bugün
- gecenin şarkısı29
- recep tayyip erdoğan18
- ruhu iyileştiren şeyler12
- kemal kılıçdaroğlu34
- kitap alıntıları12
- ben uyuyorum sözlük bir şey diyor musun14
- en çok sahip olmak istediğiniz teknolojik alet21
- üsküdarda tesettürlülerin mekandan kovulması15
- ups boobs geldi küçük memeliler sözlüğü terketsin15
- üstteki yazar gözünde nasıl canlanıyor21
- yazarların kendini tanımlama şekli12
- ak partiye oy vermeyen kadınınıza kızar mısınız12
- advntst10
- ümit özdağ18
- engin ardıç29
- ölürken anlamı kalmayan şeyler10
- sözlük yazarlarının mutlaka okuyun dediği 3 kitap17
- bir şarkı sözü der ki8
- üstteki yazara bir kitap bırak23
- sürekli öksürüyorum9
- kılıçdaroğlu istifa eder mi11
- sürekli kendinden bahseden insan8
- anın görüntüsü42
- dul kadınla evlenir misiniz22
- üstteki yazarla ne yapmak isterdin23
- liboş ne demek12
- bir sigara mı yaksak9
- sözlükteki kara am sahipleri tam liste15
- mavi hap vs kırmızı hap8
- gay olmakla olmamak arasında kalmak9
- unutulmayan lise anıları11
- akpliler ekonomide neye güveniyor9
- kan tutan kasap bu fotoğrafları nereden buluyor8
- true nickli yazar8
- vuruşurken kızlar da zevk alıyor mu10
- üstteki yazarın nicki hakkındaki fikrini söyle9
- sözlük kızlarının dudak fotoğrafları8
- uyumadan önce 4 tane redbull içersek ne olur10
- çamaşır makinesi takirdamasi11
- kılıçdaroğlu'nun erdoğan'a oy vermek günah demesi8
- arkadaşlar bi bakar mısınız11
- haç takan samsunlu kadın8
- dinler neden sonradan gelmiştir23
- süleyman soylu8
- edirne valiliğine pencereden giren suriyeli18
- sözlük hanımlarının bugünkü kıyafetleri51
- iç organlarımız dışarıdan görünür olsaydı12
- libidosu yüksek kadın10
- sarılıp uyumak istediğiniz yazarlar19
- otopsiraporlari8


entry'ler (137)
https://www.youtube.com/w...b_channel=KartalTibetEdit
bu klibi benim için hazırlayan sayfaya en kalbi duygularımla şükranımı sunuyorum. beni ne denli mutlu ettiğini bilemez.
hülya koçyiğit ne kadar güzel ve asil bir kadınmış. 0.20'de elinde kırmızı gülü ve muhteşem yüzü... güzelliği sahiden de gerçek dışı, elinde tuttuğu gül bile yanında yaban otu gibi kalmış. Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur, en hisli şiirden de örülmez bu güzellik. Fecrin gökleri ve yeri boyadığı o anda oluşan alacalı kızıllık, her şeye gücü yeten tarafından derine bir iğne oyası gibi emek ve maharetle işlenmiş. Tanrı şahidimdir ki tarihe gömülmüş bütün ihtişamlı imparatorlar tekrar kıyam etse, senin gibi bir Hint meşesi yanında ancak savan otlar gibi gözükebilirler.
şimdikilerden benim diyen kadına 100 çeker. bir şiirin en derin mısrası gibi...
hele 1.00'da kırmızı elbisesi ile hüznün içinde raks edercesine yürümesi, o buğulu gözlerindeki nağme... sahneye yaraşırcasına karanlıkla harmanlanmış...
tek beyaz tacı vardı çiçeklerin sultanında, onu da koparacak bir kaba bulunur elbet. bu sözüm ona ne denli yakışıyor...
özellikle o kısma tutulduğumu, o sahnede kaldığımı bildiğindendir ki o kısmı uzun tutmuş. şarkının en manalı yerine o sahneyi koymuş.
dünyanın en güzel klibi. başta şarkının bu versiyonu yerine normal versiyonu ile klip daha güzel olabilirdi diyordum ama bu versiyonu klibe daha bir melankoli ve hüzün katmış.
bu klibi benim için hazırlayan sayfaya en kalbi duygularımla şükranımı sunuyorum. beni ne denli mutlu ettiğini bilemez.
hülya koçyiğit ne kadar güzel ve asil bir kadınmış. 0.20'de elinde kırmızı gülü ve muhteşem yüzü... güzelliği sahiden de gerçek dışı, elinde tuttuğu gül bile yanında yaban otu gibi kalmış. Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur, en hisli şiirden de örülmez bu güzellik. Fecrin gökleri ve yeri boyadığı o anda oluşan alacalı kızıllık, her şeye gücü yeten tarafından derine bir iğne oyası gibi emek ve maharetle işlenmiş. Tanrı şahidimdir ki tarihe gömülmüş bütün ihtişamlı imparatorlar tekrar kıyam etse, senin gibi bir Hint meşesi yanında ancak savan otlar gibi gözükebilirler.
şimdikilerden benim diyen kadına 100 çeker. bir şiirin en derin mısrası gibi...
hele 1.00'da kırmızı elbisesi ile hüznün içinde raks edercesine yürümesi, o buğulu gözlerindeki nağme... sahneye yaraşırcasına karanlıkla harmanlanmış...
tek beyaz tacı vardı çiçeklerin sultanında, onu da koparacak bir kaba bulunur elbet. bu sözüm ona ne denli yakışıyor...
özellikle o kısma tutulduğumu, o sahnede kaldığımı bildiğindendir ki o kısmı uzun tutmuş. şarkının en manalı yerine o sahneyi koymuş.
dünyanın en güzel klibi. başta şarkının bu versiyonu yerine normal versiyonu ile klip daha güzel olabilirdi diyordum ama bu versiyonu klibe daha bir melankoli ve hüzün katmış.
(#46085012)
ağzı olan konuşuyor, sırf eli olan elim var, nasıl olsa yazmak bedava diye bilmeden utanmadan yazıyor ya ben de buna irrite oluyorum.
atatürk, kıpçak değil türkmendir. yani yörüktür.
72 milletin kanıyla asimile olmuş anadolulu köylüsü görünüşünde, türk fenotipinde olmayan insanlar olduğunuz ve her sarışın, kumral insanı kendiniz gibi esmer, koca gözlü tipler olmadığı için kıpçak sanıyorsunuz. araplarla, ermenilerle, rumlarla, anadolu halkları ile karışmış insana tuhaf geliyor elbette. bir de iddialı iddialı google'den aşırdığı sahte bilgileri buraya yazıyor.
atatürk, kocacık yörüğü. ataları karamanoğullarından. kendisi buz gibi türkmen!
hiç mi hakkında yanlış bilgiler sunduğun insanın kendi ağzından aktardığı şeceresini araştırıp okumadın? onu geçtim, işkembe-i kübradan salladığın kıpçakların kim olduğundan haberin var mı? bir fikir sahibi misin?
zırvaları bir kenara bırak da araştırıp, fikir sahibi olup konuş!
bugün kıpçak olarak bildiğimiz boy tarihte kuman, memlükler(ilhanlılarla savaşmış) kazan devleti ve kırım hanlığını kurmuştur. fakat altın orda moğol devletidir ve sonradan kıpçaklaşmıştır! bu sahte bilgileri nereden alıyorsan bilgileri teyit edip yaz. kıpçaklar tarih boyunca moğollarla hep savaşmış ama çoğunlukla moğolların egemenliği altında asimile olmuş bir boydur!
kırgızlar, milat öncesi çin kaynaklarında kıpçak olarak geçiyor, herkes körü körüne inanıp buna sığınıyor ama atlanılan nokta var. Ön-Kırgızların Moğol kabileleriyle yaptıkları evlilikler sonucu günümüz Kırgızları ortaya çıkmıştır. yani bugünkü kırgız fenotipi ile milat öncesi yazıtlardaki bahsedilen fenotipin yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. bugün asırlar önce yazıtlarda bahsolunan o fenotipe en yakın kıpçak boyu tatarlardır!
Kırgızlarla birlikte yaşayan Kıpçaklar zamanla Kırgız adını benimsemiştir ve doğu Kıpçakları bir zamanlar hakimiyetleri altında bulundukları Kimek boyları ve Yenisey Kırgızları (Eski Kırgızlar) ile birleşerek Kırgız (eskiden Ruslarca Kara Kırgız denirdi) adı altında Altay, Yedisu ve Tanrı Dağlarında hayatlarına devam etmiştir. ayrıca tarih boyunca hep başka türk boylarının egemenliği altında yaşamış, moğollarla çok fazla karışmıştır.
yani senin kıpçak dediğin insanlardan 18-20 asır önce çin kaynakları bahsediyordu. sen neyden bahsediyorsun? daha kırgızların, tarihinden ve diğer topluluklarla etkileşiminden bihabersin.
sırf sarışın, mavi gözlü diye kıpçak sandığın yörük atatürk'ün mensubu olduğu türkmen ırkında yani yörüklerin içerisinde sarışın, mavi gözlü insan sayısı fazla. annemin sarıkeçili yörük aşiretine mensup rahmetli babası bile sarışın, mavi gözlü bir adamdı. kıpçaklıkla bir ilgisi dahi yoktu.
babamlar osmanlı'nın da mensubu olduğu karakeçili aşiretinden. %95'i buğday tenli/hafif esmer, badem/hafif çekik gözlü(tabii kırgızlar kadar olmasa da çekik olanlar çıkabiliyor) ve türkler içerisinde en uzun ve en yapılı aşiret. tanıdığım istisnasız tüm karakeçili erkekler +1.80. kadınları ise 1.70 üstü.
ayrıca, en yakışıklı ve en güzel türk boyu kıpçaklar değil türkmenler/batı yörükleri.
esmeri ayrı bir güzel, sarışını-kumralı ayrı bir güzellikte. sana bunu özelden fotoğraflar aracılığıyla ispat edebilirim.
ayrıca, karakeçililer bugün türkler arasında genellikle farklı toplumlarla karışmadan, türk genetiğini muhafaza edebilen osmanlı'yı kurmuş köklü bir türkmen aşiretidir. yörükler yani anadolu'ya göç etmiş türkmenler türkler arasında en fazla türk kanına sahip topluluktur. ne anadolulu görünümüne ne de bugünkü asyalı görünümüne sahipler.
belirtmek gerekirse yörüklerin aksine:
özbekler, fars-türk-moğol ve soğd karışımı bir topluluk.
kazaklar, kırgız, moğol, kıpçak karışımı bir topluluk. kanlarında %70 oranında moğol genetiği var mevcut.
kırgızlar, moğol genetiğinden ziyadesiyle etkilenmiş bir topluluk. %70 oranında mongoloid gen etkisindeler.
azerilerin %99'u fars genetiği etkisinde.
tatar ve kafkas türklerinin çoğu kafkas halkları ve bazı slav kavimlerle karışmış.
balkan türkleri de yörük kökenli olsa da asırlar önce balkanlara iskan edildiği için bulgar, arnavut, boşnak, rum topluluklarla karışmıştır.
yörükler yani 3 asır önceye dek bugünkü türkmen coğrafyasında/batı asya'da yaşayan türkmenler, 18.asırda anadolu'ya gelmiş ve farklı bölgelere yerleşmiştir. batı anadolu'ya yerleşmiş olanların %95'i kendi türkmen aşiretlerinden başkasına kız alıp vermemiştir. bu geleneği devam ettirenlerin çoğu, örneğin bizim sülale, halen daha fenotipini koruyor.
ağzı olan konuşuyor, sırf eli olan elim var, nasıl olsa yazmak bedava diye bilmeden utanmadan yazıyor ya ben de buna irrite oluyorum.
atatürk, kıpçak değil türkmendir. yani yörüktür.
72 milletin kanıyla asimile olmuş anadolulu köylüsü görünüşünde, türk fenotipinde olmayan insanlar olduğunuz ve her sarışın, kumral insanı kendiniz gibi esmer, koca gözlü tipler olmadığı için kıpçak sanıyorsunuz. araplarla, ermenilerle, rumlarla, anadolu halkları ile karışmış insana tuhaf geliyor elbette. bir de iddialı iddialı google'den aşırdığı sahte bilgileri buraya yazıyor.
atatürk, kocacık yörüğü. ataları karamanoğullarından. kendisi buz gibi türkmen!
hiç mi hakkında yanlış bilgiler sunduğun insanın kendi ağzından aktardığı şeceresini araştırıp okumadın? onu geçtim, işkembe-i kübradan salladığın kıpçakların kim olduğundan haberin var mı? bir fikir sahibi misin?
zırvaları bir kenara bırak da araştırıp, fikir sahibi olup konuş!
bugün kıpçak olarak bildiğimiz boy tarihte kuman, memlükler(ilhanlılarla savaşmış) kazan devleti ve kırım hanlığını kurmuştur. fakat altın orda moğol devletidir ve sonradan kıpçaklaşmıştır! bu sahte bilgileri nereden alıyorsan bilgileri teyit edip yaz. kıpçaklar tarih boyunca moğollarla hep savaşmış ama çoğunlukla moğolların egemenliği altında asimile olmuş bir boydur!
kırgızlar, milat öncesi çin kaynaklarında kıpçak olarak geçiyor, herkes körü körüne inanıp buna sığınıyor ama atlanılan nokta var. Ön-Kırgızların Moğol kabileleriyle yaptıkları evlilikler sonucu günümüz Kırgızları ortaya çıkmıştır. yani bugünkü kırgız fenotipi ile milat öncesi yazıtlardaki bahsedilen fenotipin yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. bugün asırlar önce yazıtlarda bahsolunan o fenotipe en yakın kıpçak boyu tatarlardır!
Kırgızlarla birlikte yaşayan Kıpçaklar zamanla Kırgız adını benimsemiştir ve doğu Kıpçakları bir zamanlar hakimiyetleri altında bulundukları Kimek boyları ve Yenisey Kırgızları (Eski Kırgızlar) ile birleşerek Kırgız (eskiden Ruslarca Kara Kırgız denirdi) adı altında Altay, Yedisu ve Tanrı Dağlarında hayatlarına devam etmiştir. ayrıca tarih boyunca hep başka türk boylarının egemenliği altında yaşamış, moğollarla çok fazla karışmıştır.
yani senin kıpçak dediğin insanlardan 18-20 asır önce çin kaynakları bahsediyordu. sen neyden bahsediyorsun? daha kırgızların, tarihinden ve diğer topluluklarla etkileşiminden bihabersin.
sırf sarışın, mavi gözlü diye kıpçak sandığın yörük atatürk'ün mensubu olduğu türkmen ırkında yani yörüklerin içerisinde sarışın, mavi gözlü insan sayısı fazla. annemin sarıkeçili yörük aşiretine mensup rahmetli babası bile sarışın, mavi gözlü bir adamdı. kıpçaklıkla bir ilgisi dahi yoktu.
babamlar osmanlı'nın da mensubu olduğu karakeçili aşiretinden. %95'i buğday tenli/hafif esmer, badem/hafif çekik gözlü(tabii kırgızlar kadar olmasa da çekik olanlar çıkabiliyor) ve türkler içerisinde en uzun ve en yapılı aşiret. tanıdığım istisnasız tüm karakeçili erkekler +1.80. kadınları ise 1.70 üstü.
ayrıca, en yakışıklı ve en güzel türk boyu kıpçaklar değil türkmenler/batı yörükleri.
esmeri ayrı bir güzel, sarışını-kumralı ayrı bir güzellikte. sana bunu özelden fotoğraflar aracılığıyla ispat edebilirim.
ayrıca, karakeçililer bugün türkler arasında genellikle farklı toplumlarla karışmadan, türk genetiğini muhafaza edebilen osmanlı'yı kurmuş köklü bir türkmen aşiretidir. yörükler yani anadolu'ya göç etmiş türkmenler türkler arasında en fazla türk kanına sahip topluluktur. ne anadolulu görünümüne ne de bugünkü asyalı görünümüne sahipler.
belirtmek gerekirse yörüklerin aksine:
özbekler, fars-türk-moğol ve soğd karışımı bir topluluk.
kazaklar, kırgız, moğol, kıpçak karışımı bir topluluk. kanlarında %70 oranında moğol genetiği var mevcut.
kırgızlar, moğol genetiğinden ziyadesiyle etkilenmiş bir topluluk. %70 oranında mongoloid gen etkisindeler.
azerilerin %99'u fars genetiği etkisinde.
tatar ve kafkas türklerinin çoğu kafkas halkları ve bazı slav kavimlerle karışmış.
balkan türkleri de yörük kökenli olsa da asırlar önce balkanlara iskan edildiği için bulgar, arnavut, boşnak, rum topluluklarla karışmıştır.
yörükler yani 3 asır önceye dek bugünkü türkmen coğrafyasında/batı asya'da yaşayan türkmenler, 18.asırda anadolu'ya gelmiş ve farklı bölgelere yerleşmiştir. batı anadolu'ya yerleşmiş olanların %95'i kendi türkmen aşiretlerinden başkasına kız alıp vermemiştir. bu geleneği devam ettirenlerin çoğu, örneğin bizim sülale, halen daha fenotipini koruyor.
2 sene önce kendisi hakkında upuzun bir felsefi içerikli yergi entrysi girmiştim. ne kadar sevmeyeni varmışsa 50'den fazla beğeni geldi.
moderasyondaki yaltakçılarına sildirmiş olduğu, bahsi mevzolunan entry görselleri burada. ulaşmak için tıklayınız:
https://www.hizliresim.com/1pfsv32
https://www.hizliresim.com/hxc7n95
bu giri, sonrasında bana özelden yazıp, ''prim peşinden koşuyorsun'' dedi. yahu benim burada yazdığım bilgi içerikli girileri profesörler, yazarlar, yakınlarım ve birçok insan okuyor. yazdıklarımın %10'unu onların güzel hatrı için burada paylaşıyorum ki beni okuyan insanlar takip edebilsin. sen herkesi kendin gibi sözlükteki vasıfsız şakşakçılarına hitap eden biri mi zannediyorsun? yazdığım tek bir yazım bile, senin o tüm yazılarına bedel.
neyse, sonrasında bu kadar delikanlıysan yaz telefonunu dedi. ben de direkt verdim. herhalde buradaki kıçıkırıklar gibi korkup, geri çekileceğimi zannetmişti.
telefonda konuştuk, entrymi silmemi istedi.
silmeyeceğimi söyledim. birkaç kez ısrarcı olmadı ama dinlemedim. sonrasında dayanamayıp moderasyondaki kankalarına entryimi sildirmiş. üstüne gidip tekrar hakkında yergili yazılar yazacaktım ama hem işlerimden dolayı hem de böyle kalibresiz biriyle vakit kaybetmemek adına üstelemedim.
ayrıca, madem ki bu kadar eleştiri almaktan korkuyorsun o halde yazdığın yazıların üslubuna ve insanlarda bulacağı vuku ve edeceği tesire dikkat et. burası senin oğlanlarınla yaptığın muhabbethaneye benzemez.
