entry'ler (27)

borcu

ilkokuldaki din kültürü ve ahlak dersi öğretmenimin yazılı korkusuyla öğrettiği fatihayı bilen ama tanrı inancına sahip olmadığım için okumayı reddeden bir insanım. yazılarından gördüğüm kadarı ile farklı dünya görüşlerine de sahibiz, oldukça hem de. ama herşeyden önce insanız biz, yaptığımız herşey birbirimiz için en nihayetinde.

ölümü beni derinden üzdü; eğer kendisinin ve onu çok seven ve saygı duyan arkadaşlarının da rızası olursa ben kendi fatihamı okumak istiyorum onun için :

özüne karıştığın ve belki de bir çiçek olarak biteceğin doğanın içinde; tam yanı başında bir gün bir çiçek olarak bitmek istiyorum.

kendine iyi bak...

komünist çavuşesku nun akıllara ziyan sarayı

yarım yamalak ve hafif bir tebessümle izlediğim tecavüz denemesi olsa gerek tanım. hani aklıma başka bir şey gelir de kondurabilir miyim diyorum ama olmuyor. ha nedir çavuşesku taraftarı mıyım? hayır. zaten mesele de bu değil.

neden cevap verme ihtiyacı hissediyoruz bu gibi yakıştırmalara öncelikle onu açıklayayım. efendim sizin de bildiğiniz gibi günümüzde kitap okumak; bilgilenip dünya görüşüne sahip olmak ve ufuk genişletmek denen eylemler özellikle 17-19 yaş grubu için pek geçerli değil. internet vasıtası ile bilgi edinmeye çalışmak belli yaş gruplarına daha kolay geliyor. sözlük fenomeni de bu noktada önemli bir alt kültür konumunda. başlığı ve bir ihtimal yazımı-yazılarımızı okuyacaklara değer ve önem verdiğimiz için yazıyoruz.

ortada ciddi bir omurgasızlık var. ama hafif bir şey de değil; bildiğin mide bulandırıcı cinsten. bakıyorum yorumlara ,verilen bkz. ' lara " ben de komünist olsaydım .amuğaa goyim keşke! ". işte burada susuyorum. neden biliyor musunuz gönül dostları? çünkü bu cahillik değil, bu düpedüz farkındalık. bugün çavuşeskunun sarayına özenmek; yarın da yanında afrodit gibi bir kadınla gezen sermayedarlara özenmek. yani bunları ileri süren zihniyet ne olduğunun aslında çok açık farkında. işte buna diyecek bir şey bulamıyorum.

ama dediğim gruba girip de kitap okumayan gençlere yalvarıyorum: okuyun! marksizmin kapitalizmin siyasi iktisadının eleştirisi olduğunu okuyun; belirli zaman aralıklarında belirli toplumlarda meydana gelen iktisadi ilişkilerinin çözümlemesi olduğunu okuyun; kapitalizmin bizzat kendi dinamikleri ile marksizmin ortaya çıktığını okuyun. sonra orada kalmayın bakunin okuyun; neleri eleştirmiş bakın.totaliterizm; kült lider hakkında neler demiş okuyun. marksizmin çözümleme olduğunu ; ancak üstüne inşa edilecek sosyalizmin bizzat düşünce gücünüze kalmış olduğunu okuyun. sovyetler birliği'nin o düşünce gücünün ve özgürlüğünün sadece 1 (yazıyla bir) tane tezahürü olduğunu okuyun. stalin' i eleştirin; nazi almanyası saldırdığında moskovanın gerisindeki "daça" denilen yazlık evine kapandığını bilin,aynı kişinin propaganda aracılığı ile de olsa direnişi nasıl örgütlediğini öğrenin, ama yine aynı kişinin elindeki sovyetler birliğini iktidar fetişi içerisinde kaybettiğini okuyun. iyi ve kötü olmak üzere öğreneceğimiz bir sürü şey olduğunu bilin; hatta bilelim.

okuyun ki omurgasızlığının farkında olan insan sayısı çoğalmasın.

her sey seninle guzel

biliyor musun her şey seninle güzeldi. ruhum dalgalanırdı o zamanlar; erkeklerin kadınları devamlı değişken bir ruh haline sahip olmakla itham ettikleri gibi. nefes almak güzeldi, sinirlenmek güzeldi, kontrolünü kaybetmek ve duvarları yumruklamak güzeldi. kısacası yaşamak güzeldi.

sonra savrulduk, darmadağın olduk. darmadağın oldum. koca bir boşluktayken; yeryüzüne yukarıdan bakarken, altımda yürüyen, aceleyle koşuşturan insanları anlayamazken ben; aslında neleri yitirdiğimi anlayamıyordum. cahillik mutluluğuydu bu bir tür; düşünmek yok, irdelemek yok, sorgulamak yok; hatta özlemek, sevmek , arzulamak yoktu. şehvet yoktu, tutku yoktu ki.. yaşanan her saniyeye; her saliseye sonsuz anlamlar yükleyen o kocaman ama bir o kadar da masum adam yoktu artık.

gece gece can sıkıntısından öylesine açılan televizyon , fondan gelen dizeler:

" beklenmedik bir anda, ayrılık gelip çatsa
seninle paylaştığım tek bir gün yeter bana..."

ben seni düşünmeyerek; sanki geçirilen kısa bir sinir krizini, şok halini tıpkı uyuşturucuymuş gibi içselleştirirken kendimi koruduğumu sanmıştım; acı çekmeyerek tekrar var olmama gerek kalmayacaktı, benliğimi kaybetmeyecektim.

ama bir şeyi hesap edemedim:

ben seni düşünmezken, kendimi tüketmişim.

ve şimdi ağlayamıyorum bile.

