bugün

marilyn monroe'nun hayatını anlatan henüz gösterime girmemiş filmdir. yönetmenliğini simon curtis'in yaptığı filmde marilyn karakterini michelle williams canlandırıyor. ayrıca filmde lucy karakterini emma watson, milton karakterini dominic cooper canlandırıyor. mükemmel bir film gibi geliyor gözüme.
gerçi içinde marilyn monroe geçen birşeyin mükemmel olmaması ihtimali var mı ?

fragmanı işte burada;

http://www.youtube.com/watch?v=U_tbnTM7zVE
marilyn monroe 'nun biyografik filmi. baş rolünü kart suratıyla michelle williams canlandırmış ve bizlere "başka kadın mı kalmadı kardeşim?" sorusunu sordurmuşlardır. bekliyoruz.
marilyn monroe hakkında bir film.

şimdi biyografik demek biraz yanlış olur çünkü eksik parçaların olduguna eminiz. aslında burda bile yorumumu bir sinema eleştirmeni(!) ve filmi izldikten sonra tarafımdan yorumlanacaktır.

önce söz eleştirmende (banu bozdemir);

--spoiler--
hollywood eskiye olan tutku ve özlemine hugo ve the artist'ten sonra bir yenisini daha ekledi. star, efsanevi yıldız gibi tanımlamaları en üst anlamıyla sırtlanan marilyn monroe'nun hayatının gizemlerine sızmak bile başlı başına bir olay gibi duruyor. aslında bize güzel yıldızın bir haftası bahşediliyor ama bu bir haftada monroe'nun evliliğe bakışını, oyuncu olmasının onu geren ve samimiyetten uzak tutan yanlarını ve bir de tabii çapkın olduğunu şıp diye anlıyoruz.

o ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen hala çok merak edilen bir sinema ikonu. onun yaşamının gerçek noktalarına nüfuz eden bir filmi ancak ve ancak onu biraz daha tanımak, hatta yakından görebilmek (!) umuduyla izleriz.

nitekim öyle oldu, ona havası ve duruşuyla tıpatıp benzeyen michelle williams'ın suratının, saçlarının ve ifadelerinin ayrıntısında kaybolup gitmek ilginç bir deneyim oldu. bu arada williams'tan görsel olarak kesinlikle bir monroe çıkmış ortaya. kadınların onu daha farklı bir gözle izleyeceğine, süzeceğine eminim. zaman zaman girdiği bunalımları, onu yatağa bağlayan hezeyanları anlamakta zorlansam da, kişiliğini zedeleyen birçok ayrıntıya takılmamak da mümkün değil. prens ve şov kızı (the prince and the showgirl) filminin çekimleri sırasında, başka bir ülkede, üstelik laurence olivier gibi büyük bir oyuncunun karşısında, gözler ona dikilmişken ve çiçeği burnunda kocası arthur miller onunla yaşamanın zorluklarını bir edebiyatçı olarak inceden not düşmüşken monroe'nun hezeyanlarına sahip çıkmamak biraz zalimce olur!

colin clark bu filmin neredeyse en şanslı elemanı!

zaten film de onun gözünden, tuttuğu günlüklerden sinemaya uyarlanmış. sinema sektöründe olmak için her yolu deneyen, azmi sayesinde the prince and the showgirl filminde reji asistanı olan clark, bir anda monroe'nun gözdesi olunca afallıyor. her şey yalan gerçek sensin misali clark'a saran monroe, onun aklını başından alır, genç adamın ayakları yerden kesilir. ama herkes bunun monroe için geçici bir heves olduğunun farkındadır, hatta clark'ın monroe'dan önce gözdesi olan kostümcü kız bile! kostümcü kızımızı da harry potter'ın emma watson'ı canlandırıyor ki, bu rolün onun kariyeri açısından iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar veremedim! film genel hatlarıyla şöhret basamaklarının insanın hayata karşı ikilemini arttırdığı yönünde bir anlatım sunuyor ve ünlü insanların doğal olana bir vantuz gibi yapıştıklarını da. onun içine biraz naz, biraz bunalım, biraz seksapellik, biraz da ulaşılamazlık dozu katarak erkeğin kalbine yollamak ünlü bir kadının en iyi dozu ve kozu bence!

dedik ya williams şıp demiş monroe olmuş diye... ama filmin bir yandan da tatmin etmeyen bir yanı var. bu ne bir haftalık kesite dayanıyor ne de senaryonun zaman zaman kendisini tekrarlamasına. herhalde herkesin toz kondurmadığı, judi dench'in canlandırdığı deneyimli karakterin bile herşeyine katlandığı, rol arkadaşı olivier'in gönlü olduğunda mükemmel bulduğu monroe'yu rol keserken şımarık, oradan oraya zıplayan bir sarışın olarak görmemizden kaynaklanıyor sanırım. bu da onca bunalım, onca bekleyiş ve sevgi biraz abartı mı acaba gibisinden bir durum yaratmıyor değil kafalarda. belki de rolü birçok kez reddeden ama sonrasında kaçış olmadığını fark eden williams'ın ‘görüntüyü kurtardığını' ama onun seksapalitesini kuşanamadığını söyleyebiliriz, zira bazı yerlerde mızmız çocuktan farksız bir monroe görüntüsü içimizi delip geçti!