şu an buraya yazmamın sebebi farklı.
biz senin gibi bir gün başka konuşan, öbür gün 180 derece dönüp başka üsluba bürünen adam değiliz. 2 hafta önce farklı fikri savunup 2 hafta sonra omurga değiştiren adamlardan hiç değiliz. biz senin gibi adamlarla aynı safta olmaktan utanç duyarız. bizim önderimiz önce ulu önder atatürk, sonrasında başbuğ atsız'dır. senin gibi kıçıkırık ülkücüleri savunup, bunlara biat edecek kalibrede adamlar değiliz, rüzgarın estiği yöne savrulacak adamlar hiç değiliz. siyasetten de bir cacık anladığın yok, bir konu hakkında da bilgi sahibi değilsin. sana bilgili diyen adamın aklına acırım.
bu giriyi de 2 hafta önce sinan oğan denen saray oğlanının altında hadi bakalım '' oğan ve milliyetçilerin altında saksoya doğrulun'' minvalinde yazdığın entrye atfen yazıyorum. sen sinan oğan'ın altında zevkten can verirken ben seçimden önce sinan oğan'a sallıyordum. (#46377159) (#46360970)
noldu, daha düne kadar altından kalkıp doğrulamadığın şahsın(sinan oğlan) erkekliğinden mi bıktın da şimdi terörist olarak nitelendirdiğin chp kanadına geçip bu kez onlarınkini emmeye başladın? sen bunlardan daha dönek bir adamsın. terbiyesizlik etme, aksi takdirde terbiyesizliğin en ve dik alasını benden görürsün.
sana son uyarım, sözlerine ve konuşmalarına dikkat et.
yoksa seninle o varlığına inanmadığın allah'ın her günü bu başlığın altında uğraşırım.
moderasyondaki yaltakçılarına sildirmiş olduğu, bahsi mevzolunan entry görselleri burada. ulaşmak için tıklayınız:
https://www.hizliresim.com/1pfsv32
https://www.hizliresim.com/hxc7n95
bu giri, sonrasında bana özelden yazıp, ''prim peşinden koşuyorsun'' dedi. yahu benim burada yazdığım bilgi içerikli girileri profesörler, yazarlar, yakınlarım ve birçok insan okuyor. yazdıklarımın %10'unu onların güzel hatrı için burada paylaşıyorum ki beni okuyan insanlar takip edebilsin. sen herkesi kendin gibi sözlükteki vasıfsız şakşakçılarına hitap eden biri mi zannediyorsun? yazdığım tek bir yazım bile, senin o tüm yazılarına bedel.
neyse, sonrasında bu kadar delikanlıysan yaz telefonunu dedi. ben de direkt verdim. herhalde buradaki kıçıkırıklar gibi korkup, geri çekileceğimi zannetmişti.
telefonda konuştuk, entrymi silmemi istedi.
silmeyeceğimi söyledim. birkaç kez ısrarcı olmadı ama dinlemedim. sonrasında dayanamayıp moderasyondaki kankalarına entryimi sildirmiş. üstüne gidip tekrar hakkında yergili yazılar yazacaktım ama hem işlerimden dolayı hem de böyle kalibresiz biriyle vakit kaybetmemek adına üstelemedim.
ayrıca, madem ki bu kadar eleştiri almaktan korkuyorsun o halde yazdığın yazıların üslubuna ve insanlarda bulacağı vuku ve edeceği tesire dikkat et. burası senin oğlanlarınla yaptığın muhabbethaneye benzemez.
şu an buraya yazmamın sebebi farklı.
biz senin gibi bir gün başka konuşan, öbür gün 180 derece dönüp başka üsluba bürünen adam değiliz. 2 hafta önce farklı fikri savunup 2 hafta sonra omurga değiştiren adamlardan hiç değiliz. biz senin gibi adamlarla aynı safta olmaktan utanç duyarız. bizim önderimiz önce ulu önder atatürk, sonrasında başbuğ atsız'dır. senin gibi kıçıkırık ülkücüleri savunup, bunlara biat edecek kalibrede adamlar değiliz, rüzgarın estiği yöne savrulacak adamlar hiç değiliz. siyasetten de bir cacık anladığın yok, bir konu hakkında da bilgi sahibi değilsin. sana bilgili diyen adamın aklına acırım.
bu giriyi de 2 hafta önce sinan oğan denen saray oğlanının altında hadi bakalım '' oğan ve milliyetçilerin altında saksoya doğrulun'' minvalinde yazdığın entrye atfen yazıyorum. sen sinan oğan'ın altında zevkten can verirken ben seçimden önce sinan oğan'a sallıyordum. (#46377159) (#46360970)
noldu, daha düne kadar altından kalkıp doğrulamadığın şahsın(sinan oğlan) erkekliğinden mi bıktın da şimdi terörist olarak nitelendirdiğin chp kanadına geçip bu kez onlarınkini emmeye başladın? sen bunlardan daha dönek bir adamsın. terbiyesizlik etme, aksi takdirde terbiyesizliğin en ve dik alasını benden görürsün.
sana son uyarım, sözlerine ve konuşmalarına dikkat et.
yoksa seninle o varlığına inanmadığın allah'ın her günü bu başlığın altında uğraşırım.
çok değişik ve fantastik bir kitap. diğer kitapları mükemmel amma ve lakin bu kitabı çok farklı bir içerik ve üslupta yazılmış. ilk okuduğumda beni çarpmıştı.
bini aşkın kitap okudum, felsefi-psikoloji-bilimsel-tarihi-sosyoloji-teoloji kitaplarını bir yana koyuyorum, türk edebiyatındaki yazarların okumadığım bir romanı yok. keza çoğu halk edebiyatı ürününü ve destanları okudum. folklor kitaplarına dek.
dünya edebiyatındaki eski ve yeni yazarların çoğu eserini de okudum ama beni bu denli etkileyen bir roman daha -yaşar kemal'in romanları haricinde- okumadım.
yaşar kemal'i zaten bu kıyastan muaf tutuyorum.
evet, şu bir gerçek ki bizim cumhuriyet edebiyatçıları çok nitelikli eserler vermiş, hepsi ortalama üstü yazarlar. su götürmez bir gerçek dünya çapında kalemler. keza, toplumcu gerçekçiler romanın zirvesi ama gel gelelim hiçbiri ne atsız ne yaşar kemal ile üslup ve içerik bakımından boy ölçüşebilecek düzeyde.
yaşar kemal de toplumcu bir yazar ama onun kaynağı halk edebiyatı, folklor. her romanında halk hikayelerinin büyülü dünyasını bulmak mümkün. diğer toplumcu gerçekçilerden bu noktada tamamiyle ayrılıyor. salt toprak ağası, köylü çatışması yok. romanlarının konusu diğerleri gibi tekdüze ve sıkıcı değil. romanları efsaneler, destanlar, farklı ırkların öyküleri ve halk edebiyatı kültürü ile süslü. birçok sayfada halk edebiyatına atıf, sayfalarda izler bulmak mümkün -bu konuda 2-3 senedir bir yazı yazmayı düşünüyorum ama vakit bulduğumda yaşar kemal ve romanları hakkında uzun bir tahlil yazısı yazacağım-
atsız ve yaşar kemal'in ortak özellikleri folklorik ögelerden beslenmeleri, romanlarına fantastik içerik katmaları. atsız daha ziyade bunu eski türk efsane ve destanlarından etkilenerek yapmış. daha çok halk edebiyatının ilk zamanlarından, yani islam öncesi halk edebiyatından, mitolojik unsurlardan yararlanmış.
yaşar kemal ise halk kültüründe ve halk edebiyatında atsız'dan daha bilgili ve yetkin bir isim. folklor kökenli biri olduğu ve aşıklık geleneği, halk hikayeciliği kültürü içerisinde yetiştiği için tüm halk edebiyatı ürünlerini kullanarak yapmış. yaşar kemal'in romanlarında halk hekimliğini, masalları, halk hikayelerini, ilyas'ı, hızır'ı, maral'ı, 3'ler-7'ler-40'ları, birçok toplumun efsanesini, hikayesini, aşıkları, yırcıları görmemek mümkün değil.
yaşar kemal, bu yüzyılın hatta gelmiş geçmiş, insanlığın en iyi hikayecisi ve romancısıydı. 40'tan fazla romanını okudum, okuyamadığım birkaç romanı kaldı. bir süre sonra romanlarını tekrar okumaya koyulacağım.
hangi romanı olduğunu unuttuğum bir kitabında 2 sayfalık, mağarada geçen cin hikayesini anlatışı var, anlatış tarzı fevkalade ve işlediği konunun fantastikliği muazzam düzeyde. alelade bir cin hikayesini bile çok farklı bir boyutta anlatabilme yeteneğine sahip.
bence atsız'dan üslup olarak daha nitelikli ve daha kabiliyetli bir yazar ama atsız'ın sade üslubu altında mükemmel, noksansız ve kusursuz bir dil var, yazdıklarının içeriği yaşar kemal kadar büyülü olmasa da yaşar kemal'in içeriği ile aynı kalitede. atsız tüm romanlarının içeriğini tarih ve efsaneler ile harmanlamış. içerik ve de konuyu sunmadaki etkileyicilik bakımından eşit oldukları kanısındayım.
fakat şiirde tartışmasız atsız çok daha iyi. yaşar kemal'in şiir yeteneği o denli düzeyde değil. yaşar kemal bir nesir üstadı. düz yazıda şiir yazıp masal anlatan bir adam. ikisini birbirinden ayırmam mümkün değil.
yaşar kemal'in annesi, zamanında onun iyi ki aşık olmasına müsade etmemiş. müsade etmiş olsaydı hiçbirimiz böyle bir ismi hiçbir zaman okuyamayacaktık.
atsız, şüphesiz yaşar kemal ile birlikte türk edebiyatının en iyi romancısı.
geriye kalanlar ancak atsız ve yaşar kemal'in gölgesi olabilirler.
cemil meriç; türk edebiyatı romanın, şiirin yani nazmın zirvesi derken, avrupalıların yazdığı en kaliteli şiirler, baki'nin hatta bizim sıradan bir şairin tek bir mısrasından bile aşağı düzeydedir derken doğru söylüyordu.
bini aşkın kitap okudum, felsefi-psikoloji-bilimsel-tarihi-sosyoloji-teoloji kitaplarını bir yana koyuyorum, türk edebiyatındaki yazarların okumadığım bir romanı yok. keza çoğu halk edebiyatı ürününü ve destanları okudum. folklor kitaplarına dek.
dünya edebiyatındaki eski ve yeni yazarların çoğu eserini de okudum ama beni bu denli etkileyen bir roman daha -yaşar kemal'in romanları haricinde- okumadım.
yaşar kemal'i zaten bu kıyastan muaf tutuyorum.
evet, şu bir gerçek ki bizim cumhuriyet edebiyatçıları çok nitelikli eserler vermiş, hepsi ortalama üstü yazarlar. su götürmez bir gerçek dünya çapında kalemler. keza, toplumcu gerçekçiler romanın zirvesi ama gel gelelim hiçbiri ne atsız ne yaşar kemal ile üslup ve içerik bakımından boy ölçüşebilecek düzeyde.
yaşar kemal de toplumcu bir yazar ama onun kaynağı halk edebiyatı, folklor. her romanında halk hikayelerinin büyülü dünyasını bulmak mümkün. diğer toplumcu gerçekçilerden bu noktada tamamiyle ayrılıyor. salt toprak ağası, köylü çatışması yok. romanlarının konusu diğerleri gibi tekdüze ve sıkıcı değil. romanları efsaneler, destanlar, farklı ırkların öyküleri ve halk edebiyatı kültürü ile süslü. birçok sayfada halk edebiyatına atıf, sayfalarda izler bulmak mümkün -bu konuda 2-3 senedir bir yazı yazmayı düşünüyorum ama vakit bulduğumda yaşar kemal ve romanları hakkında uzun bir tahlil yazısı yazacağım-
atsız ve yaşar kemal'in ortak özellikleri folklorik ögelerden beslenmeleri, romanlarına fantastik içerik katmaları. atsız daha ziyade bunu eski türk efsane ve destanlarından etkilenerek yapmış. daha çok halk edebiyatının ilk zamanlarından, yani islam öncesi halk edebiyatından, mitolojik unsurlardan yararlanmış.
yaşar kemal ise halk kültüründe ve halk edebiyatında atsız'dan daha bilgili ve yetkin bir isim. folklor kökenli biri olduğu ve aşıklık geleneği, halk hikayeciliği kültürü içerisinde yetiştiği için tüm halk edebiyatı ürünlerini kullanarak yapmış. yaşar kemal'in romanlarında halk hekimliğini, masalları, halk hikayelerini, ilyas'ı, hızır'ı, maral'ı, 3'ler-7'ler-40'ları, birçok toplumun efsanesini, hikayesini, aşıkları, yırcıları görmemek mümkün değil.
yaşar kemal, bu yüzyılın hatta gelmiş geçmiş, insanlığın en iyi hikayecisi ve romancısıydı. 40'tan fazla romanını okudum, okuyamadığım birkaç romanı kaldı. bir süre sonra romanlarını tekrar okumaya koyulacağım.
hangi romanı olduğunu unuttuğum bir kitabında 2 sayfalık, mağarada geçen cin hikayesini anlatışı var, anlatış tarzı fevkalade ve işlediği konunun fantastikliği muazzam düzeyde. alelade bir cin hikayesini bile çok farklı bir boyutta anlatabilme yeteneğine sahip.
bence atsız'dan üslup olarak daha nitelikli ve daha kabiliyetli bir yazar ama atsız'ın sade üslubu altında mükemmel, noksansız ve kusursuz bir dil var, yazdıklarının içeriği yaşar kemal kadar büyülü olmasa da yaşar kemal'in içeriği ile aynı kalitede. atsız tüm romanlarının içeriğini tarih ve efsaneler ile harmanlamış. içerik ve de konuyu sunmadaki etkileyicilik bakımından eşit oldukları kanısındayım.
fakat şiirde tartışmasız atsız çok daha iyi. yaşar kemal'in şiir yeteneği o denli düzeyde değil. yaşar kemal bir nesir üstadı. düz yazıda şiir yazıp masal anlatan bir adam. ikisini birbirinden ayırmam mümkün değil.
yaşar kemal'in annesi, zamanında onun iyi ki aşık olmasına müsade etmemiş. müsade etmiş olsaydı hiçbirimiz böyle bir ismi hiçbir zaman okuyamayacaktık.
atsız, şüphesiz yaşar kemal ile birlikte türk edebiyatının en iyi romancısı.
geriye kalanlar ancak atsız ve yaşar kemal'in gölgesi olabilirler.
cemil meriç; türk edebiyatı romanın, şiirin yani nazmın zirvesi derken, avrupalıların yazdığı en kaliteli şiirler, baki'nin hatta bizim sıradan bir şairin tek bir mısrasından bile aşağı düzeydedir derken doğru söylüyordu.
ocakta harlı ateşin sönmesi gibi, yüzündeki öfke de kaybolmuştu. sessiz ve mağrurdu. kuşkusuz mizacı böyleydi, tıpkı bir han'a yakışır gibi ama içini yakan ateşin ne olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Bazen apansızın, hiç haber vermeden ve hiç beklenmedik bir anda kendinden geçerek atının gemini çekip yön değiştiriyor, dörtnala atını çılgınca koşturuyor, onu izleyenler çarpmamak için atlarını hemen yana sürüyor, açılmak zorunda kalıyorlardı.
O Büyük Han, dikkatle, kaygıyla gökyüzüne, yanına yöresine bakınıyor, telaşlanıyor, gökyüzüne bakarken güneş yüzüne vurmasın diye elini alnına koyuyor ve elleri titriyordu.
bitmişti.
bir zaman sonra gündüz, geceyi doğurmuştu.
yine hiçbir şey söylemiyor, sadece tanrı'nın canlılara, bütün aleme bahşettiği ebedi karanlık gökyüzüne bakıyor ve hüzünlü, hafif çekik gözleriyle sonsuz yıldızların ağır raksını içinde fırtınalar koparak izliyordu. dayanamıyordu, dayanamayacaktı. börkünden yüzüne düşen gölge hafif çekik gözlerini daha da karartıyordu. Gökyüzüne bakışları kaybolmamıştı. içten, can ve gönülden dua ediyor Gök’ten yazgısının ne olduğunu soruyordu. Ama Gök susuyordu. Yalnız, iyice yükselen Ay, mora çalan ışığını, belli belirsiz, karakum bozkırına ve seyhun'a yaymaya devam ediyordu: Gecenin sırlarına ve insanlarıyla birlikte derin uykulara gömülmüş bulunan bozkırlara...
bu uykuya gömülmüş bozkırdaki biri ise hiçbir şey söylemeden sadece yaldızlı dehlizlere boğulmuş gökyüzüne bakıyordu. gökyüzü kimsesiz, bomboş uzayıp sonsuzluğa gidiyordu. kederli gözlerle sonsuz yıldızların ağır raksını seyrediyordu. dertliydi, içi kan ağlıyordu.
bey, gece karanlığına bulanmış atına doğru yöneldi.
''Gidiyordu. Burayı görmeye dayanamayacaktı. Burada her şey Gökçen diye bağırıyordu. Hüzünlü gözlerle çevresine bakınarak uzaklaştı. han, ertesi sabah erkenden köyü terk etti. Yalnız köyü değil her şeyi bırakıyordu. Çökmüş, bitmiş, mahvolmuştu. Kaçıyordu. Tımarını, alay beğliğini, evini bırakarak bilmediği bir yere
gidiyordu. Nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu. Yollar nereye götürürse oraya gidecekti.
Bir gün önceki güneş yoktu. Kar yağıyordu. Hiç kimseye bir şey söylemeden yola çıkmıştı. Gökçen'e kavuşuncaya kadar böyle gidecekti.
Issız ve sessiz yollar uzayıp gidiyor ve 'niçin ötekilerini de düşünemiyorum' diye vicdan azabı duyan han, yalnız Gökçen'le dolu olduğu halde, bu tükenmez mesafelerde at sürüyordu. Arada bir köylerden geçiyor, insanlara, hayvanlara, arabalara rastlıyor. Fakat hiçbirini görmeden yoluna devam ediyordu.
Gece indi. Karanlık yavaş yavaş her yeri örttü ve ebedi yollarda kâh 'Allah' diye inleyerek, kâh 'Gökçen' diye sayıklayarak giden yolcuyu kavradı. Bu meçhul Osmanlı şehzadesi, kendisinden önce gelen ve gelecek olan sayısız Osmanlı şehzadesine tarihin mukadderatının çizdiği büyük ıstırap içinde, ancak kendisinin görebildiği yeşil ışıklar içinde, bütün gözlerden silinerek kayboldu.
Artık hiçbir şey görünmüyor, fırtınanın uğradığı bu yolda yalnız bir atın nal sesleri ve bir insanın hıçkırıkları işitiliyordu..''
O Büyük Han, dikkatle, kaygıyla gökyüzüne, yanına yöresine bakınıyor, telaşlanıyor, gökyüzüne bakarken güneş yüzüne vurmasın diye elini alnına koyuyor ve elleri titriyordu.
bitmişti.
bir zaman sonra gündüz, geceyi doğurmuştu.
yine hiçbir şey söylemiyor, sadece tanrı'nın canlılara, bütün aleme bahşettiği ebedi karanlık gökyüzüne bakıyor ve hüzünlü, hafif çekik gözleriyle sonsuz yıldızların ağır raksını içinde fırtınalar koparak izliyordu. dayanamıyordu, dayanamayacaktı. börkünden yüzüne düşen gölge hafif çekik gözlerini daha da karartıyordu. Gökyüzüne bakışları kaybolmamıştı. içten, can ve gönülden dua ediyor Gök’ten yazgısının ne olduğunu soruyordu. Ama Gök susuyordu. Yalnız, iyice yükselen Ay, mora çalan ışığını, belli belirsiz, karakum bozkırına ve seyhun'a yaymaya devam ediyordu: Gecenin sırlarına ve insanlarıyla birlikte derin uykulara gömülmüş bulunan bozkırlara...
bu uykuya gömülmüş bozkırdaki biri ise hiçbir şey söylemeden sadece yaldızlı dehlizlere boğulmuş gökyüzüne bakıyordu. gökyüzü kimsesiz, bomboş uzayıp sonsuzluğa gidiyordu. kederli gözlerle sonsuz yıldızların ağır raksını seyrediyordu. dertliydi, içi kan ağlıyordu.
bey, gece karanlığına bulanmış atına doğru yöneldi.
''Gidiyordu. Burayı görmeye dayanamayacaktı. Burada her şey Gökçen diye bağırıyordu. Hüzünlü gözlerle çevresine bakınarak uzaklaştı. han, ertesi sabah erkenden köyü terk etti. Yalnız köyü değil her şeyi bırakıyordu. Çökmüş, bitmiş, mahvolmuştu. Kaçıyordu. Tımarını, alay beğliğini, evini bırakarak bilmediği bir yere
gidiyordu. Nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu. Yollar nereye götürürse oraya gidecekti.
