bugün

objektif ve doğru bilgiden ödün vermemiş bir seyahatname muharriri.

cadıların süpürgelerine binip gece boyu savaştığına, çok telefat olduğuna dair kayıt düşmüş vakt-i zamanında. Yoksa biz cadıları uydurma zannedecektik.
ilk Türk istihbaratçısı.
Sallamak demeyelim de hikaye türünden şeyler yazmak istemiştir.

Şu an yazılan hikayelerin atası olabilir, öncüsü veya.. (şka)
Şimdinin tarikat şeyhleri gibi sallıyormuş aq

bunlar aynı ekol çünkü.

Hayatları Yalan dolan palavra.
Aynı köle ticaretini batılı yazarlar da ballandıra ballandıra anlatıyor.

islam düşmanlığından gözünüz dönmüş. Gelgelelim evliya Çelebi islam alimi olarak falan anlatılmıyor. Adam bir hikaye yazarı. Abartarak anlatmayı seviyor bu da hikayelerine güzel bir hava katıyor.
tuzla'da bir mahalle ismi.
kendini osmanlı torunu olarak tanımlayan anadoluların atalarından bi-idrak diye bahseden, murad ıv'ün önünde geçit yapan esnaf grupları içinde esnaf-ı hizan-i dilberan diye bir zümreyi anlatan gezgin. Mevzubahis zümre Günümüzün lgbt bireyleri yani. Osmanlı oğlancılar için bir cennetti aslında.
''bu kenti anlatmaya ne dil yeter, ne kalem..''
gaziantep..
seyahatnamesinde erzurum soğuğunu şöyle anlatmıştır:

--spoiler--
damdan dama atlarken kedi buz tutup havada asılı kaldı. bahar geldiğinde ise buzlar çözüldü ve atlayışını tamamladı.
--spoiler--
-bucak bucak sevgili arayan ünlü gezginimize ne denir?
+ne denir?
-evli ya Çelebi.

Bu adamın esprilerinde geçen bir kelime çıkınca karşıma aklıma espri gelip gülümsüyorum. Ula Sonat ula Sonat. Normal muhabbetlerimi aldın elimden.
Yerli ve milli gezginimiz. seyahatname'sinde başından geçenleri anlatır:

--spoiler--
hicri 1076 şevvali'nin zifiri karanlık bir gecesinde yıldırımlar aniden kopmaya başlar. köylülerle birlikte 70-80 kişi dışarı çıkan evliya çelebi, büyük bir karakoncolos savaşına tanık olur.
bir tarafta: büyük ağaçlar ve hasır araba tekerleklerine binmiş abaza cadıları,
diğer tarafta: sığır ve deve ölülerine binmiş, ellerinde yılan ve at kelleleri olan çerkez cadıları.
gökyüzünden aşağıya insan ve hayvan uzuvları yağar.
köylüler böyle bir karakoncolos gecesinin son 50 yıldır yaşanmadığını söylemiştir.
evliya çelebi böyle hikayeleri duyduğunda bunları gerçek dışı bulduğunu, ama kendi gözleri ile gördüğü için hayrete düştüğünü belirtmiştir.
--spoiler--
Evliyâ Çelebi yaşadığı dönemde(1611-1682) altı Osmanlı padişahı görev yapmıştır (Sultan I. Ahmed (1603-1617), I. Mustafa (1617- 1623), II. Osman (1618-1622), IV. Murat (1623-1640), I. ibrahim (1640-1648) ve IV. Mehmed (1648-1687)). Yaşadığı dönem, Osmanlı imparatorluğu’nun en geniş sınırlara ulaştığı 1683 II. Viyana Kuşatması öncesi yıllardır.

https://tekinkayahan.word...2019/09/21/seyyah-i-alem/
seyahatnamesini severek okuduğum zaat-ı muhterem.
Ayasofya'nın türbedârıymış aynı zamanda.
Seyahatnamesinde 170 000’den fazla kelime kullanmış. Erhan afyoncu dedi şimdi.
seyahatnamesinde epey ilginç şeylere denk geldiğim gezgin.

Unkapanı'nda ekmekçilik yapan ali çelebi'den bahsediyor kitapta. Diğer adıyla Kapanî Deli Safer Dede.

Rivayete göre kızgın fırında bir gece boyunca uyumuş. sabah uyandığında ise denize atlayıp gözden kaybolmuş. 7 yıl sonra, dilsiz bir şekilde geri dönmüş ve geldiği gün vefat etmiş.
Seyahatname eserini okudukça kendinizi "tim burtonvari" bir filmin içinde gibi hissedersiniz. Bu abartılı dünya sizi kesinlikle rahatsız etmez; aksine o büyülü dünyadan çıkmak istemezsiniz.
ikinci Abdülhamid döneminde bazı eserleri sansüre maruz kalan insan.
öyle bir baskı düşünün ki ilim adamlarını bile sansürlüyor..

oysa türk milleti tarih boyunca çok unutkan olmuştur, 33 yıl bu denli istibdad politikası ile milletin hürriyetine kasteden despotu, ikinci meşruiyeti zorla ilan etmek zorunda kalınca hürriyet kahramanı olarak anmış, padişahım çok yaşa sloganları ile karşılamışlardır.
bunu gören ikinci Abdülhamid kartpostallarda kendini sanki istibdad ile ülkede baskı ortamı egemen kılmamış gibi, hürriyet aşığı rollerine girmiş ve devrilmiştir.

nasıl ki bugün Erdoğan bir şey yaptığında alkışlayıp, aksini yaptığında da alkışlayan andavallar varsa o zaman da vardı.
Dünyaca ünlü kürdolog Martin Van bruinessen sırf Evliya Çelebi'nin kitaplarını okumak için eski Türkçe (Osmanlıca) öğrenir.
Ayrıca Martin Van bruinessen, Evliya Çelebi'yi ilk kürdolog olarak kabul eder. Bu konuda "kürdoloji bahçesinde sohbetler" adlı kitaba göz atabilirsiniz.
Üstüninsan.
kütahyalıdır. yani en azından kütahyalılar böyle söylerler ve bununla da övünürler. ancak şöyle ki bir paradoks var bana kalırsa kütahyalılar bununla övünmemelidirler. neden derseniz evliya çelebi zamanında bile kütahya' da o kadar bir şey yokmuş ki adam çıkıp dünyayı gezmiş. bence bi de böyle düşünmekte fayda var.
idolümdür kendileri, henüz 50-60 arası farklı şehir gezdim ama daha da arttıracağım inşallah.
bilinenin aksine sakalsızdır evliya. sakallı büstü şehrimin otogarında arzı endam etmektedir. görseydi lan hiç mi okumadınız seyahatnameyi bre cahiller diye bir yerleriyle gulerdi rahmetli.

Ayrıca olaya bak, adamlar evliya'nın at üstündeki büstünu otogara yerleştirirken hangi yöne dönsün diye bir de felsefik tartışma yapmışlar.
En ulu seyyah.
Teknolojinin, aracın, ulaşımın esamesinin okunmadığı dönemde, fellik fellik gezmekten yorulmayan, seyahatnamesiyle, gelecek nesillere aktaran gezgin.
idolüm.
Yolundayım reis...
Cadılar Savaşa Tutuşuyor

Evliya Çelebi, hicri 1076 şevvalinin 20. gecesi Hatukay Çerkez diyarının 300 küsur haneli Pedsi köyünde cadıların gökyüzündeki savaşına şahit olur. Zifiri karalık bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Ortalık Çerkez kadınların nakış işleyebilecekleri kadar aydınlanır.
Durumdaki harkuladeliği sezen Evliya civardaki Çerkezlere sorup, “vallahi yılda bir defa böyle karakoncolos gecesi olur, Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşurlar” cevabını alır. Sonrada dışarı çıkıp korkmadan seyr-i temaşa etmesi tavsiye edilir.
Yetmiş, Seksen kişiyle birlikte dışarı çıkan Evliya, büyük ağaçlar, küpler tekneler, hasırlar araba tekerleri, fırın söykeleri ve daha nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadılarıyla, at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş, ellerinde yılanlar, at deve kelleleri olan Çerkez cadılarının savaşa tutuştuğunu hayerler içerisinde görür.
Tam 6 saat süren bu vuruşmada kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplar. havadan yere keçe, sırık, küp, Tekne, kapı gibi eşya parçalarıyla, araba tekerleri, en nihayet at, insan ve sair hayvan uzuvları yağmaktadır. 7 Abaza oburu ve 7 Çerkez oburuyla sarmaşıp yere düşerce, Çerkez cadıları hemen 2 Abaza cadıyı kanlarını emerek öldürür ve ölülerini ateşe atarlar. Horozların ötmesiyle biten savaşın ardından oburlar (Cadılar)da giderler.
Evliya böyle hikâyelere dair gayet “münkir” olduğunu fakat kendisiyle birlikte bilcümle zevatında bunu görüp hayretler içinde kaldıklarını belirterek, ahalinin de 40 – 50 yıldan beridir bu denli şedid bir “karakoncolos gecesi” görülmediklerini söyler.
Insan Kanı içen “Ölü” Cadılar (Zombiler)

Evliya Çelebi anlatılanlara göre bu diyarda karakancolos gecelerinde ortaya çıkan ve insan kanı içen cadılar olduğunu da yazar. Halkın Evliya’ya anlattığına göre, bazı gecelerde cadılar musallat oldukları kişinin kanını içip hasta etmektedirler.
Eğer kanı içilenin kimsesi yoksa yatağa düşer ve ölür. Varsa, hasta yakınları bir “cadıcı” ile mezarlıkları dolanıp cadının çıktığı, toprağı eşilmiş mezarı ararlar. Bulup, mezarı kazıdıklarında adamın kanını içtiğinden gözleri kan çanağı misali “pörtlemiş” cadı leşi teşhis edilir.
Bu halde, cadı hemen mezardan çıkarılarak “göbeğine” uzunca böğürtlen kazığı çakılır. Hayattaki başka bir cadının ruhu bu bene de hulul etmesin (geçmesin) diye de ateşte yakılır. Allah’ın emriyle cadının sihri batıl olup, kanı emilen adam tez vakitte şifa bulur.
Insan Kanı içen “Yaşayan” Cadılar (Vampirler)

Yine Evliya Çelebi’nin anlatılanlardan naklettiğine bu diyarlarda yaşayan cadılarda vardır ki halkın arasında gezer de bilinmez. Fakat vakti zamanı gelip kudurunca, tuttuğu birinin kulağı arkasından kadını emer. Adam gün be gün hasta olur. Derhal akrabaları bir “cadı üstadı” bulup köy, kasabai şehir şehir dolanıp gözleri kan içmekten kan çanağına dönmüş cadıyı aralar ki yakalayıp zincire vuralar.
3 gün 3 gece zincire vurulan cadı, yaptığını ve cadılığını itiraf ettiğinde hemen yatırılıp göbeğine böğürtlen kazığı çakılır. Çıkan kan, kanı emilmiş adamın yüzüne gözüne sürülünce hasta derhal şifa bulur. Cadının leşi de ateşe atılıp yakılır. Bu cadılık derdi taundan (vebadan) fenadır, Moskof, Leh, Çek taraflarında hayli yaygınadır vesselam.
***
Dr. Stefanos Yerasimos, Evliyâ Çelebi’nin Kafkaslara dair bu anlatısında egzotizminin izlerini aramaktadır. Yerasimos’a göre Osmanlıların Kafkaslardaki hâkimiyetinin kısa sürmüş olması ve yöreye fazla ilgi göstermeyişleri burayı Osmanlılar için egzotik bir iklime büründürmüştür. Bu nedenle Yerasimos, “havalarda atlarla uçuşan cadılar” , “cesetlere saplanan kazıklar”, “zincire vurulan vampir hikâyeleri” Evliyâ’nın egzotik bir coğrafyaya doğaüstü mit ve efsaneleri yerleştirme ihtiyacından doğmuş olabileceğini sorgular.
Ancak Dr. Başak Öztürk Bitik, söz konusu eser Seyahatnâme olunca “egzotizm” seçeneğine kolaylıkla evet demenin çok da mümkün olmadığını belirterek; Evliyâ’nın şahit olduğunu söylediği ikinci cadı vakası, Osmanlılar için pek de egzotik olamayan bir mekânda, Bulgaristan’ın bir köyünde gerçekleşitiğinin altını çizer.
Büyücü Kadın ve Karakoncolos

Evliya Çelebi, Rumeli’de (Bulgaristan’da) Çalıkkavak köyünde, bir “kefere” hanesinde konaklamakta ve ateş karşısında istirahat etmektedir. Kapıdan içeri saçı başı dağınık, çirkin yüzlü, yaşlı bir acuze kadın girer. Çekinmeden gelip ateşim başına oturur ve kendi lisanında küfürler savurmaya başlar.
Evliya, önce dışarıdaki adamlarının kadını kızdırmış olabileceğini düşünür ve çağırtıp sual ettiğinde, “haşa bir şeyden haberimiz yoktur” cevabını alır. Sonra bu acuzenin etrafına kızlı erkekli 7 çocuk gelip onlar dahi ateşin etrafını saralar ve hep birlikte “çağıl” “çağıl” Bulgarca konuşmaya başlarlar. Evliya ise “ne garip temaşadır” diyerek bunları seyre koyulur.
Gece yarısı olunca çıkan gürültü ve patırtılar Evliya’yı uykusundan hoplatır. Evliya, acuze kadının kapıyı açıp içeri girdiğini ve ocaktan aldığı bir avuç külü fercine sürdüğünü görür. Sonra küle bir efsun okuyarak ocak başında yatan bu 7 çocuğun üzerine saçar. Yedisi birden iri piliçlere dönüşerek “civ”, “civ”, “civ“ demeye başlarlar. Hemen elinde kalan külleri kendi başına serpince o an büyük bir tavuğa olup “guruk”, “guruk” diyerek kapıdan çıkarı çıkar. Piliçler dahi ardı sıra çıkarlar.
O an evliya, “Bre oğlan” diye feryat ettiğinde, adamları hemen koşup gelirler ve burnundan kan boşladığını görürler. Evliya ise onlara, “bu ne haldir bre, dışarı çıkın bakın hele bir kütürtdür kopuyor” der.
Dışarı çıkan adamlar görürler ki, tavuk ve piliçler atlar arasında gezinmekte, atlar ise birbirleri üzerine yarışıp kendilerini helak etmektedirler. Köydeki “kefereler” ise durumdan haberdar olup, gelip hemen atları bağlarlar. Cadı ve tavuklar ise bir tarafa gider.
Bundan sonrasını Evliya’nın adamı şöyle anlattır; “Bir baktık ki bir kefere, zekerini çıkarmış tavukların üzerine sepe sepe işemektedir. O an sekiz tavuk benî âdem (insan) olup biri yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen kefere ve sair kefereler acuze kadını, çocukları kollarından tutup döve döve ve bir tarafa götürdüler. Ardı sıra gidip baktık ki meğer vardıkları yer kilise imiş. Hatunu papaza teslim edip papaz okuyup üfleyerek ‘afaroz-u mandolos’ eyledi.”
Evliya anlatısına şöyle devam eder; - Bu olay üzerine adamlarım yemin verdiler. ‘Antepli Müezzin Mehmet Efendi ve adamları, Mataracıbaşı ve adamları hepsi bu olayı görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular’ dediler.
O gece sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah olduğunda kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının adamlarını çağırıp sordum -Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar kefere işeyince tavuklar adam oldu. isterseniz işeyen herifi getirelim.- dediler. Ben de ‘Canım, haydi getirin.’ dedim.
Gelen Bulgar gülerek; ‘Sultanım, o karı başka soydur, yılda bir kere kış geceleri öyle karakoncolos olurdu ama bu yıl tavuk oldu, kimseye zararı yoktur.’ deyip gitti.

işte bu hakir mezkûr Çalıkkavak’ta böyle bir temaşaya şahadet edip aklım başımdan gide yazdı ve Çalıkkavak balkanı’nın hâl‑i ahvâl‑i pûr-melâli böyledir, Hudâ hıfz ide” diyerek anlatıyı noktalar.

Kırım Dönüşü Tatar Büyüsü

Harap viran köyler beldeler geçip, yılan, çıyan ve kargalara mesken yıkık kaleler aşan Evliya Çelebi ve beraberindekiler bu kez Tatar vilayetinden istanbul’a dönmektedir. Yolda, artık çarşı, pazar, dükkân ve hamamları kalmamış bir zamanların mâmur şehirlerinden geçeler. Bir su değirmeninden başka ne han ne hamam ne bağ ne de bahçelere rastlarlar.
Hâlbuki der Evliya “zaman-i kadimde bu vilayetler âbâd idi, ammâ şimdi harab olup akçe ve pul ve bâğ u bâğçe ve çârsû‑yı bazar ve hân u hammâm ve dahi kilise dahi kalmamıştır. Ahali ise ne kâfirdir ne müselmân.” Dedikten sonra, “Bu kalelerin bazıları zamanında değerli mücevherlerle süslenerek yapılmışlarsa da Tatar eline girdikden sonra sual ne lâzım, cevâhir mi kalır? ” diye serzenişte bulunur.

Evliya ve beraberindekiler, istanbul yolunda Azak’tan doğru ilerleyip Kuban nehrini geçmek zorundadırlar. Gemi olmadığından nehrin kenarına varıp çadır kurmak isterler, fakat soğuktan donmuş toprağa çadır kazıklarının girmesi bile mümkün olmaz.
Bu esnada dehşetli bir rüzgâr esmeye başlar. Çadırları havaya savurup arabaları baş aşağı eder, atlar öteye beriye koşuşup ortalık bir anda “hercümerç” olur. Yanlarındaki “Kırım gazileri “eyvah” çekip “sihre uğradık” diye feryâd-ı figan ederken Mehmed Paşa mahiyetine muavvizeteyn surelerini (Felak ve Nas) okumalarını emreder ve nihayet rüzgâr sükûnet buldur. Devamını Evliya’dan dileyelim;
Ardından bir köse Kalmuk Tatarı çıka geldi ve Paşa’ya: “Paşa bana zararının dokunmayacağına yemin ver” dedi. Paşa da Kuran’a el vurup yemi etti. Bunun üzerine Kalmuk:

‘Sultanım, sizin başınıza rüzgârı, kızıl kıyameti koparan, bu kadar arabaları, çadırları yere vuran bendim ki marifetimi size izâr edeyim istedim. imdi, eğer bu nehri aşmak niyetindeyseniz, bana bir at, bir kürk ve yüz kuruş verin. Yine kızıl kıyamet koparıp ve bu suyu dondurup, buz hâline koyayım. Cümleniz selametle karşıya geçip, maksadınıza nail olasız” dedi.

Bîçare Mehmet Paşa, ‘Bre medet, öyle olsun hadi!’ deyip, Kalmuk’un istedikleri verdirtti. Kalmuk, atını alıp, bir tarafa bağladı ve orman içine doğru yürüdü.

Kalmuk Tatarı’nın Sihirleri

Adamım ardından ormanın içine gizlice süzülen Evliya Çelebi Kalmuk’un yaptıklarını gizlendiği yerden hayretle izliyordu. Kalmuk Tatarı bir ağacın dibinde def-i hacet edip kıçını yukarı çevirip kar üstünde taklalar atarak bir takım hareketler yaptı. Sonra ellerini yere koyup ayaklarını havaya kaldırıp, necasetini alnına sürerek bir müddet bu şekilde durdu.
Birden doğu, batı ve kuzey taraflarından kara bulutlar toplaşıp, gök gürlemesi ve şimşek ile bir büyük rüzgâr koptu. Kalmuk Büyücüsü, necasetinin etrafında üç dört defa dönüp, eliyle parçalar alıp havaya savurdukça yıldırımlar çakıp kıyametler kopar oldu.
Bu sırada askerler, Paşa’nın emriyle toplaşıp buz kesen nehirden karşıya geçmeye başlamışlardı. Fakat Dîvân efendisi ve mutaassıp birkaç zât ise sihir tesiriyle oluşan bu buzdan geçmeye reddetmişlerdi. Paşanın, geçmelerini emretmesiyle yine de Felak, Nas sureleri ve esmâü’l-hüsnâları okuyarak geçmeye koyuldular. Ancak okudukları dualar sihri bozduğundan buz delindi ve bir kısmı suya düşüp boğuldu.
Bu sırada hızla koşup gelen Kalmuk’lu büyücü ise sihrini bozdukları için başındaki kalpağını yere vurup feryat ü figan bağırarak Paşa’ya ve buz üstündekilere “Arapça” okumadan hızlı hızlı geçmelerini tembih etti.