bugün

sözlük yazarlarının 0-12 yaş grubu içerisindeyken yaşadığı anılardır.*
bir sabah arkadaşım okul üniformasını giyip bize gelmişti, okula gidicektik. o zamanlarda benim bir akvaryumum vardı, lepistes bakıyordum. arkadaşım da akvaryuma baktı, "bunun içinde bişeyler yüzüyor" dedi ve bana akvaryumu en son ne zaman yıkadığımı sordu.-arkadaşım onları balığın dışkısı sanmış- bende dün yıkadığımı söyledim. sonra geldim akvaryumun yanına, baktım, meğer benim lepistes yavrulamış, için de yüzen küçük şeyler de lepistesin yavrularıymış. sonra işte biz bunu anlayınca, mutfaktan bir kupa aldım ve ve yavru balıkları bir bir kupaya koydum. üstüne de bir not yazdım:
"baba suyu içme içinde yavru balıklar var" diye. o bardaklar da 9'lu setti ama o gün bugündür ben içine balık koyduğumu hatırlayınca hiç birinden su içemiyorum.
edit: imla.
küçüktüm ufacıktım top oynadım acıktım. başka bir sikimde olmadı. kartlaştık amk.
öğretmen beni tahtaya kaldırdıydı bir problem için fakat ben bi kısmı görmenyince tahtada kafamı tahtaya vurmuştu. çok acımıştı. kötü bi anıydı...
anlatmakla bitmeyecek anılardır.
ilkokul yedinci sınıftaydım. o zamanlar en arka sırada oturuyordum. elime bozuk para alıp öne doğru "1 öğrenci uzatır mısınız?" diyerek parayı yolluyordum. para öğretmene ulaşınca gülmekten çatlıyorduk... en öndeki kişi parayı gıcıklığına öğretmene veriyordu...
çok var da en komiğini anlatacak olursak;
ben ve annem çarşıya gitmişiz. daha 6 yaşındaymışım herhalde. dönüşte annem 2. kattaki bir teyzeyle konuşmaya başladı. bizim evin karşısında da orta boy bir uçurum vardı. ben o teyzenin yüzünü görebilmek için geri geri giderken aşağı yuvarlandım. saçıma hep ot dolmuştu. neyseki hasar olmamıştı. annem de korkmuş. hemen geldi beni uçurumun dibinden aldı eve götürüp temizledi.
çocukluk anıları;

sorma birader,
biter mi çocukluk.
tavan arası köşe kapmaca,
el alem sanır
kız kapmaca,
nerde.
arkadaşlarımla kapaklarla yaptığım maçlar olabilir..
tanım olarak sözlük yazarlarının çocukluk yıllarından akılda kalan anılarıdır.

hikaye olarak ise ; 10 yada 11 yaşındayım , çocukken yazlarımın geçtiği ağvada çim bir arazide top oynuyoruz ve ben sıkıştım , bildiğiniz çişim geldi yani. gittim bir çalı buldum ve şortumu indirip * başladım çişimi yapmaya. yaptığım çalının altında da köpek yatıyormuş ve ben üzerine yapmışım. tabi köpek artık sinirlendi mi her ne amaçla yaptıysa beni o şortum inik halde kovalamaya başladı. neyseki yakalamadan arkadaşlar köpeği kovaladılar. o günden sonra sokakta her köpek gördüğümde hala aklıma bu olay gelir ve çişim olmasa bile 1-2 adım uzaktan geçerim.
aynı apartmandan 3-4 arkadaş yine dışarıda oynuyoruz tabi o gün elimizde boncuklu tabancalar var ulan ne yapsak sarmıyor düşünüyoruz düşünüyoruz nasıl bişey yapsak. apartmanın en üstünde oturan kıl bi amca var hiç dışarı cıkmaz (apartmanın karşısındada çocuk parkı var) ara sıra balkona cıkar parkta oynayan cocuklara felan bağrır ses yapmayın diye biraz kafasında var. neyse dedik bunun camına tabancalarla sıkalım 2 kişide tabanca benle diğer arkadaşda da tüfek şeklinde boncuklu var. neyse atıyoruz boncukları felan adam çıktı balkona biz bağrıcak felan sanıyoruz balkondaki kovanın içi soğan doluymuş tutup fırlatıyo tutup fırlatıyo bitane arkadaşın kafasına denk geldi tabi biz hemen topukk.. üst mahalleye kadar koşmuştuk
o zaman beş yaşlarındayım. bir vampir filmi izletti dayım. yusuf yusuf oldum. kapı açıyorlar tırsıyorum. benle konuşuyorlar tırsıyorum. gece tıkırtı geliyor tırsıyorum. ıslık öttürüyorlar tırsıyorum. sabah uyandırıyorlar yine tırsıyorum annem de farkına vardı tabi. sonra anneannemle oturdular düşünüyorlar, "noldu bu çocuğa her şeyden korkmaya başladı. kuş gibi oldu vallahi" diyorlar. anneme vampirler diyemiyorum ben de tabi. bi yandan saçma geliyor ama bir yandan da tırsıyorum bağıracaklar ne saçmalıyorsun diye. hiç unutmam anneannem "o zaman kurşun dökelim diyor". annem de kendine eğlence arıyor ya olur diyor. bunlar kurşunu döküyor:

