı çoktu daha. Henüz yer altındaydı.

Sürünüş;

ilk defa karar verdi o subay ile çarpışmaya. Kaçmayacaktı bu sefer. Ki yoktu onun bir kolu, eli. Alnı ise dik olacaktı. Yıkamazdı onu hiçbir şey. Kötücül temaşası ile ağılayacağı bir av bulmuş, kendini zamansız ölümün kollarından çıkaracak panzehirin mantarını çıkarmıştı.

Düşlerinde akan koyu kızıllık gerçeğe bürünüyor, giderek büyüyor, mitosu logostan arındırarak varoluşunu tamamlıyordu. Ve çiçek giderek açıyor, giderek çirkinleşiyor, çirkinleştikçe dünyayı aldatmanın sevinci ile koşuyor, kozmosla ters düştükçe bilerek kanıyordu.

içindeki amok koşucusunun aklına tecavüzünden habersiz olabildiğine yang’ e tapınmakla meşgul iken, dünya sallanıyor, sallandıkça o yapay karlar üzerine düşüyor ve o sahteliği bulmuş filozofun gururuyla haykırıyordu: ben, benim!

Çöküş;

Kanadım. Fazlası ile. Tecrit edilmiş bir koyda, zihni iğdiş edilmiş, en büyük korkusu ile yıkanmış, duldasız pusatsız eylenmiş ve tümüyle metazori fikirler telakki edilmiş bir kulak orospusu edildim.

-Dışlanmış düşsel gerilim sağaltıyor mutluluğu. Üstelik hiç gereği yokken!

Öyle bir çarptılar ki çirkinliklerine, öyle makus kabul ettiler ki cemiyetlerine kötücüllüğüm törpülendi. Yıkıldı. En habis ur ile yakıldı, hem de insanlık mizanseninin son perdesinde.

-Kurgulanmış olanı yaşamak ne kadar şaheser addedilse de nihayetinde tiyatroya erer. Ve bu mel’un koşuşturmaca ne denli gerçek görünse de oyundur. Baki kalan ise başka, muhakkak…

Kötücül çiçek, irtikap çiçeği açmıştı göğsünde. Gerçekten olmaya, gerçekte ölmeye götürecek çiçek. Ve öldürmüştü onu. Hakkaniyet sorununun ötesinde bakamamıştı o ihtişamlı çirkinliğine ve sahip çıkamamıştı dingin huzursuzluğuna. Onun derdi buydu işte. Sahneye çıkma aptallığını göstermişti. Üstelik o malum hece zihninde dönerdi o boş öğle üzerilerinde; ”don’t try”

Epilogue;

Terbiye oldum. Ehlileşip çirkin güvenliğe erdim. Artık benim de üzerine konuşabileceğim korkularım vardı. Ufak sapkınlıklarım ve elbette geceleri fısıldayabileceğim tek kanatlı gururum!

Oysa o sarhoş geminin içerisinde aç bir sırtlan kadar kutsaldım. Şimdi ise en iyi ihtimalle başım delinmiş!

Ve dudağı istihza ile yukarı kıvrıldı…

iktidarsızlık

Tam da bir sonuca varmak üzereydim ki cam vazo sağ kaşımda patladı. Kaşım yarılmıştı ve gözümün içine kanlar akıyordu. Fazla sinirlenmemiştim. Üstelik onun da eli kesilmişti. Kesilen yere diğer eliyle bastırarak bir eline bir bana bakıyordu. Sakince nefesimi bıraktım. Hafif sola dönüp elini saracak bir şeyler aramaya başladığında çenesine sağlam bir tane oturttum. Hafif bir tıkırdama sesi geldi. Sanırım çenesi yerinden çıkmıştı.

-Neden olmayan şeyleri iddia edip duruyorsun ha? Canımı sıkmaktan başka bir işe yaramıyorsun!

Çenesini tutuyordu hala. Belki de fazla abartmıştım. Ama geri dönemezdim. Bir sigara yakıp tiradıma devam ettim;

-Hiçbir zaman susmayı denemiyorsun. Tek yaptığın şu kaltakça konuşmaların ve benim penis güçsüzlüğümden bahsedip durmak. Allah aşkına dünyada başka değerli şeyler de var! Mesela, şey…

-Kabul edemiyorsun, hepsi bu! Lanet hayatında başka bir şey yok işte! Değersiz kahverengi bir taş gibisin. insanda amaçsızca tekmeleme isteği uyandırıyorsun. Ve fare beyninle birlikte tek önemli noktan aletin. Sen ise onu kaldırıp kıçıma sokmayı bile beceremeyen kılıbığın tekisin!

-Allah kahretsin! Allah kahretsin! Nasıl bu kadar aşağılık olabiliyorsun? Hiç mi vicdanın yok? insanda müşfik bir yan da olmalı. Her şey sandığın kadar boktan değildir belki. Bulmaya değer bir şeyler vardır. Sense dünyanın merkezine kendi götünü oturtuyorsun. Adil değil.

-Senin yerinde saat satan bir Filipinli olsaydı o ağırlık merkezinden beni kavrayıp sıcak spermlerini içime yollamıştı bile. Sense sadece bir puşt gibi konuşuyorsun. Bir boka yaramayan boktan bir puşt!

-Allah kahretsin!

-Tanrı büyük ikramiye olarak senin üzerine sıçmış! Senden daha büyük bir göt yaratmamıştır zaten şimdiye kadar. Hahaha. ilahi göt!

Ayakkabımın topuğuyla tam burnunun üzerine sağlam bir tekme geçirdim. Başı geriye doğru hızla gidip duvarın köşesine çarptı. Burnu ise şelale gibi kanıyordu. Ağzındaki köpüklü kanlarla dişlerinin arasından tıslayarak ‘’g…göt!’’ dedi.

Saçlarından tuttuğum gibi banyoya götürdüm. Kafasını defalarca tuvalet mermerine geçirdim. Kendimi durduramıyor, sürekli ‘’Bu değil! Bu değil!’’ diye tekrarlıyordum. En sonunda ya kafasından ya da mermerden ‘kıtırt’ diye bir ses geldi. O ara kendime geldim.

Zirvedeydim. Sikim taş gibiydi ve saçlarından süzülen spermleri elleriyle alıp yüzüne sürüyor, kasıklarındaki inanılmaz titreme ile bu kör anı sonsuza uzatıyordu. Öyle bir boşalmaydı ki hala demir gibi serttim. Duygularımız tek noktada toplanmıştı. Üzerimize mükemmel bir meteor düşmüştü. Felaket ve mucizeydi.