jitem adlı bir birimimiz yoktur

jitem hakkında bunca zamandır yazılıp , çizilir. neler yaptığı, ne işle uğraştığı ile ilgili hikayeler çoğu zaman şehir efsaneleri kıvamında olmakla beraber geç kapitalistleşmenin ve askeri vesayet rejimi arasında kalmış ülkelerde bu ve bunun benzeri minvalde örgütlenmelerin varlığı rahatsızlık yaratır. halk arasında yerleşmiş genel kanı da genellikle " burası türkiye, burada herşey olur" eksenindedir.

ama asıl dikkatimi çeken insanlardaki hastalıklı eğilim. felsefi bilgi eksikliği, yahut eksiklik olmasa bile bilginin farklı ve bireysel pragmatist bir şekilde yorumlanması. mesela iyi-kötü kavramları. bu hastalıklı ve konjonktür merkezli anlayışta faydalı işler yaptığı gibi bir sanrı var jitemin.

statükoyu savunan insan muhafazakar olmak zorundadır, ve aslında statükoyu savunurken bilinçsizce statükonun devamını sağlayacak her türlü illegal eylemi de destekler. jitemin zamanında faydalı işler yaptığını savunmak ,savunmayı geçtim bunu düşünmek bile iyi-kötü kavramlarının felsefi temelini bilmemekle eşdeğer maalesef. iyi ve kötü kavramları, siyasi konjonktürün ya da statükonun çıkarları ile değil; nerede durduğun ve neyi savunduğun ile şekillenir. statükonun savunduğunu savunmak ise kendi düşünceni değil, sana dayatılanı savunmaktan başka birşey değildir. fransız ihtilalinde "iyi" olan roberspierre gibi bir adam , kısacık bir süre sonra aynı halk tarafından lanetlenmiştir, buradan roberspierre ile ilgili objektif bir değerlendirmede bulunmak ne kadar mümkündür? tam tersine onu değerlendiren halk olmadı , halkın manipüle edilmesi aracılığıyla siyasi konjonktür tarafından değerlendirildi.

jitemin faydalı işler yaptığı iddiasına gelince:

bilenler bilir, kitaplardan okunmamış olsa bile downfall'u seyredenler hatırlayacaklardır; rus orduları berlin'in kalbine girdiğinde canını kurtarmak için kaçan 50 yaş ve üstü sivilleri " hain oldukları " gerekçesiyle vuranlar SS'ler değil miydi? hani şu führer'in ve alman halkının canını koruyan ve güvenliğini sağlayan SS'ler? rejime muhalefet eden komünistleri,sosyalistleri,eşcinselleri ve daha bir çok farklı gruptan insanları etkisiz hale getiren SS'ler ? ya da direniş ögesi olarak görülen ve bir türlü yola getirilemeyen insanları etkisiz hale getiren jitem?

bana nedense çok tanıdık geldi.

just breathe

mutlu olan yazar. yazar arkadaşlarının övgüsüne mazhar olabilmiş daha ilk günde , başka da bir dileği yok. verebileceğinden daha fazlasını almak istiyor, paylaşmak .

ve daha ilk gününde onu böylesine güzel karşılayan insanların varlığı; kapitalizmin insanlık güdülerini malzeme ederek bilinçleri körelttiği, yabancılaştırdığı bir dönemde insan denen varlığın hala değerli olduğunu hatırlatıyor. çünkü her şeye inat değerliyiz birbirimiz için.

olacağız da.

pembe gömlek

akdenizli bir erkek olarak esmer bir tene sahibim. ama buna rağmen tarafımdan bir türlü giyilemeyen gömlek rengidir. nasıl mı ? anlatayım:

efendim şimdi ben her türlü rengi seven , her renkten de giyinmeyi seven biriyim. ama pembe benim şu yaşıma kadar aşamadığım tek erkeklik takıntım. ( evet takıntı dedim.) lisedeyken zavallı annem yalvar yakar bana aldırdığı pembe t-shirt'ü en son istanbula geldiğinde yer bezi olarak bulunca benden umudunu kesmiş bir kadındır.

ve günümüz: sabah ofiste kahvaltı yapılmakta, birden çok sevdiğim , saygı duyduğum ve bir avukat olarak kendime örnek aldığım patronum(ki kendisi bayandır) şöyle bir soru sordu:

- just breathe sen pembe seversin değil mi , pembe giysilerin vardır?
-nerden çıkardınız efendim! ben ölürüm de pembe giymem , aşamadığım tek erkeklik kompleksim! hayatta olmaz anlayacağınız.

bu arada ofis ahalisi arasında anlamlı bakışmalar, gülüşmeler ve ben hala uyanamadığım için bu gülüşmeleri fark etmemem...

akabinde elinde bir hediye paketi ile gelen patronum, benim hediyeyi açmam ve içinden pespembe bir gömlek çıkması. kabus. utanç. yüzümde koskocaman bir şaşkınlık ve çaresizlik.

pembe gömleğimi mecburen giyerek yazarken bu satırları, diyorum ki:

büyük konuşmayacakmışsın usta.

faşizmin adını ergenekon koymuşlar

bir ülke düşünün ki kuruluş felsefesi resmi ideoloji tarafından 1923 yılında yaratılmış gibi gösterilsin. bu topraklarda doğan ve henüz küçücük olan bizler ilkokuldayken her sabah millete bağlılık kisvesi altında aslında devlete bağlılık yemini edelim. tarih bilgimiz sadece tahrif edilmiş resmi tarih bilgisiyle sınırlı olsun. aradan 86 yıl geçsin ve biz hala aynı şeyleri tartışıp, aynı hataları yapıyor olalım. işte böyle bir ülke düşünün ve resmedin kafanızda. tanıdık geliyor mu? hoşgeldiniz türkiye cumhuriyetine!

