bugün

1973 meksika, abd ortak yapımı film.. Yönetmeni Alejandro Jodorowsky.
çekilmiş olması bile inanılmaz film.

felsefe öğrencisi bir arkadaşın film arşivinden kendi önerisiyle aldım ve izledim. Sırf filmin amacının ne olduğunu anlamak için... Ama Yok... ya çok derin ya da dünya üzerinde çekilmiş en akıl hastası film. Mide bulandırıcı.
beatles'in maddi katkilariyla cekilebilmis olan film.
meksikalı yönetmen alexandro jodorowsky’ nin 1973’ de yazıp yönettiği the holy mountain, geleneksel sinema seyircisine hitap etmesi zor, adeta düşsel bir evrende ve birleştirilmeyi bekleyen kırık kodlarla ilerleyen sürreel bir imge şöleni.

jodorovsky, bunuel’ in izleğinin tersine çizgisel kurgunun içerisine sürreel karakter, durum veya objeler oturtarak eleştirme usulünü benimsemiyor. tabi bu şekilde film prosesi oldukça değişiyor ve the holy mountain temel olarak din-modernite eleştirisinin ötesinde, her izleyicinin kendine göre yorumlayıp anlamlar çıkarabileceği tüm sinema anlayışının birazcık dışında bir film olup çıkıyor.

---olası spoiler ibaresi---

filmdeki imgeselliğin aşırı boyutta oluşu insana adeta bir düşün içinde kapana kısılmışlık hissi veriyor. zaten karakterler ve mekanlar da tamamen dünya dışı ve modernizmin grotesk deformasyonu ile oluşturulmuş durumda.

jodorovsky’ nin filmdeki en büyük başarısı her halde mekan oluşturma konusunda. filmin bütçesini hayli genişlettiğini düşündüğüm tamamen özgün kıyafet ve objelerle süslü, çeşitli simgelerin kullanıldığı orijinal mekanları oluşturmak filmin yapım sürecini epey zorlamış olmalı. fakat özellikle taş kulenin içerisindeki renkli-rotatif mekanların teatral fakat doğal havası, hem filmdeki gerilim öğesini dengeliyor, hem de bu düşsel ortamın tamamlanmasını sağlıyor.

film kısaca, bir şekilde çarmıhtan kurtulup bir garip modern kabilenin içine düşen isa (ya da isa’ nın christmas aksine yaz sıcağında gökten inişi) ile başlayıp, içirilip sarhoş edilmesi ile modern toplumun onu günaha sokuşu, heykellerinin yapıldığını görüp delirdiği güzel sahneler ile ilerliyor. tabi ikonoklastik şekilde papa’ nın isa heykeliyle sevişme benzeri yatışı, onu yolda takip eden yarı çıplak kadınlar ve de bir maymunun(!) dans edenleri görünce onları da aynı ilgiyle izleyecek kadar basiretsiz oluşları ve askeri güçlerin gaz maskeleri ve sert kıyafetler ile toplumdan izole edilmesi gibi güzel anlatımlar filmin genel toplumsal taslağını çiziyor…

harika olan kurbağa sirkindeki savaş anlatımı, un chien andalou’ daki ellerin karıncalanmasına ithafın sezildiği lotus adasındaki adamın ellerini sineklerin kapladığı sahne, bin testis mabedi mitosu, artık dağa tırmanmaya takati kalmayan kadına vajinasını dağa sürtüp kendini doğaya vermesi tavsiyesinin verilmesi ve bu tavsiyenin işe yaraması (ohaa!) gibi güzel detaylar es geçilmemeli.

yine filmde en hoşuma giden sahnelerden biri adadaki bardan çıkış sahnesi. kendi manevi yoğunlukları içre olup kutsal bir amaç uğruna gelen 9 gezegenin seçilmişleri, bardaki inanılmaz gösterilere kanmayınca oradan ayrılmaya karar verirler. onları ikna edemeyeceğini anlayan bar sahibi ise ‘akademiyi kurdum! size ödüller verdim! burada her yıl bir kupa kazanabilirsiniz. aptallar, ne kaybettiğinizi bilmiyorsunuz! tarih yazabilirdiniz ve sizi çoktan unutmuştuk!’’ diye arkalarından haykırır. buradaki mitos-logos ayrımının, kinik-hedonist yaşam algısı ile uhrevi erek arasındaki ayrımdan ziyade, pozitif bilim paradigması ile mistisizm arasındaki seçim şansı olduğu görülür. zira koskoca platon’ un academia’ sını bar olarak göstermek başlı başına moderniteye giydirilmiş kılıfın sıyrılmasıdır…

filmde tanrısal bir kişilik tarafından gelişimi tamamlanan christ ( ki bu aşamada boktan altın yapma simyası ilginçti) ve diğer gezegenleri yöneten sapkın, aşırı nefret ve şiddetle yoğrulmuş ya da sadece fazlaca ilginç mehdiler (yani sanırım) tüm kişisel yargıları ve geçmişlerinden arınarak kutsal dağa tırmanmayı başarır. oradaki 9 ölümsüzü öldürme planı yaparken onların sadece birer kukla olduklarını görürler. ve son sahnede bunların realite olmadığını seti göstererek verir jodorowsky. 9 kişi (artı 1?) gerçekliği bulmak için tekrar dağa giderken film sona erer.