Sonra taşaklarımdan beni kavrayarak yatağa, kendi üzerine çekti. Yüzüme hayranlıkla bakıyordu sanki. Ne düşündüğümü sordu. Biliyordu elbette ne düşündüğümü. Bu oyunu kendisi bulmuştu. Köprücük kemiği üzerinden öptüm onu. Başımda müthiş bir acı vardı ve birkaç dakika sonra uyuyakalmıştık.

sahi siz nasıl ölmek isterdiniz

yaşama aşırı yapışmış, çekip gidemeyen parazit canlılara ve bu iğrenç asalak yaşamı güzel, mantıklı göstermeye çalışan, intihar yenilgiyi kabullenmektir diyenlere, kısaca tüm kafasızlara sorulması gereken.

burayı onurlu gösterecek hiç bir şey yok. daha bunu kabullenemedikten sonra sürekli mana çıkarmak için kıçını yırtmana şaşmamalı. hepsi kozmik bir şaka ve hepsinin sorumlusu büyük şakacı. insanlara baktığınızda yüzleri değil saf acıyı görebiliyor iseniz anlarsınız bunu. öyle büyük tezatlarla canlanmış ve sürekli aşağıya yuvarlanan bir kayayı tepeye taşımanın sonsuz görevi.

sana bir şey söyleyeyim mi? asla mutlu olamayacaksın. asla istediğin gibi başarılı, tatmin olmuş olamayacaksın. kendini ne kadar kandırmaya çalışsan da asla istediğin kadar güzel olamayacaksın. hep eksik kalalacak, hep koşacak, hep yorulacak ve hep başaramayacaksın. yaşlanıp çirkinleşecek, ölümü bekleyecek ve neyi beklediğini aslında asla bilemeyeceksin. ve tüm bunları metanetle kabul edip kader deyip geçeceksin.

siktir lan!

ben vereyim cevabımı. bir çölün ortasında, ya da ıssız bir tepede, güneşe, yıldıza ya da her neye ise bakarak, ve açlıktan değil ve hastalıktan değil ve zamansızlıktan değil saf acıdan, o saf acıdan boğazım yırtılarak defalarca bağırarak ölmek isterdim.

bu ezeli iğrençliği onurlandıracak kadar yüksekten!

sadece böyle başarabilirim.

ama şimdilik madem başaramıyoruz, o zaman daha güzel başaramayalım.

neden mi?

-hiç.

irtikap çiçeği

I.

Lena’ yla atışıp yürümeye başlayalı 2 gün oldu. Bir hırs ile çıkıp kendime, yola ya da başka bir şeye zarar vermek için bitiş noktasını arayacaktım. içimden başını uzatan kötücül ormanı taçlandıracaktım. Fazla kaptırmışım. Nasıl oldu bilemiyorum ama 2 gündür uyuduğumu anımsamıyorum. Sadece durmadan yürüdüm ve şu anda nerede olduğuma dair en ufak bir fikrim yok. Kanalizasyonda yuvarlanan harikulade bir bok parçası gibi.

II.

Alacakaranlıkta görüşüm çok net değil ama birkaç cılız ışık gözüme çarpıyor. Belki yarım saatlik bir yürüyüşle günler sonra insan yapısı bir şeyler görebilirim. insanları değil ama onları hapseden kafesi özledim sanırım. Bilge olsaydım özlemezdim elbet. Ama değilim. Daha çok onların varlığı ve aptal fikirlerini görüp kendimi daha iyi hisseden bir psikopat olabilirim. Lord ile şu eski Lucifer hikayesi gibi…

Sonunda bir benzin istasyonu gördüm. Adımlarımı sıklaştırıp oraya yürüdüm ve marketten içeri girdim. içeride duran adam gözleri çökmüş, önündeki bir dergiyi karıştırır haldeydi. Arkamı dönüp buzdolabından su ve birkaç tane soğuk sandviç aldım. Aldıklarımla birlikte kasaya gittim.

-Ne kadar?

-Siktir git!

-Ne? Borcum ne kadar demek istemiştim.

-Sana siktir git dedim göt suratlı!

-Peki.

Aldıklarımı ceplerime koyup dışarı çıktım. Çıldırmış bir orospu çocuğuna denk gelmiştim. Böylesini ilk kez görüyordum. Zehirli bir yağmur ormanı kurbağası yeşilinin içinde küçük elips hareler olduğunu düşünün. işte gözleri öyleydi. Bir ısırık aldım.

III.

Nihayet normal toplum. Kavga gürültü içerisinde ilk gece sakin bir parkta uyudum. Banklarda uyumaktan belim yine şişmişti. Sabahın biraz ilerisinde güneş işkencesine başlayınca kalktım. Kalan sandviçi ağzıma tıkıp etrafıma bir göz gezdirdim. Fazla kimse yoktu. 2 çocuk koşturmaca oynuyor, her yanları çamura bulanmış şekilde koşuyor, bağırışları kulak deliyordu. Saçları plastik gibi ve dümdüz bakışlı bir genç sabit bir noktaya kilitlenmiş bakıyordu. Yanına gidip oturdum.

-Ne var ne yok?

Hiçbir tepki vermedi. Mermerden oyulmuş gibi duruyordu. Tek bir yüz kası oynamadı ve yüzünden müthiş bir öfke okunuyordu.

-Hey, beni duymuyor musun? Sadece konuşmaya çalışıyorum. Günlerdir kimseyle konuşmadım.

Yine tepki yok. Manyak bir orospu mahsülü daha. Ne kadar çoktular aslında. insan hiç mi merak etmez karşısındakinin ne söyleyeceğini? Kalkıp yürümeye başladım. Sanırım gün ortası olmuştu. Sokaklar fazla dolu değildi ve kimsenin sesi çıkmıyordu. Bir süre yokuş aşağı yürüdükten sonra yol ayrımından sola döndüm. Bir arabanın tekerleğine tekme atıp bir sigara yaktım ve devam ettim. Solda bir tabelada domine&moses yazıyordu. Bulduğum bir pasaja girdim ve karanlık sarmal merdivenlerinden aşağı düştüm.

IV.

Ne olduğunu tam anımsayamıyorum. Başımın sol arka tarafında katlanılmaz bir acı vardı. Ayrıca elmacık kemiğim ve kolum da ezilmiş gibiydi. Loş ışıkta koyu kan kırmızı bir koltuktaydım. Hafifçe doğruldum. 4 kişi beni izliyordu. 3 erkek ve 1 genç kız. Erkeklerden 2 si afro-amerikandı ve hafif kıvırcık kısa saçları ile ağızlarında sürekli bir şey çeviriyorlar gibiydi. Diğer erkek 50 li yaşlarda ve saçları yandan açılmış en azından 115 kiloluk iğrenç gerdanlı bir sıçana benziyordu. Bunlarla tezat olacak şekilde kız 14 buçuk yaşında, saçlarının yarısı mor, ince bir çene ve yanaklarında çilleriyle küçük, sevimli bir Azrail gibiydi. Arkalarında karanlık bir ikona asılıydı. Altlarında kahverengi bir birikinti oluşmuştu ve hepsinin gözlerine yine aynı zehirli yağmur ormanı sinmişti.