Bir gün önceki güneş yoktu. Kar yağıyordu. Hiç kimseye bir şey söylemeden yola çıkmıştı. Gökçen'e kavuşuncaya kadar böyle gidecekti.
Issız ve sessiz yollar uzayıp gidiyor ve 'niçin ötekilerini de düşünemiyorum' diye vicdan azabı duyan han, yalnız Gökçen'le dolu olduğu halde, bu tükenmez mesafelerde at sürüyordu. Arada bir köylerden geçiyor, insanlara, hayvanlara, arabalara rastlıyor. Fakat hiçbirini görmeden yoluna devam ediyordu.
Gece indi. Karanlık yavaş yavaş her yeri örttü ve ebedi yollarda kâh 'Allah' diye inleyerek, kâh 'Gökçen' diye sayıklayarak giden yolcuyu kavradı. Bu meçhul Osmanlı şehzadesi, kendisinden önce gelen ve gelecek olan sayısız Osmanlı şehzadesine tarihin mukadderatının çizdiği büyük ıstırap içinde, ancak kendisinin görebildiği yeşil ışıklar içinde, bütün gözlerden silinerek kayboldu.
Artık hiçbir şey görünmüyor, fırtınanın uğradığı bu yolda yalnız bir atın nal sesleri ve bir insanın hıçkırıkları işitiliyordu..''
2x2:4.
bir kere önce şunu anlamak gerekiyor, bu ülkedeki insanların çoğu genetik, fenotipel ve kültürel olarak türk olmasa da %65'i sağ eğilimli. adamın kökeni rum ama çakma milliyetçi ve sağ görüşlü. bilmem nerden devşirme amma velakin sağ görüşlü. bunu anlamamakta niçin ısrar ediyorsunuz? bu adamların milliyetçilik tanımını din ve islam kardeşliği şekillendiriyor. ülkücülerin ve siyasal islamcıların binlerce ortak noktası var. mhp ve seçmeni boşuna mı erdoğan'dan razı.
akp, mhp, yrp gibi partilerin oy oranı %50 olabilir ama atladığınız husus iyi p. ve zafer'in de sağ tandanstan %12'lik bir oy kitlesine sahip olduğu. %62 yapıyor. mhp'nin de bu denli yüksek oy alması, hüda-parla ittifak yaptığı için akp'ye kızan ve ekonomik buhrandan bunalmış parlak zekalı akp'lilerin tepki oyu. normalde mhp kitlesi %5 bile değil.
chp'ye de mecburi oy atan, erdoğan'dan bıkmış en az %5'lik bir sağ kesim var. %67 ediyor. bir kere matematiksel olarak bu ülkede solcuların hiçbir şansı yok. hiçbir zaman olmadı da. (koalisyon dönemi hariç)
geriye kalan %23'lik kısımdan belki de daha azı sol görüşte! chp'ye oy verenleri direkt solcu mu varsayıyorsunuz? halbuki ben de çevremdeki insanlar da dahil çoğunluğu iktidardan kurtulmak için mecburi oy atıyor. bunun örneği herkesin çevresinde mevcut. hülasa, chp'nin net oy oranı %25 olsa da %12-13'lük solcu seçmeni var. tip+hdp ile %23 yapıyor. yani bu ülkede solcular esasında %23 bandında. sizin %8'lik oyu hanenize devşirebilmek adına yaktığınız en az %15'lik bir sağ seçmenin oyu söz konusu. önce istatistik nedir, nasıl yapılır bunu anlayın ama akp, mhp, bbp, refah gibi partilere oy atan kişiler direkt sağcı ve iktidar yanlısı, bu net bir veri! chpliler sizlerin yarısı solcu değil, iktidar değil muhalefetsiniz, bunu da iyi anlayın!
diğer bir husus ise, bu sağ görüşlü milliyetçilerin %90'ı da sahte milliyetçi. bunu çoğu girimde belirtiyorum. bu ülkenin %95'i türk değil. sinan oğan denen sahte türkçü, ülkücü herif de buna dahil. mhp'nin başına geçme hayali kuran, seçim vaatlerinde mültecileri göndermekten başka bir şey söyleyemeyen adamın cürmü ve vizyonu nedir? koca bir hiçten başka bir şey değil. varsa yoksa altı boş milliyetçi söylemler. yahu bir türkçü olarak bile bu söylemler bana mide bulandırıcı geliyor. adamakıllı bir vizyon geliştirmek ve bunu halka sunmak bu kadar mı zor? tamam, milliyetçisin ama devamı ne? milletin, halkın için ne yapacaksın ve ne vadediyorsun? yine koca bir hiç. sözde milliyetçiliğin tanımlaması bu adam işte.
resmen meydanlara oynayıp sahte milliyetçilerden oy devşirme gibi bir emeli var. derdinin türk milleti olduğunu mu zannediyorsunuz? tek derdi mecliste yer kapıp, mhp'ye sızmak. kendisi de ileride mhp genel başkanı olma hayali kurduğunu söylüyor. adamın vizyonu bu kadar yüzeysel düzeyde işte. bugün sinan oğan ile chp cumhurbaşkanlığı seçimine girse, bir türkçü olarak gözüm kapalı kılıçdaroğlu'na oy atarım. vaatleri, yapılanması, yapılanmanın içinde barındırdığı insanlar, zafer denen partiden kat kat daha olumlu ve donanımlı. kendisi de sinan oğan'dan daha donanımlı biri. donanım eğitimle ölçülseydi, sinan oğan benim okuduğum okulun kapısından, yaptığım derecenin ötesinden, okuduğum kitapların sayfa aralığından, bilgi deryamdaki dehlizlerden geçemezdi ki en basitinden, geçemez de. ayrıca yaşım yarısı olduğu halde 3 dil biliyorum. okuduğunun 7 katı kitap okudum, bildiğinin 3000 katı şey biliyorum. ee? önce ''hiç bir'' yerine ''hiçbir'' yazmayı öğrensin. ayrıca bu sahte türkçü acaba türklerin tarihi ve türk dillerinin etomolojik yapısı ile konuşabilecek düzeye sahip mi. hiç sanmam.
yani, sinan denen herif kim ki benim oyumu alabilecek düzeyde biri olsun? ne projen, hedefin var? safi romantizm. hiçbir şey ifade etmeyen mutlak sıfır.
ayrıca ''sinan oğan önünde sakso çekmek eğileceksiniz'' diyen akıl ve şuurdan iğdiş edilmiş 40'lık yağ tulumu zerzevat, 3 sene önce nik altında upuzun giydirdiğim entryi ve daha sonrasında bana özelden ve telefondan günlerce entryi silmem için yalvardığını ne ara unuttun?(silmediğim için moderasyondaki köpeklerine sildirdi) tekrar aynı senaryo yaşansın mı istiyorsun? bu sözlükte 3-4 sene evvel estirdiğim rüzgarı, kime kafayı taktıysam sonunun kötü olduğunu herkes çok iyi bilir. benimle bu sözlükte ne bilgi düzeyinde ne kalem seviyesinde atışacak tek allah kulu yok. fikirlerinizi açıklarken aklınızı başınıza devşirip makul düzeyde ve saygı çerçevesinde yorum yapın, yoksa hepinizin içinden tek tek geçerim, önümde iki büklüm vaziyette saksoya yatmak için sıraya girersiniz.
https://www.uludagsozluk.com/e/43678265/
konuya dönecek olursak, bu sağ tandans genel itibariyle ülkesine doluşan afganlardan, yabancı uyruklu insanlardan ve bunu dolduran insanlara dair şikayet etmezler, destekledikleri adamın kökenini ve milliyetçilik karşıtı söylemlerini dikkate almazlar, pkk ile kol kola girmesini önemsemezler.
giderler kılıçdaroğlu'nun alevi olmasına, akp'nin meclise soktuğu hdp ile ittifak kurmasına takılırlar.
bu %65'lik sağ tandanstan oy koparabilmenin tek yolu milliyetçi söylemlerde bulunan, ara ara dinle ilgili vecizeler serpiştiren başkan profilidir. bunun ikincil bir alternatifi yok. lamı cimi hiç yok. bu halkta bir karşılığı olmayan kemal kılıçdaroğlu ile başka bir seçimi denemek akıl karı değil. iktidar yanlısı halkın büyük çoğunluğu, kılıçdaroğlu alevi olduğu için dinsiz olarak görüyor, hdp ile yaptığı ittifak sonrası terörist olarak da addetti yani hiçbir şekilde bir şansı yok. sağ kesmin çoğunluğu eğitimsiz, kuru hamasetten beslenen, sözde dine düşkün olduğu için bunlar onlar adına çok büyük meseleler.
şayet kazanmak istiyorsanız, recep'in karşısında bir ülkücü din hamaseti yapan bir aday koyma zorunluluğuna sahipsiniz. bu çok net!
hdp'yi bir kenara koyun, bu teröristler zaten terörist başkanlarını içeriye sokan adama oy vermeyeceklerinde hemfikirler. yani 1.tur için bölücü unsur olacaklardı(her zamanki gibi)
uzun bir mutabakat sonucu zaten sağ tandanslı, milliyetçi bir muhalefet adayına oy verme konusunda işbirliği yapılabilirdi. bu çok zor bir mesele değil.
bu yol denenmesi gerekirken, sağ elinle sağ kulağını kaşıman gerekirken niye ayak baş parmağınla sağ kulağını kaşıma ihtiyacı duyuyorsun? bunun çeşitli anomaliler dışında imkansız olduğu bariz.
https://www.uludagsozluk.com/e/44659401/
bir kere önce şunu anlamak gerekiyor, bu ülkedeki insanların çoğu genetik, fenotipel ve kültürel olarak türk olmasa da %65'i sağ eğilimli. adamın kökeni rum ama çakma milliyetçi ve sağ görüşlü. bilmem nerden devşirme amma velakin sağ görüşlü. bunu anlamamakta niçin ısrar ediyorsunuz? bu adamların milliyetçilik tanımını din ve islam kardeşliği şekillendiriyor. ülkücülerin ve siyasal islamcıların binlerce ortak noktası var. mhp ve seçmeni boşuna mı erdoğan'dan razı.
akp, mhp, yrp gibi partilerin oy oranı %50 olabilir ama atladığınız husus iyi p. ve zafer'in de sağ tandanstan %12'lik bir oy kitlesine sahip olduğu. %62 yapıyor. mhp'nin de bu denli yüksek oy alması, hüda-parla ittifak yaptığı için akp'ye kızan ve ekonomik buhrandan bunalmış parlak zekalı akp'lilerin tepki oyu. normalde mhp kitlesi %5 bile değil.
chp'ye de mecburi oy atan, erdoğan'dan bıkmış en az %5'lik bir sağ kesim var. %67 ediyor. bir kere matematiksel olarak bu ülkede solcuların hiçbir şansı yok. hiçbir zaman olmadı da. (koalisyon dönemi hariç)
geriye kalan %23'lik kısımdan belki de daha azı sol görüşte! chp'ye oy verenleri direkt solcu mu varsayıyorsunuz? halbuki ben de çevremdeki insanlar da dahil çoğunluğu iktidardan kurtulmak için mecburi oy atıyor. bunun örneği herkesin çevresinde mevcut. hülasa, chp'nin net oy oranı %25 olsa da %12-13'lük solcu seçmeni var. tip+hdp ile %23 yapıyor. yani bu ülkede solcular esasında %23 bandında. sizin %8'lik oyu hanenize devşirebilmek adına yaktığınız en az %15'lik bir sağ seçmenin oyu söz konusu. önce istatistik nedir, nasıl yapılır bunu anlayın ama akp, mhp, bbp, refah gibi partilere oy atan kişiler direkt sağcı ve iktidar yanlısı, bu net bir veri! chpliler sizlerin yarısı solcu değil, iktidar değil muhalefetsiniz, bunu da iyi anlayın!
diğer bir husus ise, bu sağ görüşlü milliyetçilerin %90'ı da sahte milliyetçi. bunu çoğu girimde belirtiyorum. bu ülkenin %95'i türk değil. sinan oğan denen sahte türkçü, ülkücü herif de buna dahil. mhp'nin başına geçme hayali kuran, seçim vaatlerinde mültecileri göndermekten başka bir şey söyleyemeyen adamın cürmü ve vizyonu nedir? koca bir hiçten başka bir şey değil. varsa yoksa altı boş milliyetçi söylemler. yahu bir türkçü olarak bile bu söylemler bana mide bulandırıcı geliyor. adamakıllı bir vizyon geliştirmek ve bunu halka sunmak bu kadar mı zor? tamam, milliyetçisin ama devamı ne? milletin, halkın için ne yapacaksın ve ne vadediyorsun? yine koca bir hiç. sözde milliyetçiliğin tanımlaması bu adam işte.
resmen meydanlara oynayıp sahte milliyetçilerden oy devşirme gibi bir emeli var. derdinin türk milleti olduğunu mu zannediyorsunuz? tek derdi mecliste yer kapıp, mhp'ye sızmak. kendisi de ileride mhp genel başkanı olma hayali kurduğunu söylüyor. adamın vizyonu bu kadar yüzeysel düzeyde işte. bugün sinan oğan ile chp cumhurbaşkanlığı seçimine girse, bir türkçü olarak gözüm kapalı kılıçdaroğlu'na oy atarım. vaatleri, yapılanması, yapılanmanın içinde barındırdığı insanlar, zafer denen partiden kat kat daha olumlu ve donanımlı. kendisi de sinan oğan'dan daha donanımlı biri. donanım eğitimle ölçülseydi, sinan oğan benim okuduğum okulun kapısından, yaptığım derecenin ötesinden, okuduğum kitapların sayfa aralığından, bilgi deryamdaki dehlizlerden geçemezdi ki en basitinden, geçemez de. ayrıca yaşım yarısı olduğu halde 3 dil biliyorum. okuduğunun 7 katı kitap okudum, bildiğinin 3000 katı şey biliyorum. ee? önce ''hiç bir'' yerine ''hiçbir'' yazmayı öğrensin. ayrıca bu sahte türkçü acaba türklerin tarihi ve türk dillerinin etomolojik yapısı ile konuşabilecek düzeye sahip mi. hiç sanmam.
yani, sinan denen herif kim ki benim oyumu alabilecek düzeyde biri olsun? ne projen, hedefin var? safi romantizm. hiçbir şey ifade etmeyen mutlak sıfır.
ayrıca ''sinan oğan önünde sakso çekmek eğileceksiniz'' diyen akıl ve şuurdan iğdiş edilmiş 40'lık yağ tulumu zerzevat, 3 sene önce nik altında upuzun giydirdiğim entryi ve daha sonrasında bana özelden ve telefondan günlerce entryi silmem için yalvardığını ne ara unuttun?(silmediğim için moderasyondaki köpeklerine sildirdi) tekrar aynı senaryo yaşansın mı istiyorsun? bu sözlükte 3-4 sene evvel estirdiğim rüzgarı, kime kafayı taktıysam sonunun kötü olduğunu herkes çok iyi bilir. benimle bu sözlükte ne bilgi düzeyinde ne kalem seviyesinde atışacak tek allah kulu yok. fikirlerinizi açıklarken aklınızı başınıza devşirip makul düzeyde ve saygı çerçevesinde yorum yapın, yoksa hepinizin içinden tek tek geçerim, önümde iki büklüm vaziyette saksoya yatmak için sıraya girersiniz.
https://www.uludagsozluk.com/e/43678265/
konuya dönecek olursak, bu sağ tandans genel itibariyle ülkesine doluşan afganlardan, yabancı uyruklu insanlardan ve bunu dolduran insanlara dair şikayet etmezler, destekledikleri adamın kökenini ve milliyetçilik karşıtı söylemlerini dikkate almazlar, pkk ile kol kola girmesini önemsemezler.
giderler kılıçdaroğlu'nun alevi olmasına, akp'nin meclise soktuğu hdp ile ittifak kurmasına takılırlar.
bu %65'lik sağ tandanstan oy koparabilmenin tek yolu milliyetçi söylemlerde bulunan, ara ara dinle ilgili vecizeler serpiştiren başkan profilidir. bunun ikincil bir alternatifi yok. lamı cimi hiç yok. bu halkta bir karşılığı olmayan kemal kılıçdaroğlu ile başka bir seçimi denemek akıl karı değil. iktidar yanlısı halkın büyük çoğunluğu, kılıçdaroğlu alevi olduğu için dinsiz olarak görüyor, hdp ile yaptığı ittifak sonrası terörist olarak da addetti yani hiçbir şekilde bir şansı yok. sağ kesmin çoğunluğu eğitimsiz, kuru hamasetten beslenen, sözde dine düşkün olduğu için bunlar onlar adına çok büyük meseleler.
şayet kazanmak istiyorsanız, recep'in karşısında bir ülkücü din hamaseti yapan bir aday koyma zorunluluğuna sahipsiniz. bu çok net!
hdp'yi bir kenara koyun, bu teröristler zaten terörist başkanlarını içeriye sokan adama oy vermeyeceklerinde hemfikirler. yani 1.tur için bölücü unsur olacaklardı(her zamanki gibi)
uzun bir mutabakat sonucu zaten sağ tandanslı, milliyetçi bir muhalefet adayına oy verme konusunda işbirliği yapılabilirdi. bu çok zor bir mesele değil.
bu yol denenmesi gerekirken, sağ elinle sağ kulağını kaşıman gerekirken niye ayak baş parmağınla sağ kulağını kaşıma ihtiyacı duyuyorsun? bunun çeşitli anomaliler dışında imkansız olduğu bariz.
https://www.uludagsozluk.com/e/44659401/
nihal atsız bugünleri görseydi sinan oğan derdi diyen şuursuz!
ulan nihal atsız, türkeş denen kürdeş ve mhp'nin başına geçme hayaliye yaşayan oğan gibi omurgasızlardan iliklerine dek nefret eden duruş sahibi, yürekli bir adamdı. bırak sinan oğan'ı desteklemeyi bugünleri görse kafayı yerdi. oğan'a oy atan türkçü'nün aklına şaşarım. ha ülkücüysen senden ala satılmış olamaz. ülkücü de türkçü değildir!
atsız, oğan gibi ülkücülerden nefret eden, yeri geldiğinde herkesi hicveden, inandığı değerler uğrunda ölmeyi göze alan korkusuz bir adamdı. boru değil zamanında atatürk ve hükümetini defalarca kez ağır şekilde hicvedip (dalkavuklar gecesi-z vitamini ve çeşitli makaleleri, kitaplardan önce makaleleriyle hicve başlıyor) sonrasında pişman olup övgüler yağdırmış bir adam.
o dönemde atatürk hakkında yergiler yazıp, türkiye'de korkmadan durabilmek kaç insanın işi? yerenlerin %99'u yurtdışına kaçıyordu!
insanların nefret ettiği bir kişilik olduğu halde asla davasından vaz geçmemiş bir aydın. ayrıca tüm fikirleri istisnasız doğru, ırkçıysa ırkçı. tarih bilmeyen, eline 10'dan fazla tarih kitabı almamış itler burada havlamasın. içimizdeki düşmanlarımız dediği milletlerin osmanlı'ya karşı birleşip nasıl ihanet ettiğini gördük ve bugün de türk devletine nasıl ihanet ettiğini görüyoruz.
yürekli, omurgalı, korkusuz, ilerigörüşlü olmasının yanısıra türk edebiyatındaki en iyi 5 yazardan biridir. ortada, atsız'dan kat kat geride olan nazım hikmet'ten kat be kat daha kaliteli şiirleri, romanları varken sırf solcu olduğu için şakşaklanan nazım gerçeği var.
o kitapları ve şiirleri nazım yazsaydı bugün ilah ilan ediliyordu ama atsız yazınca itin götüne sokuluyor. sebebi belli, türk olmayan devşirmelerin hazım problemi var.
nasıl türklüğe, milliyetçiliğe karşıysalar aynı şekilde atsız'dan da nefret ediyorlar. tek vurabildikleri yer de ''ırkçı'' tanımlaması.
ulan türkçülük maskesi takmış ülkücü dönekler, sizlerin daha kürdeş ile atsız arasındaki münasebetten haberiniz dahi yok.