aslında yorumlaması hayli güç olan son sahnedeki atağında jodorowsky, tüm film boyunca özenle kurduğu ihtişamlı düşsel evreninden bizi bir anda kopararak şoke etmeyi amaçlıyor. i̇lk izleyen kimsenin beklemeyeceği bir şekilde biten filmde, tüm film akışı boyunca sürreel varlıklar olarak kabul ettiğimiz kişiler, kendilerini gerçekleştirmek için bizi dışlayıp bunun bir film olduğu gerçeğine kavuşurken biz sanal varlıklar oluyoruz. bu şekilde sürreel olanın izleyici ilan edilmesi ‘’cogito ergo sum’’ paradoksunu hatırlatıyor. fakat en sonda seçilmişlerin kameraya saldırıp yere düşürmelerini, kırmalarını beklediğimi, bunun daha çarpıcı ve etkileyici bir final olacağı kanaatinde olduğumu da belirteyim…

tüm bunların haricinde insanların göğüslerindeki kurşun deliklerinden kuşların uçtuğu, ağzından nar tanelerinin kan olarak döküldüğü, güvenlik güçlerinin insanlara kova kova kan boca ederek yaraladığı, deşilen karınlardan güllerin döküldüğü, beyinlerden mavi boyaların fışkırdığı sahnelerdeki sanat anlatımı, bir film perdesinin şövaledeki bir tuval gibi kullanılabileceğinin en güzel örneği. renklerin şiddet ile harika opus magnum’ u…

---olası spoiler ibaresi bitti---

başta belirttiğimiz gibi sinema ile ciddi anlamda ilgilenen ve alt metinleri okumayı sevenler dışında genel bir izleyici kitlesine hitap edecek bir yanı olmayan the holy mountain, aşırı yoğun imgesel anlatımı, devasa mekan ve renkleri ile insanı yoruyor. kopuk sahneler arasında ilişki kurma, çizgisel kurgulara alışık olan bizler için fazlası ile zor iken sonlara doğru senaryonun dinginleşmesi ile ortasından kırılan bir film havası veriyor. genel itibari ile beğendiğimi söyleyebileceğim filmin belki de çoğunu anlamamış olabileceğimi, bu kadar yoğun ezoterik anlatım ve simgeler güruhunu tam olarak yorumlamanın imkansız olduğunu, benim anladığımı düşündüğüm ve savunduğum filmle ilgili anlamların bir başkası tarafından fütursuzca çürütülüp yanlışlanmasının, dolayısı ile yönetmen ile izleyici arasında bulunabilecek makul bir parallax hatasının allahın emri olabileceğini de belirtelim.

her şeye rağmen rüya gibi ve insanı sersemleten bir film. denenmeli…
the holy mountain filmi, lanse edildiğinin aksine, tam bir hollywood filmidir. filmin başında, jodorowski, bakın beş dakikada da ben bu filmi anlatırım diyip anlatır, daha sonra muazzam sahnelerle aynı cümleyi uzatır. çok beğendiğim filmlerden biri olmasına rağmen, içerik olarak, bir transformers filmi kadar derindir. (bkz: jesus for sale) (bkz: tek cümleyle tüm filmi anlatmak)
John Lennon ve Yoko Ono’nun finansman katkısında bulunduğu film. izleyenler, artık radar haline gelmiş gözleriyle birçok illuminati simgesi bulabilir filmde...
görsel

görsel
jodorowsky`nin 73 yilinda yaptigi kült etkileyici bir sanat filmdir, sürreal tahrik edici bir sanat eseridir. anlatmakla olmaz izlemek gerekir ama herkes beğenmez, benim favori filmlerimdendir.
hiçbir şey anlaşılmadığı halde izlemekten keyif alınan ilginç bir sanat filmi. Anlamayınca ikinci, üçüncü kez izledim ama yine anlamadım ama yine keyif aldım.

Ayrıyetten marilyn manson born villain adlı kısa filminde bu filmden sahneler kullanarak gönderme yapmıştır.

Filmden estetik amacını boşvererek bir şey anlayabilmiş biri varsa tebrik ediyorum.
Sürrealistliğin tavan yaptığı film demişler, ben ise saçmalığın tavan yaptığı film diyorum. Satanizme, Deccal'e, tapınakçılığa hayran bir zekanın ürünü. Yapılan ayinlerdeki hareketler ve bu hareketlerin sayısına dahi dikkat ettim. Sanki yönetmen ''siz şeytanı anlayamazsınız puştlar, bu filmi de izleyin onun yüceliğini görün demek istemiş.'' Ben de sadece gülüp geçtim. Sürrealizm denilen şey; sembolizm alt yapısında insanlara görüş dayatmak değildir. Sürrealizm gücünü bilinçaltından ve bilinçle ruhun arasındaki köprüden alır. Örneğin David Lynch, Ingemar Bergman veya Alfred Hitchcock izleyenler bu filme sadece gülüp geçerler. Bu filmde de ruhsal arınmaya dayalı sahneler vardı, ama arınma öyle bir işlenmişki sanki şeytanlaşma var. Mesela David Lynch'in filmlerinin çoğunda bu ruhsal arınma var, ama Lynch karakterini öldürerek arındırır. Kısacası, bu film dışarıdan çok süslenmiş göz boyayan renkler, ilginç diyalog ve dekorlar, karışık ve fazla sayıda hikayelerle insanın kafasını karıştırıp insana iyi bir film algısı yaratıyor. Halbuki bu sadece kafa karışıklığı. Bu tarz filmlerden çok var, ama bu aralarında içi en boş olanı. Bu filmi izleyeceklere tavsiyem bir de üstüne Alejandro Jodorowsky'nin Santa Sangre' sini izleyin, sonra bakın bakalım hangi sürrealist film daha yoğun ...
Beynimin yetmediği film. Evet.