bu ülkenin kuruluş felsefesi, temel aldığı dünya görüşü zaten faşist eğilimlidir üstadım. tek vatana sıkıştığı düşünüp o tek vatanda yaşamanın yegane çaresinin tek millet olmaktan geçtiğini kabul eden zihniyet. planlı bir şekilde eriten, asimile eden; hatta bazı azınlıkları asimile etmeye bile gerek görmeksizin yaşadığı topraklardan kaçmak zorunda bırakan. iktidar yandaşı değilim, hele ki kemalist hiç değilim. ama bildiğim tek bir şey var o da şu:

isimleri zikredilenlerden bir kısmını zamanında miting meydanlarında izledik, dinledik. oportünizmin ne boyutlara varabileceğini tattık, insanların sınıfsız bir toplum ve yüce bir önder miti altında nasıl uyutulduğunu gördük, gözlerimizle şahit olmadıklarımızı da okuduk; yaşayanların tecrübelerini dinledik. antiemperyalist olmak için milliyetçi olmak gerekmez, zamanında vatan savunması vermiş olmak da yetmez. emperyalizm sadece sınırları dışındaki ulusları sömürmek, onları tahakküm altına almak değildir, pekala bunu sınırlarınız içerisinde de belli bölgelerde icra edebilirsiniz. isimleri sayılan adamlardan kaç tanesi ülkesi içinde sömürülenlerle ilgilendi, onları dikkate aldı? kaçı 1915'de yaşananları açık yüreklilikle konuşmaya tenezzül etti? hrant için yürürken bizler, kaç tanesi yanımızdaydı? 6-7 eylülden sonra ellerini ovuşturup " muhteşem bir organizasyondu." deme çiğliğini gösteren zihniyetten ne farkı var bu adamların? kaçı "kürt" denen varlığı dikkate aldı? "güya" sosyal demokrat olan gazetelerinde yazılan yazıları yanlış mı okuduk yoksa; kafatasçı olduğu cümle alem tarafından bilinen bir partiyle 2007 seçimleri için ittifak yapmaya kalkıp adres göstermedi mi bu insanlar? sizin sol sandığınız şey sosyal demokrasi. sosyal demokrasi de neo liberalizmin ezilen kitlelerin ayaklanmaması için ağıza çalınan bir parmak bal değil de ne?

şimdi bu güruh çıkar ortaya der ki: " şartlar o an ne gerektiriyorsa onu yaptık." işinize geldiği zaman diyalektiği kullanmayı biliyorsanız eğer; şunu da düşünün bakalım:

hayatta asıl olan ilişkilerdir, ve her ne kadar o an için önemsiz görünse de birşeyler geçmişi ile bağlantısı olduğu kadar bugünü ile bağlantılıdır; ve elbette yarını ile de bağlantılı olacaktır. ergenekon süreci muğlak, bir hukukçu olarak söyleyebilirim ki dosyada çok fazla boşluk var. hakimlerin gelen telefonlarla tutuklama kararı verdiği bir dava açıkçası. dolayısıyla yargılananlar sanık değil, şüpheli. suçları sabit oluncaya kadar da hukuki açıdan bu nitelikte kalacaklar.

ama bu vatan,millet , mustafa kemal naralarını geçiniz efendim artık, baygınlık verdi. bu süreç eğer faşist bir süreçse bunu tahlil etmeye çalışın. çalışın ki iktidara sahipken faşist olmanın ne menem bir şey olduğunu görün. çünkü sizin iktidarda olduğunuz zamanları unutmadık. dürüst olun ve söyleyin: mevzilerimizi kaybetmemek için savaşıyoruz deyin.

yeter ki bozuk bir plak gibi tekrarlar yapmayın.

osman pamukoğlu

saygının düşüncelere duyulduğu günümüzde saygı duyamadığım insan. duyamıyorum çünkü profesyonel olarak icra ettiği askerlik mesleğinin içerisine duygularını karıştırmış, çatışmada öldürdüğü insanları leş olarak nitelemiş birisi benim gözümde düşünce alanından ayrılıp nefretin uzun basamaklarını tırmanıp, tepesine kurulmuş kimsedir.

eğer hala insan hakları denen kavramı benimseyemişse bir insan, ve bu insan belki de bu ülkede sistem mühendisi yetiştiren tek kurum olan tsk'dan çıkmışsa benim şahsı hakkında olumlu bir fikir sahibi olmam zaten mümkün değildir. eğer hakkında olumlu fikirlere sahipse insanlar ; taraf olmanın büyüsüne kapılmış ve tarih süresince gerçekleştirilen katliamlara uydurulan kılıfları gerçekmiş gibi kabul edip bir çeşit hayal dünyasında yaşamaktır bunun adı.

unutulmasın savaş denen illetin bile bir hukuku vardır ve bunun sınırlarını insan hakları çizer. önemli olan karşındaki insanın hangi örgüte mensup olduğu ya da ne için savaştığı değil, insan olmasıdır. zira ölmüş, cismani olarak varlığı sona ermiş bir insanın bedeninden bile nefret etmek başka türlü açıklanamaz.

düşüncelere saygı esastır, ancak düşünemeyen ve beyni ile hareketleri arasındaki bağlantıyı kaybetmiş birisi teknik anlamda düşünme eylemini gerçekleştirmediği için o kişiye saygı duyulamaz. en azından ben duyamam.

kendi kendiyle dalga gecmek

"bütünsel insan " modeli olmanın en önemli koşullarından bir tanesidir. bakın burada özellikle belirtmek istediğim durum olgunluk denen kavram değil; zira olgun olmak hayatın kurallarını toplumun da yönlendirmesiyle kabul edebilmekten , bu hayat içerisinde nerede durduğunu netleştirebilmekten , toplumun yönlendirmelerine sosyal hassasiyet ölçüsünde itibar ederken aynı zamanda kendi değerlerinizle toplum hassasiyetini bağdaştırabilmekten, bu olguların birbirine entegre olmasını sağlamaktan geçer. ancak insanın kendisiyle dalga geçebilmesi savunma mekanizması olması ya da bazı şeyleri ciddiye almayarak yaşamayı sadece kendisi için kolay getirmekten ibaret değildir. bütünsel insan olabilmektir.