-aaaaaa!ayşe baksana kıızz koca kafalı bir şey var. iki tane de dişi var sivri sivri valla!
+töbe yarabbiim!gördüm anne gördüm. in midir, cin midir? ne gördün oğlum sen?
yaramazlık yaptığım günlerden birin de annem elleri arkasında sana birşey aldım diyerek beni çağırmıştı. ne aldın diyerek uzaktan tarttım durumu. lolipop dedi. yanına gittim ve arkasından sopa çıkardı. bu olay bende psikolojik anlamda derin yaralar açtı .
- ninjaların bir koşuşu vardır, ufak adımlarla hızlı hızlı ilerler bu siyah zırtapozlar. mumçıkamı yapmışım, sallaya sallaya ufak adımlarla yardırıyorum, dengemi kaybedip sıfatımı asfalta yaslıyorum...*
- kuzenle bisiklete binerken eğlencesine birden bisikletten inip bırakırdık kendi kendine gitsin diye, ardından koşup yakalar tekrar binerdik, kuzen fazla hızlı bıraktı o gün, yetişemedi salak...*
- ucu kavisli spor ayakkabılar moda olduğunda aldırmıştım zorla bizimkilere, nerdeyse tüm gün ayaklarıma bakarak yürümüştüm...*
- ipne kuzenin arkasına binmiştim bisiklette, ayakta durdum sele kısmında, bunun omuzlarına tutundum, yavşak iyice hızlanmaya başladı mahalleye yaklaşırken, lan dönemicez karşı evin bahçesine gircez dememe rağmen yavaşlamadı. sürdüğün bisikleti skim ben gidiyorum dedim ve atladım...* *
çok küçüğüm.
ilk okula başladım başlayacağım.
eskiden beri izmirde olanlar bilir.
bayraklıdan çay mahallesine doğru giderken özseren sineması vardı.
tabi o zamanın bayraklısı, çay mahallesi sakin, güzel, emekçi/ekmekçi insanlarla dolu.
aklınıza birşey gelmesin siyasi anlamda demiyorum.
genel olarak düşük/orta gelir kesiminin yaşadığı köy kültürü egemen, güvenilir yer.
neyse özseren açık hava sinemasında arada bir etkinlikler olmakta.
bu etkinliklerden birisinde küçük emrah ile ilgili bir film gösterilmişti.
filmin arkasından da sahneye (sahne dediğim perde duvarın altında basit, yüksekçe bir yapı)
emrahın kendisi çıkmıştı.
o zaman için büyük olay.
tüm sinema müthiş dumur olmuştuk.
zaten yokluğun, teknolojinin olmadığı zamanlar.
zamanının en ünlülerinden birisi.
bir şekilde el sıkışma imkanım olmuştu.
varın mutluluğumu siz düşünün.
salondaki vazoları devirip devirmeme arasındaki ince çizgide falsolar yapan, fazla oynamaktan sertliğini kaybetmiş kağıt topun üzerine bir kaç kağıt parçası daha sarıp bi güzel sıkmanın vakti sanırım gelmişti. bu yineleme çalışması, topun üzerindeki bantlar sararıp yer yer parça pinçik olduğunda mutlaka gerçekleştirilirdi. böylelikle topun ayağa oturması ve (h)aşırtma diye tabir edilen olayı gerçekleştirmek biraz daha kolaylaşırdı. babam defterlerimi yırtıp top yapmama kızdığı için, topun son katını her zamanki gibi gazete kağıdından sardım. top sıkı ve sert olmalıydı. ama gazete kağıdı hemen yumuşayıp, çabuk deforme oluyordu. topu gazete kağıdından yapmam beklenemezdi. ama madem babam kızıyordu, ben de son kağıdı fanatik'le sarardım, ne olacak yani. 2 yaprak aldım, matematik defterim biraz daha inceldi. mondragonun 2 işareti yaptığı fanatik posteriyle de son katı atıp koli bantıyla sıkıca sardım. o işaretin aslında zafer işareti olduğunu çok sonra öğrenecektim...
topu havaya atıp duvara doğru voleler çekerek heyecanla abimin okuldan gelmesini bekledim. kapıları kale yapıp holde çift kale maç yapardık belki yine. terler içinde kalana kadar saatlerce kendi kendime oynadım. sonunda abim gelmişti. "abi hadi top oynayalım, bak topu sertleştirdim nasıl olmuş?" dedim. "lan siktir git ayak altından. senle mi uğraşçam." deyip kenara itti. sonra da telefonla konuşacağını söyleyip beni odadan çıkardı. o kadar beklemiştim, ne olurdu sanki birazcık oynasa. tamam istemiyosa oynamasın ama, neden böyle küfür ediyodu ki? "banane ya oynamazsa oynamasın, ben kendim oynarım. hem öyle daha zevkli." diye kendimi kandırarak salona girdim, kapıyı kapadım. dantelli vazoları devirme riskinin verdiği heyecanla oynamak varken neden karanlık holde oynucakmışım? topu havaya attım, rövoşataya kalktım, daha ben yere inmeden şangırrrt! diye indi en büyük billur vazo. kafamı çevirip baktığımda kırık vazo, abimle aramızdaki kırılmış ilişkiyi temsil ediyordu sanki yerde. holde benimle oynasaydı, vazo kırılmayacaktı. sese gelen annemden dayak da yemeyecektim. hakettiğim dayağı yedikten sonra kendimi yatak odasına kapatıp saatlerce bir güzel ağladım... o an dünyanın en mutsuz çocuğu bendim, kimse beni anlamıyordu. arada bir kalkıp aynadaki kızaran gözlerime, şişen yüzüme baktım. aynaya bakıp ağlamak yalnızlığımı pekiştiriyordu sanki. her şeyi daha iyi anlıyordum. bir süre sonra kendime acıyıp, ne kadar masum olduğumu düşündüm. bu düşünce huzur vermişti. yorganı başıma, bacaklarımı karnıma çektim. ıslanan yastığı ters-yüz edip dünyanın en güzel uykusuna daldım...