Birbirlerine sarılmış yağlı yılanlar gibi hareket ediyorlardı. Dans ediyor gibi de olmayan ilginç bir görünümleri vardı. Yağlı fıçıya benzeyen orta yaşlı elinde metal bir yıldız tutuyor ve arada göğsüne götürüp tekrar havaya kaldırıyordu. Siyahlar küçük ölümü aralarına almış baldırlarını sıkarak mırıldanıyor, kız ise iki elindeki zift gibi tozu bir elinden diğerine döküp duruyordu. Sanki tamamen şaşırtmak için yapılmış saçma grotesk bir görüntü gibiydi.

-Ne yapıyorsunuz? Bu nasıl bir saçmalık?

Cevap yok.

-Beni duymuyor musunuz lan! Cevap versenize ne dönüyor burada, ne sikim iş bu!

Hiçbir tepki yoktu. Beni duyduklarına dair en ufak bir işaret yoktu. Cesaretim kırılmaya ve sinirlenmeye başlamıştım. Özellikle mi yapıyorlardı bunu? Bu saçma hareketler de neydi? Aptal bir sürreel korku filminin içindeydik sanki. insanlardan nefret eden bir adamla konuşmamak, tüm sorularını cevapsız bırakmak ne aptal bir ceza şekliydi? Ayağa kalktım.

-Yeter artık sizi namussuz orospu çocukları! Beni böyle şaşırtabileceğinizi sanıyorsunuz değil mi? Benden daha zeki sanıyorsunuz kendinizi. Böyle küçük bir kumpası yer miyim sanıyorsunuz? Boktan şovunuzu götünüze sokun. Ben gidiyorum!

Gidiyorum dememe karşın onlara doğru bir adım atmıştım. Tüm çirkinlik ve saçmalıklarının yanında bir çekicilikleri, bir gizemleri vardı. Anlamıyordum. Tek sorunum da belki buydu. insan çözemediği şeyde hayranlık ve nefreti bir arada buluyor olabilir miydi? Hafifçe sallandım ve elimi bu ucube 4 lüye doğru uzattığımda fahişenin elinden dökülen zift gibi toz havaya yayılıp gözlerimden içeri girdi.

V.

Bacaklarımda kilometrelerce koşmuşum gibi müthiş bir ağrı var. Doğrulup bu haziran sabahını biraz kıracak şekilde dolaptan süt alıyorum. Bozuk süt ağzımda önce aşağı sonra da basınçla yukarı çıkıyor ve boğazımdan fışkırıyor. Bir küfür savurup duşa giriyorum. ılık su. Sakinim. Anlayamadığım şeyler yok.

Kötü bir kentten geçtim sadece. Tanrının kusurunu bulduğum için bu sanırım. Tek söylediğim en büyük kötülük olan şeytanı yok etmemesinin, ona belli bir süre kötülük yapma zamanı vermesinin kendi içindeki kötülüğü dengelemek için yapılmış ucuz bir kurgu olduğuydu. Bu kadar büyüteceğini tahmin edemezdim. Cehenneme itti beni. Büyük meleklerin gözü üzerime değdi. Ninova çatırdıyordu. Dışlanmış düşsel bir gerilimdeydim. Sonra geçti. Bilmiyorum nasıl, ama geçti.

Telefonum çalıyordu. Arayan Lena' ydı. Cevapladım. Kısa konuştuk ve akşam bana geleceğini söyledi. Tamam dedim. Kapattığımda hafifçe gülümsüyordum. Ne denli birbirimizi delirtsek de ayrılamıyorduk Lena' yla.

Üzerime kirli bir t-shirt geçirip merdivenlerden çatıya çıktım. Derin bir nefes alıp etrafıma bakmaya başladım. Yerdeki bulanık su birikintilerinden bulutlar gümüş gibi yansıyordu. ‘’Mümkün olabilir mi?’’ dedim kendi kendime. Sonra da yine ‘’Ne mümkün olabilir mi?’’ diye cevaplayıp kendime güldüm. Sol tarafımda Tanrı intihar etmeye çalışırken devamlı yere kapaklanıyordu. Umursamıyordum.

mükemmel bir sabah

Plansız gelişen isnat. Yinelenen puşt hüzün ve yakınlarda birinin bağırmasının verdiği huzur.

4 gündür yaram kapanmıyor. Evden çıkmamam gerek fakat bunun bir çaresini de bulmalıyım. Hiç alakası olmadığı halde bolca votka içiyorum. Henüz bir gelişme yok. Acıma sadece kelime olarak mevcudiyetini koruyor ve puşt hüzün yanımda. Kafamı pisliğe daldırmadan rahat edemiyorum. Bir atın kafasına yemliğini geçirir gibi pisliğe boğulmalı ruhum ve bekaretime ince bir bisturi darbesi gelmeli. Mükemmel olanın naifçe lekelenmesi daha da mükemmel değil mi?

Hayat hareket ediyor böyle anlarda. içine çekilmiş bir poşetin yeniden şişirilişi gibi özgün. Artık çatlaklara sahip ve bunda belirli bir kutsallık var. Herkes yorulmuş durumda. Seninle alakalı. Yeterince anlattık birbirimize derdimizi. Kimse dinlemiyor zaten, o eski mağara alegorisini canlandırmaktan başka yaptığımız bir şey yok.

Geceler boyu kulağımı dayadım sana. Duymaktan öte titremeni bekleyerek. Çok acıtıcıydı emin ol. Sana seslendim, çağırdım, parmaklarımı çatırdatıp öfkemi havaya fırlattım. isteği boğdum, aşkımın dizlerini parçaladım ki bir daha ayağa kalkamasın.

Şimdi o sabahlardan biri aslında ama siz göremezsiniz. Bünyeni salındıran o berbat sarılığın seni bir süreliğine affettiği, bir şekilde güneşin örümceklere yardım ettiği, jilet banyosundan ötelenen bir sabah. Ve öyle çirkinim ki aynaya bakmaya korkuyorum, kendime aşık olurum diye…

Böyle zamanlarda yapacak fazla şey bulamamamız tesadüf değil. Alışkın olduğumuz boktanlıktan bir şekilde sıyrılan bir planı çirkinliğimizin kaldırmaması normal belki. Uyanmaması için daha seyrek ve usul nefes almamız, yaşlı bir hanımefendiyi tek bir çizgiyle öldürmemiz ya da düşen bir meteorun muhteşemliğini kendi yaşam hakkımıza yeğ tutmamız. Başımdaki delikten ölüm görünüyor. Seyrek ama mutlak budur.

Azlığın kenarından geçmek kadar kötüsü olamaz. Sen ya meczupsun ya dahi öyle mi? Eline alıp dünyayı sallayabiliyor musun, toprağın ırzına geçebiliyor musun, milyonlarca kral kelebek seni merak edip görmek için kilometreler kat ediyor mu, gazeteleri bombalıyor musun, hala isimleri ezberliyor musun, adına yazılmış bir şehir var mı, depremde gülebiliyor musun, izni olmadan birini çıplak elle boğabiliyor musun?