kürdeş'in atsız'ı nasıl sattığından ve atsız'ın kürdeş'in fikirlerine nasıl karşı olduğunuzdan bihabersiniz. yahu bir türkçü ile beş para etmez ülkücüsünün nasıl aynı cephede olduğunu savunuyorsunuz?
yıllar boyu mhp, sahip olduğu belediyelerde mafyalaşmaktan ve cehalet getirmekten başka ne yapmış? bu ideolojinin fikir altyapısındaki temel ne? bir hiç.
ulan ülkücülüğü savunan adamlara bak. kıçıkırık, altyapısı ve fikir şeması doldurulamamış, fikir adamlarının bile dimağında çıkmamış bir çakma ideolojinin peşinde koşan cahil insanlar.
bir de atsız'a, akçura'ya, gökalp'e, gaspıralı'ya ve yarattıkları düşünce yapısına bak.
ulan nihal atsız, türkeş denen kürdeş ve mhp'nin başına geçme hayaliye yaşayan oğan gibi omurgasızlardan iliklerine dek nefret eden duruş sahibi, yürekli bir adamdı. bırak sinan oğan'ı desteklemeyi bugünleri görse kafayı yerdi. oğan'a oy atan türkçü'nün aklına şaşarım. ha ülkücüysen senden ala satılmış olamaz. ülkücü de türkçü değildir!
atsız, oğan gibi ülkücülerden nefret eden, yeri geldiğinde herkesi hicveden, inandığı değerler uğrunda ölmeyi göze alan korkusuz bir adamdı. boru değil zamanında atatürk ve hükümetini defalarca kez ağır şekilde hicvedip (dalkavuklar gecesi-z vitamini ve çeşitli makaleleri, kitaplardan önce makaleleriyle hicve başlıyor) sonrasında pişman olup övgüler yağdırmış bir adam.
o dönemde atatürk hakkında yergiler yazıp, türkiye'de korkmadan durabilmek kaç insanın işi? yerenlerin %99'u yurtdışına kaçıyordu!
insanların nefret ettiği bir kişilik olduğu halde asla davasından vaz geçmemiş bir aydın. ayrıca tüm fikirleri istisnasız doğru, ırkçıysa ırkçı. tarih bilmeyen, eline 10'dan fazla tarih kitabı almamış itler burada havlamasın. içimizdeki düşmanlarımız dediği milletlerin osmanlı'ya karşı birleşip nasıl ihanet ettiğini gördük ve bugün de türk devletine nasıl ihanet ettiğini görüyoruz.
yürekli, omurgalı, korkusuz, ilerigörüşlü olmasının yanısıra türk edebiyatındaki en iyi 5 yazardan biridir. ortada, atsız'dan kat kat geride olan nazım hikmet'ten kat be kat daha kaliteli şiirleri, romanları varken sırf solcu olduğu için şakşaklanan nazım gerçeği var.
o kitapları ve şiirleri nazım yazsaydı bugün ilah ilan ediliyordu ama atsız yazınca itin götüne sokuluyor. sebebi belli, türk olmayan devşirmelerin hazım problemi var.
nasıl türklüğe, milliyetçiliğe karşıysalar aynı şekilde atsız'dan da nefret ediyorlar. tek vurabildikleri yer de ''ırkçı'' tanımlaması.
ulan türkçülük maskesi takmış ülkücü dönekler, sizlerin daha kürdeş ile atsız arasındaki münasebetten haberiniz dahi yok.
kürdeş'in atsız'ı nasıl sattığından ve atsız'ın kürdeş'in fikirlerine nasıl karşı olduğunuzdan bihabersiniz. yahu bir türkçü ile beş para etmez ülkücüsünün nasıl aynı cephede olduğunu savunuyorsunuz?
yıllar boyu mhp, sahip olduğu belediyelerde mafyalaşmaktan ve cehalet getirmekten başka ne yapmış? bu ideolojinin fikir altyapısındaki temel ne? bir hiç.
ulan ülkücülüğü savunan adamlara bak. kıçıkırık, altyapısı ve fikir şeması doldurulamamış, fikir adamlarının bile dimağında çıkmamış bir çakma ideolojinin peşinde koşan cahil insanlar.
bir de atsız'a, akçura'ya, gökalp'e, gaspıralı'ya ve yarattıkları düşünce yapısına bak.
Kalp kelimesinin kökü dönüştürmek, çevirmek, devindirmek anlamlarına gelir. Kendi anlamı ise dönüştürücü, devindiricidir. Vücudumuzda yaşamın merkezi kalptir; Eylemin merkezi.
Aynı zamanda Kuran'da geçen kalp düşünce organıdır Bunun nedeni Aristoteles'çi tıptır. O dönemde geçerli olan görüş Aristoteles'in görüşüydü, akleden organ kalp olarak biliniyordu.
Dolayısıyla Kuran'da veya geleneğimizde hiçbir yerde akıl yerine kalbin tercih edildiği görülmemiştir. Bu modern bir görüştür. Kendine kanıt aramama özgürlüğü isteyen insanlar akla karşı kalp diye bir alternatif üreterek rahatlarlar, Tam tersine Kuran ve islami geleneğe göre bilginin kaynağı tek olmalıdır.
Kalbin günümüzdeki karşılığı belli belirsiz hislerin olduğu yerdir. insanlar sürekli kalpleri konusunda şüpheye düşerler. "acaba dinden çıkar mıyım?" korkusu bu saçma düşüncenin tezahürüdür. imanından şüphe eden imanını çoktan yitirmiştir. Kuran'da veya gelenekte imandan kesinlikle şüphe edilmez ve iman tartışma konusu yapılmaz. Dolayısıyla eğer kalbe gerçek bir tanım bulacaksak kalbin insanın kontrolü dışında belli belirsiz bir şey olduğunu söylememek gerekir Aksi halde kalp yoluyla emin/güvenilir bir bilgiye ulaşmak imkansızdır.
islami geleneğe göre akıl iki çeşide ayrılır. Birincisi nazari akıl, ikincisi ameli akıldır. Nazari akıl her zaman tartışma konusu olan, teorilerin üretilip yok edildiği akıldır. Başta fizik olmak üzere bütün pozitif bilimler buraya girer. Bu akıl nesneleri zihninde peşpeşe işleme sokar ve bunun sonucunda gerçeğe dair yorumda bulunur. Dolayısıyla yanılması mümkündür.
Ameli akıl ise adı üstünde amelden gelir, yani eylemden. Batı dünyasındaki karşılığı pratik akıldır. Pratik praxisten gelir, yine eylem demektir. Bu aklın nazari akıldan farkı bilgilerini dolaysız alması ve tartışılamaz olmasıdır Çünkü bir bilginin tartışılabilmesi için dolayıma girmesi gerekir, dolaysız bilgi şüphe konusu olamaz. Bu aklın bilgilerinin dolaysız olmasının sebebi eylemle ilişkili olmasıdır. "Eyliyorum" diyen birisi zorunlu olarak bu aklın hakikatlerini kavrar. Bu belli belirsiz bir his değil; zorunlu, açık, dolaysız bilgidir. Bu akılda Tanrı, evren gibi nazari/teorik aklı aşan ama onunla da çelişmeyen bilgiler bulunur.
Kısaca söylemek gerekirse nazari akıl aklın nesneler üzerine düşünmesi, pratik akıl aklın kendisi üzerine düşünmesidir.
Kalp hiçbir zaman akla alternatif olarak sunulamayacağı gibi az önce bahsettiğimiz ameli akılla özdeşleştirilebilir, çünkü eylemin merkezidir. Günümüzde aklın her zaman yanılabildiğine, kesin hakikatlere ulaşamayacağına inanan insanlar "madem aklımla ulaşamıyorum, o halde kalbimle kavradım derim" diyerek kurtulacaklarını sanıyorlar. Böylece söyledikleri şeylerin kanıtlanması gerekmediğini düşündürüyorlar. Eğer öyle ise bile en azından kanıtlanması gerekmediğini kanıtlayabilmeliler. Kanıtı olmayan şeyi kanıtı olmayan başka şeye bağlayarak kanıtlayamazsınız.
Aynı zamanda Kuran'da geçen kalp düşünce organıdır Bunun nedeni Aristoteles'çi tıptır. O dönemde geçerli olan görüş Aristoteles'in görüşüydü, akleden organ kalp olarak biliniyordu.
Dolayısıyla Kuran'da veya geleneğimizde hiçbir yerde akıl yerine kalbin tercih edildiği görülmemiştir. Bu modern bir görüştür. Kendine kanıt aramama özgürlüğü isteyen insanlar akla karşı kalp diye bir alternatif üreterek rahatlarlar, Tam tersine Kuran ve islami geleneğe göre bilginin kaynağı tek olmalıdır.
Kalbin günümüzdeki karşılığı belli belirsiz hislerin olduğu yerdir. insanlar sürekli kalpleri konusunda şüpheye düşerler. "acaba dinden çıkar mıyım?" korkusu bu saçma düşüncenin tezahürüdür. imanından şüphe eden imanını çoktan yitirmiştir. Kuran'da veya gelenekte imandan kesinlikle şüphe edilmez ve iman tartışma konusu yapılmaz. Dolayısıyla eğer kalbe gerçek bir tanım bulacaksak kalbin insanın kontrolü dışında belli belirsiz bir şey olduğunu söylememek gerekir Aksi halde kalp yoluyla emin/güvenilir bir bilgiye ulaşmak imkansızdır.
islami geleneğe göre akıl iki çeşide ayrılır. Birincisi nazari akıl, ikincisi ameli akıldır. Nazari akıl her zaman tartışma konusu olan, teorilerin üretilip yok edildiği akıldır. Başta fizik olmak üzere bütün pozitif bilimler buraya girer. Bu akıl nesneleri zihninde peşpeşe işleme sokar ve bunun sonucunda gerçeğe dair yorumda bulunur. Dolayısıyla yanılması mümkündür.
Ameli akıl ise adı üstünde amelden gelir, yani eylemden. Batı dünyasındaki karşılığı pratik akıldır. Pratik praxisten gelir, yine eylem demektir. Bu aklın nazari akıldan farkı bilgilerini dolaysız alması ve tartışılamaz olmasıdır Çünkü bir bilginin tartışılabilmesi için dolayıma girmesi gerekir, dolaysız bilgi şüphe konusu olamaz. Bu aklın bilgilerinin dolaysız olmasının sebebi eylemle ilişkili olmasıdır. "Eyliyorum" diyen birisi zorunlu olarak bu aklın hakikatlerini kavrar. Bu belli belirsiz bir his değil; zorunlu, açık, dolaysız bilgidir. Bu akılda Tanrı, evren gibi nazari/teorik aklı aşan ama onunla da çelişmeyen bilgiler bulunur.
Kısaca söylemek gerekirse nazari akıl aklın nesneler üzerine düşünmesi, pratik akıl aklın kendisi üzerine düşünmesidir.
Kalp hiçbir zaman akla alternatif olarak sunulamayacağı gibi az önce bahsettiğimiz ameli akılla özdeşleştirilebilir, çünkü eylemin merkezidir. Günümüzde aklın her zaman yanılabildiğine, kesin hakikatlere ulaşamayacağına inanan insanlar "madem aklımla ulaşamıyorum, o halde kalbimle kavradım derim" diyerek kurtulacaklarını sanıyorlar. Böylece söyledikleri şeylerin kanıtlanması gerekmediğini düşündürüyorlar. Eğer öyle ise bile en azından kanıtlanması gerekmediğini kanıtlayabilmeliler. Kanıtı olmayan şeyi kanıtı olmayan başka şeye bağlayarak kanıtlayamazsınız.
bu yazıyı yazdığımda ölüm yıl dönümünden iki gün geçmişti fakat ancak şimdi paylaşabiliyorum.
ona atfen, vefatının ardından bu kubbede hoş bir seda da biz bırakalım.
5-6'lı yaşlarımda, televizyonda onun filmlerine rastladığım günleri hiç unutamıyorum. köye babamla; dedem, babaannem ve akrabalarını ziyarete gittiğimizde babam ''bizimkilerle harman yerine gideceğiz, harman yeri sıcaktır, sen orada sıcakta kalma ben onlarla gidip akşama doğru geleceğim, sen burada onlarla kal tamam mı '' dedikten sonra pek gönülsüz tamam baba deyip birkaç saati saymaya başladığımı, en sonunda birkaç saat doldu babam nerede kaldı diye hüngür hüngür ağlamamı ve evdeki kalabalık zümrenin beni sakinleştirmesini, şefkatli davranışlarını, beni teskin etmek için televizyon açmalarını ve eskaza açılan show tv'de kartal tibet filmi çıkınca ''baba'' diye sevinçle bağırıp, televizyona doğru koşup televizyona sarılmamı hiç unutamıyorum ki o zamanlarda çocuk aklıyla onu kartal tibet sanmakta haksız da sayılmazmışım, o dönemlerde ve gençliğinde birçok kişi kartal tibet'e benzetirdi. bilhassa göz, saç yapıları-renk skalası, çene ve dudak yapıları, fizikleri, keskin kartal ve şefkatli bakışları hatta yürüyüşleri bile birbirine çok benzerdi. karakter olarak biraz da izzet günay'ın vesikalı yarim'deki gözünü daldan budaktan sakınmayan, ketum, bakışlarıyla konuşan, ağır ve her zorluğa göğüs geren haline benziyor. görünüşü biraz izzet günay, daha çok kartal tibet. sahiden eski adamlar ve eski kadınlar bambaşkaymış...
rahmetli ninem ömrünün son yıllarını yaşarken, alzheimer olduğu dönemde birkaç hafta boyunca bizde kalmıştı. akşamüstü televizyonda kartal tibet'in filmi çıkınca, anneme bu senin eşin değil mi o sana işteyim diyor ama başka bir yerde üniformasını çıkarmış da takım elbiseyle geziniyor deyince annem de çok gülmüştü.
yine daha geçen günlerde rahmetli olan, jönler arasından en çok cüneyt arkın'ı seven ve en çok onu beğenen annem, çocukluk zamanlarıma denk gelen dönemde arkın'ı televizyonda görünce ''aa cüneyt arkın'' dediğinde, biraz izledikten sonra ''bu şişman yüzlü cırtlak gözlü adamı hiç sevmedim. o güzel yüzlü, çekik gözlü ve saçları kıvır kıvır olan babama benzeyen adam nerede, onun filmlerini aç derdim.'' hoşuna gider, gülerdi. şüphesiz ki babamla aralarında bir aşk olmasa da babamın görünüşüne, karakterine, duruşuna hayrandı.
yine bir keresinde, 12-13'lü yaşlarımda annemin iş yerine gittiğimizde babam, annemi iş arkadaşıyla konuşurken adamın, anneme samimi davranmaya çalıştığına dair bir hisse kapılınca aynı bu fotoğraftaki moda girdiğini görünce çok mutlu olmuştum. https://i.ytimg.com/vi/PXiXBELNwbY/maxresdefault.jpg
bu fotoğrafta tam belli olmasa da kartal tibet, eşinin yanında başka bir adamı görünce; karşıdaki adama türkan şoray'ın kendisinin eşi olduğunu, ondan başka hiçbir adamın onunla samimi olamayacağına dair ağırlığını ortaya koyma maksadıyla elini adama doğru uzatıyor ve yüzü görseldeki gibi bir hal alıyor. bu görsel, videodan alınmış bir kısım. tibet'in bakışları, öne doğru hafif eğilmesi ve karşıdaki adamın(selçuk ural) şaşkın bakışları her şeyi anlatıyor.
aralarında bir aşk olmasa da ikisi de birbirini kıskanmakta haklıydı. annem sanki yeşilçam filmlerinden fırlayıp gelmiş yüzü kalemle çizilmiş gibiydi. hülya koçyiğit, filiz akın, hale soygazi gibiydi, bir gören erkeğin defalarca dönüp dönüp baktığı türden bir güzelliğe sahipti.
babam da belki yeşilçam'a girseydi kartal tibet'ten daha çok sevilecek, daha çok beğenilecek bir tipti.
yıllar sonra kartal tibet'in gelin çiçeği filmini ikinci kez geçen aylarda izledim, bu sahnede direkt bu olay aklıma geldi ve tebessüm ettim. hayatımın birçok safhasında, fark etmeden birçok kartal tibet ile ilgili çağrışımlar oluşmuş, kimi anılarım tamamiyle onunla bütünleşmiş...
bu bütünleşmeyi fark ettikten sonra daha da merak saldım, hoşuma giden filmlerini seyreylemeye başladım.
keza kartal tibet sadece benimle bütünleşmekle kalmadı, benden sonra arkadaşlarımın da en çok sevdiği jön de kartal tibet oldu. tibet'i ve filmlerini, kartal tibet'i onlara öylesine sevdirdim ki vefatına çok üzüldüler. keza ben de babam rahmetli olmuşçasına üzüldüm.
ikisi de sanki kimi zaman altay'ın dağlarından, yenisey'in ırmağından yola çıkıp gelmiş; kimi zamansa batı oğuz elinin türkmen obasından ulu, alımlı, ışığa batmış atıyla çıkıp gelmiş bir yakışıklılık, yiğitlik timsali çağıldıyordu. geçmiş zamanlarda, en ihtişamlı dönemlerde sanki on binlerce kıl çadıra beylik eden yörük türkmen beyinin alabildiğine yakışıklı, temiz, nurlu, yiğit-güleç yüzlü, şefkatli, yiğit, mert ve sıcak sağlam iki oğlu gibiydi. sanki seneler önce babamla beraber gençliklerinde arkadaşlarıyla eğlenceden ya da uzaklardan ışıl ışıl, güleç ve yiğit yüzleriyle kah yürüyüp kah koşa koşa gelecekmiş gibiydi. senede bir gün filminde emin'in uzaklardan nazlı'ya doğru gülerek koşması gibi...
hoşça kal turan elinin, altay'dan çıkıp gelmiş tatar oğlu...
https://www.youtube.com/w...mp;ab_channel=GEYLANMUSIC
https://www.youtube.com/w...;ab_channel=carolpresents
https://i.pinimg.com/orig...3c8140028f44cbf48a2db.jpg
ona atfen, vefatının ardından bu kubbede hoş bir seda da biz bırakalım.