on yaşlarındayım. çok sevdiğim bisikletimle mahallenin tozunu atıyorum o zamanlar. bir gün yine son sürat tozu dumana katmış gezerken ön tekerin sekiz çizdiğini fark ettim. götürdüm bisikletçiye anlattım derdimi. adam şöyle bir bakıp 'göbeği gitmiş bunun değişmesi lazım' dedi. tabi yakıştıramadım benim düldüle bu durumu. yediremedim bir türlü. hakaret saydım, 'bi şeyi yok dayı benim pisikletin, mis gibi gidiyor işte. sen sıkı ver şu ön tekerin civatayı olur o.' dedim. adam da bana 'yok oğlum göbek değişmesi lazım, olmaz öyle.' diye cevap verdi. ben bir hışım pedallayıp eve getirdim bisikleti. 'ne olacak ya, ben yaparım mis gibi olur o' edalarıyla babamın alet çantasını aşağıya indirip güzelce söktüm tekeri. tabi eller falan yağ olunca bir havalanma, bir 'yapıyoruz işte mis gibi amk.' durumu oldu bu arada. neyse ben göbeğin sağını solunu kurcaladıktan sonra güzelce tekerleği yerine takıp civataları sıktım. tabi o gazla aklımdan 'tertemiz, fıstık gibi oldu işte oğlum. artık mahalledeki çocukların pisikletleri de yaparsın, deli para kazanırız.' diye geçiriyorum. bisikleti sanki ben yapmışım gibi uzun uzun izledikten sonra sıra geldi test sürüşüne. şöyle bir yola baktım mahallenin kızları oturmuşlar dedikodu fırtınası koparıyorlar. yol hafif yokuştur. hesap yokuş aşağıya son sürat pedala asılıp kızların oturduğu yerin önünde arka tekeri kaydırarak durmak. ben bisikletime binip,yokuş aşağıya on sekiz vites, başladım pedalı deli gibi çevirmeye. saçlarım falan rüzgarda ahenkli ahenksiz dans ediyor, suratım 4g yemiş f16 pilotu gibi şekilden şekile giriyor. bir yandan da kızlara bakıyorum 'izliyorlar mı' diye. o an için işin güzel tarafı, hepsinin de gözü, deli gibi bisiklet süren, bende. benim suratta bir gülümseme kızlara bakarken bir anda yavaş çekimde önümde giden bir teker gördüm. 'ulan bu ne' diye düşünmeye başlayacakken benim ön teker çatalının yola vurduğunu hissetmem ve az önce göbeğine toz konduramadığım bisikletimin gerçek at misali beni sırtından fırlatması bir oldu. o hızla uçunca kaç takla attım bilmiyorum ama artık kırk takla atsam da mahallenin kızlarının gözünde bittiğimin farkındaydım. yinede iki gram kalan gururum için komalık pozisyondan hışımla kalkıp bir elimde bisiklet diğer elimde ön teker, başım öne eğik, gönlüm aldıra aldıra, arka planda kızların kahkahalarıyla eve doğru sekerek uzaklaştım.
ilkokuldayken her gün altıma sıçıyodum. ciddi ciddi yapıyodum bunu. artık anam beslenmeme ne koyuyoduysa eve kadar dayanamıyodum. hatta bi gün okuldan çıktım eve gidiyorum, evle okulun arası da baya var, öyle bi gelmiş ki kakam götümün kaslarını sıkmaktan yürümeye takatim kalmamış ama kapıya kadar dayandım, anahtarı deliğe sokamıyorum amk heyecandan. evde de kimse yok biliyorum. soğuk soğuk da terlemişim dayancak gücüm kalmamış. hani insanın tansiyonu düşer de bi yere yaslanma, dayanma ihtiyacı duyar ya, zaten soluk soluğa kalmışım elim ayağım titriyo ben artık sikerim anahtarını deyip yaslandım kapıya, götümün kaslarını gevşetmemle bi çuval bok patır patır donuma dökülmeye başladı. suratımda bi gülümseme belirdi amk. duvara yaslanmamın yarattığı baskı kuvvetinin de etkisiyle sıçtığım boku bi de götümün loblarına sıvadım güzelce, zaten o bokun verdiği sıcaklığı bi tek altıma işeyerek tadabildim ya neyse... sonra eve girdim güzelce yıkandım ama hala o sıçış anı kafamda canlanıyo amk. sonra da işte annemden akşam güzel bi dayak yiyip sümüğümü koluma sile sile ders çalıştım sobanın yanında.
8 yaşındaydım henüz, yazın solmaya daha çok vakit olmasına rağmen kökten aldığı suya ve diğer inorganik minerallere en çok ihtiyaç duyduğu zamanı yaşayan mevsimlik çiçek gibiydim. ne görsem öğrenmek istiyor ne duysam merak ediyordum ve şimdiler de sahip olduğum'' lan şimdi bu reklam çıktı diye ben bu ürüne ihtiyaç mı duyacam hadi ihtiyacım var diyelim bu reklam sayesinde tercihimi bu üründen yana mı kullanacam'' düşüncesine henüz sahip değildim. gördüğüm her reklamı dikkatle izlerdim ve orada o kutunun içinde allanıp pullanıp küçücük zihnime sunulan şeylere sahip olmak isterdim.