O kadar kafam s.kildi ki filmden, kendimi oytunkaran zannettim bi an.
Neyse sakinim.
Sembolik bir dille vahşi düzeni eleştiren, enteresan sahnelerle dolu, bilgelik mesajları içeren bir film.
görsel
Filmin tahlilini sayfalarca yapsam da bitti. Ufak dokunuşlar yapıp yarın yayınlayacağım.

Bok gibi film demiştim; ama sözlerimi yutmam icap eder. Bu sene izlediğim en iyi eser...
THE HOLY MOUNTAiN TAHLiL ve yazının sonunda Chicago1930 adlı arkadaşa cevap.

Film Yönetmeni:Alejandro Jodorwsky. Yılı:1973. Bütçe: 750.000$

Filmin ana örgüsü çarmıhtan kurtulup ilkel alemden modern evrene geçiş sağlayan isa'nın sahneleri ile başlar. Ve bu baştaki sahneler ve sahneleri takip eden filmin ilk 35 dakikasından anlıyoruz ki filmin düzeni grotesk ögeler üzerine kurulmuş. Alegorik ve mistik imgeler taşıyan The Holy Mountain’ın sembolik ana öyküsü ise ezoterik anlamların içerisinde yolculuğa çıkmış isa görünümlü karakterin öncelikle bir simyacı, ardından da güneş sisteminin yedi büyük efendisiyle; başkanın mali danışmanı (Uranüs), sanatçı (Jupiter), silah üreticisi (Mars), çocuklara düşmanlarından nefret etmeyi öğreten oyuncaklar yapan bir oyuncakçı (Satürn), polis şefi( Neptün) gibi karakterlerden oluşan bir grubun Hazreti isa’yı andıran Hırsız karakteri ve aydınlanma vaat eden bir ruhani varlık olan simyacının peşinde Kutsal Dağ’da yaşayan dokuz ölümsüzü bulup sırlarını öğrenmek için çıktığı yolculuğu öykülemektedir.

Jodorowsky’nin kurduğu mistik, grotesk, sürreal ve sembolik dünya filminin ilk sahnelerinden itibaren kendini ortaya koymaktadır. Japon çay seramonisinin bir çeşit uyarlamasıyla başlayan film, siyahlara bürünmüş bir simyacının karşısındaki ve beyazlar içerisindeki makyajlı iki kadın figürünü, ojeli tırnakları dahil süslerinden arındırmasıyla, kıyafetlerini yırtarak çıkartmasıyla, saçlarını ve kaşlarını keserek bir nevi ritüelle karakterleri tamamen eski görünümlerinden soyutlamasıyla başlar. Bu vesileyle kadın karakterler önceki hayatlarının görsel imgeleminden soyutlanır. Ritüel vesilesiyle arındıktan sonra reekarne olarak yeni bir yaşama ilk adımını atmış olurlar.

Filmin ikinci biriminde ana örgü isa'ya benzeyen hırsız; çarmıhta bilincini yitirmiş halde duran; çırılçıplak çocuklar ve bacakları olmayan, sürünerek hareket eden bir engelli tarafından taşlanan Hırsız karakterinin kendisini kurtarması ile başlar. Burada ve isa'nın yansıması olan Hırsız'ın kendini bulduğu sahnelere dek Hristiyanlık inancına ağır yergi vardır. Hırsız, önce çocukları kovalar, daha sonra yerde sürünen engelliye vuracakken engellinin el-aman dilemesi sonrası esrarlı sigara uzatması üzerine vazgeçer ve sigarayı paylaşırlar.