5-6'lı yaşlarımda, televizyonda onun filmlerine rastladığım günleri hiç unutamıyorum. köye babamla; dedem, babaannem ve akrabalarını ziyarete gittiğimizde babam ''bizimkilerle harman yerine gideceğiz, harman yeri sıcaktır, sen orada sıcakta kalma ben onlarla gidip akşama doğru geleceğim, sen burada onlarla kal tamam mı '' dedikten sonra pek gönülsüz tamam baba deyip birkaç saati saymaya başladığımı, en sonunda birkaç saat doldu babam nerede kaldı diye hüngür hüngür ağlamamı ve evdeki kalabalık zümrenin beni sakinleştirmesini, şefkatli davranışlarını, beni teskin etmek için televizyon açmalarını ve eskaza açılan show tv'de kartal tibet filmi çıkınca ''baba'' diye sevinçle bağırıp, televizyona doğru koşup televizyona sarılmamı hiç unutamıyorum ki o zamanlarda çocuk aklıyla onu kartal tibet sanmakta haksız da sayılmazmışım, o dönemlerde ve gençliğinde birçok kişi kartal tibet'e benzetirdi. bilhassa göz, saç yapıları-renk skalası, çene ve dudak yapıları, fizikleri, keskin kartal ve şefkatli bakışları hatta yürüyüşleri bile birbirine çok benzerdi. karakter olarak biraz da izzet günay'ın vesikalı yarim'deki gözünü daldan budaktan sakınmayan, ketum, bakışlarıyla konuşan, ağır ve her zorluğa göğüs geren haline benziyor. görünüşü biraz izzet günay, daha çok kartal tibet. sahiden eski adamlar ve eski kadınlar bambaşkaymış...
rahmetli ninem ömrünün son yıllarını yaşarken, alzheimer olduğu dönemde birkaç hafta boyunca bizde kalmıştı. akşamüstü televizyonda kartal tibet'in filmi çıkınca, anneme bu senin eşin değil mi o sana işteyim diyor ama başka bir yerde üniformasını çıkarmış da takım elbiseyle geziniyor deyince annem de çok gülmüştü.
yine daha geçen günlerde rahmetli olan, jönler arasından en çok cüneyt arkın'ı seven ve en çok onu beğenen annem, çocukluk zamanlarıma denk gelen dönemde arkın'ı televizyonda görünce ''aa cüneyt arkın'' dediğinde, biraz izledikten sonra ''bu şişman yüzlü cırtlak gözlü adamı hiç sevmedim. o güzel yüzlü, çekik gözlü ve saçları kıvır kıvır olan babama benzeyen adam nerede, onun filmlerini aç derdim.'' hoşuna gider, gülerdi. şüphesiz ki babamla aralarında bir aşk olmasa da babamın görünüşüne, karakterine, duruşuna hayrandı.
yine bir keresinde, 12-13'lü yaşlarımda annemin iş yerine gittiğimizde babam, annemi iş arkadaşıyla konuşurken adamın, anneme samimi davranmaya çalıştığına dair bir hisse kapılınca aynı bu fotoğraftaki moda girdiğini görünce çok mutlu olmuştum. https://i.ytimg.com/vi/PXiXBELNwbY/maxresdefault.jpg
bu fotoğrafta tam belli olmasa da kartal tibet, eşinin yanında başka bir adamı görünce; karşıdaki adama türkan şoray'ın kendisinin eşi olduğunu, ondan başka hiçbir adamın onunla samimi olamayacağına dair ağırlığını ortaya koyma maksadıyla elini adama doğru uzatıyor ve yüzü görseldeki gibi bir hal alıyor. bu görsel, videodan alınmış bir kısım. tibet'in bakışları, öne doğru hafif eğilmesi ve karşıdaki adamın(selçuk ural) şaşkın bakışları her şeyi anlatıyor.
aralarında bir aşk olmasa da ikisi de birbirini kıskanmakta haklıydı. annem sanki yeşilçam filmlerinden fırlayıp gelmiş yüzü kalemle çizilmiş gibiydi. hülya koçyiğit, filiz akın, hale soygazi gibiydi, bir gören erkeğin defalarca dönüp dönüp baktığı türden bir güzelliğe sahipti.
babam da belki yeşilçam'a girseydi kartal tibet'ten daha çok sevilecek, daha çok beğenilecek bir tipti.
yıllar sonra kartal tibet'in gelin çiçeği filmini ikinci kez geçen aylarda izledim, bu sahnede direkt bu olay aklıma geldi ve tebessüm ettim. hayatımın birçok safhasında, fark etmeden birçok kartal tibet ile ilgili çağrışımlar oluşmuş, kimi anılarım tamamiyle onunla bütünleşmiş...
bu bütünleşmeyi fark ettikten sonra daha da merak saldım, hoşuma giden filmlerini seyreylemeye başladım.
keza kartal tibet sadece benimle bütünleşmekle kalmadı, benden sonra arkadaşlarımın da en çok sevdiği jön de kartal tibet oldu. tibet'i ve filmlerini, kartal tibet'i onlara öylesine sevdirdim ki vefatına çok üzüldüler. keza ben de babam rahmetli olmuşçasına üzüldüm.
ikisi de sanki kimi zaman altay'ın dağlarından, yenisey'in ırmağından yola çıkıp gelmiş; kimi zamansa batı oğuz elinin türkmen obasından ulu, alımlı, ışığa batmış atıyla çıkıp gelmiş bir yakışıklılık, yiğitlik timsali çağıldıyordu. geçmiş zamanlarda, en ihtişamlı dönemlerde sanki on binlerce kıl çadıra beylik eden yörük türkmen beyinin alabildiğine yakışıklı, temiz, nurlu, yiğit-güleç yüzlü, şefkatli, yiğit, mert ve sıcak sağlam iki oğlu gibiydi. sanki seneler önce babamla beraber gençliklerinde arkadaşlarıyla eğlenceden ya da uzaklardan ışıl ışıl, güleç ve yiğit yüzleriyle kah yürüyüp kah koşa koşa gelecekmiş gibiydi. senede bir gün filminde emin'in uzaklardan nazlı'ya doğru gülerek koşması gibi...
hoşça kal turan elinin, altay'dan çıkıp gelmiş tatar oğlu...
https://www.youtube.com/w...mp;ab_channel=GEYLANMUSIC
https://www.youtube.com/w...;ab_channel=carolpresents
https://i.pinimg.com/orig...3c8140028f44cbf48a2db.jpg
insanlar kendi kimliğine yakıştıramadığı bir şeyi yaptığı zaman suçluluk duygusu hissederler. Bu ahlaki real bir durumdur. Pratik akıl "yapmamalıydım" diye buyurur. Bunu yaşayan kişi bu durumda bir ahlaki kaidenin olmadığını söyleyemez. Ama ne zaman ahlaki kaide bir kişinin duygularından soyutlanır ve dışsal olarak irdelenirse orada zorunlu bir bağ kurmakta zorlanan insanoğlu, kolaycılığı tercih edip ahlakın rölatif olduğunu söyleyerek zaferini ilan eder.
Örneklerle açıklayalım. Bir çocuğu öldürmek ahlaken yanlış mıdır? Doğrusu elimizde bunun hakkında apriori bir bilgi yok. Dolayısıyla ahlaki rölativist birisi şak diye "kime göre neye göre" diyecektir. Fakat sıradan, normal bir insan bir çocuğu öldürdüğünde bunun ne kadar kötü, ne kadar büyük bir vicdansızlık olduğunu bütün bedeni ve ruh haliyle söyler. Ahlaki kuralı kendi başına düşündüğümüzde anlamlandırmakta zorlanırken bir insan hayatıyla ilişkili şekilde düşündüğümüzde bir sürü duyguyla bağını kurabliyoruz.
Ahlaki rölativizimle kafası karışık insanların yaptığı bariz hata kültürel buyrukları ahlakın kendisi sanmasıdır. Oysa gerçekte ahlak basit ve yalın anlamıyla, insanın eylemlerinde değeri gözetmesidir. Değerli olan kişinin kendi doğasına uygun olandır. Dolayısıyla akil insan bilir ki dışsal bir buyruk her zaman insanın doğasına uygun olmayabilir. Öyleyse diyoruz ki, "üniversite oku, iş sahibi ol, evlen" vs gibi kültürel buyruklar insanın doğasına uygun olduğu zaman ahlaken iyidir. Dolayısıyla burada ahlakı ve kültürü ayırt etmiş olduk. Ahlak değerli eyleme yönelmeyi amaçlarken insanın pratik aklı tarafından üretilen buyruklarken; kültür, bu buyrukların kişinin zihnini aşıp dışsallaşmasıdır. Örneğin iki insan birbirini gördüğü zaman tokalaşırlar. iki insan da birbirleriyle tokalaşmaları 'gerekiyormuş' gibi hissederler. Aslında tokalaşmak fiziken yalnızca ellerin birbirine değmesi dışında bir şey değildir. Fakat insanların tokalaşmaya verdiği anlam tokalaşmanın fiziksel tarafını aşar. Daha çok insanların birbirlerine "sana güveniyorum, sana zarar vermeyeceğim" deme yoludur. işte bu kültürdür. Değişken olan, insan üretimi olan budur. insanlar kültür üretirler çünkü toplumsallaşmak ve hayatta kalmak için şarttır. inanmak zamansal olarak bilmekten önce gelir. inanç olmadan bilgiye ulaşılamaz.
Örneklerle açıklayalım. Bir çocuğu öldürmek ahlaken yanlış mıdır? Doğrusu elimizde bunun hakkında apriori bir bilgi yok. Dolayısıyla ahlaki rölativist birisi şak diye "kime göre neye göre" diyecektir. Fakat sıradan, normal bir insan bir çocuğu öldürdüğünde bunun ne kadar kötü, ne kadar büyük bir vicdansızlık olduğunu bütün bedeni ve ruh haliyle söyler. Ahlaki kuralı kendi başına düşündüğümüzde anlamlandırmakta zorlanırken bir insan hayatıyla ilişkili şekilde düşündüğümüzde bir sürü duyguyla bağını kurabliyoruz.
Ahlaki rölativizimle kafası karışık insanların yaptığı bariz hata kültürel buyrukları ahlakın kendisi sanmasıdır. Oysa gerçekte ahlak basit ve yalın anlamıyla, insanın eylemlerinde değeri gözetmesidir. Değerli olan kişinin kendi doğasına uygun olandır. Dolayısıyla akil insan bilir ki dışsal bir buyruk her zaman insanın doğasına uygun olmayabilir. Öyleyse diyoruz ki, "üniversite oku, iş sahibi ol, evlen" vs gibi kültürel buyruklar insanın doğasına uygun olduğu zaman ahlaken iyidir. Dolayısıyla burada ahlakı ve kültürü ayırt etmiş olduk. Ahlak değerli eyleme yönelmeyi amaçlarken insanın pratik aklı tarafından üretilen buyruklarken; kültür, bu buyrukların kişinin zihnini aşıp dışsallaşmasıdır. Örneğin iki insan birbirini gördüğü zaman tokalaşırlar. iki insan da birbirleriyle tokalaşmaları 'gerekiyormuş' gibi hissederler. Aslında tokalaşmak fiziken yalnızca ellerin birbirine değmesi dışında bir şey değildir. Fakat insanların tokalaşmaya verdiği anlam tokalaşmanın fiziksel tarafını aşar. Daha çok insanların birbirlerine "sana güveniyorum, sana zarar vermeyeceğim" deme yoludur. işte bu kültürdür. Değişken olan, insan üretimi olan budur. insanlar kültür üretirler çünkü toplumsallaşmak ve hayatta kalmak için şarttır. inanmak zamansal olarak bilmekten önce gelir. inanç olmadan bilgiye ulaşılamaz.
türkeş denen necip fazıl, kadir mısırlıoğlu ve fetullah gülen sevici kürdeş'e başbuğ diyerek akıl tutulması yaşayan ve gelecekte mhp genel başkanlığına tekrar aday olacağını ilan eden; normalde geldiği partiden ve gelecekteki döneceği ideoloji yüzünden oy vereceğim kişi değildir ama şu an aktif adaylar arasında oy atılabilecek tek kişi güttüğü ülküden dolayı. ülkücülerden ve ülkücü siyasetten, hem 5 vakit namaz kılan hem de soyu sopu öz Türk olan Türkçü biri olarak nefret ediyorum. ne kadar çelişkili değil mi? hem türkçüyüm hem de dindar olduğum halde bunlara karşıyım fakat turancılık-türkçülük ; fikir adamı sayılan atsız, gaspıralı ve akçura denilen kişilerin fikir ürünüdür, ne idiğü belirsiz kürdeş'in değil. kürdeş, oradan buradan aşırarak saçma sapan bir fikir yaratmaya çalışmıştır. ayrıca kürdeş denen herifin, atsız'a yaptığı dönekliği unutmadık.
bir turancı ve türkçü olarak bu adama oy verirken içim hiç rahat değil. çıksa da bir osmanlı'nın, selçuklu'nun has evladı Türkçü yörük beyi(Atatürk, yörüktü ve kökü karamanoğullarından geliyordu) gözüm kapalı oy versem!
biz türkçülerin tek önderi atsız ve türkiye sınırları içerisindeki tek başbuğu atatürk'tür. biz ülkücü değil, türkçüyüz! bizler akılcı, ilimle haşır neşir, yöneticilerin türk olduğu, din ayrımı yapılmadığı tüm türklerin kardeşçe, özgürce yaşamak istediği gelişmiş entelektüel bir ülke istiyoruz. ülkücüler sizlere bunları sağlayamaz. 60 senedir kaç tane ülkücü şair, yazar, fikir adamı gördünüz? kaç tane ülkücü cenahtan geleceğe dair bir planlama ve altyapısı sağlam bir fikir gördünüz? senelerdir tek yaptıkları cahil cühelayı toplayıp ocaklarda örgütlenip mafyalaşmak. geçin bunları.
bu ülkeyi kurtaracak tek oluşum türk ocakları tarzı yapılanmadır.
''Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
itler bile gülecek kimsesizliğimize.''
bir turancı ve türkçü olarak bu adama oy verirken içim hiç rahat değil. çıksa da bir osmanlı'nın, selçuklu'nun has evladı Türkçü yörük beyi(Atatürk, yörüktü ve kökü karamanoğullarından geliyordu) gözüm kapalı oy versem!
biz türkçülerin tek önderi atsız ve türkiye sınırları içerisindeki tek başbuğu atatürk'tür. biz ülkücü değil, türkçüyüz! bizler akılcı, ilimle haşır neşir, yöneticilerin türk olduğu, din ayrımı yapılmadığı tüm türklerin kardeşçe, özgürce yaşamak istediği gelişmiş entelektüel bir ülke istiyoruz. ülkücüler sizlere bunları sağlayamaz. 60 senedir kaç tane ülkücü şair, yazar, fikir adamı gördünüz? kaç tane ülkücü cenahtan geleceğe dair bir planlama ve altyapısı sağlam bir fikir gördünüz? senelerdir tek yaptıkları cahil cühelayı toplayıp ocaklarda örgütlenip mafyalaşmak. geçin bunları.
bu ülkeyi kurtaracak tek oluşum türk ocakları tarzı yapılanmadır.
''Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden
itler bile gülecek kimsesizliğimize.''
(Celal Şengör'e karşı Hegel'in haklı kılınması)
Celal Şengör gibi bir akl-ı evvelin "Popper Diyalektik Mantığı çürüttü, Hegel salaktır, zırvadır" vs gibi aklı güvenli moda almış seviyede bazı söylemleri var bildiğiniz gibi. Şengör'ün, Enver Ayseverin programına katılıp "aha bu p, bu da p' ise diyalektik mantığa göre buradan istediğim sonucu çekebilirim, olur mu yav böyle şey" diyerek saçma salak bir temellendirme yaptığını bilirsiniz. Mesele gerçekten böyle mi? Hegel ne yaptı, neyi öngördü, kendisinden öncekilere dair ne gibi kritikler yapıp diyalektik mantığa vardı. Kullandığı argümanlar (Zenon paradoksu, Sonlu elemanların sınıflandırılması, Limit, Diferansiyel'in harekete ait uygulamaları, Mobius çemberi vs) ne derece doğrudur? Aristoteles'in ontolojisini kullanarak nasıl diyalektiğe varmıştır vs gibi sorulara az çok cevap verilmeye çalışılacaktır. Biraz sabır ile okursanız çok faydalı olacağına inanıyorum. Celal Şengör'ün sembolik mantık ile diyalektiğin yanlışlamasının temelsiz olduğunu göreceksiniz:
En başta Hegel, mantığın üzerine çok eğilmiş, mantığa, yapısına, söylediklerine emin olun Şengör'den çok daha fazla kafa yormuştur. fark, Hegel'in felsefesine temel aldığı yerde yatmaktadır. burada üç beş satırda Hegel'i anlatmam imkansız takdir edersiniz fakat çok kısa özetlersem söylediği şey şudur;
Kant'ın kategorileri sadece zihnin deneyimi şekillendirmesini sağlayan unsurlar değil gerçekte varolan ve bireyden bağımsız olarak kendini gösteren entitelerdir. peki, kategoriler nedir?
Locke-Berkeley-Hume'un felsefelerini bir süreç olarak düşünürsek eğer Locke'tan Hume'a geçiş içselleştirmesi bazen biraz zor olabilen şu sonucu verdi; deneyim bize bilişsel ögelerimizin tamamını veremez. nedensellik algımızı veremez, sonsuzluk, sınırsızlık gibi kavramlarımızın kaynağı olamaz. eğer saf deneyim bizim bilişsel yetimizin sebebi olsa bu gibi kavramlara asla sahip olamazdık. doğada nedensellik dediğimiz şeyi algılayabiliyor muyuz? hayır. peki teklik-çokluk diye bir şeyi? hayır. Limit diye bir şeyi algılama gibi bir durum yaşayan oldu mu aramızda? hayır. bu anlamda özellikle nedensellik temelinde, hiçbir zorunluluktan bahsedemeyiz. hiçbir zorunluluktan bahsedemememiz dünya ve gerçeklik hakkında konuştuklarımızın sadece "alışkanlık" doğrultusunda şekillendiğini gösterir.
Kant'ı dogmatik uykusundan uyandıran da budur. Bunun Şengör'le ve Hegel'le ilgisi de Kant'ın kategoriler dediği bir takım nosyonlarda yatmakta. Kant, Hume'a cevaben bu deneyimle gelmeyen konseptlerin kafamızda olmasının bir nedeni olmak zorunda olduğunu söyler. bunun kaynağı doğadan deneyimlediğimiz şeyler değilse, kafamızın, zihnimizin içinde olmalıdır. bir tabula rasa(boş levha) isek bile, bir tabelayız, tabela dahi belli bir şekilde vardır ve beyaz bir tabelayı beyaz bir kalemle doldurmaya kalkarsanız dolduramazsınız, beyazla yazdığınız bilgileri kaçırır, yalnızca renklileri alır. işte sırf bu tabelanın özellikleri gibi zihnin de kendine özgü özellikleri vardır, bu özelliklerin bir kısmını kategoriler oluşturur. bu yüzden biz doğada nedensellik, teklik, çokluk, limit, varlık, yokluk gibi nosyonları görürüz bunların izin verdiği ölçüde düşünürüz.
işte Hegel bu kategorileri zihinden alıp doğanın kendisine taşımıştır, bunlar doğada hakikaten vardır, Kant'ın nümena'sı anlamlı bir konsept değildir, bizim bu kategorilerle düşünmemizi sağlayan doğanın kendisidir. çok uzatmamak için argümanlara girmeden sonuca bağlıyorum, varolan bilinmek zorunda olduğundan ve bilinen var olacağından, idealist bir dünyanın temeli olan Absolute Mind'da (mutlak zihin) varlıklarını taşırlar.
Neyse konu burada bunu anlamaya çalışmak değil, Hegel'in önkabullerinin farklarını idrak edebilmek. Bu önkabuller ışığında Hegel'in mantık hakkında nasıl düşündüğünü anlayabilmek.
Bunu anlamaya çalışmadan önce son söylenmesi gereken, sanırım, Hegel'in epistemolojik açıdan karmaşık çeşitte bir realizmi savunduğu. Hegel, var olmanın bilinmekle ya da düşünülmekle ilgili olduğunu söylerken var olan Absolute Mind'ın, doğanın ve insan zihninin arasında bir bağ olduğunu, bu bağın idea bazında olduğunu düşünüyordu. bu eninde sonunda şu demek, doğayı bilebiliriz çünkü zaten bizim zihnimizin çalışma prensiplerini bize doğa, gerçekte var olduğu şeklinin sonucunda verdi. Şahsen , ben burayı hep Aristo'nun daha Common-Sense (sağ duyu) Realism'ine benzetirim.
Her neyse, buradan hareketle mantık, Hegel için direkt olarak bir metafiziktir. Düşünme şeklimiz gerçeklikten aldığı şekliyle gerçekliği yansıttığına göre mantık da ontolojik olarak bize doğru bilgiyi veren olgudur.
ingilizcesinden çevirdiğim haliyle Hegel şunu söylüyor;
"yanlış anlaşılmaların sebebi* felsefe ile aktüelite* arasındaki ilişkidir, ve daha önceki anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere, felsefe rasyonel* olanın araştırılması olduğundan şimdinin ve aktüel olanın kavranmasıdır. yalnızca Tanrı'nın bilebileceği zihinden öte dünyayı belirleme çabası değildir. bu öte dünya ve onun yeri hakkındaki konuşmalarımız tek taraflı, hatalı boş bir usavurum olmaya bağımlıdır."
Kısaca felsefe saf teori oluşturma çabası değildir. Bugün şengör'ün bahsettiği sembolik mantığın aktüel ve şimdi'den bağımsız olması Hegel'in zaten kabul edebileceği bir şey değildir. gene konuyla çok ilgili olmamasına rağmen politik meselelerin felsefede ve genel olarak her türlü entelektüel aktivitede kaçınılmaz olması fikrinin temelleri buralarda atılmaya başlamıştır. gerçi Nietzsche ve Schopenhauer gibiler de değinmiştir.