bana göre anıların kötü olanları daha detaylı hatırlanıyor. nasıl yasak şeyler çekici gelirse işte öyle de unutulmak istenen şeyler tüm detaylarıyla akılda kalıyor. bizim mahallede bir gelenek haline gelen bir durum vardı; birinci sınıfı bitiren ve karnesinin ''hepsi beş'' olan öğrencilerine aileler kendi durumlarına göre bir bisiklet alırlardı. bende birinci sınıfı hepsi beş olan karnemle bitirip bir bisikleti hak etmiştim ve ailem tarafından bir bisan ranger bisiklete kavuşturulmuştum. ancak bir sorun vardı; bisiklet kullanmayı bilmiyordum. bana göre bir bisiklet sahibi olmaktan hatta hayatımdaki ''işte budur'' mutluluklardan biri olan baba tarafından bisiklet kullanımının öğretimi derslerinin başlamasına vesile olan bu durum bakkalda artan 5 kuruşa bir sakız alabilirken büfe de alamamak arasındaki fark kadar önemsizdi. diğer taraftan bu derslere sebep olduğu için olması gerekendi hayatımda. o bisikleti çok sevdim fazla sevdim çünkü kullanmasını babam öğretmişti bana. beni dört tekerden önce üç tekere sonra da iki tekere terfi ettiren insandı o , bisikletin anılarımdaki yansımasını farklılaştıran. ranger ya da bisanın ne anlama geldiğini bilmediğim halde o bisikleti çok sevdiğim için en sevdiğim kelimeler onlardı artık.