Hepsinden önemlisi madem önemsemiyorsun, neden isimleri ezberliyorsun?

Mükemmel gelişen bir sabah ve senin tüm iğrençliğinden kurtulmuş, arınmış bulunuyorum. Şimdi siktir git!

söykü dergisi sayı 1 çocuk parkı

1. sayıyı henüz bitirebildim. Maalesef iş yoğunluğundan yayınlanalı bir süre geçmesine rağmen öykülerin hepsini yeni okudum ve aşağıda eleştirilerimi yazdım. Umarım yazar arkadaşlar alınmazlar. Üslubum net ve sert oluyor. Edebiyat konusunda kendimi bir otorite olarak görmüyor, yaptığım eleştirilerde mantığa bağlı kalarak nesnel yorumlar yapmaya çalışıyor, zaman zaman da şahsi beğeni, ya da tersini ifade ediyorum. Ki yine yazarlar benim yazılarımı da kişisel hakarete dönüşmediği sürece istedikleri kadar sert yorumlayabilirler. Bundan hoşnut olurum.

Yorumlara geçmeden önce değinmek istediğim bir iki konu var;

Öykü formatının bazı yazarlarca yanlış anlaşıldığını görüyorum. Bu bir kural olmamakla birlikte genel geçer öykü anlayışında gerçek ya da kurmaca bir kurgu anlayışı vardır. Siz bir parka bakıp içinizden düşünceler geçiriyorsanız bu nesir olur, süslü nesir sınıflamasına girer diye düşünüyorum. Tabi bu konuda bir mutabakata varmak gerek.

Onun haricinde dergide yer alacak yazıların link, spoiler ya da sözlüğe mahsus diğer ibarelerden kurtulması gerektiği görüşündeyim. Okunan öyküye ait olmayan yabani çalılar gibi göründüklerini düşünüyorum. Ki öykünün yanında müzik önermek okuyucuya ket vurmaktır bence. O yüzden birçok yazar önsöze, sonsöze bile karşı çıkarken yazarların rahatça öyküden bağımsız parçaları paylaşmasını arılığın lekelenmesi olarak görüyorum ve bu da elbette benim görüşüm.

Son olarak da şuna biraz üzüldüğümü söylemeliyim ki yazıların hemen hepsinde imla hataları, kelime hataları az ya da çok var. Dergi yeni yayınlanmış olsa normaldir, düzeltecek vakti olmamıştır derim belki ama yayınlanalı 20 gün olmuş (sanırım yakındır en azından) ve yazar bir kez bile kendi yazısını okuyup analiz etmemiş mi? Ben şahsen yazdığımı tamamen gözden geçirmeden sözlüğe koymuyorum. Ki, o şekilde bile hatalar çıkabiliyor. Yine de insan böyle bir oluşumda yer alıyorsa kendi redaktörlüğünü de yapmalı diyorum. Ve esas olaya giriyorum;

-Güneşin Saçlarından Kendine Salıncak Yapan Çocuk

Öncelikle beklemediğim bir hamle olduğunu söylemeliyim. Bu şekilde bir öykü oluşturmak zordur. Düşünsel algıdan şimdiki zamana geçebilmek için diyaloglara, dış seslere ihtiyaç duymayan bir öykü olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Sonundaki müziğin iyi seçilmesi de beğenilmesinde etkendir diye düşünüyorum.

Bunlarla birlikte klişeye kaçmamış, özgün cümleler barındırıyor. Gece 3 den sonra yazılmış hissi uyanıyor insanda. Misal;

-Bankta oturmak bile ruhumu asıyordu.

-Bu kadar kalabalıkken içim, oturduğum bankta benden başka kimse kalmamıştı.

Bunlar hikayenin artıları. Genel olarak benim gözüme çarpan eksiklikleri de yok değil. Bunların başında öykünün kısa olması, genel bir kurgu geliştirilmesi zor, bir fragman gibi durması var. Bu tabi ki bir tercih meselesi ama biradetbeyfendi burada son anlarını tasvir eden bir yaşlıyı fotoğraflamış. Daha uzun kurgularını merak ediyorum.

Öykü genelinde birkaç cümlenin hatalı yazıldığını düşünüyorum. Örneğin;

‘’Geçmişim aynı dalgaların eşsiz tokat sesleri bedenime’’

‘’ Ömrümce hiç almadığım kadar derin bir nefes aldım, doldurdum ruhunun her yerini, tuzlu oksijen acılarıma acı katarak son defa kanatıyordu bir tinimi, acıdıkça hafifliyordum.’’

ilk cümlede ‘’sesleriydi bedenime’’ ya da ‘’sesleri bedenimin’’ tercih edilebilirdi. ikincide ise iyelik önce 1. Sonra 2. Sonra tekrar birinci tekil şahıs olarak kullanıldığı için kafa karıştırıcı. Tabi yazının şiirsel niteliğini düşünürsek söz ettiklerimi yapmak zorunda da değil. Farklı bir güzelleme de yapabilir.

Son olarak da ‘’Oysa hani tatlı bir dedeydim ben’’ kısmı hiç olmasa daha iyi olurmuş. Onun ölmek üzere olan bir yaşlı olduğunu hepimiz biliyoruz.

Fazla eleştirmemişimdir umarım. Çünkü yazıyı genel olarak beğendim. Klişeye kaçmadan böyle bir yazıyı yazmak zor olmalı. iyisin dostum.

-Sosyofobik Zımbırtı

Geçmiş ve bugün arasında analoji yapan ve bir çocuğun mantığının saflığı ile yetişkin insanların hapsolmuş hayatlarını kıyaslayan bir öykü. En az baştaki çocuk kadar hapsolmuş olan ana karakterin şimdiki hali seküler mantık içinde ezilmiş hissi veriyor. Ve bu yüzden de bu anksiyete devam ediyor. Öykünün bu mesneti güzel.

Ancak, aynı çocuğun küçükken de sosyofobik zımbırtısının olması öyküyü desteklemiyor. Annesine ‘mavi ördek olur, çünkü ben ördeği maviye boyadım’’ diyen bir çocuğu yıllar sonra aynı cümleyi tekrarlayan, dolayısıyla genel geçer mantık yerine çocukların o uçuk mantığını yeğleyen bir profil olarak çizecekseniz, onun şu anki toplumdaki yalnızlığı ile herkesin aynı uçarılıkta olduğu çocukluğu arasında da tam ters bir bağlantı çizmeniz gerekir. Yoksa anlatının çocuk masumluğu ile bağlantısı kesilmiş olur. Kısaca çocuğun küçükken diğer çocuklarla oynayamaması, aralarına girememesi bu öykünün zayıf noktası bence.

Bir de öykü içinde geçen maviye boyadım temasını sonunda tekrarlamasına gerek olmadığını düşünüyorum. Ben olsam patron öyle rapor olmaz dediğinde, yine öyle olmaması gereken soğuk kahvesinden bir yudum alırken muzipçe güldüğü şekilde bitirirdik. Yani böyle de anlaşılırdı, göze sokmaya gerek yok.

