Sözlük yazarlarının başından geçen her türlü hikayenin anlatılmasıdır.
(bkz: cevab veremedi)
sözlük yazarlarının geceye bıraktıkları hikayelerdir. gece değil ama bu başlığı açmak için 9 saat daha beklemek istemedim.

en sevdiğim hikayedir.
Mutluluğu kendinden vazgeçme olarak tanımlayan, umudu cennet olan bir rahip, serveti gördüğü her şeyi aşan bir prensle karşılaşmış.
Prensin çadırı dinlenmek amacıyla şehrin dışında kuruluymuş. Çadır çok kıymetli bir kumaştanmış. Hatta çadırı tutan çiviler bile altındanmış. Sade ve şatafatsız bir hayat sürmeyi savunan rahip, prense dünya varlıklarının geçici olduğunu, altın çadır çivilerinin anlamsızlığını, önemli olanın Tanrı' ya kulluk etmek olduğunu anlatmış. Diğer taraftan da kutsal yerlerin ne kadar ölümsüz ve görkemli olduğunu söylemiş.
Prens büyük bir ciddiyetle bunları dinlemiş. Rahibin elini tutmuş ve şöyle demiş:
"Benim için sözlerin yol gösterici "Dostum, benimle gel, kutsal yerlere yolculukta bana eşlik et."
Bu sözlerden sonra prens bir kez bile geriye bakmadan, yanına hiçbir şey almadan yola koyulmuş.
Rahip bu duruma şaşırmış,
"Prensim, kutsal yerlere gitme konusunda gerçekten ciddi misiniz? Eğer ciddiyseniz, gidip yanıma eşyalarımı ve paramı almak için beni bekleyin. Prens gülerek cevap vermiş:
"Ben servetimi, atlarımı, altınlarımı, çadırımı, uşaklarımı ve sahip olduğum her şeyi bıraktım. Senin ise eşyaların ve paran için geri gitmen gerekiyor."
Rahip, yine şaşkınlık içinde sormuş:

"Prensim, lütfen bana açıklayın, nasıl bütün servetinizi almadan gidebilirsiniz ?

Prens yavaş ama anlaşılabilir bir ses tonuyla şöyle söylemiş:
"Biz altın çadır çivilerini toprağa çaktık, kalbimize değil."
saat üç buçuk amk.

(bkz: sen başlık açma arap)
Arkadaş Güney Kaliforniya'dan yazıyor.
üç arkadaş var. bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. biri türk, biri kürt, diğeri de ermeni. ama ermeni olan aynı zamanda papaz. sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. etrafta su yok. bağların olgun zamanı. "iki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın," diye bir bağa giriyorlar. bağın sahibi bir türk ama onu görememişler. "kaç paraysa veririz," diyerek yemeye başlamışlar. bu sırada bağın sahibi gelmiş. bakmış üç kişi üzümünü yiyor. fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. birine bakmış, kıyafetinden ermeni ve papaz olduğu belli. diğerine bakmış, konuşmasından kürt olduğunu anlamış. üçüncüsü de türk.
dönmüş ermeni'ye, "bak bu adam türk, yesin malımı. benim kanımdandır. helali hoş olsun. bu da kürt'tür ama din kardeşimdir. sen niye yiyorsun benim üzümümü?" demiş. bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen türk ve kürt'ün hoşuna gitmiş. adam, papazı bir güzel dövmüş. kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış. bağ sahibi biraz sonra kürt'e dönmüş. "müslüman'sın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o türk'tür. kardeşimdir," diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. bu durum türk'ün hoşuna gitmiş. biraz sonra türk'e dönmüş ve "tamam anladık türk'sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?" diyerek türk'e de vurmaya başlamış. türk yumrukla yere yuvarlanınca kürt'e dönmüş ve "biz," demiş "papazı dövdürmeyecektik".
(bkz: yılan hikayesi Kürşat)
(bkz: sevgilinin ayrıldığı gün babayla siyaset konuşmak)
Yaşanmış bir hikayedir.