Sürrealistlerce süregelen, uykuyla uyanıklık arasında bir sarhoşluğun yarattığı bilinç kaybı, bir diğer deyişle “estetik veya ahlaki kaygılardan arınmış olarak, mantık tarafından uygulanan hiçbir kontrolün geçerli olmadığı, düşüncenin kendini ortaya koyduğu bir düzlem” işaret eden bu sahneyi, Hırsız’ın ve kucağında taşıdığı engellinin kendilerinden geçmiş halde sokaklarda dolaşması izler. Bu sahneler sırasıyla gaz maskesi takan güvenlik güçleri, kaldırımlara dizilip kanlı gömleklere senkronize biçimde ütü yapan kadınlar, tüfeklerinin süngüsüne derileri soyulmuş köpek cesetleri takmış, uygun adım yürüyen askerler, kamyonların kasasına balık istifi dizilmiş çıplak gençlerin cesetleri; elleri ve ayakları bağlanmış, ağızları bantlanmış gençlerin ve çocukların askerler tarafından kurşuna dizilmesi, üst tabakadan insanların kurşuna dizilenleri kurtarmaya çalışmak yerine magazin muhabirlerini andıran bir şevkle fotoğraflamaya çalışması gibi rahatsızlık uyandıran, postmodern eleştirisiyle doludur.
Ölenlerin vücudundan kan yerine; kuş, çiçek ve mürekkep çıkar. Bu sahnede toplumsal statünün alt ve ortasında bulunan bilinçli, diktatör dikteye karşı çıkan aydın insanların ve 68'de Mexico City'deki öğrencilerin suçsuz yere katledildiği anlatılmaktadır. Bu ölen insanları kurtarmaya çalışmak yerine fotoğraflayan üst kesim-elit tabaka olarak nitelendirilen insanları olay yerinden uzaklaştırmak isteyen asker, fotoğraf çekenlerin arasında bulunan bir kadını köşeye çeker ve meydanda cinsel ilişkiye girer. Kadın hiç itiraz etmez. Bilakis kameralara gülümseyerek poz verir. işte bu sahne; hedonizm, postmodernizm, faşizm ve militarizmin bir halkı nasıl esirleştirdiğine, onların bilincini nasıl yok ettiğine dair bir yergi anlatısıdır.
Onları görüntüleyen kocası, o esnada oradan geçen Hırsız'ın eline kamerayı tutuşturur ve askerle, kadının yanına geçip mutlu poz verir. Kitsch ve Camp’i andıracak şekilde uygunsuz, abartılı ve hatta pornografiye varan bu sahnede gösteri toplumu, mukaddeslerin-etiğin tarumar edildiği, tabusuzluğu "özgürlük" zanneden yozlaşmış ahlaksız bir toplumun eleştirisi yapılmakta; “Şov dünyası” olarak tanımlanabilecek olan bu olgunun aslında gerçekleri yansıtmaktan uzak, sahte ve insan yaratımının bir sonucu olduğu bahsi geçen sahnede ortaya konmaktadır.

Bu sahnede kameralar bir şölen alanına çevrilir bir anda. Kurbağa ve bukelamunlar kullanılarak, Güney Amerika'nın Avrupalılar tarafından istila edilişi, daha dar anlamıyla ispanyollar ile gemilerinde bulunan haçlı bayraklarına sahip diğer Avrupa ülkelerinin suç ortaklığı Meksika'yı istilası ve talanı; Aztek kıyafetleri içerisindeki kurbağa ve kertenkele katliamı ile anlatılmaktadır...

Yukarıda anlattığım sahnelerde bahsi geçen pornografik sayılabilecek derecede abartı olan medya kurumuna ve takipçilerine doğrudan işaret etme ve eleştirme niteliği taşır. Bütün bu olaylar esnasında dikte edilen şiddete seyirci kalan toplumun ta kendisidir. Ek olarak, politik elit kesim, medya ve yozlaşmış dini kesim tarafından yönetilen askeri güçler gibi toplumun esas problemlerinden, düşmanlarından ziyade kendilerini sirk gösterileriyle, gladyatör oyunlarıyla eğlendirilen/aldatılan toplum, bu noktada gerçeklerden uzakta, istemsizce gösterilenleri tercih etmek zorunda kalarak, beyinleriyıkanmışçasına kayıtsızca eğlenmektedir. Eser tarafından ortaya konulan bu durum medya ve politik güçlerin işleyişini, olaylar karşısında toplumun konumunu/tutumunu bir diğer açıdan inceler, eleştirir. Her şey seyirci kalınan, malzeme sunulan kanlı bir şovdan ibarettir.

"Satılık isa" reklamlarıyla kaplanmış bir mekanda beyazlara bürünmüş, bir rahibe kılığına girmiş kadın/erkek karışımı karakterin bir boğanın derisini yüzmesiyle başlayan bu bölümde sefahat içindeki Romalı askerler tasvir edilir.
Roma imparatorluğu’nun kumarbaz askerleri ise, rahibeye yardımcı olmaktadır. Bu noktada sahne, Hıristiyanlık dininin Roma imparatorluğu’nun politik oyunları gibi çeşitli amaçlar uğruna, isa benzeri imgelerle topluma empoze edildiğinin, kanıksatıldığının, yeri geldiğinde satıldığının bir imgelemi olarak incelenebilir. Askerler büyük tahta bir haç figürünü, rahibenin emriyle Hırsız’ın ve engelli arkadaşının sırtına yüklerler. Hazreti isa’yı anıştıran bir figür olarak Hırsız, bu yükün ağırlığı altında kelimenin tam anlamıyla ezilmekte ve güçlükle ilerlemekteyken; rahibe ve askerler dünyevi zevklerin keyfini çıkarmaktadırlar. Bu sahne dinsel üst anlatıların küçük, seçkin bir azınlık tarafından kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kötüye kullanıldığını gösteren bir parodidir. Hırsızın rahibe ve askerler tarafından kandırılması, balmumu kullanılarak kalıbının çıkarılıp yüzlerce kopyasının çıkarılması parodinin kiliseye yönelttiği eleştirinin had safhasını oluşturmaktadır.
Bu canlandırma, özellikle daha önceki sekanslar ve sahnelerdeki çoğunlukta olan fakat yine de bir hayli fakir olarak tanımlanabilecek toplum imajı göz önüne alındığında, dini, çeşitli amaçlar doğrultusunda kullanan küçük bir tabakanın fazlasıyla bolluk içerisinde, toplumu sömürerek kendisini var ettiğine yönelik bir ortaya koyma olarak ranımlanabilir.