Her neyse konudan kopmadan Hegel'in mantık tanımı, gene kendi kelimelerinin ingilizcesinden yaptığım çeviriyle şudur;
"o zaman mantık, bizim aktüeli deneyimlememizden, absolute'u tanımlayan kategorilerden yaptığımız çıkarımlardan(deduction) oluşan bir süreçtir."
bu aktüel deneyimler de, der Hegel, diyalektik bir biçimde ilerler. kimi kategorilerin hep karşıtlık olarak varolması bu fikrinde önemli pay sahibidir. varlık-yokluk, tabi ki, temeldedir. eğer bizde karşıtlık olarak varolan kategoriler gerçekliğin olduğu şekilse, o zaman aktüel de varlık-yokluk zemininde sürekli bir kendini değilleme üzerinden devam eder. aktüellik, bu noktada çok az felsefi arkaplana ihtiyacınız var, hep bir oluş durmudur. Parmenides'in reddettiği bir oluş durumu. fakat Hegel, hayır, der, bu oluş durumu vardır ve varlık ve yokluk arasındaki sürekli varolan kendini değilleme ilişkisi bu oluş durumunu sağlar. being-nothing(varlık-yokluk)ve aralarındaki self-negation*(tek taraflı olumsuzlama) becoming dediğimiz oluş durumuna varır. kısacası Hegel'in diyalektiği karşıtlıkların üstesinden gelme fikri üzerine kuruludur.
Aktüel'i incelerken karşımıza çıkan mantık Hegel'in saf usavurum olarak nitelediği sembolik mantık'tan çok uzaktır. Aktüel'i incelerken, der Hegel , karşında p'le ve not p'ler değil, mesela, zamansallık vardır. zamansallığı incelediğimizde karşımıza çıkan şöyle bir deneyimdir.*
"Şimdi var.", derken dahi şimdi geçmiş oldu. Bu bizi nasıl bir önermeye itti? Şuna; "şimdi yok." Bir kez daha değillersek, "şimdi yok, yok." yok yok ise, var vardır. Ve bu yüzden "şimdi var."
Bu anlamda şeyler kendi başlarına anlaşılmaktan ziyade karşıtlıklarıyla anlaşılırlar, Kategorileri kullanarak gerçeklik hakkında bize bilgi veren aklımızın deneyimlerle bize söylediği şey budur. Gerçeklik , aktüelite diyalektik çalışır. diyalektik olmadan, anlamlandırmak mümkün değildir.
Sanırım bu kadarı Şengör'ün kendisine yakışmayacak bir cehaletle atıp tuttuğunu görmek için yeterli. Sembolik mantık, içerikten tamamen ayıklanmış bir disiplin olarak, Hegel'in mantık ve diyalektik derken kastettiği şeyden çok uzaktır. Kısaca eğer bir zırva varsa, bu Şengör'ün anlamadığı ve muhtemelen okumadığı Hegel hakkındaki yorumlarının bizzat kendisidir.
Celal Şengör gibi bir akl-ı evvelin "Popper Diyalektik Mantığı çürüttü, Hegel salaktır, zırvadır" vs gibi aklı güvenli moda almış seviyede bazı söylemleri var bildiğiniz gibi. Şengör'ün, Enver Ayseverin programına katılıp "aha bu p, bu da p' ise diyalektik mantığa göre buradan istediğim sonucu çekebilirim, olur mu yav böyle şey" diyerek saçma salak bir temellendirme yaptığını bilirsiniz. Mesele gerçekten böyle mi? Hegel ne yaptı, neyi öngördü, kendisinden öncekilere dair ne gibi kritikler yapıp diyalektik mantığa vardı. Kullandığı argümanlar (Zenon paradoksu, Sonlu elemanların sınıflandırılması, Limit, Diferansiyel'in harekete ait uygulamaları, Mobius çemberi vs) ne derece doğrudur? Aristoteles'in ontolojisini kullanarak nasıl diyalektiğe varmıştır vs gibi sorulara az çok cevap verilmeye çalışılacaktır. Biraz sabır ile okursanız çok faydalı olacağına inanıyorum. Celal Şengör'ün sembolik mantık ile diyalektiğin yanlışlamasının temelsiz olduğunu göreceksiniz:
En başta Hegel, mantığın üzerine çok eğilmiş, mantığa, yapısına, söylediklerine emin olun Şengör'den çok daha fazla kafa yormuştur. fark, Hegel'in felsefesine temel aldığı yerde yatmaktadır. burada üç beş satırda Hegel'i anlatmam imkansız takdir edersiniz fakat çok kısa özetlersem söylediği şey şudur;
Kant'ın kategorileri sadece zihnin deneyimi şekillendirmesini sağlayan unsurlar değil gerçekte varolan ve bireyden bağımsız olarak kendini gösteren entitelerdir. peki, kategoriler nedir?
Locke-Berkeley-Hume'un felsefelerini bir süreç olarak düşünürsek eğer Locke'tan Hume'a geçiş içselleştirmesi bazen biraz zor olabilen şu sonucu verdi; deneyim bize bilişsel ögelerimizin tamamını veremez. nedensellik algımızı veremez, sonsuzluk, sınırsızlık gibi kavramlarımızın kaynağı olamaz. eğer saf deneyim bizim bilişsel yetimizin sebebi olsa bu gibi kavramlara asla sahip olamazdık. doğada nedensellik dediğimiz şeyi algılayabiliyor muyuz? hayır. peki teklik-çokluk diye bir şeyi? hayır. Limit diye bir şeyi algılama gibi bir durum yaşayan oldu mu aramızda? hayır. bu anlamda özellikle nedensellik temelinde, hiçbir zorunluluktan bahsedemeyiz. hiçbir zorunluluktan bahsedemememiz dünya ve gerçeklik hakkında konuştuklarımızın sadece "alışkanlık" doğrultusunda şekillendiğini gösterir.
Kant'ı dogmatik uykusundan uyandıran da budur. Bunun Şengör'le ve Hegel'le ilgisi de Kant'ın kategoriler dediği bir takım nosyonlarda yatmakta. Kant, Hume'a cevaben bu deneyimle gelmeyen konseptlerin kafamızda olmasının bir nedeni olmak zorunda olduğunu söyler. bunun kaynağı doğadan deneyimlediğimiz şeyler değilse, kafamızın, zihnimizin içinde olmalıdır. bir tabula rasa(boş levha) isek bile, bir tabelayız, tabela dahi belli bir şekilde vardır ve beyaz bir tabelayı beyaz bir kalemle doldurmaya kalkarsanız dolduramazsınız, beyazla yazdığınız bilgileri kaçırır, yalnızca renklileri alır. işte sırf bu tabelanın özellikleri gibi zihnin de kendine özgü özellikleri vardır, bu özelliklerin bir kısmını kategoriler oluşturur. bu yüzden biz doğada nedensellik, teklik, çokluk, limit, varlık, yokluk gibi nosyonları görürüz bunların izin verdiği ölçüde düşünürüz.
işte Hegel bu kategorileri zihinden alıp doğanın kendisine taşımıştır, bunlar doğada hakikaten vardır, Kant'ın nümena'sı anlamlı bir konsept değildir, bizim bu kategorilerle düşünmemizi sağlayan doğanın kendisidir. çok uzatmamak için argümanlara girmeden sonuca bağlıyorum, varolan bilinmek zorunda olduğundan ve bilinen var olacağından, idealist bir dünyanın temeli olan Absolute Mind'da (mutlak zihin) varlıklarını taşırlar.
Neyse konu burada bunu anlamaya çalışmak değil, Hegel'in önkabullerinin farklarını idrak edebilmek. Bu önkabuller ışığında Hegel'in mantık hakkında nasıl düşündüğünü anlayabilmek.
Bunu anlamaya çalışmadan önce son söylenmesi gereken, sanırım, Hegel'in epistemolojik açıdan karmaşık çeşitte bir realizmi savunduğu. Hegel, var olmanın bilinmekle ya da düşünülmekle ilgili olduğunu söylerken var olan Absolute Mind'ın, doğanın ve insan zihninin arasında bir bağ olduğunu, bu bağın idea bazında olduğunu düşünüyordu. bu eninde sonunda şu demek, doğayı bilebiliriz çünkü zaten bizim zihnimizin çalışma prensiplerini bize doğa, gerçekte var olduğu şeklinin sonucunda verdi. Şahsen , ben burayı hep Aristo'nun daha Common-Sense (sağ duyu) Realism'ine benzetirim.
Her neyse, buradan hareketle mantık, Hegel için direkt olarak bir metafiziktir. Düşünme şeklimiz gerçeklikten aldığı şekliyle gerçekliği yansıttığına göre mantık da ontolojik olarak bize doğru bilgiyi veren olgudur.
ingilizcesinden çevirdiğim haliyle Hegel şunu söylüyor;
"yanlış anlaşılmaların sebebi* felsefe ile aktüelite* arasındaki ilişkidir, ve daha önceki anlattıklarımdan anlaşılacağı üzere, felsefe rasyonel* olanın araştırılması olduğundan şimdinin ve aktüel olanın kavranmasıdır. yalnızca Tanrı'nın bilebileceği zihinden öte dünyayı belirleme çabası değildir. bu öte dünya ve onun yeri hakkındaki konuşmalarımız tek taraflı, hatalı boş bir usavurum olmaya bağımlıdır."
Kısaca felsefe saf teori oluşturma çabası değildir. Bugün şengör'ün bahsettiği sembolik mantığın aktüel ve şimdi'den bağımsız olması Hegel'in zaten kabul edebileceği bir şey değildir. gene konuyla çok ilgili olmamasına rağmen politik meselelerin felsefede ve genel olarak her türlü entelektüel aktivitede kaçınılmaz olması fikrinin temelleri buralarda atılmaya başlamıştır. gerçi Nietzsche ve Schopenhauer gibiler de değinmiştir.
Her neyse konudan kopmadan Hegel'in mantık tanımı, gene kendi kelimelerinin ingilizcesinden yaptığım çeviriyle şudur;
"o zaman mantık, bizim aktüeli deneyimlememizden, absolute'u tanımlayan kategorilerden yaptığımız çıkarımlardan(deduction) oluşan bir süreçtir."
bu aktüel deneyimler de, der Hegel, diyalektik bir biçimde ilerler. kimi kategorilerin hep karşıtlık olarak varolması bu fikrinde önemli pay sahibidir. varlık-yokluk, tabi ki, temeldedir. eğer bizde karşıtlık olarak varolan kategoriler gerçekliğin olduğu şekilse, o zaman aktüel de varlık-yokluk zemininde sürekli bir kendini değilleme üzerinden devam eder. aktüellik, bu noktada çok az felsefi arkaplana ihtiyacınız var, hep bir oluş durmudur. Parmenides'in reddettiği bir oluş durumu. fakat Hegel, hayır, der, bu oluş durumu vardır ve varlık ve yokluk arasındaki sürekli varolan kendini değilleme ilişkisi bu oluş durumunu sağlar. being-nothing(varlık-yokluk)ve aralarındaki self-negation*(tek taraflı olumsuzlama) becoming dediğimiz oluş durumuna varır. kısacası Hegel'in diyalektiği karşıtlıkların üstesinden gelme fikri üzerine kuruludur.
Aktüel'i incelerken karşımıza çıkan mantık Hegel'in saf usavurum olarak nitelediği sembolik mantık'tan çok uzaktır. Aktüel'i incelerken, der Hegel , karşında p'le ve not p'ler değil, mesela, zamansallık vardır. zamansallığı incelediğimizde karşımıza çıkan şöyle bir deneyimdir.*
"Şimdi var.", derken dahi şimdi geçmiş oldu. Bu bizi nasıl bir önermeye itti? Şuna; "şimdi yok." Bir kez daha değillersek, "şimdi yok, yok." yok yok ise, var vardır. Ve bu yüzden "şimdi var."
Bu anlamda şeyler kendi başlarına anlaşılmaktan ziyade karşıtlıklarıyla anlaşılırlar, Kategorileri kullanarak gerçeklik hakkında bize bilgi veren aklımızın deneyimlerle bize söylediği şey budur. Gerçeklik , aktüelite diyalektik çalışır. diyalektik olmadan, anlamlandırmak mümkün değildir.
Sanırım bu kadarı Şengör'ün kendisine yakışmayacak bir cehaletle atıp tuttuğunu görmek için yeterli. Sembolik mantık, içerikten tamamen ayıklanmış bir disiplin olarak, Hegel'in mantık ve diyalektik derken kastettiği şeyden çok uzaktır. Kısaca eğer bir zırva varsa, bu Şengör'ün anlamadığı ve muhtemelen okumadığı Hegel hakkındaki yorumlarının bizzat kendisidir.
didem madak şiirine dair
daha önceleri iki kitap yan yana düşünce, bir “alternatif”in kendiliğinden oluştuğundan söz etmiştim. elbette şair şairin kurdu değildir, her şairin kendi özgül ağırlığı vardır, ama bu, kimi şairlere gerek şiir içi, gerek şiir dışı alanların ölçütleriyle değer biçildiğinde bazı anımsatmalar yapılmasına engel de değildir. seyhan erözçelik’in 1980 sonrasının kimi “iyi okullarda okumuş” şairlerine sadece “iyi şiir”i değil, hatta “isyan”ı da bağışladığına değinmiştim. didem madak, tezgâhtarlık yapmış, hukuk fakültesini zor şartlarda bitirmiş, anadolu’da savrulmuş ve yine trajik bir son ile, ama intihar ile değil, kanser ile bu dünyadan ayrılmış, yaşarken değeri yeterince bilinememiş bir arkadaş. gel gelelim, “iyi şiir” için “iyi okul” ve “iyi isyan”lar değil, bir coğrafyaya tutunmak ve “insani durum”u gözetmek gerektiğine “iyi” bir örnektir onun şiiri.
grapon kağitlari
didem madak / inkilap kitabevi yayınları, istanbul 2000.
didem madak’ın (1970-2011) ilk şiir kitabı. madak, “inkilâp 2000 şiir ödülü” almış bu kitabından sonra iki kitap daha yayımladı. bu kitaplarda da ilk kitabındaki söyleyiş özelliğini koruyarak istikrarlı çizgisini derinleştirdiği gözlemlendi.
grapon kağıtları’nın arka kapağında madak’ın dokuz eylül üniversitesi hukuk fakültesi’nde öğrenimini sürdürdüğü notu var. kitabın çıktığı tarihte otuz yaşında olduğunu düşünürsek, özellikle hukukçu şairlerin okul konusunda ağırdan almak kuralını onun da bozmadığını görüyoruz. oysa didem madak’ın şiiri, dönemin kalıp söyleyişlerinden kaçınmak açısından kural dışı sayılabilir, bu özelliktir ki, onun 1990’larda yazmaya başlayan adlar arasında en dikkate değerlerden biri olduğu konusunda genel bir sözbirliği oluşmasına yol açmıştı.
didem madak şiirinde ilk bakışta göze çarpan iki temel özellik, açıklık ve sıcaklık (içtenlik). modernizmi tarihsizleştiren metafor cümbüşlerine katılmak yerine, sıcak hayatın izlerinden yola çıkan, yeri geldiğinde anlatmaktan da çekinmeyen, kıvamında metaforu da yoklayan dizelerle yol alıyor, benzetmek tuhaf sayılmazsa, hem iskeleti hem eti olan bir yapı kuruyor. daha doğru bir deyişle, didem madak şiirinde sözün yüklü oluşu, yapıyla kaynaşıyor ve kendi iskeletini kuruyor. şiirlerinde çoğu kez baştan sonra tematik eksene sadık kalınıyor, bunda en büyük etken daha şiir başlıklarından başlayan “gönderge”lerin yaşantı odaklı olması, yaşantıdan alıp somuta gönderme niteliği taşıması. “annemle ilgili şeyler” şiiri, bunun tipik örneklerinden biri: “hatırlar mısın? / mavi saçlı bir tanrı gibi severdim burdur gölü’nü / o göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü. / vişne bahçeleriyle dolu, / neşeli bir şehre benzerdi senin sesin. / bazen ölmek istiyorum / beni yeniden doğurman için. / iri, ekşi bir vişne tanesi gibi.”
“vişne bahçeleriyle dolu şehir” imgesine bir işaret koyalım, çünkü diğer şiirlerinde “dut ağacı altında okunan romanlar” “dereotu kokan oğlanlar” .”kedi ve kasımpatı kokuyor bütün sokaklar”... gibi yaşantılara ya da imgelere de rast geleceğiz. bu da, didem madak şiirini, şairlerin şehirli de olsalar ağaçları tanıdıkları bir evreye tarihliyor. ömer naci soykan, iyonyalı şehirli filozofların bütün ağaçları tanıdıklarına dair ilginç bir yazı yayımlamıştı. iyonyalı didem madak o filozofların izinde. şehir doğa ile sarmal bir olgu didem madak şiirinde. farklı şiirlerde kişileştirilmiş, metafora öğe olmuş izmirli öğeler soluk alıp veriyor: “kurumlu bir saat kulesi kur yapardı bana” “bastırıldı nihayet hayatın kadife kalesinde çıkan isyan” “yüzüm güvercinlere emanet” şiirinin altına italikle “bu şiirdeki gu-guk-guk sözcükleri / kumrular taklit edilerek okunacaktır” notu düşülmüş, “mimesis”e okuru da dahil etme kaygısı söz konusu.. “kedilerin alışkanlıkları” şiirinde ise “bir tekir kedi ile beraber / seyrediyorum hayatı” diyor, aslında seyretmiyor, paylaşıyor.
öte yandan didem madak şiirinde kültürel öğeler de geniş yer tutuyor. bazen bir edebiyat metni ilk ateşi tutuşturmakla kalmıyor, tematik ekseni de örüyor. sözgelimi, “çalıkuşu’nun z raporu” şiirinde zaman “zeyniler köyünde çalıkuşu zamanı”. bir başka şiir, “polyanna’ya mektuplar”. “sevgili polyanna / sen bu mektubu okurken / soğuk bir doğu sokağında / acılarla yüklü bir faytonla dolaşıyor olacağım /... / kömürümüz bitti tam kışın ortasında / toz hatıra ve talaş bastık sobaya”.cemal süreya, “gurbet yavrum garba düşmektir” demişti, ya garplıysanız? ergen kızların iki temsil figürü, çalıkuşu ve polyanna sadece “genç kızlık” süreci gereği değil, bu “şarka düşme” olgusu ve yaşantısı gereği de “hep buluğ çağındayım” diyen şair öznenin kapısını çalmış görünüyor.
didem madak şiirine sızan kültürel öğeler edebiyat metinleriyle sınırlı değil. belki şarkıların payı daha çok. kimi şiirlerde, sözüne ezgilerin tınısından bir şeyler katmak istiyor. sözü bir noktadan sonra ezgilere bırakmak biçiminde değil, ezgileri yaşantının özgül bir anına tanık göstermek biçiminde dönüşler söz konusu: “bugün kalbimi eski bir plak gibi / öyle çok tersine çevirdim ki” dizeleriyle başlayan “iris’in ölümü” şiiri, sonraki dört matriste (dize kümesinde) “bazı şarkılar vardır” vurgusuyla ezgilerin canlandırdığı öyle görüntüler anımsatıyor ki, benzerlerine ancak tanpınar’da rastlanır.