Mehmed Âkif'in çok yakın arkadaşı olan mithat cemal kuntay, Mehmed Âkif'in hayatını anlattıığı kitabında onun her ne olursa olsun sözünde duran biri olduğunu anlatırken, başlarından geçen bir olayı şöyle anlatır: "kendisi ile bir zaman benim evimde buluşmak üzere sözleştik. o fatih'te ben üsküdar'da otuyordum. yani bana gelmesi için kayıkla karşıya geçmesi gerekiyordu. ancak bana geleceği gün çok şiddetli bir yağmur yağıyordu. durmak da bilmiyordu. ancak her ne olursa olsun sözünü tutan bir adam olan âkif, bana gelmek üzere eminönü'ne geliyor. her kime söylediyse bu havada hiçbir kayıkçı karşıya geçemeyeceğini söylüyor. bunun üzerine elbiselerini bir çuvala koyup, iple de beline bağladıktan sonra yüzerek karşıya geçiyor. âkif iyi bir yüzücüydü. bazen eminönü'nden avcılar'a kadar yüzüp geri dönerdi. konuya dönecek olursak, karşıya yüzerek geçtikten sonra vaktinde yetişmek için evime geliyor. bense havayı gördükten sonra âkif'in bu havada gelemeyeceğini düşünürek yan taraftaki komşuma çay içmeye gitmiştim. eve gelip beni soruyor. evdekiler komşuya gittiğimi söyleyince sinirleniyor. geleceğimi bildiği halde neden burada değil diye söylenip geri gidiyor. bense komşumdan dönünce onun geldiğini öğrendiğimde hayret ettim. bu havada nasıl gelebildi diye düşündüm. birkaç gün sonra kendisini gördüğümde özür dilemek için yanına yaklaştım. ben hiçbir şey söylemeden bana sitem etti. sen verdiğin sözde durmaz mısın dedi. bense mahçup bir şekilde kendisinin o havada gelemeyeceğini düşündüğümü söyledim. o da bana ben birine söz verdikten sonra allah ölüm vermedikten sonra her ne olursa mutlaka o sözde duracağını söyledi. o gün onun sözüne ne kadar sadık birisi olduğunu bir kez daha anladım. aradan zaman geçtikten ve aramızı düzelttikten sonra kendisine karşıya nasıl geçtiğini sorduğumda yüzerek cevabını alınca âkif'in gözümdeki değeri ve ona olan hayranlığım bir kez daha arttı."
anca hikayelerde olacak şeyleri de insanın yazası geliyor.
"orta doğu'da bir ülke varmış. insanları mutlu mesut yaşarmış. " kitlendim. bu kadarı bile çekici.
Yolda kankamı gördüm..
Naber kanka Dedim ?
-iyi dedi.
O'nu gördün mü kanka dedim..
-Evet dedi..
Nasılmış dedim..
-iyi iyi dedi..
Elinde bir davetiye gördüm..
Kimin dedim..?
-O'nun dedi..
Gözlerim doldu kimle dedim?
~
Affet KanKa Benimle Dedi .
Bir adam varmış ölmüş

Kısa bir hikâye.
günlerden bir gün ülkücü adam pagan kıza aşık olmuş.

dünyanın en saçma hikayesi. nedense gerçek.
sıkıntıda olan mutlaka okumalı.

“Gün gelecek Allah’a bana yaşattığı bu sıkıntılar için şükredeceğimi biliyorum” demişti bir arkadaşım. Belki de hayatının en zor günlerini yaşıyordu. Zorlukların insana ne kadar büyük dersler verdiğini uzun uzun konuşmuştuk. Bir acının öğrettiğini bin kahkahanın öğretemeyeceği üzerine birçok örnekler vermiştik o konuşmamızda.