nedir bütünsel insan?

bütünsel insan "kişinin fiziki özellikleri ile dalga geçilmesine önlem alabilmek için atik davranması " ya da " kendisi ile barışık olması" ile açıklanabilecek bir kavram değildir. çünkü dikkat edilirse sayılanların hepsi salt kişi ile alakalıdır ve kişinin yaşam alanı içerisinde yer alan diğer varlıkların işini kolaylaştıracak doğrultuda genel bir toplumsal yarar emaresi göstermez. bütünsel insan çelişkilerinin farkında olan ancak bunları genel görüşün aksine kusur olarak değil, insan olmanın doğal bir sonucu olarak gören kimsedir. başka bir deyişle;
kendi çelişkilerinin farkında olan ama bunu basit anlamsız bir dalga geçme mekanizması ile değil mizahla bütünleştiren kimsedir. (bkz: humour) çünkü mizah yapıcıdır ve kendine ait bir kültürü vardır. işte kendisiyle mizah ögesini içine katarak dalga geçmeyi başaran insan ikili ilişkilerinin sadece tek yönlü olarak kendini tatmin etmesi kısımı ile ilgilenmez ; aynı zamanda yaşam alanı içerisindeki ilişkinin diğer taraflarının da işini kolaylaştırır. nitekim bunu başarabilen insanlar toplum içerisinde yanında en fazla rahat edilen ve insanın toplumla olan iletişimine doğrudan ya da dolaylı olarak en verimli şekilde katkıda bulunabilen insanlardır. bütünsel insan olma yolunda ilerleyen ya da bunu neredeyse başarmış herkesin karşısındaki insana katabileceği çok önemli şeyler vardır . ve pek tabi ki kültürel etkileşim sonucu kişiye katılabilen - kişi tarafından alınabilen değerler iletişim içinde olan insanların arasında yayılır ve ancak böyle sağlıklı ve kimlik krizlerinden , şiddetli nevrozlardan arınmış bir toplum oluşturulabilir.

yazıya geriye dönülüp kabaca bir bakıldığında biraz ütopik olduğu düşüncesine varılabilir belki; ancak ütopya aynı zamanda umut demektir ve umut olmadan yaşam da var olamaz.

enver paşa

kimi insanlar vardır. hedeflerini gerçekleştirmek uğruna gerçeklerden uzaklaşırlar ve kendilerine yardım etmeleri gerekirken ortaklarına yardım etmenin kazanmayı hedeflediği zaferi daha mümkün kılacağını düşünürler. işte enver paşa 1. dünya savaşında alman komuta kademesinin "bencillikten uzak" olarak nitelendirdikleri osmanlı askeri, komutanıdır.

enver paşa 1. dünya savaşı boyunca osmanlı devletinin kendi kaynakları ile savaştığı bütün cephelerden hariç olarak, avrupada savaşın - daha doğrusu almanların- sıkıştığı cephelere kendi ordusunun ihtiyacı olan birlikleri göndermekten çekinmemiştir. hatta bu birlikler anadolu'da özel olarak hazırlanan ve osmanlı ordusunun en seçkin , en az tahrip görmüş birlikleridir. dönemin önemli alman komutanlarından olan hindenburg ile görüşmesinde "asya'da ne olursa olsun savaş avrupa'da çözülecektir" şeklinde görüş belirten enver paşa, bu düşüncesi uğruna yaklaşık 120 bin osmanlı askerini avrupa savaşına göndermiştir.

enver paşa 1916 yılında galiçya'ya 19. ve 20. tümenlerden kurulu 15. kolorduyu gönderir. bu kolordunun 535 subaylı 32 bin mevcudu vardır ve bu iki tümenden teşekkül edilen kolordu anadolu ve arabistan'da kullanılan 5 ila 6 türk tümenine bedeldir.*

verilen kısmi bilgiler ışığında yapılabilecek tek yorum kanımca şudur:

enver paşa hiç bir zaman bir hesap adamı olamamıştır. eğer kendisi avrupa'da savaşıyor olsaydı almanların aynı şekilde osmanlı devleti'ne yardım etmeyeceği gerçeği biraz mantıklı bakıldığında rahatça görülebilirdi çünkü. enver paşa heyecanına ve sabırsızlığına askeri kariyeri boyunca yenik düşmüştür ve bu sebepten dolayı mustafa kemal'le kesinlikle kıyaslanamaz. çünkü mustafa kemal her zaman bir hesap adamı olmuştur ve bu özelliği sadece askeri kariyerinde değil; siyasi ve diplomatik kariyerinde de kendisinin işini her zaman kolaylaştırmıştır. enver paşa'nın kendi topraklarını savunmak yerine müttefiklerine yardım etmeyi seçmesi tarih boyunca da örnekleri görüldüğü gibi sonuçları önemsiz olan bir hareket değildir. ve kendisi asıl olarak bunun ceremesini çekmiştir.

çünkü asker olabilmek için sadece iyi sezgilere sahip olmak yetmez, aynı zamanda koşulları doğru değerlendirip isabetli karar verebilme yetisine sahip olmak gerekir.