ilk sinema filmini çeken simon curtis bizi 1956'ların hollywood'una sokuyor, atmosfer olarak filmden tatmin almamızı sağlıyor. zaten gözümüz williams'ın monroe'sundan başka bir şey görmüyor, yani film başka şeylere gözümüzün kaymasına pek izin vermiyor. ama yine de bir monroe filminden daha fazla şey bekliyor insan. belli bir tatminsizlik insanın içine yayılıyor
--spoiler--
michelle williams, marilyn monroe yu böylesine gerçek ve çok az hata ile içinize işleyebilir diye bahis olsaydı kesin kaybederdim. en başında gözümde canlandıramazdım. gerçek şu ki insanı marilyn li yıllara götürüp kendine aşık eden bir performans sergilediği kesin. zaten film boyunca o kırılgan stabil olmayan ruh halinin üzerine yerleştirdiği meşhur marilyn bakışı ile, sizi bir sonraki adımın ne olacağını sorgulattı ise, bilin ki michelle bunu güzelliği ile değil yeteneği ile başarmıştır. dawsons kızı olduğu günleri geride bırakıp, gerçek bir movie star olduğunu ispat ettiği, kariyerinin en başarılı performansını sergilediği bir şölen sunmuştur.

colin karakteri ile filmin esas oğlanı olan eddie redmayne ise bir türlü ısınamadığım oyunculardan birisidir. yapmacık ve samimiyetsiz hissiyatı vermesinden mi yoksa sürekli küçük emrahvari bir iç dünyası olmasından mı bilemiyorum. bu filmi eğer zirveye birşey taşımayacak ise bunun sebebi burada yatmaktadır. zira kenneth branagh ve jula ormond un varlığı öylesine arka plana itilmiş ki, colin karakteri üzerinde dönen filmin içerisinde kaybolup gitmişler. emma watson ise kısa bir rolü olsa da harry porter kızı olmaktan çıkmış gibi duruyor. ancak o da colin karakterinin altında kaybolup gitmiş. sonuç olarak colin karakterini, zaten ezik bir yapıda olan oyunculuğa vermek, üstüne böylesine yetenekleri altında ezdirmek çok büyük bir hata olmuştur diyebilirim.

sonuç olarak, michelle için bir şarkı yazılmasının vakti gelmiştir.
vasat bir film ama gerçekten marilyn monroe izliyorum sandım. ekibe ama michelle williams'a alkış.
ne yazacağımı bilemedim bu film için. tadı hala damağımda kaldı.

--spoiler--

oscar yarışında sadece en iyi kadın ve en iyi yardımcı erkek oyuncu değil birçok alanda dahil olmalıydı. Michelle Williams her şeyiyle büyüledi. o tarif edilmez oyunculuğu yok mu? son dönem izlediğim en iyi oyunculuğu sergiledi. diğer oyuncularda o kadar ahenk içinde rollerine konsantre olmuş ki. tarif edilemez bir duygu. müzikleri, kıyafetleri, rolleri her şeyiyle kocaman bir aferini bence çoktan hak etti.

gelelim işin zayıf noktasına. üzülerek söylüyorum ki o isimde emma watson' dan başkası değildi. harry potter serisi sonrası belki de en ciddi projede kendine ufak da olsa bir yer edinmiş ama rolün hakkını ne yazık ki verememiş. bir parantez de o postişe benzeyen garip saç kıvamındaki nesneye açalım. o kadar sırıtmış o kadar basit kalmış ki emma watson' ın saçlarının önü ayrı arkası ayrı dans ediyordu. keşke bu ince ama önemli detaya yönelselerdi. çok fena göze battığını söylemeden geçemezdim.

Eddie Redmayne film geneline bakarsak oyunculuğu standart üstüydü. başlarda kötü başlamış ama o son sinema sahnesinde gözlerinin dolduğu sahnede tüm filmi kurtarmış.

son sözümü tekrar Michelle Williams' a vermek istiyorum. o kadar güzel oynamışsın ki hasta olduğum kadınlar listeme en tepeden girmeyi başardın.

--spoiler--
oyunculuk, kurgu, senaryo, mekan, çekim alanlarında kesinlikle başarılı bir film.

marilyn monroe'yu michelle williams'ın oynadığı, oscar'a iki dalda aday olmuştur.
michelle hayatının rolünü oynamış ve genc yaşında oscar'a aday olmuştur bu filmde fakat kazanamadı.

filmde marilyn 30 yaşında. bir film çekimi için ingiltere'ye geliyor. oradaki genç yönetmen yardımcısı
ile bikaç gün aşk yaşıyorlar. özetle konu bu.

marilyn'in psikolojisini kesinlikle çok iyi aktarmış film. babasının kim olduğunu bilmeyen ve
annesi akıl hastanesine yatırılmış olan bir marilyn var filmde!

"her kız çocuğu annesi tarafından sevildiğini hissetmeli. ve her anne kızına, onu çok güzel
bulduğunu sık sık söylemeli" diyor mesela. *

sonra:

"mutlu ve sevildiğini bildiğin bir ailede büyümek harika olmalı" diyor. *

fragman:
http://www.youtube.com/watch?v=U_tbnTM7zVE
bu aralar digitürk bein oscar kanalında sıkça gösterilen marilyn monroe 'nun biyografik filmi.

1956 senesinde ingiltere'de çekilen the prince and the showgirl filminin çekimi esnasında marilyn monroe'nın yaşadıkları reji asistanının gözünden anlatılıyor.
Az önce tv de rast geldiğim film.

Colin marilyn'e gel marilyn monroe'yu hollywood'u unutalım yeni bir hayat kuralım diyor. Gel he de gız diyesim geldi ama biyografik bir film olduğundan sonu belli. Ah be marilyn... Colin seni evinin hanımı, çocuklarının anası yapacaktı. Üzdün.
"ilk aşkta tatlı bir çaresizlik vardır."

görsel