Aradan iki yıla yakın bir zaman geçince arkadaşımın haklı çıktığını gördük. O günlerin acı görünen olaylarının, kendisine ne kadar büyük kapılar açtığını gördükçe “verdiğin acılar için sana şükürler olsun Allah’ım!” demeye başladı.

Gündüzleri fırsat buldukça bir araya geldiğimiz arkadaşıma o günlerde aşağıdaki hikayeyi yollamıştım. “Strese girenin imanından şüphe ederim!” başlıklı yazımı anlamayan ve/veya yanlış anlayan arkadaşlar umarım bu sefer beni doğru anlarlar.

Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.
Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;
“Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.
Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın.
“Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:
“Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve; “Daha değil!” diye cevapladı beni.
“Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
“Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!”
Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:
“Henüz değil!”
“Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek”
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:
“Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!”
“Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve “Daha değil!” diyordu.
“Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.
“Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.
“Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!” dedim. Onun cevabı ise aynıydı: “Henüz değil!”
“Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. “Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!” diye bağırdım.
Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. “Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!” diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine “Daha değil!” diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.
“Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:
“Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?”
Ona “Evet” dedim.
Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve “Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.”
“Evet bu sensin!” dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.
Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.”
Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:
“Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…
Teşekkür ederim.
Usta fincanı, yaratıcı insanı şekillendirir. Yeter ki acıdaki hikmeti görelim.
Kahrın da hoş, lutfun da hoş demesini bir öğrenebilsek.
alıntı.
sakın okuma 18 + bir erkek akşam
okuldan gelir gelmez bilgisayarı
açmış.bilgisaya r acılır acılmaz
"annen öldü demiş".diger odaya
bakınca annesini ölü bulunmuş.
... annesini seytan ısırmıs bilgisayara
şeytan girmiş,eger sen annenin
ölmesini istemiyorsan 15 yere
paylaş özür dilerim mecburum...(ya
of bikere okudum okumasam
kesinlikle böyle birsey
yapmamsana okuma dedik dimi
yapıştırsimdi 15 yere.
Handan’ın kahverengi gözleri vardır. Handan’ın çok güzel kahverengi gözleri vardır. Handan’ın kocaman, çok güzel kahverengi gözleri vardır. Handan’ın kocaman, çok güzel kahverengi gözlerinin kuyruğunda beni vardır. Handan’ın gülerken belli olan gamzeleri vardır. Handan’ın ağlarken gözyaşlarının toplandığı gamzeleri vardır. Handan’ın siyah, düz saçları vardır. Bir de Handan’ın siyah, düz saçlarını arkaya atışı…

http://mbsadam.blogspot.c.../bana-bir-hikaye-yaz.html
görsel
derin sularin dalgalarinda bir firtinaya tutulacagiz birazdan. Sıkı tutun bana. Oyleki tek beden olmaliyiz seninle. Heyecandan ve o birazdan dalgalar arasinda sisip inen göğüs kafeslerimiz değsin birbirine.
Önce sen ısıt beni. Zira soguk bir suyun icinde hipotermi gecirecek kadar üşüyorum yalnizlikta. Sonra su ver dudaklarima dudaklarindan akip yerleşen. Sicagini ver tenin ve sehvetle birlesen bedenlerimizi tipki simdi baslayan firtinanin etkisi gibi ciglik cigliga bulalim. Nasilsa gececek firtina ve nasilsa dinecek sehvetimiz. Birak dalgalarin gemiye carpmasi gibi bizde birbirimizi hissedelim. Özlemle sarilan kollarimiz ve yanan bedenlerimizi kiyiya vurduğumuz da bulsunlar.
Oyle bir hasretle ic gozlerimi. Oyle sehvetle sömür bedenimi.
Kelimelerimi bir bir ilmekleyecegim bedenine. Sende gel bir igne bir de iplik... Varligini dikecegim yokoluncaya kadar yokluğunun uzerine...

Yusuf Sezgin Aybey
(bkz: islam)
bakın size hikaye... hepimiz çok mutlu olacağız ......
Yaşlı adamın eşi evde tereyağı yapıyor, kocası ise her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor onunla geçiniyorlardı.