reklamlarda çıkartmalı sakızların çıkartmasını bisikletine yapıştıran bir çocuğa denk geldim ve o an ''benim bisikletime de bir çıkartma yapıştırmalıyım '' fikri bana günün anlam ve önemi kağıttan okuyan orta okul öğrencisinin hissettiklerini hissettirdi. içim bisikletime çıkartma yapıştırma isteğiyle yanıp tutuşmaya başladı. ama bir sorun vardı. bu bisiklete öyle sıradan bir çıkartma yapıştırmak olmazdı.

o zamanlar futbolcu çıkartması furyası vardı ve bende mahalledeki diğer çocuklar gibi tuttuğum takımın posterini alarak oyuncuları doldurmaya başlamıştım. bilenler bilir her posterin bir tane özel boşluğu olur ve belki bir karton sakızın ancak bir tanesinde vardır. ben galatasaraylıydım ve takımın özel boşluğunda tugay kerimoğlu yazıyordu. bisikletime ancak tugay kerimoğlu çıkartması yapıştırabileceğimi o an anladım. bunun için bir çok sebep vardı; bu özel çıkartmanın bulunmasıyla sahip olunacak hediyeleri hiçe sayarak bisikletime ne kadar değer veriyor olduğumu gösterecek aynı zamanda sahip olmanın bir özellik olduğu özel çıkartmalardan bir tanesine sahip olarak diğer çocuklara hava atacaktım.

çıkartma piyasasını alt üst ederek ulaştığım bilgiler sonucunda aşağı mahalledeki bir çocukta tugay kerimoğlu çıkartmasının var olduğunu öğrendim ve bisikletime atlayıp yanıma takas edebileceğim özel olmasa da az bulunan(ogün temizkanoğlu gibi) çıkartmaları da alarak çocuğun yanına gittim. yaptığımız pazarlık sonucunda şartlı bir anlaşmaya varmıştık. çıkartmalar takas edilecek ayrıca çocuk bisikletimle ''bi tur atıp gelecekti''. o an yaşadığım duraksama, kafamdan geçen düşüncelerin çokluğu, yapılan hesaplar, ileriye dönük hayaller falan filan derken 8 yaşında bir çocuk için verilmesi zor kararlardan birisini vererek anlaşmayı kabul ettim ve büyük bir coşkuyla o özel çıkartmayı bisikletime macbook a sticker yapıştırma özeniyle yapıştırdım. artık çevirdiğim pedallar daha farklı gelmeye başlamıştı diğer bisikletler gözüme daha da ezik görünmeye başlamıştı artık bisikletinde özel çıkartma olmayan herkes ödül için zevklerini feda eden kapitalist düzenin kölesiydi benim gözümde.

her çocuğum eve girme vakitleri farklıdır elbet. benimkisi babamın işten gelmesiyle aynı saate tekabül eden akşam yemeği vaktiydi ve çıkartma takasının bitmesiyle bu vakte çok az kalmıştı. hemen eve geldim. olayı babama anlatmak için heycanlıydım ancak babam bu çıkartma olayı için beni bir kaç kez azarlamıştı. bu yüzden bunu babama anlatamazdım ama içimdeki heycan o kadar büyüktü ki en azından anneme anlatabileceğimi düşünerek ona anlattım. yemek sırasında annemin bu olayı ağzından kaçırmasıyla günün tüm büyüsü bozuldu ve babam bir anda beni o güne kadar ki en şiddetli şekilde azarlamaya başladı. ben kendi açımdan aşırı tutarlı olan görüşlerimi ifade etmek istediysem de her ağzımı açışımda babam daha da daha da sinirlendi ve bir anda git dışarıdan bana sağlam bir sopa bul gel dedi.