“enkaz kaldırma çalışmaları” şiirinin, “bir tezgâhtar parçasıyım ben / üç kuruşluk acıya müdahele edemem” diye başlamasına aldanmamak gerek: hayatının erken bir devresindeki tezgâhtarlık deneyimi aslında şair özneye gözlem zenginliği kadar beylik deyişle “feleğin çemberinden geçmişlik” de katmış, kitabın bu en “melankolik” şiiri dolayısıyla bir aşkınlık bilinci içeriyor, çalışan kadınların temsiline atanıyor.
grapon kağıtları’nın “somut”la sarmal ilişkisi onu sık sık insanla ve insanlarla da buluşturuyor. başta anne, “kardeşime, işıl’a” diye kitabın adandığı ve “ay işıl’a sığışmıştı” anı şiirinin de konusu olan, başka şiirlerde de karşımıza çıkan işıl, “kurabiye” şiirinin belki kurmaca ama dostların ortalaması olduğunu düşündüren kalbiye’si, “kaç zamandan” şiirinin baştan sona söyleştiği ayla abla, şiirleri “sıcak hayat”a eklemleyen figürlerin en önemlileri.
edebiyatımızın en güzel lirik şiirlerinden biri de bu kitapta: “şimdiden bir hatırasın”. ses olarak zeki müren’in ünlü şarkısı “şimdi uzaklardasın”ı anımsatan, belki de o besteden izlenim kapmış ve bir yandan da leyla erbil’e gönderme yaparcasına “mektup aşklarına” adanmış bu şiir, kimi mazmunları okşayan yanlarına, sitemkâr havasına rağmen, eski olguyu yeni bir coşkuyla, çağrışımlar uyandırarak, anıları çağırarak, uyuyanı uyandırarak dile taşıyabiliyor: “şimdiden bir hatırasın / bulutsa, tozsa, uçarsa / bütün (aşklar) paranteze alınsın” açılış dizeleriyle “ey aşk sen / artık bazı şarkılar kadar yaralısın.” kapanış dizeleri arasını özetlemek mümkün görünmüyor. buradan didem madak şiirinin bir yapısal özelliğine geçebiliriz: yer yer sözü uzatan “anlatı”ya yaslanmasına rağmen çağrışım yükleriyle özete gelmez dizeler söylüyor. altmış dört sayfalık kitapta toplam on sekiz şiir var, her şiir iki ya da üç sayfa tutmuş. şiirlerin orta uzunlukta olması ve özgür çağrışımlara açılması, kendi biçimini yoğurarak mimarisini kurabildiği için sarkıklığa dönüşmüyor.
enver ercan’ın editörlüğünde yayımlanan kitabın desende mavi, lacivert, yazılarda turuncu renkler kullanılarak hazırlanmış kapağını aret gıcır yapmış. arka kapakta şairin “vesikalık” denebilecek çok küçük fotoğrafının üstünde yer alan sunuş çok değişik ve özgül, şairin kaleminden çıkmış olması muhtemel: “bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alâkaları tamdır. kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır: kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları...hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. şiirden hazzetmeyenler, ‘grapon kağıtları’nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler.
daha önceleri iki kitap yan yana düşünce, bir “alternatif”in kendiliğinden oluştuğundan söz etmiştim. elbette şair şairin kurdu değildir, her şairin kendi özgül ağırlığı vardır, ama bu, kimi şairlere gerek şiir içi, gerek şiir dışı alanların ölçütleriyle değer biçildiğinde bazı anımsatmalar yapılmasına engel de değildir. seyhan erözçelik’in 1980 sonrasının kimi “iyi okullarda okumuş” şairlerine sadece “iyi şiir”i değil, hatta “isyan”ı da bağışladığına değinmiştim. didem madak, tezgâhtarlık yapmış, hukuk fakültesini zor şartlarda bitirmiş, anadolu’da savrulmuş ve yine trajik bir son ile, ama intihar ile değil, kanser ile bu dünyadan ayrılmış, yaşarken değeri yeterince bilinememiş bir arkadaş. gel gelelim, “iyi şiir” için “iyi okul” ve “iyi isyan”lar değil, bir coğrafyaya tutunmak ve “insani durum”u gözetmek gerektiğine “iyi” bir örnektir onun şiiri.
grapon kağitlari
didem madak / inkilap kitabevi yayınları, istanbul 2000.
didem madak’ın (1970-2011) ilk şiir kitabı. madak, “inkilâp 2000 şiir ödülü” almış bu kitabından sonra iki kitap daha yayımladı. bu kitaplarda da ilk kitabındaki söyleyiş özelliğini koruyarak istikrarlı çizgisini derinleştirdiği gözlemlendi.
grapon kağıtları’nın arka kapağında madak’ın dokuz eylül üniversitesi hukuk fakültesi’nde öğrenimini sürdürdüğü notu var. kitabın çıktığı tarihte otuz yaşında olduğunu düşünürsek, özellikle hukukçu şairlerin okul konusunda ağırdan almak kuralını onun da bozmadığını görüyoruz. oysa didem madak’ın şiiri, dönemin kalıp söyleyişlerinden kaçınmak açısından kural dışı sayılabilir, bu özelliktir ki, onun 1990’larda yazmaya başlayan adlar arasında en dikkate değerlerden biri olduğu konusunda genel bir sözbirliği oluşmasına yol açmıştı.
didem madak şiirinde ilk bakışta göze çarpan iki temel özellik, açıklık ve sıcaklık (içtenlik). modernizmi tarihsizleştiren metafor cümbüşlerine katılmak yerine, sıcak hayatın izlerinden yola çıkan, yeri geldiğinde anlatmaktan da çekinmeyen, kıvamında metaforu da yoklayan dizelerle yol alıyor, benzetmek tuhaf sayılmazsa, hem iskeleti hem eti olan bir yapı kuruyor. daha doğru bir deyişle, didem madak şiirinde sözün yüklü oluşu, yapıyla kaynaşıyor ve kendi iskeletini kuruyor. şiirlerinde çoğu kez baştan sonra tematik eksene sadık kalınıyor, bunda en büyük etken daha şiir başlıklarından başlayan “gönderge”lerin yaşantı odaklı olması, yaşantıdan alıp somuta gönderme niteliği taşıması. “annemle ilgili şeyler” şiiri, bunun tipik örneklerinden biri: “hatırlar mısın? / mavi saçlı bir tanrı gibi severdim burdur gölü’nü / o göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü. / vişne bahçeleriyle dolu, / neşeli bir şehre benzerdi senin sesin. / bazen ölmek istiyorum / beni yeniden doğurman için. / iri, ekşi bir vişne tanesi gibi.”
“vişne bahçeleriyle dolu şehir” imgesine bir işaret koyalım, çünkü diğer şiirlerinde “dut ağacı altında okunan romanlar” “dereotu kokan oğlanlar” .”kedi ve kasımpatı kokuyor bütün sokaklar”... gibi yaşantılara ya da imgelere de rast geleceğiz. bu da, didem madak şiirini, şairlerin şehirli de olsalar ağaçları tanıdıkları bir evreye tarihliyor. ömer naci soykan, iyonyalı şehirli filozofların bütün ağaçları tanıdıklarına dair ilginç bir yazı yayımlamıştı. iyonyalı didem madak o filozofların izinde. şehir doğa ile sarmal bir olgu didem madak şiirinde. farklı şiirlerde kişileştirilmiş, metafora öğe olmuş izmirli öğeler soluk alıp veriyor: “kurumlu bir saat kulesi kur yapardı bana” “bastırıldı nihayet hayatın kadife kalesinde çıkan isyan” “yüzüm güvercinlere emanet” şiirinin altına italikle “bu şiirdeki gu-guk-guk sözcükleri / kumrular taklit edilerek okunacaktır” notu düşülmüş, “mimesis”e okuru da dahil etme kaygısı söz konusu.. “kedilerin alışkanlıkları” şiirinde ise “bir tekir kedi ile beraber / seyrediyorum hayatı” diyor, aslında seyretmiyor, paylaşıyor.
öte yandan didem madak şiirinde kültürel öğeler de geniş yer tutuyor. bazen bir edebiyat metni ilk ateşi tutuşturmakla kalmıyor, tematik ekseni de örüyor. sözgelimi, “çalıkuşu’nun z raporu” şiirinde zaman “zeyniler köyünde çalıkuşu zamanı”. bir başka şiir, “polyanna’ya mektuplar”. “sevgili polyanna / sen bu mektubu okurken / soğuk bir doğu sokağında / acılarla yüklü bir faytonla dolaşıyor olacağım /... / kömürümüz bitti tam kışın ortasında / toz hatıra ve talaş bastık sobaya”.cemal süreya, “gurbet yavrum garba düşmektir” demişti, ya garplıysanız? ergen kızların iki temsil figürü, çalıkuşu ve polyanna sadece “genç kızlık” süreci gereği değil, bu “şarka düşme” olgusu ve yaşantısı gereği de “hep buluğ çağındayım” diyen şair öznenin kapısını çalmış görünüyor.
didem madak şiirine sızan kültürel öğeler edebiyat metinleriyle sınırlı değil. belki şarkıların payı daha çok. kimi şiirlerde, sözüne ezgilerin tınısından bir şeyler katmak istiyor. sözü bir noktadan sonra ezgilere bırakmak biçiminde değil, ezgileri yaşantının özgül bir anına tanık göstermek biçiminde dönüşler söz konusu: “bugün kalbimi eski bir plak gibi / öyle çok tersine çevirdim ki” dizeleriyle başlayan “iris’in ölümü” şiiri, sonraki dört matriste (dize kümesinde) “bazı şarkılar vardır” vurgusuyla ezgilerin canlandırdığı öyle görüntüler anımsatıyor ki, benzerlerine ancak tanpınar’da rastlanır.
“enkaz kaldırma çalışmaları” şiirinin, “bir tezgâhtar parçasıyım ben / üç kuruşluk acıya müdahele edemem” diye başlamasına aldanmamak gerek: hayatının erken bir devresindeki tezgâhtarlık deneyimi aslında şair özneye gözlem zenginliği kadar beylik deyişle “feleğin çemberinden geçmişlik” de katmış, kitabın bu en “melankolik” şiiri dolayısıyla bir aşkınlık bilinci içeriyor, çalışan kadınların temsiline atanıyor.
grapon kağıtları’nın “somut”la sarmal ilişkisi onu sık sık insanla ve insanlarla da buluşturuyor. başta anne, “kardeşime, işıl’a” diye kitabın adandığı ve “ay işıl’a sığışmıştı” anı şiirinin de konusu olan, başka şiirlerde de karşımıza çıkan işıl, “kurabiye” şiirinin belki kurmaca ama dostların ortalaması olduğunu düşündüren kalbiye’si, “kaç zamandan” şiirinin baştan sona söyleştiği ayla abla, şiirleri “sıcak hayat”a eklemleyen figürlerin en önemlileri.
edebiyatımızın en güzel lirik şiirlerinden biri de bu kitapta: “şimdiden bir hatırasın”. ses olarak zeki müren’in ünlü şarkısı “şimdi uzaklardasın”ı anımsatan, belki de o besteden izlenim kapmış ve bir yandan da leyla erbil’e gönderme yaparcasına “mektup aşklarına” adanmış bu şiir, kimi mazmunları okşayan yanlarına, sitemkâr havasına rağmen, eski olguyu yeni bir coşkuyla, çağrışımlar uyandırarak, anıları çağırarak, uyuyanı uyandırarak dile taşıyabiliyor: “şimdiden bir hatırasın / bulutsa, tozsa, uçarsa / bütün (aşklar) paranteze alınsın” açılış dizeleriyle “ey aşk sen / artık bazı şarkılar kadar yaralısın.” kapanış dizeleri arasını özetlemek mümkün görünmüyor. buradan didem madak şiirinin bir yapısal özelliğine geçebiliriz: yer yer sözü uzatan “anlatı”ya yaslanmasına rağmen çağrışım yükleriyle özete gelmez dizeler söylüyor. altmış dört sayfalık kitapta toplam on sekiz şiir var, her şiir iki ya da üç sayfa tutmuş. şiirlerin orta uzunlukta olması ve özgür çağrışımlara açılması, kendi biçimini yoğurarak mimarisini kurabildiği için sarkıklığa dönüşmüyor.
enver ercan’ın editörlüğünde yayımlanan kitabın desende mavi, lacivert, yazılarda turuncu renkler kullanılarak hazırlanmış kapağını aret gıcır yapmış. arka kapakta şairin “vesikalık” denebilecek çok küçük fotoğrafının üstünde yer alan sunuş çok değişik ve özgül, şairin kaleminden çıkmış olması muhtemel: “bu kitapta yer alan şahıs ve mekânların gerçekle alâkaları tamdır. kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır: kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları...hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. şiirden hazzetmeyenler, ‘grapon kağıtları’nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler.
Türkiye sağının hep Batılılaşma ve modernleşme ile sorunu vardır. Hep bir islâm medeniyeti özlemi vardır. Dolayısıyla modernleşme ile medeniyetten kopulduğu varsayılır. Bu yüzden de hep "medeniyeti yükseltme" amacı üzerinden hareket edilir.
Ancak, bunu diyenlerin hiçbir zaman Türkiye toplumunun ekonomik ve sosyal yapısı ile ilgili düşünceleri olmamıştır. Osmanlı döneminde saray ve çevresindeki yaşantı, ülkenin genelinde varmış gibi bir algı yaratılmıştır. Oysa, hiçbir zaman böyle bir durum yoktu. Kaldı ki, bırakın ülkeyi, sarayın kapısının dışında böyle bir durum yoktu. Yani Türkiye sağının gözünde bu medeniyet algısı, aslında bir "altın çağ"dır ve Batılılaşma ile bu altın çağdan kopulmuştur. Bu yüzden ittihatçılar sevilmez. Bu yüzden Atatürk'ten ya nefret edilir ya da yarım ağız saygı duyulur. Çünkü onlar, altın çağdan kopartan masonik karakterler olarak görülür.
Ancak bunları söyleyenlerin de üzerinde durdukları bütün yapı, Batılı bir yapıdır. Mesela islamcılık fikrinin kendisi de Batılıdır. Yapılan seçimler, meclis, bürokrasi, diplomasi, dünya üzerinde var olan kurumlar da Batılıdır. Bunları görmeyip, yorum yapmanın çok anlamı kalmıyor. Ayrıca hala bu "altın çağa" dönülebileceğini sanan, "yeni bir medeniyet yaratacağız" diyen insanlar var. ilginç noktası da buna inanıyorlar. Oysa, asrımız hızlı tüketim üzerinedir. Medeniyet ise gelenekçi ve ağırkanlıdır. Bu asırda medeniyet yaratılmaz. Medeniyetler tüketilir. Bunu anlamıyorlar. Anlamadıkları için de dünyayı okuyamıyorlar.
Ancak, bunu diyenlerin hiçbir zaman Türkiye toplumunun ekonomik ve sosyal yapısı ile ilgili düşünceleri olmamıştır. Osmanlı döneminde saray ve çevresindeki yaşantı, ülkenin genelinde varmış gibi bir algı yaratılmıştır. Oysa, hiçbir zaman böyle bir durum yoktu. Kaldı ki, bırakın ülkeyi, sarayın kapısının dışında böyle bir durum yoktu. Yani Türkiye sağının gözünde bu medeniyet algısı, aslında bir "altın çağ"dır ve Batılılaşma ile bu altın çağdan kopulmuştur. Bu yüzden ittihatçılar sevilmez. Bu yüzden Atatürk'ten ya nefret edilir ya da yarım ağız saygı duyulur. Çünkü onlar, altın çağdan kopartan masonik karakterler olarak görülür.
Ancak bunları söyleyenlerin de üzerinde durdukları bütün yapı, Batılı bir yapıdır. Mesela islamcılık fikrinin kendisi de Batılıdır. Yapılan seçimler, meclis, bürokrasi, diplomasi, dünya üzerinde var olan kurumlar da Batılıdır. Bunları görmeyip, yorum yapmanın çok anlamı kalmıyor. Ayrıca hala bu "altın çağa" dönülebileceğini sanan, "yeni bir medeniyet yaratacağız" diyen insanlar var. ilginç noktası da buna inanıyorlar. Oysa, asrımız hızlı tüketim üzerinedir. Medeniyet ise gelenekçi ve ağırkanlıdır. Bu asırda medeniyet yaratılmaz. Medeniyetler tüketilir. Bunu anlamıyorlar. Anlamadıkları için de dünyayı okuyamıyorlar.
üstad hakkında aylardır, yıla yakın zamandır şahsiyeti, edebi şahsiyeti, eserleri hakkında upuzun bir tahlil yapacağım diyorum ama bir türlü gerçekleştiremedim. şimdi de yad etmek adına, önceleri birincil ağızdan dinlediğim bir anısını aktarayım.
Fransa cumhurbaşkanı Mitrand'ın davetlisi olarak sarayda onu ziyarete gitmişti. Aynı davete gelen MARquEZ ile bahçede karşılaşmışlar, tanışmışlar. Nobel edebiyat ödülü sahibi Marquez güney amerika'da ispanyolca yazan yazarlardan söz etmiş, onları övmüş.
Yaşar Kemal ise, ispanyolca'nın ana kökünden kopuk, bodur ve eksik ispanyolca ile şaheserler yaratılamayacağını ileri sürerek Türkçemizi övmüş. ve demiş ki bizim dilimiz geçmişten günümüze her gün gelişmekte olan bir dildir. Dede korkut'tan, yunus emre'den, pir sultan'dan, Karacaoğlan'dan, aşık veysel'den, Nazım Hikmet'ten beslene beslene günümüze gelişmiş bir dil ile yazdığımız halde bizler yazmakta zorlanıyoruz. Ana kök dildeki gelişmelerin dışında kalmış noksan ispanyolca ile işiniz zordur diye eleştirdiğini dönüşte bize açıklamıştı.
Dağlarca'ya, Yaşar Kemal'in bu eleştirisini anlattığım zaman o şiir dili için daha da yeni bir iddiasını ortaya atmıştı. ana kökten kopmuş ve dildeki gelişmelerin dışında kalmış azınlık dillerle şiir yazılamayacağını, olsa olsa manzumeler yazılabileceğini açıklamıştı.
şuraya türk edebiyatı hakkındaki tartışmaya yönelik yazdığım yazıyı da ekliyorum, destekleyici olur.
(#44231311)
Fransa cumhurbaşkanı Mitrand'ın davetlisi olarak sarayda onu ziyarete gitmişti. Aynı davete gelen MARquEZ ile bahçede karşılaşmışlar, tanışmışlar. Nobel edebiyat ödülü sahibi Marquez güney amerika'da ispanyolca yazan yazarlardan söz etmiş, onları övmüş.
Yaşar Kemal ise, ispanyolca'nın ana kökünden kopuk, bodur ve eksik ispanyolca ile şaheserler yaratılamayacağını ileri sürerek Türkçemizi övmüş. ve demiş ki bizim dilimiz geçmişten günümüze her gün gelişmekte olan bir dildir. Dede korkut'tan, yunus emre'den, pir sultan'dan, Karacaoğlan'dan, aşık veysel'den, Nazım Hikmet'ten beslene beslene günümüze gelişmiş bir dil ile yazdığımız halde bizler yazmakta zorlanıyoruz. Ana kök dildeki gelişmelerin dışında kalmış noksan ispanyolca ile işiniz zordur diye eleştirdiğini dönüşte bize açıklamıştı.
Dağlarca'ya, Yaşar Kemal'in bu eleştirisini anlattığım zaman o şiir dili için daha da yeni bir iddiasını ortaya atmıştı. ana kökten kopmuş ve dildeki gelişmelerin dışında kalmış azınlık dillerle şiir yazılamayacağını, olsa olsa manzumeler yazılabileceğini açıklamıştı.
şuraya türk edebiyatı hakkındaki tartışmaya yönelik yazdığım yazıyı da ekliyorum, destekleyici olur.
(#44231311)
ÇAKIRCALI MEHMET EFE’NiN iNTiKAMI
intikam, zeybek töresindeki en değişmez kaidelerden biriydi. intikamını yerde bırakan bir efe saygı görmez, itibarını kaybeder, böylelikle kendisinden daha az korkulmaya başlanırdı. Elbette böylesi bir durum da çetenin maddi ve manevi anlamda yıkımı anlamına gelirdi.
Zeybekler tarihinde intikam konusundaki en ısrarcı ve tutarlı isim şüphesiz ki Çakırcalı Mehmet Efe’dir. Kendisi, birkaç istisna dışında intikamını hiçbir zaman yerde bırakmamış, misillemeye her zaman önem vermiş ve Çamlıcalı Hüseyin Efe dışında, kendisine meydan okuyan hemen hemen tüm rakiplerini öldürmüştür.