Filmin üçüncü biriminde, çirkinliklerin ve yozlaşmanın sona ereceği örgü kurulur. Kargaşadan sıyrılan ana karakter Hırsız, uzun kuleden aşağıya sarkıtılan kancaya binerek kulenin içine girer. Bu kule bir tür Tanrı katıdır. Ve iSa'nın Tanrı'ya ulaştıktan sonra aydınlanması anlatılmaktadır. Kulenin içinde biraz ilerledikten sonra filmin en başında görünen Simyacı, bu sahnede tekrar görünür. Hırsız, Simyacı ile dövüşür ve Hırsız alt olur. Ve filmin seyrini değiştiren, film boyunca ilk defa konuşulan o an gelip çatar. "Altın ister misin?"
Hırsız'ın istemesi üzerine, Simyacı'nın hazırladığı seramoni ile, Hırsız'ın dışkısı altına dönüşür. Daha sonrasında Hırsız'ın boynundan kesilen ur sayesinde Hırsız, nefretinden ve kötülükten arınıp yeniden doğuşa hazır hale getirilir.
Simyacıyla yeniden doğuş ve öğretinin yolculuğuna çıkan karakter simya yoluyla arınır. Aynada kendi yansımasını yok ederek ilk bilinçli değişimi başlatır. Bilmeyi, cesur olmayı, istemeyi ve sessiz olmayı öğrenirken, duvarda asılı duran mavi-kırmızı renkleri hakim olur. Filmde kahramanın yolculuğuyla tanımlanan öğreti birçok mitoloji ve inanış (Kabala, Tarot, Zen) ile harmanlanır çeşitli sembollerle sunulur.

Filmin dördüncü biriminde isa tasviri Hırsız;Mars, Jüpiter, Satürn, Venüs, Uranüs, Neptün, Plüton'ın; yedi gezegenin temsili çeşitli karakterlerle tanışır. Sanayi ve politika ekseninde günümüz dünyasına eleştirel, iğneliyici nitelikte bir anlatım söz konusudur. Örneğin, Venüs gezegeninin temsili, babasının fabrikasındaki kadınlarla birlikte olarak onları kendi sekreteri yapmakta, diğerleri ise zor şartlarda çalıştırılmaktadır. Cinselliğin abartılı bir şekilde yansıtılması ise, eleştirel anlatımı desteklemektedir. Bu noktada güzellik; aşırıya kaçan cinsellik, değerli taşlar, imparatorluk, para olarak tanımlanır. Diğer bir gezegen olan Mars ise her türden silahlar satmaktadır.

Jüpiter insanlığın kurduğu modern düzeni tanımlarken hepsi birbirinin aynısı olan ürünler ortaya koyar. Bu sanat ürünlerini ise cinsel hazzı hedef alan bir anlatı üzerinden insanlara pazarlar. Ve orgazm makinesini aşk makinesi adı altında kullanmaktadır. Burada aşkın, cinsellik kisvesi altında nasıl tarumara uğradığının apaçık bir yergisi vardır.
Satürn ise düşmanlarına karşı savaşacak çocukların bilincini etkileyecek oyuncaklar üretmektedir. Uranüs, başbakanın ekonomi bakanıdır ve ekonominin ve öz kaynakların ayakta kalması için 5 sene içinde 4 milyon vatandaşın katledilmesini önerir. Bu noktada kapitalist çarkın dönmesi adına insanların canının hiçe sayıldığının yergisi vardır. Neptün polis şefidir ve kendisine ait ritüellerle alım yaptığı bir ordu kurmuştur. Son olarak Plüton hükümetle iş yapan bir mimardır. Çok para kazanmak uğruna insanların bir eve değil, bir sığınağa ihtiyacı olduğu fikrini empoze etmek istiyor topluma. Ve bunu yaparken de sloganı, "evsiz, ailesiz gerçek özgürlük için". Gerçek özgürlüğün aileden kopmak ve toplumsa yalnızlaşmaktan geçtiği fikrini empoze ediyor ve bunu yaparken tek amacı daha çok para kazanmak. Çünkü kapitalizm ahlaki değerleri önemsemez. Çarkın dönmesi için sermayenin para birikimini sağlaması lazım. 7 gezegenin 7 temsil karakterleri üzerinden hedonizme, kapitalizm, postmodernizm, militarizm üzerine ayır yergiler bulunmaktadır.

Maddiyatın ve refahın, ölümü engelleyemeyeceği; ölümsüzlüğü keşfetmenin Rosicrucian yazıtlarından yola çıkarak Lotus adasının kutsal dağında olduğunu anlatır. Bu dağa yolculuğa çıkmadan önce karakter, benliklerinden ve sahip olduğu maddi olguları terk etmek; hedeflerine ulaşmak adına, ilk etapta göz şeklinde bir odada tüm paralarını yakarlar, modernitenin dayattığı tüm dayatıları terk ederler ve odada kendi yansımaları olan bal mumu heykellerini parçalarlar. Simyacı'ya göre öze ulaşmanın tek yolu kendi benliğimizden sıyrılmaktır...