donakaldım, afalladım babamdı o benim ve asla böyle bir şey yapmazdı bana. azarlardı ama kesinlikle vurmazdı bana. ciddi olup olmadığını sordum ve bir an önce dışarı çıkıp sopa aramamı söyleyince ağlamaya başladım işte. belki korktuğum içindi bu gözyaşları belki bisikletime ihanet ettiğim düşüncesinden belki de pişmanlıktandı. ne olursa olsun en çok da bisiklete ve o çıkartmaya yüklediğim anlamın kafamdan geçen o saf düşüncelerin babamın kullanmayı öğrettiği için anlamını bile bilmediğim kelimeleri sevmeme sebep olan o bisikletin bir anda yok olması içindi o göz yaşları.

şaşkındım, çok küçüktüm, masumdum düşüncelerim kadar belki de daha fazla ama neticede dayak yemem için lazım olan bir sopayı arıyordum. ağlayarak içli içli. sonunda bir sopa buldum ve eve döndüm sopanın tüm detaylarını inceleyerek. sonuçta o hayatımda asla tahmin edemeyeceğim bir şey için kullanılacaktı ve baktım ona sınavda çalışmadığım yerden gelen bir soru gibi.

kapıda beni bekleyen ve balkondan o halimi izlemiş bir çift yaşlı göz gördüm. bisikletimi kapının önüne kadar getirmiş ve çıkartmama bakıyordu..

çok sevdim babamı ve hala da seviyorum asla bana vurmadı ve bende bir daha asla çıkartma işine girmedim.

(bkz: bisan ranger)
beton yolda yokuş aşağı tam hızla koşmaktayım, artık durdurulamaz hıza geldiğimi anladığım bir anda önümde bir viraj olduğunu fark ettim. öyle hızlıyım ki duramayıp yoldan çıkacak bahçeye uçacağım işte o an bu durumun hep yapmak istediğim o virajdan uçma olayı için harika bir fırsat olduğunu fark ettim her ne kadar bilinçli olarak bu durumun içerisinde bulunuyor olsam da sanki bir mecburiyet sonucu bu duruma düşmüş ve en zor durumda çare arayan bir hero gibi sanal kahramanlık hikayemi yazdım
oradan bahçeye uçabilirdim lakin bahçeye atlamanın ne gibi bir yüksekliği temsil ettiğini hatırlayamadım bu riske girilebilir miydi ya bahçe benim için uygun yükseklikten fazla idiyse ayrıca almış olduğum hız nedeniyle de atladığım noktadan bir hayli uzağa düşecektim ayrıca bahçe ıslaktı ve ıslanmak istemiyordum
bu bileşenlerden sonra bir an kendimi betona bırakma isteği doğdu. ayağımı son adımdan sonra ileri atmayıp arkada bırakacak, avuç içlerim yere gelecek şekilde ellerimi öne uzatacak ve nereden geldiği bilinmeyen bir fikirle belkide betonun üzerinde süzülüp fazla yaralanmadan yavaşlayacak belkide bariyerlere çarpacaktım*
ayaklarımın güçsüz olduğunu hayal ettim ardımda bıraktım öne adım atmadım vucudum yavaşça öne doğru eğilmeye başladı
ellerimi de yavaşça yere yöneltim aslında yavaş değildi ama sanki zaman uzamıştı avuçlarımın yere koyma fikrinin yetersiz olduğunu anladım çünkü avuçlar bu kuvveti dengeleyebilecek güçte değillerdi ve bileğim parmaklarım kırılabilirdi ben de kollarımın iç yüzünün daha yumuşak olduğunu da göz önüne alarak kollarımın dış yüzünü bir kay kay takımının bıçakları gibi olaya dahil etmeye karar verdim kollarımı yere değerken etimin koptuğunu hissettim kan aktı acımıştı ama yeterince adrenalin elde etmiştim üstelik bu adrenalin anlamsızdı vucudumun çoğu yerinde sızlama hissettim ama sanki bir şey olmamış gibiydi yerden kalktım yavaşça aşağıya köyün merkezine yürümeye başladım çok ağlayan biri değilimdir ve ağlamamıştım acı beni pek ağlatmaz
ama köye girince her tarafımın kan içerisinde* olmasına rağmen ağlamamamın yadırganacağını düşündüm ve kendimi ağlamak için zorladım ağlayamadım sonra köyün tam yerleşimine gelince orada toplanmış abilerimin bu çocuğa ne olmuş şeklindeki ilgisi beni ağlattı şimdi daha ağlamam gerekiyormuş gibi hissettim hatta üzüldüm acı değildi beni ağlatan onların acımasıydı koşarak eve gittim bazı teyzelerin koş da yine düş şeklindeki şakamsı çekememezlikleri daha o vakitler insanların anlamsız ve değersiz saçma şeyler peşinde koşup kendini büyük hissetme çabasında olan mahluklar olduğu hakkında beni bilgilendirmişti
o gün bu gün zayıflarla dalga geçip kendini güçlü sanan insanların zavallı kahkahalarına meyil verip yüzlerine yansımış içlerindeki pisliği kusmalarını sağlıyorum çünkü onlar farkında değil dışarıdan bakan akıllı hiç kimse onları hoş görmeyecek ve hoş bilmeyecek
ben onlara hakaret etmiyorum onların kendi kendilerine hakaret etmelerini sağlıyorum.
yazarların çocukken yaşadığı unutmak istediği veya unutamadığı anılardır.