Çakırcalı Mehmet Efe’nin ikinci kez dağa çıktığı günlerde gerçekleşen ve Fransız Başkonsolosluğu raporlarında yer alan somut bir örnek, zeybeklerdeki intikam hassasiyetinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
1906 yılının Kasım ayında, Vilayet ahalisine şaşkınlık veren bir olay gerçekleşmişti. isminin zikredilmesi dahi korku yaratan Çakırcalı Mehmet Efe’nin üç zeybeği, Muğla-Milas civarındaki bir köyde köylüler tarafından öldürülmüş, üstelik bunlardan birisinin de kafası kesilerek köy meydanında teşhir edilmişti. Çetesi ile Bozdağ’daki yataklarından birinin evinde dinlenirken bu olayı öğrenen Çakırcalı Mehmet Efe ise hemen harekete geçmiş ve çok kısa bir süre içinde bölgeye ulaşıp, oldukça cüretkâr bir şekilde, altı zeybeği ile birlikte köyü basmıştı. Kısa bir soruşturmanın ardından olaya karışanları isim isim tespit ettirip evlerinden aldıran Efe, hepsini köy meydanına dizdirmiş ve tüm köy halkını da izlemesi için meydana toplatmıştı. Sonrasında da hepsini sımsıkı bağlatıp, saldırıyı gerçekleştirenlerden bazılarının burnunu, bazılarının da kulaklarını kesmişti. Zeybeğinin kafasını kesen köylüyü ise sona bırakmış ve en son ona dönerek: “Bir kafanın nasıl kesildiğini bildiğini mi sanıyorsun? Sen hiçbir şey bilmiyorsun. Ben sana şimdi bir kafa nasıl kesilir, onu göstereceğim.” demişti. Ardından da köylülerin korku dolu bakışları eşliğinde bıçağını çekerek, yerde yatan adamın başını testereyle keser gibi sürte sürte kesip, meydana atmıştı. Herkesi dehşete düşüren olay sonrası intikamını almış olan Çakırcalı ve zeybekleri, hızlıca dağ yolunu tutmuş ve izini kaybettirmişti.
intikam, zeybek töresindeki en değişmez kaidelerden biriydi. intikamını yerde bırakan bir efe saygı görmez, itibarını kaybeder, böylelikle kendisinden daha az korkulmaya başlanırdı. Elbette böylesi bir durum da çetenin maddi ve manevi anlamda yıkımı anlamına gelirdi.
Zeybekler tarihinde intikam konusundaki en ısrarcı ve tutarlı isim şüphesiz ki Çakırcalı Mehmet Efe’dir. Kendisi, birkaç istisna dışında intikamını hiçbir zaman yerde bırakmamış, misillemeye her zaman önem vermiş ve Çamlıcalı Hüseyin Efe dışında, kendisine meydan okuyan hemen hemen tüm rakiplerini öldürmüştür.
Çakırcalı Mehmet Efe’nin ikinci kez dağa çıktığı günlerde gerçekleşen ve Fransız Başkonsolosluğu raporlarında yer alan somut bir örnek, zeybeklerdeki intikam hassasiyetinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
1906 yılının Kasım ayında, Vilayet ahalisine şaşkınlık veren bir olay gerçekleşmişti. isminin zikredilmesi dahi korku yaratan Çakırcalı Mehmet Efe’nin üç zeybeği, Muğla-Milas civarındaki bir köyde köylüler tarafından öldürülmüş, üstelik bunlardan birisinin de kafası kesilerek köy meydanında teşhir edilmişti. Çetesi ile Bozdağ’daki yataklarından birinin evinde dinlenirken bu olayı öğrenen Çakırcalı Mehmet Efe ise hemen harekete geçmiş ve çok kısa bir süre içinde bölgeye ulaşıp, oldukça cüretkâr bir şekilde, altı zeybeği ile birlikte köyü basmıştı. Kısa bir soruşturmanın ardından olaya karışanları isim isim tespit ettirip evlerinden aldıran Efe, hepsini köy meydanına dizdirmiş ve tüm köy halkını da izlemesi için meydana toplatmıştı. Sonrasında da hepsini sımsıkı bağlatıp, saldırıyı gerçekleştirenlerden bazılarının burnunu, bazılarının da kulaklarını kesmişti. Zeybeğinin kafasını kesen köylüyü ise sona bırakmış ve en son ona dönerek: “Bir kafanın nasıl kesildiğini bildiğini mi sanıyorsun? Sen hiçbir şey bilmiyorsun. Ben sana şimdi bir kafa nasıl kesilir, onu göstereceğim.” demişti. Ardından da köylülerin korku dolu bakışları eşliğinde bıçağını çekerek, yerde yatan adamın başını testereyle keser gibi sürte sürte kesip, meydana atmıştı. Herkesi dehşete düşüren olay sonrası intikamını almış olan Çakırcalı ve zeybekleri, hızlıca dağ yolunu tutmuş ve izini kaybettirmişti.
KARAMAZOV KARDEŞLER VE DOSTOYEVSKi'NiN BÜYÜKLÜĞÜ
Karamazov Kardeşler neden büyük bir romandır? Bana göre, ivan Karamazov sayesinde. (Tek faktör değil, en önem verdiğim faktör anlamında.) Çünkü Dostoyevski için aslında eleştirilecek, yenilmesi gereken, kötü olan ivan'dı, Dimitri değil. Dimitri Karamazov, suç işleyen, düşkün biriydi ama suçunun cezasını çekmek istedi, çırpınmadı, babasını öldürmemişti ama bu suçtan suçlandığı mahkemede kendini savunmadı, var gücüyle acı çekmek, çektiği acıyı başka günahlarının bedeli saymak, giderek tüm insanlığın suçlarının bedeli saymak istiyordu. Dimitri böyle epik bir karakterdi. O suç işleyen, şehvet ve güç peşinde biriydi, işlemediği suçtan tutuklanınca acı çekmek isteyerek kurtuluşa ulaştı.
Peki ya ivan? ivan eylemsel olarak kötü değildi, suç işlemiyordu. Ama düşünceleri nedeniyle suçluydu. Yazı zaten uzun, daha da uzun olmaması adına açmak istemiyorum. Dostoyevski bize eylemsel suçlunun değil, düşünsel suçlunun inançtan uzak olduğunu anlatmak ister Karamazov Kardeşler'de. Katılabilir ya da katılmayabiliriz. Ama kitapta en ilgi çekici nokta ivan ile Alyoşa'nın felsefi tartışma yaptığı bölümdür. ivan'a karşı yazılan kitapta ivan'ın argümanları kitabın bitimine kadar hala çürütülmeden, güçlü biçimde kalır. Düşünsel olarak kazanan ivan olur. Alyoşa'dan daha ikna edicidir. ivan düşünceleriyle suçludur, kurtuluşa eremeyecektir. Ama mantık ve akıl açısından "haklı" gözüken odur. Buna rağmen inanç yine de nasıl ayakta kalır ve savunulur olur? Bunu da Dimitri ve Alyoşa'da görürüz.
Yani Dostoyevski o çift kişilikli, diyalektik karakterine uygun olarak müthiş bir nesnellikle sergiler ivan'ı. Onu karikatürize etse, itici gösterse, fikri olarak da yenilmiş kılsa, kitap bir propaganda metni gibi kalırdı. ivan Karamazov'un fikirlerini, nihililizmini ve itirazlarını kitabı okuyup görün isterim. Aydın ivan, fikirde güçlüdür ve haklı olduğu izlenimini uyandırır. Dostoyevski buna rağmen onun gibi düşünmeyen biriydi. Karşı görüşün bu kadar güzel ve hatta onu savunurcasına sergilendiği metin edebiyatta yok gibidir, sayılıdır. Her iki pozisyon da saygıdeğer biçimde sergilenir kitapta. inanma-inanmama gerilimine dair edebiyat tarihinin en güçlü metni Karamazov Kardeşler'dir.
Karamazov Kardeşler neden büyük bir romandır? Bana göre, ivan Karamazov sayesinde. (Tek faktör değil, en önem verdiğim faktör anlamında.) Çünkü Dostoyevski için aslında eleştirilecek, yenilmesi gereken, kötü olan ivan'dı, Dimitri değil. Dimitri Karamazov, suç işleyen, düşkün biriydi ama suçunun cezasını çekmek istedi, çırpınmadı, babasını öldürmemişti ama bu suçtan suçlandığı mahkemede kendini savunmadı, var gücüyle acı çekmek, çektiği acıyı başka günahlarının bedeli saymak, giderek tüm insanlığın suçlarının bedeli saymak istiyordu. Dimitri böyle epik bir karakterdi. O suç işleyen, şehvet ve güç peşinde biriydi, işlemediği suçtan tutuklanınca acı çekmek isteyerek kurtuluşa ulaştı.
Peki ya ivan? ivan eylemsel olarak kötü değildi, suç işlemiyordu. Ama düşünceleri nedeniyle suçluydu. Yazı zaten uzun, daha da uzun olmaması adına açmak istemiyorum. Dostoyevski bize eylemsel suçlunun değil, düşünsel suçlunun inançtan uzak olduğunu anlatmak ister Karamazov Kardeşler'de. Katılabilir ya da katılmayabiliriz. Ama kitapta en ilgi çekici nokta ivan ile Alyoşa'nın felsefi tartışma yaptığı bölümdür. ivan'a karşı yazılan kitapta ivan'ın argümanları kitabın bitimine kadar hala çürütülmeden, güçlü biçimde kalır. Düşünsel olarak kazanan ivan olur. Alyoşa'dan daha ikna edicidir. ivan düşünceleriyle suçludur, kurtuluşa eremeyecektir. Ama mantık ve akıl açısından "haklı" gözüken odur. Buna rağmen inanç yine de nasıl ayakta kalır ve savunulur olur? Bunu da Dimitri ve Alyoşa'da görürüz.
Yani Dostoyevski o çift kişilikli, diyalektik karakterine uygun olarak müthiş bir nesnellikle sergiler ivan'ı. Onu karikatürize etse, itici gösterse, fikri olarak da yenilmiş kılsa, kitap bir propaganda metni gibi kalırdı. ivan Karamazov'un fikirlerini, nihililizmini ve itirazlarını kitabı okuyup görün isterim. Aydın ivan, fikirde güçlüdür ve haklı olduğu izlenimini uyandırır. Dostoyevski buna rağmen onun gibi düşünmeyen biriydi. Karşı görüşün bu kadar güzel ve hatta onu savunurcasına sergilendiği metin edebiyatta yok gibidir, sayılıdır. Her iki pozisyon da saygıdeğer biçimde sergilenir kitapta. inanma-inanmama gerilimine dair edebiyat tarihinin en güçlü metni Karamazov Kardeşler'dir.
19. yüzyılda Jules Verne, Fransız eğitim sistemi ile ingiliz eğitim sistemini kıyaslıyor ve ingiliz sistemi ile çocukların hayata daha iyi hazırlandığını belirtiyordu. Yâni 132 yıl evvel bunu ortaya koyuyordu. Üstelik bir Fransız milliyetçisiydi. Böylece Fransız eğitiminin eksiklerini de ortaya koyuyordu.
Osmanlı yönetimindeki Balkan milletleri, eğitim konusunda Osmanlı devletinin çok ötesindeydiler. Bulgar öğretmenleri, Osmanlı paşalarından öndeydi. Bulgarlar, köylerde bile kütüphaneler oluşturmuştu.
Peki, bizde eğitimi tabana yaymayı ilk olarak kim düşünmüş ve bu konuda çalışmıştı, peki? Henüz yirmili yaşlarda bir Türk subayı olan Enver... Görev yaptığı Manastır'daki Türk köylerinde okullar açılması için uğraşmıştı. ittihatçılar başlattı, cumhûriyet sürdürdü... Azerbaycan’daki bir mizah dergisinde Ermeni kızı okula giderken, Müslüman Türk kızının ise kocaya gönderildiği, acı bir şekilde resmedilmişti.
Dolayısıyla Osmanlı, niye Avrupa'nın gerisinde kaldı? Neden Balkanları kaybetti diye sorarken, bir zahmet, eğitim politikalarına da bakmak gerekiyor. Ondan sonra da yaşanan sorunları kimlerin görüp, çözüm üzerine düşündüğünü ve uygulamaya koyduğunu da anlamak gerekiyor. Bunu anlayan bir zihnin ise Enver Paşa'ya, ittihatçılara ve Atatürk'e hayran olmaması mümkün değildir.
Osmanlı yönetimindeki Balkan milletleri, eğitim konusunda Osmanlı devletinin çok ötesindeydiler. Bulgar öğretmenleri, Osmanlı paşalarından öndeydi. Bulgarlar, köylerde bile kütüphaneler oluşturmuştu.
Peki, bizde eğitimi tabana yaymayı ilk olarak kim düşünmüş ve bu konuda çalışmıştı, peki? Henüz yirmili yaşlarda bir Türk subayı olan Enver... Görev yaptığı Manastır'daki Türk köylerinde okullar açılması için uğraşmıştı. ittihatçılar başlattı, cumhûriyet sürdürdü... Azerbaycan’daki bir mizah dergisinde Ermeni kızı okula giderken, Müslüman Türk kızının ise kocaya gönderildiği, acı bir şekilde resmedilmişti.
Dolayısıyla Osmanlı, niye Avrupa'nın gerisinde kaldı? Neden Balkanları kaybetti diye sorarken, bir zahmet, eğitim politikalarına da bakmak gerekiyor. Ondan sonra da yaşanan sorunları kimlerin görüp, çözüm üzerine düşündüğünü ve uygulamaya koyduğunu da anlamak gerekiyor. Bunu anlayan bir zihnin ise Enver Paşa'ya, ittihatçılara ve Atatürk'e hayran olmaması mümkün değildir.
Israr üzerine açıp izlediğim, ilk bölümüne zar zor tahammül ettiğim, sıradan zekaların yazmış olduğu ucuz çizgi dizi. ilk sahnelerin birinde Tanrı yoktur, diğer sahnelerin tekinde de okul sana hiçbir şey öğretmez gibi saçma sapan diyaloglar geçiyor. Eleştirel bir dizi deniliyor da yahu bu eleştirileri bizim Yekta yani Elimde görüntülerin var da yapıyordu. Bu mu ince zeka ürününün yansıması olan yapıt?
Güldürmeyin. Tüm sezonlarını toplasan, Regular show’un tek bölümü etmez. Popüler kültür sen nelere kadirsin.
Edit: yaşamı sözlük olmuş, acaba kim ne yazmış diye ortalıkta fink atan başı kelleşmiş, göt göbek yağ tulumu olmuş, hayat gayesi ucuz amaçlar peşinde koşmaktan ibaret olan koca veletlere göre çizgi dizi.
Güldürmeyin. Tüm sezonlarını toplasan, Regular show’un tek bölümü etmez. Popüler kültür sen nelere kadirsin.
Edit: yaşamı sözlük olmuş, acaba kim ne yazmış diye ortalıkta fink atan başı kelleşmiş, göt göbek yağ tulumu olmuş, hayat gayesi ucuz amaçlar peşinde koşmaktan ibaret olan koca veletlere göre çizgi dizi.
Ekşi’de gördüğüm ve başlığı dahi açılmış Kuru, cahilce ve boş safsatadan ibaret olan söylem...
Türk edebiyatı yerine Türkçe edebiyat saçmalığını dayatanlar, Türk olmayan ama Türkçe yazan yazarlardan söz ediyorlar. Onları Türk olmadıkları için Türk edebiyatına dahil etmek yanlışmış.
Yaşar Kemal, mâlum Kürt olduğu bilinen bir yazardır. Ama Yaşar Kemal bütün eserlerini Türk kültürünün unsurlarıyla ve Türk diliyle yazmıştır. Böylece kendisi Türk olmasa bile yazdıkları Türk edebiyatının parçası olmuştur. Elbette Mehmed Uzun gibi Kürtçe, Türkçe ve isveççe roman yazan birini Türk edebiyatına dâhil etmeye gerek yok. Ama kim Yaşar Kemal’i Türk edebiyâtının dışına çıkartabilir ki?
Bu arada Türk edebiyatını tanımını reddeden ve Türkçe edebiyât tanımını dayatan yayınevlerinden ithaki Yayınları, Mehmed Uzun'u "Modern Kürt edebiyâtının kurucusu" olarak niteliyor. Tanım doğru. Ama ilginç bir şekilde Türk edebiyatı demeyi reddedenler, Kürt edebiyatı demekten rahatsız olmuyor. Sorun burada. Dünyada bütün milletlerin varlığını kabul edenler, Türk adını duyunca çıldırıyorlar.
Türk adının dışlayıcı olduğunu söyleyenler, Türk adını bütün dünyadan dışlamaya çalışıyorlar. Aslında mes'elenin düğüm noktası da burada. Türk'ü dışlamak, yok saymak istiyorlar. Bir taraftan "dünya Türktür" diyen şarlatanlarla, bir yandan da "Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular, Osmanlılar, Türk değildir" diyenlerle, "Türk kavramı, ittihatçı ve Kemalist kadrolar tarafından inşâ edildi" diyenlerde de aynısı var. Türklüğü yok sayıp, silmek düşüncesi...
Not: benim için gelmiş geçmiş en iyi roman yazarı olan Yaşar Kemal, 1997 yılında katıldığı bu programda Mehmet Ali Birand'ın '' Türk yazarı mı, Kürt yazarı mısınız'' şeklindeki ısrarlı sorularına(?) cevap olarak 2 kez ''Türk yazarıyım Mehmet Ali Bey, Kürtçe tek kelime yazmadım'' diyor. Rahmetli 23 yıl önce bu konuya noktayı koymuş zaten.
https://www.youtube.com/watch?v=3YLCG0VJXIM
Türk edebiyatı yerine Türkçe edebiyat saçmalığını dayatanlar, Türk olmayan ama Türkçe yazan yazarlardan söz ediyorlar. Onları Türk olmadıkları için Türk edebiyatına dahil etmek yanlışmış.
Yaşar Kemal, mâlum Kürt olduğu bilinen bir yazardır. Ama Yaşar Kemal bütün eserlerini Türk kültürünün unsurlarıyla ve Türk diliyle yazmıştır. Böylece kendisi Türk olmasa bile yazdıkları Türk edebiyatının parçası olmuştur. Elbette Mehmed Uzun gibi Kürtçe, Türkçe ve isveççe roman yazan birini Türk edebiyatına dâhil etmeye gerek yok. Ama kim Yaşar Kemal’i Türk edebiyâtının dışına çıkartabilir ki?
Bu arada Türk edebiyatını tanımını reddeden ve Türkçe edebiyât tanımını dayatan yayınevlerinden ithaki Yayınları, Mehmed Uzun'u "Modern Kürt edebiyâtının kurucusu" olarak niteliyor. Tanım doğru. Ama ilginç bir şekilde Türk edebiyatı demeyi reddedenler, Kürt edebiyatı demekten rahatsız olmuyor. Sorun burada. Dünyada bütün milletlerin varlığını kabul edenler, Türk adını duyunca çıldırıyorlar.
Türk adının dışlayıcı olduğunu söyleyenler, Türk adını bütün dünyadan dışlamaya çalışıyorlar. Aslında mes'elenin düğüm noktası da burada. Türk'ü dışlamak, yok saymak istiyorlar. Bir taraftan "dünya Türktür" diyen şarlatanlarla, bir yandan da "Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Selçuklular, Osmanlılar, Türk değildir" diyenlerle, "Türk kavramı, ittihatçı ve Kemalist kadrolar tarafından inşâ edildi" diyenlerde de aynısı var. Türklüğü yok sayıp, silmek düşüncesi...
Not: benim için gelmiş geçmiş en iyi roman yazarı olan Yaşar Kemal, 1997 yılında katıldığı bu programda Mehmet Ali Birand'ın '' Türk yazarı mı, Kürt yazarı mısınız'' şeklindeki ısrarlı sorularına(?) cevap olarak 2 kez ''Türk yazarıyım Mehmet Ali Bey, Kürtçe tek kelime yazmadım'' diyor. Rahmetli 23 yıl önce bu konuya noktayı koymuş zaten.
https://www.youtube.com/watch?v=3YLCG0VJXIM