* doğan avcıoğlu'nun "milli kurtuluş tarihi " isimli eserinin 3. cildinden konuyla ilgili somut bilgiler verebilmek için yapılmış bir alıntıdır. ( s. 941-942)

gider yapmak

ilgi çekmeye ve dediklerinin diğer insanlar tarafından anlaşılmamasına önem veren kimi bünyelerin kulladıkları argo cümle ya da cümlemsi. şimdi benim anlayamadığım bir şey var bu konu hakkında:

dilinize yeni kelimeler ya da deyimler almak popüler kültürün dayatması ile mi oluyor? günümüzde bir çok insan farklı nesiller arasında yaşanmışlık farkından meydana gelen uçurumları ve iletişim bozukluğunu kabullenmiş durumda. peki ya aynı nesiller içinde yer alan insanların iletişim bozukluğu? işte bunun nedenin merak eden ve cevabını arayan insan sayısı az. "gider yapmak " denilip bu karşıdaki insan tarafından anlaşılmayınca anlayamayan insana karşı garip bir bakış açısı oluşuyor. "gider yapan" kişi bunu anlatıp da anlamı karşıdaki insan tarafından algılanamayınca " nasıl bilmezsin ya , herkes kullanıyor bunu" gibi bir kanıya sahip oluyor bir anda. işte bence bu anlamsız. anlaşılamayan cümle esasen zorlama bir şey; kaldı ki dilinde o cümlenin anlamını karşılayabilecek bir çok kelime ya da cümle kalıbı mevcut.

işte buna benzer bir olaya geçenlerde şahit oldum:

haciz için istanbul' un bir ilçesine giden stajyer bir arkadaşım memur tarafından sırası göz ardı edilerek bütüm gün boyunca arabada dolaştırılınca en sonunda isyan ediyor ve memuru bir güzel paylıyor. tabi ki karşısındakinden böyle bir çıkışı beklemeyen memur şaşırıyor ve bizimkinin işini hemen hallediyor. arkadaş ofise geldiğinde olayı bize anlatırken avukat arkadaş geldi ve " vaay gider yapmışsın memura " şeklinde bir cümle kurdu. cümleyi kullanmasam da anlamını bilen ben ne demek istediğini anlamama rağmen arkadaşımın anlayabilmek için acı çekmesine gözlerimle şahit oldum. en sonunda avukat şaka yollu olarak " ya tamam sen de bir şeyi anlayamadın " diyerek ortamdan ayrıldı ama ben bahsettiğim bakış açısını orada fark ettim. ve bana gerçekten çok anlamsız geldi.

git gide birbirlerinin anlatmaya çalıştıklarını anlamaktan aciz bir nesil haline geliyoruz ve bu hayatımızın her alanına yansıyor. arkadaşlarımızla, sevgililerimizle anlaşamıyoruz çünkü popüler kültürün bize sunduğu her şeyi sorgusuz sualsiz kabul ediyoruz. ve ben nacizane bir genç nesil temsilcisi olarak sonumuzun nasıl olacağını gerçekten merak ediyorum.

çok güzelsin

eski bir sevgilimin ona söylemem için adeta direttiği cümle. "çok güzelsin..."

nedir bunun anlamı? bir insan bunu neden söyler? ya da başka bir açıdan ele alalım olayı:

insan bunu hangi içsel yönelim sonucu söyler? amacı nedir bu cümleyi kurarken?

birden fazla cevap içerebilir... kimisi için beraber olduğu kadın onun seçimidir,madem öyledir çok güzelsin demek için başka bir sebebe ihtiyaç duymamaktadır. kimisi için ilişki yaşamanın doğal bir sonudur bu, hayatında bir kadın vardır ve bu aklına gelen her türlü güzel cümleyi kurması için yeterlidir. ilişki yaşıyorsan güzel olduğunu düşünmesen de çok güzelsin dersin. ya da özlemesen de seni özledim dersin. çünkü kurulan cümlenin yeri , zamanı, ana uygun olması kriter değildir.

bir de benim gibi düşünebilir bir insan:

çok güzelsin çünkü ben öyle olduğunu düşünüyorum. sana bu anlamı yüklüyorum. önemli olan fiziksel görünümün ya da özelliklerin değil. çok güzelsin çünkü hayatımı güzelleştiriyorsun. çok güzelsin çünkü uzaklara şöylece bir dalıp gitmen beni benden alıyor. çok güzelsin çünkü sen gerçek bir kadınsın. seni çok güzel yapan her şeyi aslında ben yüklüyorum sana. sende var olan bazı ayrıntıları kendimce yorumluyorum. ve sonuç da bu: sen çok güzel bir kadınsın. çok güzelsin allah kahretsin. çünkü kıvrımların ve ayrıntıların çok fazla , beyin denen organ kadar olağanüstüsün...

o eski kız arkadaşım bunu hep isterdi ama hiç bir zaman söyleyemezdim. evet fiziksel olarak çok güzeldi, sadece ben değil el ele yürürken yanımızdan geçen istisnasız her erkek kafasını çevirip bakıyordu. işte düğüm noktası da bu idi galiba:

bana özel olarak bir güzellik yoktu , güzelliği evrensel - maddi kriterlere dayanıyordu. o yüzden çok güzelsin diyemiyordum . çünkü evrensel-maddi güzellik kriterlerinin varlığından haberdardı ve bakış açısı bundan ibaretti.

bakış açısı farklı olan sen ise:

gerçekten çok güzelsin...

son gemi

sadece ortalama bir bar olmayan, içine girdiğiniz andan itibaren farklı bir kültür ve yaşam tarzı barındırdığını siz fark etmeyecek olsanız bile size fark ettiren güzide mekan.

taşrada yetişmiş ortalama her bir genç, -özellikle erkekler çünkü kızlar maalesef aile zincirlerine bağlıdır- genelde yapacak bir şey bulamadığı için birahane adı verilen yerlerde içerek fazlası ile vakit geçirirler. böyle yerlerde çok nadir rastlanılan istisnalar hariç mekan sahibi asla içmez; çünkü yaygın anlayışa göre mekan sahibinin içmesi mekanın batması ile sonuçlanır. ama son gemi farklıdır. orası hakkı abi ile ebru abla denen çok değerli 2 insanın ailesidir . her gidişinizde onları farklı masalarda alem yaparken, önlerinde rakıları ile o kocaman ailenin küçük parçalarıyla haşır neşir görürsünüz. herkesle bir aile bireyiymiş gibi anlaşırlar, yeter ki belli bir zaman kesiti boyunca o aileye katılmak isteyin, bunun için isteğinizi anlasınlar.