Klasik sandviç tipi olacak ama eksiklikleri ile birlikte başarılı bulduğum bir öykü oldu.

-Yalnız Sallanmayı Öğrenmek

Zamansal kaymalarla ilerleyen fakat aynı olayı işleyen bir öykü. Genel bir samimiyet içerisinde ve tek adam ekseninde yazılmış 3 parçalık bir sandviç gibi. Sallanmak elbette bir metafor burada ve öykünün imlediği sevdiğin insanların yanında iken hiçbir zaman ayakta olamazsın, ya da kendin olamazsın, ama özgür ve tek başına ayakta kaldığın zaman da yalnız kalırsın teması gayet güçlü. Bunu çok belirterek vermemesi de takdire şayan.

Ancak ben öykünün sonunda tam başardığını düşündüğü anda hızla yere kapaklamasını beklerdim. Daha pesimist ve dünyanın boktan bir çocuk bahçesi olduğunu, en fazla bir ısırık aldırıp sonra yine hayal kırıklığı verdiğini anlatmak adına. Ama experimental farklı bir yol seçmiş. Annem duysa terleme derdi diye. Bana kızmaz umarım. Tarzımı biliyor en azından.

Bir de kendi nicki geçmesi ve öykü isminin mastar şeklinde olması hoşuma gitmedi. Belki hoşuna gidenler de vardır. Ben sevmiyorum o kurgusal olanda ben buradayım demeyi. Tercih diyelim.

Bunlar dışında hikayenin okuyucuyu çekmek ve içinde tutmakla ilgili bir sıkıntısı yok. Kendini okutuyor. Biraz daha delici cümleler ile daha da iyi olabilir. Ben tuttum şimdilik.

-Çocukluk ve Ekmeği Elleriyle Bölen Adam

Ummadığım şekilde bu sayıdaki en beğendiğim öykülerden. Sonundaki birkaç mantık boşluğunu doldurmamasını saymazsak gayet başarılı. Hikayeyi okuyucunun gözüne sokmadan ve belirli bir ritimle ilerliyor.

‘’köye birden akşam indi, bir kalabalık hüzünle taşıdılar babasının cesedini.

ama o gün nasıl da güzeldi hava...’’

Gibi olumlu-olumsuz sırtlamalarıyla öyküyü ayakta tutuyor ve samimi olmayı başarıyor. Küçük bir çocuğun babasını kaybettiğindeki düşüncelerinin tasviri işte böyle saf olmalı. Yapış yapış değil.

Babası ile ilgili hiç çocuk olmamıştı ironisini ekmeği elleriyle bölen büyük adam şeklinde ete kemiğe bürünüyor. Ancak burada babasının ölüm nedenini bilemiyoruz. Elbette bunu bilmemiz gerekmeyebilir ancak ortada bir ölüm var ise destekleyici başka bir faaliyet ya da olayın olması gerekir diye düşünüyorum. Zira adam neden öldü sorusuna öykü bir şekilde cevap(lar) sunabilmeli.

Son olarak da çocuk parkı temasını çok net kullanamadığını, aynı öykünün babayı kaybetmek temasına da rahatça uyabileceğini, bu sebeple de çocuğun hep gitmek istediği oyun alanı yanında bir alt metinle de parkın desteklenmesi gerektiğini ve ‘’saklandığı kırmızı çiçekli tünelin içinden izledi’’ cümlesinin harika bir cümle olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim.

-Üç Kafadar

Tersten yürüyen bir öykü. Kurgu olarak önce detaydan yürüyerek daha sonra ana karakterin niteliğini belirtiyor, sonra da o karakteri üçlüyor. Sonlara doğru cidden başarılı olduğunu düşünüyorum. Sadece bazı indeks cümlelere ihtiyacı var. Doğru yerlere serpiştirilmiş böyle cümlelerle öykü daha da koşar.

Chaplin’ in the kid’ de yaptığı ya da daha popüler bir örnekle slumdog millionare’ de görülen samimi çete burada a çizilmiş. O yüzden toplumun yumuşak karnı olan bu dışlanmışların işlenmesi yeni bir şy değil. Fakat kendini okutması ve yapaylığa kaçmaması bu durumu göz ardı ettiriyor.

Sondaki tiner çekme sahnesinin ritüel gibi tasviri hikayenin punch line dediğimiz kısmı. Ve en saf kısmı da bence burada gerçekleşiyor. Bir nevi boyalı kuş varyasyonu. Ve artık geriye dönüş yok. Bu minvalde en başta yere düşen kızı da kaldırmasa, bunca dışlanmışlığına rağmen hala sevgi dolu şeklinde lanse edilmese daha çiğ bir öykü olurdu.

Bir de son paragrafa hiç gerek yok. Onsuz tamamlanmış zaten. Ben sevdim.

-Çocuk parkında oturan bir yaşlı olmak

Nadide bir parça. Panoramik olarak çocuk parkını alıp hayata izdüşüren yaşlı bir adamın gözünden saflığın anlatılışı. Ben beğendim ve az çok benzer şekilde yaklaşmışız.

Öykünün en güçlü postulatı çocukluğun panteizme benzer şekilde eşyanın doğasına hakim olması. Yani daha sonra öğrenilen kavramların prangalarından yoksun olan çocuk zihni berrak bir şekilde olgulara yaklaşıyor ve daha sonra zihni kirlenen bizler ise sürekli anlamlandırmaya , çözmeye çalışıyoruz. Diğer herkes gibi yaşlanınca erdem ve içgörü sahibi olunduğunu iddia etmek yerine doğumdan sonra hep kirlendik fikri akla yatkın.

Yine silahla oynayan çocuk ile geçmişi kıyaslaması ama müdahil olmak yerine ne denli kirli bir süreç de olsa kendi haline bırakmayı seçmesi güzel detaylar. En azından gençlikteki gibi canla başla kafa tutmaya, yenmeye çalışmıyor artık. Bu bile bir dirhem bilgelik barındırıyor sanırım.

Zaman yolculuğu kısımlarını ve başlığın mastar halinde olmasını pek sevmedim. Sürekli geri dönüşlerin ise bazıları iyi bazıları tam değil bence. Ya da kararında tutulmalı. Ama en önemli eksik yine bir tasvir öyküsü olması. Bu aslında genel bir sorun sadece bu öyküyle ilgili değil ama öykülerimiz hep devinimden uzak, sessizce izleyen iç sesler şeklinde. Bunu da yıkmak gerek.

-Çocuk Parkında Karşılaşılan Eski Sevgili

Sokak ağzıyla yazılmış ağır roman tadında, karagümrük kokusunda bir öykü. Fazla bir kurgusu yok. işte sıkılıp gündüz içmeye parka giden bir adamın sevip de kavuşamadığı eski sevgilisine sessiz tiradı sadece. Ki bir kısmı da alıntı sanırım. Spoiler falan yazılmış.