Bir kanca yardımıyla çıktığı kuleden, yolculuğunda tanıştığı diğer karakterlerle birlikte, helikopter yardımıyla inen isa için filmin dünyası değişmiştir. Kulenin etrafında karayolları ve araçlar yer almaktadır. Gezegenlerin tasvirinden sonraki sekansta ilkel hayatın yerine modern yaşam koşulları hüküm sürmekte, şehirleşme açıkça tasvir edilebilmektedir.
Geçirilen bu değişim sonrasında film adeta bir çağ atlamışçasına betimlenir. Kahramanlar helikopterden inerken sahip oldukları mistik kıyafetler ile şehirin manzarasına aykırı görünüm çizerler. Ölümsüzlük sırrına vakıf olmak için yola çıkan 9 ölümlü çeşitli ritüeller doğrultusunda geriye kalan bütün insani vasıflarından sıyrılarak ilerleyecektir.
Dağa çıkacak grubun Hazreti isa ve havarilerinin bir parodisi olduğu aşikardır ilk etapta bitkilerin öz suyunu içerek, öz bilgiye ulaşmaya çalışırlar. Bu sayede karakterindeki zincirlerin bir kısmından arınırlar. Sonra tapınakların gölgesinde şamanistik ritüeller gerçekleştirirler. Kendilerinden geçen karakterler yollarına devam ederler. Sahip olmayı acı çekmek olarak tanımlayan yapıt, ölüm merasimi ile birlikte zevklerinden, acılarından ve akrabalarından kısacası bütün duygusal ve düşünsel niteliklerden kurtulan karakterleri, yeniden doğuşa hazırlar ve bu doğrultuda karakterler, kolektif bir bilinç olarak tanımlanır. Ardından gelen kısımlar birlikte, peygamber olmak ve mucizeler yaratmak gibi bir edimin, insanlığı kin, nefret ve hırsa sürükleyeceği olgusu, aç çocukların kendilerine armağan edilen besin doğrultusundaki davranışlarından izlenmektedir. Üzerlerine ekmek yağan aç çocuklar, besin elde edebilmek adına savaşmaktadır. Bir tür ders niteliği içeren anlatıda seyirci, denizi aşmaya çalışan dokuz karakterle birlikte, Simyacı önderliğinde, odaklanmanın sırrına şahit olur, bilincin derinliklerine doğru yola çıkar. Geçmişlerinden ve karakterlerini tanımlayan her şeyden soyutlanan karakterler kutsal dağa ulaşmak adına karaya çıkar. Karada karşılaştıkları bir adam onları Pantheon Bar'a yönlendirir, burada hedefleri uğruna yitirdikleri tüm olguların bir ilizyonunu gören karakterler çeşitli zevklerin varlığıyla son kez sınanır. Pantheon Bar'dan ayrılan karakterleri Kutsal Dağ'a doğru zorlu bir yolculuk beklemektedir.

The Holy Mountain'in tanımladığı ezoterik yolculuğun sonunda tüm zorlukları aşan karakterler benliklerini hapseden tüm bağlarından, çektikleri acılar ve ettikleri feragat doğrultusunda kurtulur ve dağın tepesine ulaşırlar. Rehberin önderliğinden ayrıldıktan sonra isa tasvirinin aşk ile buluşması sonrası bilgeliğin sırrına vakıf olduğuna kanaat getiren Simyacı, öğretiyi yayması insanlığa rehberlik etmesi için geri yollanır, diğerleri ise dağın zirvesine doğru devam ederler. Bu esnada rehberin öğrencisine benim görevim bitti bensiz devam edebilirsin artık başımı kes demesi ve başının kesildiğini sanarken ölmeyişi ve o müthiş söz ''şimdi öğrenmeye başlayabilirsin'' yani bir öğretmeni geride bıraktığımızda ve bir öğretenden değil, kendi tecrübelerimizden öğrendiğimizde; kendimizin öğretmeni olunca öğrenmeye başlarız.
Zirveye ulaştıklarında, beyaz bir masa etrafında konumlanmış dokuz ölümsüzü yenmek adına davranırlar. Fakat bahsi geçen dokuz ölümsüz, beyaz cübbe giydirilmiş sahte mankenlerden ibarettir. Bu cübbelerden birinin içerisinde ise filmin yönetmeni Jodorwsky yani Simyacı saklanmaktadır.
Jodorowsky: “Bu maceranın sonu mu? Hiçbir şey bitmedi. Ölümsüzlüğün gizemini bulmaya geldik. Tanrılar gibi olmak için. Ve hâlâ burada ölümlüyüz; önceden olduğumuzdan daha insan, daha ölümlü. Ölümsüzlüğü elde edemediysek en azından gerçeği elde ettik. Bir peri masalıydı her şey ve gerçek hayata döndük; ama bu hayat gerçek mi? Hayır. Bu bir film. Kameraya bakın. Bizler hayal ürünüyüz, fotoğrafız, film karesiyiz. Burada kalmamalıyız. Mahkûmlar! Hayale bir son vermeliyiz. Bu sihir! Elveda "kutsal dağ". Gerçek hayat bizi bekliyor. ”

Sözleriyle film sonlanır, kamera uzaklaşır, uzaklaştıkça set ortamını gözler önüne serer... Ve filmlerin de bir film olduğu gibi, hayatın da yalnızca bir film olduğunu ve gerçeklik olan ölümü bir gün bulacağımızı ustaca bir şekilde anlatıp kapanışı yapar Jodorowsky...
Filmde son birim olarak "çarpıcı nokta: asıl ölümsüzlüğün, maddi imgelemlerle değil kendi benliğimizin zaaf ve zincirlerinden kurtulmak ile mümkün olduğunu, önemli olanın gidilecek yolun sonucunda ne bulacağımızdan ziyade o yoldaki sürecin etkinliğidir...