Bakkal, adamın getirdiği tereyağını hiç tartmıyordu.

Ancak bir gün “acaba” dedi, adam gittikten sonra tereyağını tartıya koydu, 900 gram olduğunu görünce çok öfkelendi ve “Yarın geldiğinde bunun hesabını sorar bir daha da ondan alışveriş yapmam” dedi.

Ertesi sabah yaşlı adam elinde tereyağı içeriye girdi, bakkal sert bakışlarıyla;
─ Bir daha senden tereyağı almayacağım, dedi.

Yaşlı adam üzülerek;

─ Efendim bir yanlışım mı oldu? Diye sordu çekinerek.

Bakkal;

─ Efendi senin bana verdiğin tereyağını tarttım 900 gram geldi ayıp değil mi bu yaptığın! dedi.

Yaşlı adam utanarak başını yere eğdi ve;

─ Efendim bizim terazimiz yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu tartı olarak kullanıyoruz, dedi.

Bakkal utancından ne yapacağını şaşırdı.

Böyledir işte dünya…

Kime ne ağırlıkta kıymet verirsen o ağırlıkta kıymet bulursun.
görsel

Not :Ekşiden alıntı.
içinde hep yanlış anlaşılmış bir kalp barındıran bir çocuk yaşarmış..

direndiği sessizlikmiş,
yalnızlık kokulu belirsizlik..

hepsi vaz geçilmiş anılar kadar uzak,
imkansızlıklara dolanan umutlar kadar da ağlamaklıymış ..

oysaki bir neden bulmakmış isteği,
insanca sevmek ve sevilmek dahası zaman çizgisinde bilinmek..

aslında sadece yaşamayı istemek..

velhasıl bir gün sonsuz bir uykuya dalmış bu çocuk..
bir ışık tanesi arar gibi karanlığin içinde kaybolmuş..
hüznünü bile bile biri gelinceye kadar..

sözü çok konuşkanlığı ise az bir şekilde,
dertleri dinlemek ve belki de dinletmek için..
görsel
Hz. isa’nın var gücüyle kaçtığını gören bir adam merak edip peşine düştü. Zar zor, nefes nefese ona yetişti ve sor­du:

“Arkandan kimse kovalamıyor, neden böyle
kaçıyor­sun?”
Hz. isa cevap vermeden yeniden kaçmaya başlayınca adam bağırdı:
“Peşinden gelecek takatim kalmadı. Allah rızası için dur da söyle, seni ne kaçırıyor, çok merak ettim.”
Hz. isa durdu ve adama yanına gelmesini işaret etti. Adam yaklaşınca,
“Evet, arkamdan kovalayan yok ama, biraz önce ahma­ğın birine rastladım, şimdi ondan kaçıyorum” dedi.
Adam, hayreti artmış bir şekilde sordu:
“Körlerin gözlerini, sağırların kulaklarını açan, toprak­tan kuşlar yapıp canlandıran, nefesinle ölüleri dirilten sen değil misin?”
Hz. isa,
“Evet, Allah’ın izniyle benim” dedi.
Adam:
“Peki bu kadar mucizeye sahipken korkman ve kaç­man neden?”
Hz. isa cevap verdi:
“îsm-i Âzam’ı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra oku­dum, işitmeye başladı; ölüye okudum, dirildi; cansıza oku­dum, canlandı. Fakat ahmağa okudum, fayda etmedi. Hatta tekrar tekrar okudum, hiç etkisi olmadı. Onu taşlar kadar hissiz, kumlar kadar verimsiz gördüm. işte ondan kaçmamın sebebi bu!”

Ahmaklık Allah'ın en büyük cezalarından biridir, belki her derdin devası vardır ama sıkıntı akılda, idrak kabiliyetinde olunca tedavi çok zordur. işte bu yüzden bazen kaçmak lazım dostlar...