Sokak edebiyatına asla karşı değilim. Fazla mainstream olana karşıyım. Alt kültür ya da suburban edebiyat iyidir, parçalayıcıdır ama bu bir edebiyat formu değil bana göre. Daha çok içip içip kederlenen bir adamın daha önce binlerce kez duyulmuş sözcükleri birleştirişi. Yani kurgu vasat ama cümlelerin dizilişi ve olayın niteliği özgünlükten uzak.

Bunlar haricinde kısaltmaların (bu küfür de olsa) burada yer almasının hiçbir mantığını göremiyorum. Birçok imla hatası mevcut ve öykünün ortaya yerine ‘’spoiler’’ yazılması benim retinama batıyor. Bu son söylediklerim kişisel beğenilerle ilgili olabilir. Bir mantığı var ise de açıklanırsa sevinirim.

Üzgünüm ama genel olarak beğenmedim.

-Çocuk Parkında Çocuk Dövmek

Çocuk parkı temasına girmekte geciken, bunu yarısından sonra başaran bir anlatı. Genel itibariyle kendini okutan yapısı ve sık sık duymuş olduğunu düşündüğüm halde yineleyeceğim Umut Sarıkaya benzeri mahalli kırık konuşmaları ciddiyet ile verme karşıtlığından absürd bir mizah oluşturma anlayışı ile yazılmış daha anlaşılır bir mizahi öykü.

Eski sevgili ile karşılaşılan Karagümrük hikayesi gibi olmamasıyla bana göre bir tık üstte. Aynı segmentte oldukları için söylüyorum bunu. Tabi bir artısı da herkesin saf çocukluk temasını işlerken gayet laçka ve pis çocuklarla karşılaşması. Elbette bu yine samimiyet biçemiyle veriliyor.

Bu kısa öykünün eksisine gelelim. Neden öykünün yarısına kadar askerlikten söz ediliyor? Öykünün genel temasına ne gibi bir katkısı vardır? Şahsen ben okurken baştan ne amaçla o denli askerlik, çarşı izni, genelev diye bahsettiğini anlamadım. Öykünün ortasına kadar süren bu prolog kısmı öykünün gücünü azaltan ve yazarın plansız olaya giriştiğini gösteren bir unsur bence.

Genel olarak başarılı diyebileceğim bir öykü. Yalnız fikrimce daha uzun yazılmalı ve kendi bütünlüğünü sendelemeden taşıyabilmeli.

-Gri Şehrin Yeşil Aşkı

Oldukça naif bir hikaye buldum bu öyküde. Bir kadının iç sesi yine bizi yönlendiren. Onun kayıp, düşük hayatının kısa bir anlığına pik yapıp tekrar eğrilmesi. Kötücül bir anlatım, kendini özel hissettirme ve kaybetmeye dair. Sıkça işlenen bir konudur tabi. Yalnız burada kadın karakterin yalnızlığı, içine girdiği ilişkinin detayı verilmeyerek arttırılmış. Hatta ilk birliktelikleri, geçirdikleri zamanları anlatışı bile ben tek kişiyim diyor. Yazarın bunu kurgulayıp kurgulamadığını bilmiyorum ama ben gayet bencil belki de narsist bir kadın karakter gördüm. Yoksa insanlardan kopuk, en can arkadaşım dediği kişiye bile burun kıvıran, her şeyden hoşnutsuz ve o denli değer verdiği ilişkisini birinci tekil olarak aktaran bir kadın neden çizsin?

Bunun haricinde toplum içindeki mizantropun yahut bir şekilde kayıp, kopuk özelin hikayesini iletmesi öykünün gücünü düşürüyor. Biz kadının o yorulmuşluk içindeki halini dinlerken hayattan beklentisi olmamasını o şekilde almasak sanırım daha sağlıklı olurdu. iyi ifade edebildim mi bilmiyorum ama ana karakterin sıradan olması bazen daha doğallık verir.

Elbette başta link vermenin, brechtiyen yabancılaştırmadan biraz beride duran okuyucuya seslenmenin, spoiler yazmanın ve hepsinden öte yayınlanan yazısının üzerinden birkaç hafta geçmiş olmasına rağmen bir sürü imla hatası (özellikle yanlış virgül kullanımları) olmasını makul bulmuyorum. insan yazdığı şeye değer verirse onu redakte etmez mi?

-Sırf Şişman Diye Kaleci Yapılan Küçük Çocuk

Gerçekten de bir çocuğun ağzından yazılmış gibi durmasıyla bütünlük gösteren bir öykü. Tabi fazla optimist, masalsı ve pamuk şeker kıvamında olduğunu belirtmek gerek. Tüm bunları belirtirken de olayın daha çok çocuk parkı yerine direkt çocuklar, kıskançlık, aşağılık kompleksi gibi temaları futbol alt zemininde verdiğini de belirtmeli.

Genel olarak hikaye bütün. Kendini okutuyor. Çocuk kalbi ya da küçük prens gibi bir format söz konusu. Üstelik salt şişman bir çocuğun uzaktan izleyip düşündüğü/düşlediği bir yapıda da değil. Devinim var.

Güzel güzel yazmaya devam etsin. Benim tarzım değil açıkçası bu denli patlayan şeker öyküler ama iyi diyorum. Bir de bu hikayenin ana fikri, alt metni yahut amacı nedir merak ediyorum. Hani kaşağı da bir çocuk öyküsüydü ama bir alt metni, anlatacak bir derdi vardı. Umarım onu da görürüm.

-Kırık Salıncaklar

Güzel bir hayal kırıklığı hikayesi. Tek ağızdan, tek kalemde çıkmış bir köşe yazısını andırıyor ve biraz da 80ler çocukluğuna öykünerek samimiyetten dem vuruyor. Tabi ben böyle söyleyince basitleşiyor gibi oluyor ama değil. Zira ben yazılanı samimiyetsiz bulmadım.

Büyüyen bir çocuğun retrospektif vizöründen yıkılan bir hayalin tanımlaması yapılıyor. Zaman mefhumu fazla mevcut değil. Bunlar güzel. Ancak son cümlenin önüne düşen paragrafın oldukça klişe ve anlatıyı basit bir köşe yazısına çeviren bir etkisi olduğunu söylemeliyim. O paragrafa gerek yok. Ondan bir önceki cümlende ne dediğini hepimiz anladık zaten. Yani sona konan bir özet öykünün sıcaklığını götürebilir bazen.