Şimdi geleyim film hakkında tartıştığım arkadaşın pek yüzeysel görüşlerine cevap vermeye. Arkadaşa, filmin David Lynch'teki gibi felsefi ve psikolojik anlatılardan daha ziyade sosyolojik ve politik eleştirilerin olduğunu, felsefi alt metinlerin verilmek istendiğini ama yönetmenin bu bağlamda başarısız olduğunu, bundan dolayı filmde kusur oluşturduğunu belirttim. Zaten filme dair tek kötü eleştirim bu.

Arkadaşın cevapları ise:
1-)"Lynch belli bir senaryo çerçevesinde sunar bişeyleri. Bu sanat filmi gerilim filmi değil. Tahlili yapılacak bir film olduğunu da düşünmüyorum. nasıl ki bir tabloya baktığın zaman tabloda anlatılmak istenen şeyi anlayamıyor, estetik algısıyla bakıyoruz. Benzer bir durum. Hiçbir ressam da bu yuzden anlasilabilir seyler cizmek istemez, çoğu ne anlattigini bile soylemez. Sanat filmlerinde de durum bu sekilde. Bir cok sahne gorursun her biri farkli bir seye odaklidir"

2-) "Yukarıda satanizm, deccal bilmemne yazan kişi gibi hiçbir şeyden anlamayan, anlamadığı şeyi kötü olarak bilen tipler için yazdım onu. heyecanlandırma üzerine yapılmış bir film değil zaten. o öğretiler de kabala değil, eski tibet inançlarıyla ilgili. işte yanıldığınız nokta tam da burada başlıyor. bu film karşılaştırdığınız diğer filmlerle aynı statüde değil. dram,fantezi, macera dır. sizin karşılaştırdıklarınız ise korku-bağımsız veya gerilim-bağımsız türdeki filmler. o yüzden yanlış olmuş. yani zaten sizi heyecanlandırmak gibi bir gayesi yok."

1-Cevap: Tamamiyle yanlış. Lynch belli bir senaryo içinde sunmaz hiçbir şeyi.
O, Kutsal Dağ filminin yönetmeni( Jadorowsky) gibi zamanlar arası geçiş yapmak yerine, zaman bilincini yok etmeyi tercih eder. Lynch'in sinemasında tüm anlatı kurgusu ve zaman birbirine girmiştir. Diğer manasıyla zaman mefhumu yitip gitmiştir. Ve ayrıca Lynch sanatsal filmler çekmez. Sürrealist imgelemde alt psikolojik metinlerle dolu gerçeküstü filmler çeker. Mesela Lynch, pek alakasız görünen bir sahnede birçok örtük bilgi sunar. Yanıp sönen ve bir anda geçen ışıklar, ekranı kaplayan bembeyaz ışık, onun bu boyutu göstermesinde bu yaptığı geçişleri göstermesinde önemli bir araçtır. Bazı kısımlarda ki ışık sönmesi ya da yanması yaşamı simgeler. David Lynch'in filmlerinde hiçbir şey göründüğü gibi değildir aslında, işlediği temalar, anlatım tekniği ve sık kullanılan rüya-kabus sekansları. Lynch bu yüzden çok kapalıdır. Jadorowsky gibi anlatıda konuşmak yerine susar. Jadorowsky bir dilbaz iken; Lynch konuşmayı tehlikeli bulan bir suskundur...
Ve sanat eserleri, karşılık bulmak için üretilmiştir. Anlaşılmamak için değil. Anlaşılmadığını iddia etmek, anlamayan insanların uydurduğu bir şeydir. Dünya'nın en kötü veya en kapalı eseri bile onlarca mesajlarla bezelidir, idrak edilirse. Breton; çoğu sürrealist yönetmen, filmde mana aramanın filmi öldüreceğini savunur. Tıpkı şiirdeki Haşim gibi. Ama sonrasında ekleme yaparlar, sanat ürünün ilk amacı mana aramak, anlaşılmak değildir. Eğer anlam derinliliğine ulaşılıp anlaşılacaksa bu herkesçe yapılacak kadar basit değildir... Kapalı yapıtların ana izleğini oluşturan nokta; çok azına hitap edip çok azının idrak edebilmesi... Nitekim; sanat, gerçeğin ve üstünün bir tezahürüdür. Manasız, düpedüz okunan-izlenen, insanın üzerine düşünmediği bir eser hiçtir.