kadıköy'e ilk yerleştiğimde arada sırada gittiğim bir yer olan bu mekanda hakkı abi ile ilk tanışmam "lümpen" kelimesinin eski solcuların literatüründe farklı bir anlamı olup olmadığını merak edip ona sorduğum andı. her daim bara dizlerini koyar vaziyette rakısını yudumlayan bu insan; bu mekanda şekilsel bir rutin oluşturmuştur. son gemi'ye her girişimde onu o şekilde görmezsem bir garip olur içim, eksikliğini hissederim o duruşun.

barın arkasında küçücük ama hareketli bedeniyle oradan buraya koşuşturan ebru abla; onca yoğunluğa rağmen benimle 2 çift laf etmeyi her zaman başarmıştır. barında oturup son gemideki devinimi izlemek bile insana zevk verir. içki içmek için yoldaş aramazsınız, varlığı ile size zaten yoldaş olmayı başarır son gemi. günlük gazetelerin ve önemli yayınları biranızı içerken rafından alıp okuyabilirsiniz. ve pek tabi ki şu ana kadar ntv tarih dergisini bulunduran benim gördüğüm tek yerdir.

gece bitip bar dışarıdan girişlere kapandıktan sonra kısa süreliğine orada bulunan online bilgi yarışması makinesinin başında saatler geçirilir ve gerçekten eğlenilir. harcadığınız zamana acımazsınız çünkü son gemi aynı zamanda sizin yerinizdir.

kadıköy'ü sevme nedenlerinden bir tanesidir son gemi...

bir dinozorun anıları

insan denen varlığın yaşadığı hayatta nelere sahip olması gerektiğini , nasıl model bir birey ve kendisiyle barışık bir insan olabileceğinin sırlarını anlatan otobiyografi.

maddelerden ve bu maddelerin birbirleri ile ilişkilerinin sonuçlarından ibaret olan hayatta; asıl olan insanların düz ve fabrikasyon ürünlerini andırırcasına tek tip olmaları değil; çelişkilere sahip olmaları ve bu çelişkileri çözmeye çalışmalarına dayanır. çözülmeye çalışılan her çelişki sonucunda insan "bütünsel " bir varlık olmaya biraz daha yaklaşır, böylece aslında kocaman bir komün olan insan toplulukları beraber yaşadıkları hayatı ve dünyayı daha yaşanabilir ve daha rasyonel özelliklere sahip bir yer haline getirirler.

işte mina urgan bu kitapta bahsi geçen çelişkilere vurgu yapar. kendisi ile son derece barışıktır. yıllar boyunca mücadele ile geçen bir yaşamdan sonra emekliliğinde bu kitabı yazabilmesinin onun için büyük bir şans olduğunu söyler. ve bu şansı kullanabilmesine asıl olanak sağlayan olgunun yaşamı boyunca karşısında mücadele ettiği bujuvazi olduğunu söylemekten hiç çekinmez. burjuva bir aileden gelmesine rağmen uğrunda mücadele ettiği değerlerden eli ayağı tuttuğu sürece asla vazgeçmediğini anlatır bu kitapta..

insanın sol ya da sağ görüşlü olmasından öte; ortak bir özellik olarak güce ve iktidara sahip olma tutkusunun ağır bastığını anlatır. dar bir yolu paylaşamayan iki tane zengin kişinin yolu paylaşabilmesi için trafik polisliği görevini zorunlu olarak ifa ettiği o kısa 5 dakikada her şeyden önce insan olduğunu fark eder ve "iyi ki elime güç geçirmemişim , şu 5 dakikada bile ne kadar farklı biri olabildiğimi fark edebilmek benim için çok önemli bir tecrübe oldu" diyebilecek kadar dürüst bir insandır, bu kitaptan bu öğrenilir.

kadın -erkek denen ayrımının duygusal zeka kavramında kalkması gerektiğini belirtir. (bkz: emotional quotient) böylece günümüzde karşı cinsler arasında var olan uçurumların aslında yapay olarak derinleştirildiğini ve vahşi kapitalizmin bunu seve seve yaptığını dile getirir. okunduktan sonra hepimiz insanız dedirten bir kitaptır.

şiddetle tavsiye edilir.

şarap şişesi

yoldaşı şarap kendisini terk edip gittiğinde daha da güzelleşendir. yalnızlığın bir çok şeyden çok daha fazla yakıştığıdır.

içmişsindir içindeki şarabı, hatta o şarabı içebilmek için şarap şişesinin mantarına işkenceler etmişsindir. en sonunda iki eliyle bir zikini doğrultamayan beceride bir adam olmandan dolayı kocaman gözleriyle , kocaman alt dudağını bükerek açmıştır seni bir güzel. evet o güzel insan. sen onun elindeydin şarap şişesi. ne kadar şanslısın biliyor musun peki?

oturuyorum odamdaki koltukta amaçsız amaçsız. sakladığım köşeden hınzır hınzır bakıyorsun zira seni ne kadar saklamaya çalışsam da beceremedim.

"tıp" diye bir ses aniden aklıma gelen. sonra dudaklarıma yerleşen bir gülümseme.