-Orta Sahanın Hayata Bakan Dilimi

Birkaç imla hatasını saymazsak gerçekten güçlü öykü. Beğendim. Merak unsuru ve totem kullanımları yerinde. Giderek azalan yıldız ile kurulan analoji, karakterin hayal dünyası ile gerçeğin çocuk parkındaki simgesel karşılaşmaları başarılı. Futbol ve aşk gibi büyüklerin oyunu ile çocuk parkından sıyrılıp gerçeğin, oyundan başını kaldırman gerektiğinin acısı, tiz çığlıklar ve anlamsızca hayatın cezalandırması.

işte güçlü birkaç duygu. Ve bunlar işaret ede ede verilmemiş. Başarılı buldum dostum. Hisseden ve hissettiğini aktarabilen bir yazar. Özgün olduğunu umuyorum. Kutlarım.

-Üçüncü Sayfaların Kayıp Hikayeleri

Şiirsel bir anlatımla bezenmiş ve çocuk parkını sadece fon olarak kullanan panoramik bir resim. Genel itibariyle nakış gibi seçilip işlenmiş tümceler ve güzel bir çizim var. Suburban yaşamın genel karakteri ve kaybetmeye mahkum olma tandanslı yapısı ağır roman misali şiirsellik eşliğinde süzülüyor. Bunu yazan yazar ya sarhoş olmalı ya da aşık. Genel anlamda.

Bir de o ghetto yaşamı tasvir ederken naiflikten ötede biraz daha pis olmalı, küfürün rezillikle kaynaştığı bir ortam oluşturmalı diye düşünüyorum. Böylesi biraz daha küçük iskender formunda iken öylesi daha can yakıcı, daha sarsan bir öykü olabilir. Celine gibi.

Sonunu beğenmediğimi söylemeliyim ama. Biraz daha uçarı ve tam zirvede bitirebilirdi. Hani kanyonu gösterip atlamayabilirdi, ya da sadece ‘’o soğuk çeliğe bakıp gülümsedi’’ diye bitirebilirdi.

-Bir Çocuğun Hayatını Sikip Atan Fotomaç Gazetesi

Öncelikle bir yazınızı dergiye gönderiyorsanız ‘’bu başlığı sol tarafta görünce’’ ya da ‘’facebook’ da adımı aratmayın’’ gibi interaktif sözlük jargonlarından uzak durmalısınız. Ya da bu yazıyı dergiye koymamalısınız. Yani benim görüşüm böyle.

Öyküden ziyade anı tarzında gerçek bir hikayeden hareket eden yatılı okul, küçük çocuk, gurur kırılması ve bu kırıklığın tüm hayata yayılan çekilmiş enerjisi tadında anlatılmış bir yazı. Şahsi olarak ‘’içimizi ısıtan sıcacık hikayeler’’ gibi şeyleri sevmem. Yani yazılan gerçek olsa dahi ‘’babam cebindeki son parayı çıkartıp verirdi’’ gibi cümleler samimiyetten öte kendini anlatma derdine düşmüş bir ispat çabası hissi verir bana. Yazar istediğini yazmakta özgür elbette.

Lineer kurgusunda zaman zaman yalpalamalar da yok değil. Bu yabancılaşmayı sağaltmak için kendi dip notları yerine kurgunun içine çekmeye çalışırsa daha iyi olur kanaatindeyim. Zira öyküdeki çocuk yazarın kendisi olsa dahi orada artık kendisi değil. Anladınız sanırım.

Son cümle güzel.

-ilk Aşk Son Orta

Dramatik yapısı kendini çabuk ele veren bir öykü. Çoğu kişinin başarılı bulacağı bir hikayedir muhtemelen ama bu tip öyküleri çok görmüş biri olarak çok etkilendiğimi söyleyemem ne yazık ki. Yazım stili, devamlılığı ve karakter çiziminde sorun yok. Lakin klişe konuyu klişe sonla bitirirseniz sizi acımasızca eleştirirler.

Bunun yanında futbol aşkını, yahut bir çocuğun en büyük haylinin kelimenin tam anlamıyla kırılmasını anlatan bu öykünün 2 yerine çocuk parkı kelimelerini koyarak da sıyrılamazsınız diye düşünüyorum. Yoksa derginin teması olmasının pek bir önemi kalmıyor.

Karakter küçükken parka gidiyor, sonra 2 A4 futbol aşkı anlatılıyor, sonra yine parka gidiyor. Bu bir ilinti değildir. Ya da konu içine girmek değildir bana göre.

Tüm bunları saymazsak futbol ve çocukluk hayallerinin gerçekleşmesi/yarım kalması hakkında bütünlüğe sahip bir anlatı.

-Tlaloc la Dans Etmek

Azla yetinemeyen ve kendi entelektüel birikimini kaldıramayan bir erkekle buluşmasının vasatlığını, geçtiği parkta yağmurla, aztec mitosuyla atan bir kadının öyküsü. ilginç bir konu, ilginç bir gelişim açıkçası. Ana karakter daha saldırgan ya da daha çekinik olsa daha başarılı olurdu diye düşünüyorum. Özellikle böyle makul miktarda ukalalık ve sayılan sanatçı adları insanları irrite eder. Bu durumda da şahsi kanaatim yazının içinden koparmamak adına ya çok ukala olmalı ya da karakter ters dönmeli.

Bunun haricinde aztec tanrısıyla Andre Gide’ in (ve elbette Beethoven’ ın) Pastoral Senfonisi benzeri güzellemesi, dans edişi, sevişi yaratıcı bir çalışma. Lakin zeitgeist misali sadece içinde bulunulan ana odaklanmış olmasıyla eklemli bir öykü yapısı eksik kalıyor.

Bir de şunu söyleyeyim. Öykünün başında, sonunda falan link, şarkı sevmeyen bir insanım. Hadi beni geç de öykünün sonuna o kocaman resmin konması nasıl bir kitsch’ liktir. isteyen, Tlaloc’ u bilmeyen aratıp bulmaz mı zaten? Anlatını yapıp reverans edecekken vikipediye dönüşen bir prensesin peşinden kim koşar?

-Aile Mezarlığı

Derginin en iyi 2-3 öyküsünden biri. Kendi içinde tutarlı bir trio ve alternatif sonlar, alternatif sonuçlar barındıran bir anlatı. Uzunluğu tam kıvamında, diyalog var, hareket var, inşaata sıçan, bally çeken ve bunu dosdoğu anlatan çocuk adamlar var. Samimi bulduğumu belirtmeliyim.

Hakan Günday’ ı severek okuduğunu tahmin ettiğim yazar 2. Kısımdaki flashback’ de fazlasıyla mantıklı. 1. 3. Bölümlerde (ki ikisi aynı zaman dilimi) kimyasaldan uçmuş bir durumda ve zaten 3. Bölümün sonuna doğru tüm mantık kuralları ya da zaman oyunları çürüyor. Yalnız burada şöyle bir sorun var. 2. Bölümde yazar geçmişe döndüğünde nasıl zihni değişiyor. Çocukluk günlerinde zihninin berrak olmasıyla şu an kompleks olması arasında ters bir korelasyon var. Kısaca 2. Kısımda anlatıcının bir anda tutarlı olması flashback’ in içinden seslenme yanılgısına dönüşüyor. Yani anlatıcı o günleri anlatmak yerine o günlere döndüğü için zamansal bir kırılma oluyor. Bu da elbette öyküleme hatasıdır.

