bugün

türkçeye "ekmek arası" olarak çevrilen charles bukowski kitabı.
buk'un içinden geçen şu kelimeleri barındıran kitaptır.

''Annemin bir deliği, babamın ise sıvı püskürten bir kamışı vardı. Nasıl oluyor da böyle şeylere sahip olup her şey normalmiş gibi davranabiliyorlardı, havadan sudan konuşurken arada bu işi yapıp kimseye anlatmıyorlardı. Babamın sıvısından olduğumu düşündükçe kusacak gibi oluyordum.''
(bkz: the catcher in the rye)
(bkz: comin thro the rye)
(bkz: henry chinaski)
kitaptan bir bölüm meraklısına.

''Önümde uzanan yolu görebiliyordum. Yoksuldum ve yoksul kalacaktım. Para değildi özellikle istediğim. Bilmiyordum ne istediğimi. Hayır bilmiyordum. Saklanabileceğim, saklanıp bir şey yapmak zorunda kalmayacağım bir yer istiyordum. Bir şey olma düşüncesi beni korkutmakla kalmıyor, hasta ediyordu. Avukat, danışman, mühendis veya benzer bir şey olmayı düşünmek bile olanaksızdı benim için. ... Bu tür şeylere katlanmak için mi dünyaya geliyorduk? Bulaşıkçılık yapmayı, akşamları küçük odamda içki içip sızmayı yeğlerdim.'' (bkz: charles bukowski)
Ben zengin çocuklarının patinaj çekerek parlak renkli elbiseler giymiş kızları götürmelerini izlerken, o (bukowskinin babası) beni onların elit havası belki bana da bulaşır düşüncesiyle yollamıştı beni o liseye. Yoksulların genellikle yoksul kaldıklarını öğrenmiştim oysa. Zenginlerin yoksullardan gelen pis kokuyu aldıklarını, bunu biraz da eğlenceli bulmayı öğrendiklerini. Gülmek zorundaydılar, çok korkunç olurdu yoksa. Bu şekilde davranmayı öğrenmişlerdi. Asırların deneyimine sahiptiler.

Kahkahalar atan çocukların parlak arabalarına bindikleri için asla affetmeyeceğim o kızları. Ellerinde değildi tabii ki, ama yine de belki diye düşünüyor insan... Ama hayır belkiler falan yoktu. Varlıklı olmak zafer demekti ve zafer tek gerçekti.

Hangi kadın bulaşıkçıyla yaşamayı seçer?

Lise yaşantım boyunca ilerde ne olacağımı düşünmeye çalıştım. Bu düşünceleri geciktirmek daha cazipti.

Mezuniyet balosu gelip çatmıştı. Kızların jimnastik salonunda yapılıyordu, canlı müzik, gerçek bir orkestra. Neden yapmıştım bilmiyorum ama yürüdüm o gece oraya, evden 5 kilometre. Karanlıkta dışarda durup demir parmaklıklı pencereden içeri baktım ve şaştım kaldım. Kızlar büyümüşlerdi sanki, gösterişli ve hoştular, uzun tuvaletlerin içinde harikulade görünüyorlardı. Tanıyamamıştım onları neredeyse. Smokin giymiş çocuklar da iyi görünüyor, kollarının arasındaki kızlarla dimdik dans edip yüzlerini kızların saçlarına değdiriyorlardı. Çok güzel dans ediyorlardı. Müzik yüksek, net güzel ve güçlüydü.

Onlara bakan görüntümün camdaki yansımasını yakaladım birden - yüzümde çıbanlar ve yaralar, üstümde buruşuk bir gömlek. Işığın cazibesine kapılıp içeri bakan vahşi bir hayvanı andırıyordum. Neden gelmiştim? Kendimi iyi hissetmiyordum. Ama sürdürdüm içeri bakmayı. Dans sona erdi. Bir boşluk olmuştu Doğa ve medeniydiler, bu şekilde konuşup dans etmeyi nereden öğrenmişlerdi? Ben yapamıyordum. Herkes benim bilmediğim bir şeyler biliyordu. Kızlar o kadar güzel, erkekler o kadar yakışıklı görünüyordu ki, o kızlardan birinin yüzüne bakmak bile beni korkuturdu, yanak yanağa olmayı hayal bile edemezdim. O kızlardan biriyle gözlerine bakarak dans etmek beni aşardı.

Ama gördüklerimin göründüğü kadar basit ve hoş olmadığını biliyordum. Bütün bunlar için ödenen bir bedel, kolaylıkla inanılabilir bir yapaylık vardı. Çıkmaz sokağa atılan ilk adım olabilirdi bu. Orkestra çalmaya başladı. Önce altın sarısı, sonra kırmızı, mavi, yeşil ve tekrar altın gölgeler saçan ışıklar dönmeye başladı.

Sonra tahammül edilemez oldu benim için, nefret ettim onlardan. Güzelliklerinden, sorunsuz gençliklerinden nefret ettim. Sihirli ışıkların altında birbirlerine sarılmış dans ederken kendilerini çok iyi hisseden bu, geçici olarak şanslı, zedelenmemmiş küçük çocukları izlerken onlardan nefret ettim çünkü henüz bende olmayan bir şeye sahiptiler ve kendi kendime sürekli "bir gün ben de sizin kadar mutlu olacağım göreceksiniz" diyordum.