-"açtım ki ben" diyen ve yanağını sana uzatan bir güzel. ben eğilip hem o güzeli hem de seni öpmüştüm bir gün senle baş başa kalacağımı bildiğim için. bak ben şimdi işe gidiyorum, sakın yaramazlık yapma olur mu? öyle evde koşturmak falan yok, sonra düşersin kırılırsın falan. aman ha.

akşam görüşmek üzere...

ankara

güzel olan şehir. daha fazla bir şey yazmaya gerek yok bence. etrafımdaki herkes "olm sen mal mısın , istanbul gibi bir şehirde yaşarken ankara sevilir mi ?" der ama ben hiçbir zaman kulak asmadım bu laflara. 2 tane önemli durum var benim için galiba o yüzden dinlemiyorum. ilk olarak; öss ye gireceğim yıl, hatta ondan çok daha önce mülkiyeli olmak için yanıp tutuşan bir bünyeydim, ankara o kendine has havası ve yaşanmışlığıyla benim için paha biçilemez birşeydi. ve bu önemi sadece hayal etmemle oluşmuştu. ama tabi ki hayat işte, ben ne kadar ankara istediysem o tam tersini bana verip istanbul' a savurdu beni. ilk 2 yıl " lan aslında bu şehir de güzelmiş, iyi ki ankaraya gitmemişim " diye takılmakla geçti. amma velakin 3. yıl başladı, arada bir ankara seferi yapıldı, huzur ve aidiyet duygusu tadıldı ya, kim takar istanbulu?

sonra gidildi ankarada okuyan bir güzele aşık olundu. ankara da sistemden atılamayacak şekilde yerleşmiş oldu işte. nasıl bir hevesle giderdim sevgiliyi görmeye. aşti' de otobüsten hızla inilir, emek'e doğru çıkan kapıya yönelinir, aşağı doğru inilen ilk sokağa bırakılırdı bünye. 8. caddeye gelindiğinde adını hala ezberleyemediğim o okul çıkardı karşıma. tam önünde o güzel suretiyle aşık olduğum kız. oraya kadar gelmese de olurdu, ankaranın o sakin ve güzel sokaklarında eve kadar yürümek ve kapının zili çalındığında arkasında bekleyenin yine o olduğunu bilmek, o da yeterdi ki. evet bahçelide mağazalarda alıcak bir bok yok, hatta bolca ankara kırosu da mevcut, ama kimin umrundaki? kızılaydan kurtuluşa doğru yürürken kurtuluş parkını yolun karşı tarafından izlemek var...

hayır ama öyle bir park değil ki , ankarada bir park. zaten tek başına ankarada olması yeterli, bir de "ankarada aşık olmak " durumunu yaşıyorsanız kaçarı yok.

evet "şaman" istiklaldeki barlara yaklaşamaz, ama ben yaklaşsın istemiyorum ki zaten,o öyle kalsın mümkünse.

bana da o okulun önünde beni beklerken karşıdan gördüğümde bana gülen ve o güzel dudaklarını büken sevgiliyi hatırlatsın, ve her ankaraya gidişimde ankara bunu yüzüme vursun, desin ki " bunu sana ben yaşattım, ben olduğum için bu kadar güzel!"

ağzımı açarsam namerdim!!!

gece çalışan insanlar

bir zamanlar baba mesleği olmasından ve aileye çalışırken yardım etme sorumluluğundan dolayı içinde bulunduğum topluluk. öğrenciliğini gençliğinde siyaset yapmak uğruna bir kenara fırlatan babam - yeri gelmişken kendisini sevgi ve saygıyla anıyorum- ben kendimi bildim bileli ticaretle ilgilenmiş biridir. yıllarca kabzımallık yaptıktan sonra 2001 deki krizde batan kendisi öğrencilik yıllarında harçlığını çıkarmak için icra ettiği pazarcılık mesleğine geri dönüş yapmıştı. ben de üniversiteyi kazandıktan sonraki ilk 2-3 yaz tatilinde memlekete gidiyordum.

küçük bir sahil kasabası olan silifkede oturduğumuz için, esnafların adam gibi para kazanabildikleri yegane süre yazlıkçıların kente akın ettiği ve güzel sakin dokuya varlıkları ile adeta tecavüz ettikleri yaz mevsimiydi elbette ki... mersin toptan sebze-meyve hali ise çok seçeneğe ve rekabete sahip olmasından dolayı fiyatlar konusunda tercih edilebilir durumdaydı.

ancak şöyle bir problem vardı:

sabah dolu bir şekilde tezgah kurabilmek için ve mersin silifkeye 1,5 saat uzaklıkta olduğu için alışverişin geceden gidip yapılması zorunluluktu. işte o zamanlar 3 ay boyunca her gece insanlar yataklarında mışıl mışıl uyurken gece çalışmanın nasıl bir şey olduğunu anladım. gece 3 ' te başlayan alışverişe yetişebilmek için saat 1 gibi silifkeden çıkmak gerekiyordu. 3 te başlayan bu alışveriş sabah 7 gibi biter daha sonra geri dönülürdü. tabi ki malları tek başıma önce kantara daha sonra arabaya yüklemek,daha sonra da bunları tezgah kurmak için geri boşaltmak zorundaydım. ve o günlerde aklıma hep şu gelirdi:

her gün aynı saatte - sabah saat 6:30 gibi- boğucu bir yaz gününde bile sabah insanın içini gıdıklayan bir şekilde hava serinler, uyku çok daha tatlı hale gelir.. ve ben her gün aynı saatte bunu düşünür ; hayatta kalma mücadelesinin ne kadar zor bir şey olduğunu düşünürdüm... yatakları sıcacık olmuş ve üstlerindeki örtüye daha da sıkı sarılarak uyuyabilen insanlara imrenir ; hafifçe iç çekerdim...

hey gidi günler hey...