ilkokul 3.sınıfa gidiyordum.öğretmen bizlere bazen kitapda ki şiiri ezberlememizi ödev olarak verirdi.ben de şiiri ezberleyip okula gittim.öğretmenimiz ezberleyenleri tahtaya kaldırdı.sıra bana geldi ben de şiiri düz olarak değilde ezgiyle okudum sonra bütün sınıf bana gülmeye başladı.ben de ağlamıştım herkes gülüyor diye.o olaydan sonra şiir okumaya hevesim gitmişti kitapda şiir bölümü varsa hiç bir zaman okumak için parmak kaldırmadım.*
hatıra istanbul halkalıda yaşanmıştır, 1990 yılıydı ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum bmx bisikletim vardı, baktım lastiğin havası inmiş dur şunun lastiğini yaptırayım diye bisikletçiye gittim, lastiğe hava vuruldu ve elimi cebime attım ki para yerinde yok galiba parayı düşürmüşüm dedim ve bisikletçi sorgusuz sualsiz lastiğin havasını indirdi, belkide çocukluğumdan aklımda kalan en iz bırakan hatıram bu, şimdi lüks sayılacak bir arabam var ve lastikçiye gittiğimde para istemez abi diyorlar ama ben fazlası ile veriyorum.
5 yaşındaydım, babam beni sahil kenarında havaya atıp tutuyordu. o kadar yükseğe atıyordu ki kendimi uçuyormuş gibi hissediyordum.
sonra babamın amcasının oğlu geldi ve babama sigara uzattı. babam beni tekrar fırlattı ve sigara almak için uzanınca sağ olsun beni havada unuttu. çok sert bir şekilde kuma çakıldım. belim 2-3 gün ağrımıştı. o gün bugündür böyleyim işte...
5 yaşındaydım, babamı sahil kenarında havaya atıp tutuyordum. o kadar yükseğe atıyordum ki kendini uçuyormuş gibi hissediyordu göbel. sonra eltimin kızı geldi ve bana gelinliğinin duvağını uzattı. ben babamı tekrar fırlattım ve duvağı kafama geçirmek isterken peder beyi havada unuttum. çok sert bir şekilde güneşe erdi. eridi. o gün bugündür babam ölü.

(bkz: yaran entryler)
(bkz: sözlük yazarlarının çocukluk anıları)
henüz 8yaşında iken mahallede iki üç kişinin bisikleti vardı benim yoktu o yüzden hep onlara bakıp imrenir kıskanırdım bi gün babam o zavallı halimi görmüş ve bana 3 tekerlekli bisiklet almıştı hayatımın en güzel gülerinı o bisiklete sahip olduktan sonra geçireceğimi düşünürken 3tekerlekli düşmenin imkansız olduğu o bisikletten düştüm bunu gören annem bisikleti aldı ve sattı hayatımda o 3tekerlekli den başka bisikletim olmadı.
çok acı bi anıdır bu.