2-)Heyecanlandırmak dediysem, bu kişisel bir yönelim. Aksiyon sahnelerindeki gibi bir heyecandan değil, eserin beni etkisi altına aldığında açığa çıkan heyecandan bahsediyorum.
Ve sürreal eksendeki filmlerin birincil ereğinde belirli bir ana konusu ve dayanak aldığı ekseni olmaz. Olursa da açık açık değil, örtük şekilde verilir. Bu çoğu Sürreal ve üst psikoloji ile ortaya koyulan birçok eserde böyledir. Bu yüzden başkalarının yaptığı çıkarımı kendince küçümsemek, kesin ve net sınırlar altında tutmak aymazlığın en alasıdır. Çünkü anti postmodern-sürrealist yapıtların diğer türdeki ürünlere göre anlamlılığı daha esnek ve açıktır. Onlara göre sanat eseri, peygamberlerin sözleri gibi, çeşitli yorumlara elverişli bir anlam genişliği taşımalı. Bir eserin anlamı başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi yaşamında anlamını verebilir ve böylece eser, üreten ve insanlar arasında ortak bir duygulanma dili olmak aşamasına erişebilir. En zengin, en derin, ve en etkileyici eser herkesin istediği biçimde anlayacağı ve bundan dolayı sonsuz duyarlıkları kapsayabilecek bir genişlikte olandır. Sınırlı ve tek çemberin içinde daralıp kalmış olan şeyin de zenginliğinden söz edemeyiz... Fakat gel gelelim arkadaşın dediği gibi Satanizm değil, Tibet anlatıları ile ilgili dersek bu sefer yanılan o olur. Çünkü filmin içeriği Kabala felsefesinin kritikleri yapılarak ve bu bağlamda ritüel eğitimleri alarak oluşturulmuş...
Hatta Kabala ritüellerine benzer şekilde başlayan eserin ilk biriminde isa tasvirli hırsız karakterinin ortaya çıkmasıyla, üçüncü birimde Hristiyanlığın içine harmanlanıyor ve bu sayede ilerleyen birimlerde yeni bir üst metnin hazırlığı Kabala felsefesinin üzerinde oynanmış haliyle yapılıyor. Kaldı ki Jodorowsky'i aslen Yahudi kökenli olup Kabala ile haşır neşir olduktan hemen sonra Yahudi Mistisizmine yönelmiş bir yönetmendir. Tibet değil.
Ama bu tarz filmlerdeki çağrışım imgeleminin sınırı olmadığı ve verilen mesajların insan zihninde oluştuğunu göz önünde bulundurursak; hangi ritüele bağlı olarak anlatı yaratıldığının bir önemi yok. isteyen onda farklı bir fikrin tohumunu bulabilir.

SONUÇ OLARAK

Büyük ölçüde etkilendiği sürrealizmin kurumlara saldırısı da göz önünde bulundurularak, Jodorowsky’nin kimi zaman Latin Amerika’ya egemen olan Katolik inancını, kimi zaman da çağdaş kapitalist toplumu hicvetmek için pastiş ve parodiye sıklıkla başvurduğu görülmektedir.
Yönetmenin yüksek kültür ile popüler kültür arasındaki ayrımı da önemsemediği görülmektedir. Jodorowsky daha çok western, korku, gerilim gibi sinema türlerini yaratıcılığını ve özgün vizyonunu ortaya koymak için birer malzeme olarak kendine mal etmektedir. Jodorowsky sinemasının “kültür hiyerarşisinin aşağıdaki kısmında istismar ve yeraltı sinemasına, yukarıdaki kısmında ise avangart ve auteur sinemasına yakın olduğunu” öne sürmüşlerdir. Jodorowsky’nin olay örgüsü, inançsızlığın ertelenmesi gibi klasik anlatıya has araçlara başvurmaması; düşsel, epizodik ve izleyicinin özdeşleşmesine fırsat vermeyen mesafeli bir yapıyı benimsemesi; birçok popüler kültür ikonlarına uzanan metinlerarasılık pratiklerine yer vermesi, groteske ve gösteriselliğe sıklıkla başvurması açısından postmodern bir sinemacı olduğu iddiası geçerli gibi görünmektedir.
Jodorowsky’nin postmodern konumunun en önemli belirleyicisi her türden otoriteye ve büyük anlatıya şüphe ve kinaye ile yaklaşmasıdır. incelenen filmlerde, özgürleşim, kurtuluş gibi nosyonlara, ruhani aydınlanmaya ve arayışa sıklıkla yer verdiği görülen Jodorowsky’nin din, devlet, aile, kapitalist toplum gibi kişinin üzerinde zor ya da rıza yoluyla egemenlik kuran kurumları eleştirdiği görülmektedir. Ona göre, Aydınlanma rasyonalitesinin ürünü olan kapitalist toplum, ruhen hastalıklı insanı yaratır. Dinsel kurtuluş anlatıları ise şiddet, vahşet ve farklı olanlara duyulan nefret ile sonuçlanır. Bu bağlamda, modern nevrotik insan için sağaltıcı bir sinema yarattığını öne süren Jodorowsky’nin kurtuluşu insanın kendi iç dünyasında arayan bir ‘New Age’ peygamberi olduğunu söylemek mümkündür.

SUBJEKTiF SONUÇ
Birbiriyle iç içe geçmiş metaforlar, her an issedilen sürrealist çizgiler, az ve derin diyaloglar; din, siyaset, para, seks ve bilinçaltının birleşiminden çıkan muhteşem film. Görsel açıdan izleyiciyi doyuran, daha fazlasını hayal etmesini de sağlayacak biçimdedir. sağlam bir bütçenin ürünü olmasının meyvesi yani. Lacan'ın, "bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır" derken dilde ki bazı oyunların (metafor, metonimi) bilinçdışında da oynandığını söyler, bu filmde de bilinçdışı unsurunun göz önünde bulundurularak izlenmesi fayda sağlayacaktır...

Bu zamana dek izlediğim en etkileyici filmlerden ve bu sene izlediğim en etkileyici film diyerek kapanışı da yapayım.
güncel Önemli Başlıklar