zorunlu askerlik

demokratik olarak lanse edilen ama özünde militarizm ve totaliterizm içeren uygulama.. sen bana soruyor musun askerlik yapmak istiyor muyum diye? askerliği anayasal "hak ve yükümlülük " olarak nitelerken ne yapmaya çalışıyorsun? "hak ve yükümlülük" ibaresinin tek bir açılımı vardır o da şudur: bak aslında sen bunu ya seve seve ya da zike zike yapmak zorundasın. ama halk denen kitle pasif dursa da , işgal ettiğimiz mevkilerden dolayı her ne kadar size ihtiyacımız olmadığını düşünsek de yine de sizin sosyolojik hassasiyetinizi eşelemek istemiyoruz. o yüzden de size kemik atıyoruz. bu yükümlülük ama aynı zamanda da hak. hak nedir? bireylerin insan haysiyetine yakışır şekilde yaşamak ve maddi dünyada lehlerine olan kazanımları korumak, kollamak ve gerektiğinde hesabını sorabilmek imkanlarına sahip olması.. peki ben "yükümlülük" kısmını algılayabildiğim rahatlıkla " hak" kısımını da algılayabilir miyim?

aa bak orda dur şimdi... elimizi verdik sen kolumuzu istiyorsun... şimdi bak canım benim, sen küçüksün, bu vatan toprakları nelerden geçti, ne kanlar döküldü bu vatan için . hem biz coğrafi konumumuz itibariyle stratejik olarak ivedilikle önem arz eden bir ülkeyiz.. hem herkes yapıyor senin herkesten farkın ne? onlar o.çocuğu da sen paşa çocuğu musun?

ne zaman bu konu açılsa hep aynı tezler... keyfiliğini, haksızlığını tarihin tozlu ama onurlu sayfalarına alet eden insanlar.. her insan yaşadığı yeri savunur.. hayatı oradadır çünkü , yaşanmışlıkları, dostlukları, üzüntüleri, ailesi, sevdikleri, huzuru, aşkları... adı üzerinde hayatı oradadır ve o yüzden savunur. ideoloji bu savunma sırasında yedek birlik, hatta çimento görevi görür.. safları sağlamlaştırır. vietnamda ölen yüz binler önce hayatlarını, yaşam alanlarını savundular. bu kavga ise ideolojilerine sıkı sıkı sarılmaları sonucu başarıya ulaştı, çünkü vaad edilen bir şey yoktu, hayatları kendi ellerindeydi.

ama sen sana dayatılan bir şeye bu anlatılanlarla karşılık verirsen ne olursun? vatan haini. e tamam olalım. zerre umurumda değil çünkü hayatını korumak söz konusu olunca arı kovanına çomak sokmakla, entelektüel zırvalıklar üretmekle suçlanan bizler barış zamanında vatan millet sakarya edebiyatı yapıp savaş çığlıkları atanlardan çok daha yürekliyizdir buna emin olunabilir.

neyse lafı fazla uzattım sevgili sözlük. bana sormadan nüfus cüzdanıma mensubu olmadığım bir dinin ibaresini ekle, bana fikrimi sormadan barış zamanında 700 bin kişilik bir ordu bulundur elinin altında( tam seferberlikte bu sayı 3,5 milyona çıkmaktadır) sonra da askere gideceksin zorunlusun diye bana dayatmada bulun.

inandığınız değerler akıl fikir versin size ne diyeyim ben.

akıl çağı

jean paul sartre'nin varoluşçu felsefesinin en belirgin ve yoğun izlerini taşıyan özgürlüğün yolları üçlemesinin ilk kitabıdır. insanın ve buna koşut olarak varoluşunun en temel özelliklerini bu kitapta her karakterde, her olay örgüsünde bulmak mümkündür.. daha çok son dönem sinema anlayışında boy gösteren "iç içe geçmiş hayatların çakışan öykülerini" anımsatır. yılların geçmesiyle ters orantılı olarak "çocuk kalmaya" çalışan, günümüz hayatında "sorumsuz" olarak tabir edilen yaşam biçimini aslında farklı bir şekilde algılayan ve bunu özgürlük olarak tanımlayan , kendi içinde çelişkiler yaşayan, ilerleyen hayatın ve buna mukabil yaşının toplum gözünde gerektirdiği şekilde davranmaktan kaçınan mathieu.... mathieu ile uzun bir geçmişi olan , ilişkilerinin başlangıcında sırılsıklam aşık iken şimdi neden beraber olduklarını sorgulayan, günün her anı vahşi, uysal, uyumsuz,duygusal ve daha bir çok şekilde gel-gitler yaşayan; en önemlisi aşık olduğu adamdan an an nefret etmeye başlamış , bunun suçluluk duygusunu ara ara hisseden marcelle.

özellikle hikayenin kadın baş karakteri marcelle'in kadın olarak vücudu ve hayatı üzerinde egemenlik kurma ve özgürce tasarruf edebilmek için yaptıkları ve yapmadıkları açısından oldukça etkileyici bir kitaptır.

şiddetle tavsiye edilir.

everybody s changing

an itibariyle beni benden almış keane şarkısıdır. en sevdiğim dizinin (bkz: scrubs) bütün sezonlarının soundtrack' ini indirdikten sonra bütün şarkıları playliste atan ben, yaklaşık 3 haftadır aynı playlisti dinlememe rağmen bu şarkıya dün rastladım.

hayata dair hissettiğim her şey ; korkularım, paranoyalarım, tereddütlerim, umutlarım, umutsuzluklarım, anlam veremediğim her şey birden bu şarkıyla varlığını bana hissettirmeye başladı. bunların var olduğunu biliyordum elbette ama kaçıyordum bıkmadan usanmadan. ama bundan sonra kaçamayacağım çünkü varlıklarını hissettim,bilmekten çok farklı bir şeymiş bu.

sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum dememi sağlayan şarkıdır kısacası, sevinmek ya da üzülmek hangisinin olacağını galiba zaman gösterecek.