Bunun yanında ‘’ya da’’ bağlacını 4-5 kez ‘’yada’’ olarak yazmasa, öyküdeki birkaç imla hatasını düzlese ve sonunu ‘’şimdi eşim dostum benim hasta sanıyor, yastayım hiç kimse bilmiyor’’ tadında bitirmese daha iyi olabilirdi.

-Gerçek ve Hayal

Öyküden ziyade küçük bir fragman gibi buldum. Tam olarak ne anlatmak istediği açık değil. Sadece kızını çocuk parkına getirdiğinde kendi duygusal bunalımına düşen bir kadının portresi ise pek anlamlı bulmuyorum. Çünkü herkes bu veya buna benzer durumları zaten kendi öyküsünün içine sıkıştırıyor. Zemine yayıyor, ana fikir olarak kullanmıyor. Anlatabildim sanırım?

Onun dışında sevdiği kişiyle evlenemeyen, başkasından olan çocuğunu keşke o sallasa diye hayıflanan olgun bir kadının serzenişinden çocuk parkı analojisi çıkarmak zor olmalı. Yazar baya uğraşmış sanırım. Nedense aklıma kramer vs kramer’ i getirdi. Onda böyle bir park sahnesi vardı. Çok da alaklı değil gerçi.

Neyse, ben sevmedim.

…

Sevgiler…

söykü

bahsedilen seçim ekibine dahil biri olarak ve o ekiple alakasız olarak bazı fikirlerimi belirtmek istiyorum. bunlar tamamen şahsi fikirlerim olup isteyen istediği kadar önemseyebilir.

bu fikri ve projeyi en başından beri destekliyorum. baltalayıcıları anlamam çok kolay oluyor. çünkü yine buradan bir arkadaşımın belirttiği gibi ''bu gibi ortamlarda sert eleştiriler, hakaretler entry olarak girilirken, övgüler özel mesajla geliyor.'' ve emin olun ikisi arasındaki korelasyona vakıfız.

ikinci olarak yazarlara bir eleştiri getirmek istiyorum. vaktim oldukça öyküleri okuyorum ve aralarında beğendiklerim olduğu kadar beğenmediklerim de var. elbette seçim esnasında kendi yazınsal biçemim yerine bir öykünün iskeleti, kurgulanışı, dramatik yapısı, asal düğüm ve serimleri, konu bütünlüğü, karakter kurmacası gibi daha genel nitelikleri yeğ tutacağım. fakat şahsi olarak baktığımda yazarların havsalalarının biraz daha genişlemesi gerektiğini düşünüyorum.

öykü gerçek ya da gerçekten esinlenmiş de olabilir, tümüyle kurmaca da. bunda bir sorun yok. ama çoğu yazar kendi iç sesinden anlatığı öyküyü yarı kurmacaya dönüştürüp, bir insanın iç sesi ile kurgu arasında öyküyü kıstırıyor. bunun sonucunda da ya anlatım bazı yerlerde kırılmalar yaşıyor ya da genel olarak öykü sayılamayacak bir tür anlatı ile karşılaşıyoruz.

bunun yanında çoğu öyküde karakter oluşturmada sorun yaşandığını görüyorum. öyküdeki kişi ile kendi karakterini harmanlama sonucu çıkıyor sanırım bu sorun ortaya. yine şahsi fikrim öyküde çizilen kişinin karakterinin öyküyü yazan kişiyle kesişmemesi yönündedir. zira bipolar ya da sürekli bir ruhsal devinim içre bir karakter çizmiyorsanız bu tip dönüşlerin karakteri tutarsızlaştırıp öykünün içine girmeyi engelleyici bir gizli kalkan olduğunu düşünüyorum. ki çoğu insanın bu şekilde ifade edemese bile ''sevmedim. bilmiyorum, bir şey var'' gibi ifade ettiği yabancılaşma da sanırım aynı kabildendir.

çocuk parkı temasında çocuk ile yaşlıyı yahut kendi çocukluğu ile şimdiki halini kıyaslama elbette olabilir ama akla ilk gelen analojinin ötesinde de ben o öyküde bir şeyler bulmak isterim. bas bas bağıran bir anlatım yerine öykünün temel kurgusu altına serilmiş alt metinsel değeri olmalıdır diye düşünüyorum. yoksa yaptığımız boş bir kurgu ve cümlelemeden ibaret kalır.

bu sebeple kendim öykünün temasını çok açık vermeyerek, zaman zaman çift taraflı yerlere çekilebilecek ya da sadece o konuyla ilgili kişilerin hakim olabileceği tanımlar kullanıyorum. bana göre bu okuyucuyu aç bırakıp yavaş yavaş doyurmaktır. bir öykünün bir kaç kez sendeledikten sonra zirveye çıkıp daha sonra düşmesini severim kişisel olarak. ama herkes anlasın, sanat herkes için olsun diye yazınsal üslubumu değiştiremem.

elbette bunlar öznel olup başta belirttiğim gibi seçim ekibi ile ilgisi yok. sadece şahsi yaklaşımım bu şekilde. bir de şu var;

antik yunanda sanatla ilgili en meczup kaşif ünlü heykeltraş polykleitos' dur. büyük heykeltraş tunç ve bronzdan yaptığı erkek heykellerinin gerçekçiliği ve daha sonra leonardo' nun vitruvius adamına kadar varacak olan 1/7 oranını ilk uygulayan heykelci olması ile bilinir. aldığı övgülerin aksine polykleitos gerçek ile birebir örtüşen heykeller yapmaktan sıkılır. sanatın gerçeğin mimetik bir algoritması olmaktan başka bir amacı olması gerektiğini düşünür. böylece yeni dönemi başlar. kariyerinin bu kırılma noktasında yeni yaptığı heykellerde deformasyon ve stilizasyonu yer yer döneme göre abartılı sayılabilecek şekilde kullanır. yeni yaptığı atlet heykellerinin adonisleri daha derin, göğüs kafesleri abartılı şişkin, kalçaları gülle gibi yuvarlaktır. insanlar bu yeni yapıtları saçma bulurlar. ama polykleitos doğruyu yaptığını biliyordur. sanat gerçek olmak değildir. sanat muhteşemi arama arzusudur ve bu yüzden en çok deliler gerçeği bükebildikleri için sanatçı olurlar. günümüzde 20. yüzyılın başlarında sürrealizm olarak isimlenen bu sanat biçimi acaba 2500 yıl önce polykleitos tarafından kullanılmış olabilir mi?

diyeceğim o ki yazarlar delirmekten çekinmemeli. cümleler delice fışkırmalı ekrandan. basit benzetmeler yerine daha cesurca anlamlanmalı. çünkü onu anlamayan insanlar çoktan silindi ama polykleitos 2492 yaşında.

sevgiler...