Sonra bir ses duydum arkamda.

"Hey ne yapıyorsun!"

Elinde bir el feneri ile yaşlı bir adam duruyordu karşımda. Kafası bir kurbağa kafasını andırıyordu.

"Dansı izliyorum."

El fenerini burnunun altına kaldırdı. Gözleri iri ve yuvarlaktı, ay ışığında bir kedi gözleri gibi parlıyordu.

"defol git buradan!"

El fenerini üstümde gezdirdi.

"Kimsin sen" diye sordum

"gece bekçisiyim. polis çağırmadan burdan defol!"

"Neden? mezunların balosu bu ve ben mezunlardan biriyim."

El fenerini yüzüme tuttu. Orkestra "koyu mor" adlı parçayı çalıyordu.

"S..tir!" dedi. "en az yirmi iki yaşındasın sen!"

"yıllıkta resmim var, 1939 mezunu, henry chinaski* (bukowski gerçek ismi olan "charles" ve soy ismi olan "bukowski" yi birleştirerek "chinaski" diye takma isimle kendini adlandırdı bu romanda)"

"neden dans edenlerin arasında değilsin?"

"boş ver. eve gidiyorum."

"öyle yap"

Uzaklaştım. Yürüyordum. El fenerinin ışığı yolumu aydınlattı, beni izliyordu. Kampüsü terk ettim. Sıcak ve hoş bir akşamdı, hatta biraz fazla sıcak. Bir kaç ateş böceği gördüğümü sandım ama emin olamadım. * *

(bkz: charles bukowski)
"Yapmam gerekeni yapma cesaretinden yoksun olduğumu bilmek çok kötü bir duyguydu."

(bkz: charles bukowski)
bir charles bukowski yapıtı.

--spoiler--
"Gidecek yerim yoktu ama. intihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi."
--spoiler--

gel de okuma.
kendinizden bir şeyler bulmasanız bile hayallerinizden bir şeyler mutlaka bulacağınız kitap. ayrıca charles bukowski'nin diğer kitaplarını okumaya başlamanız için de çok iyi bir referans kitabı olacaktır.
--spoiler--
"tak, tak, tak..."
--spoiler--
charles bukowski'nin en beğendiğim kitabı. sözleriyle anılarıyla insanlara bakışıyla beni kendine hayran bırakmış, hayatımın kitabı.

--spoiler--
ve benim durumum doğduğum günkü kadar kötü ve hüzünlüydü. tek fark, istediğim sıklıkta olmasa bile arada sırada içki içebilmekti. insanın kendini sonsuza dek sersem ve yararsız hissetmesini engelleyen tek şeydi içki. onun dışındaki her şey insanı sürekli gagalayıp deliyordu. ve hiçbir şey ilginç değildi. insanlar kısıtlayıcı ve tedbirliydiler, aynıydı hepsi. ve bu götlerle ömrümün sonuna dek yaşamak zorundaydım. tanrım, hepsinin kıç delikleri, seks organları, ağızları ve koltuk altları vardı. sıçıyor ve konuşuyorlardı ve at boku kadar can sıkıcıydılar. kızlar uzaktan iyi görünüyor, güneş elbiselerinde ve saçlarında parlıyordu. ama yakınlaşıp ağızlarından akan beyinlerini dinleyince silahlanıp yeraltına gizlenmek istiyordum. mutlu olmayı asla beceremeyecek, asla evlenemeyecek, çocuk sahibi olamayacaktım. allah kahretsin bulaşıkçı bile olamıyordum.
--spoiler--
bukowski' nin amerikanın gerçeğini anlattığı kitabıdır.
yalnızlığı umursamaz hale gelmiş, yaşamdan zevk almayan, vücudun acıya bile alışabildiğini gören bir yazarın çocukluktan üniversiteye kadar başından geçenlerin anlatıldığı kitaptır.hayattan beklentim kalmadı, çok acı çektim diyenlerin okumasını tavsiye ederim, okuduktan sonra kendilerini daha iyi hissedeceklerdir.
kitapla ilgili detaylı bir inceleme için:
http://aylaklemur.blogspo.../2012/01/ekmek-arasi.html
Eli sikinde bir ergenin aptal maceralarını anlatan salak bir kitap. Bukowski adeta bokum gibi. Ulan, hayret arkadaş ya, şu kitabı ben yazmış olsam yayınlamaya utanırım ama adam dünyaya pazarlamayı başarmış. Dahiyane ! en iyi kitaplarından birisiymiş bir de bu, "overrated" imiş. Yazık, kalitesizliğe bakar mısın. Elin sonradan görme amerikalısından zorla edebiyatçı çıkarmaya çalışırsan bu kadar oluyor işte.

Hadi bukowski, buraları okuyorsan beni dava et, mahkemelerde süründür. Allahın yeteneksizi.
Psikanalitik analizler icerir.
(bkz: eppek arasi)
charles bukowski kitabı.

(bkz: ekmek arası)

-ilgi duymuyordum. hiçbir şeye ilgi duymuyordum. nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. bende bir eksiklik vardı belki de. mümkündü. sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. onlar adına uzak olmak istiyordum.gidecek yerim yoktu ama. intihar? tanrım, çaba gerektiriyordu. beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi.