bugün

Birgün ibni Kemâl Hazretlerine bir zât geliyor; “Efendim bir konuyu anlamayamadım, Allah’ın ilmi ile insanların ilminin birbirine oranı ne kadardır” diye soruyor. ibni Kemâl “mukayese edilmez, bütün insanların ilmini bir araya getirsen Allah’ın ilmi ile mukayese edilemez” diyor. Gelen adam, “biliyorum ama bunu bana somutlaştırın” diye ısrar ediyor. ibni Kemâl büyük bir kağıt istiyor, elinin yettiği kadar kocaman bir daire çiziyor, “bak, Allah’ın ilmine sınır yoktur ama diyelim ki bu dairenin sahası Allah’ın ilmi”, sonra kalemle bir nokta koyuyor ve “bu da bütün insanların ilmi” diyor. Adam “anladım” diyor teşekkür ediyor ve ekliyor, “o noktada sizin ilminiz ne kadar?” O zaman ibni Kemâl ayağa kalkıyor ve “kiminle müşerref oluyorum” diye soruyor. Gelen adam kendisinin Bayramî dervişi olduğunu söylüyor ve gidiyor. ibni Kemâl ondan sonra ibni Kemâl olmuştur.
Kurbağalar süte değil bataklığa düşseler tam tersi olacakmış. Demek ki hayat genellemelere bağlanamayacak kadar karmaşık.
ilkokuldayken okuma parçası vardı iki tane kurbağa süte düşüyordu biri pes edip boguluyordu öteki hep cırpındığı için süt peynir mi oluyodu bişey oluyodu hayatı kurtuluyordu.
görsel
Profesör, elinde, içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı. "Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?" diye sordu.
Öğrenciler, '50gr!' .... '100gr!' .... '125gr' cevabını verdiler.
"Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem" dedi profesör ve devam etti: "Ama, benim sorum şu: Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"
- Hiçbir şey - Tamam, peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?
- Kolunuz ağrımaya başlardı.
- Haklısın; peki ya 1 gün boyunca tutsam ne olur?
- Kolunuz iyice ağrır, adaleniz spazm yapar, belki de çözüm bulmak için hastaneye gitmek zorunda kalırsınız.
Sorularına cevap alan profesör, can alıcı noktaya temas etti:
- Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme ortaya çıktı mı? Öğrenciler bir ağızdan cevapladılar: "Hayır."
- Peki o takdirde, zaman içinde kolun ağrımasına ve kas spazmına yol açan olay neydi?
Profesör ikinci bir soru daha sordu:
- Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?
- Bardağı bırakırsanız, rahatlarsınız.
Profesör beklediği cevabı almıştı.
Öğrencilerini kutladı ve bütün bu soruları sormasına sebep olan açıklamayı yaptı: "Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsan, bir sorun yaratmaz.
Uzun bir süre düşünürsen, başın ağrımaya başlar. Ama hiç aklından çıkarmazsan, artık başka bir şey düşünemez hale gelirsin; bu seni bitirir. Elbette hayatınızdaki sorunları düşüneceksiniz; halletmeye çalışacaksınız. Ama en önemlisi, onları, her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır. Bu şekilde strese girmez ve sabah taze bir beyinle uyanırsınız. Taze bir güne, yeni sorunlarla mücadele azmini kazanarak başlamış olursunuz. Bu yüzden arkadaşlarınıza vereceğiniz en önemli tavsiye, 'Bardağı yere bırak' olmalıdır." -alıntıdır
asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak varmış. bir hindistancevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanırmış. hindistancevizine ince bir yarık açılır ve oradan içine maymunların çok sevdiği tatlı bir yiyecek konurmuş. bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokabileceği kadar büyüklükte olurmuş. yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramazmış. maymun, tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken elini bir türlü dışarı çıkaramazmış.

sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkarılamadığından, avcılar geldiğinde, maymun çılgına döner ama kaçamazmış. aslında bu maymunu, tutsak eden hiçbir şey yoktur. onu sadece, onun kendi bağımlılığının gücü tutsak etmektedir. yapması gereken tek şey elini açıp, yiyeceği bırakmaktır. ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.
Çin’in Guangzhou kentinde bir banka soygunu... Soygunculardan biri bankadakilere bağırır: “Kımıldamayın! Para devletindir, ama hayatınız sizindir.”
Herkes sessizce yatar… Bunun adı “Zihin Değiştirme Kavramı”dır.
Söylermisiniz Asıl Soyguncu kim?
Alışılmış düşünce tarzını değiştirmek…
Bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. Ama bacaklar ortada... Soyguncu bağırır: “Edebini takın. Bu bir soygun, ırza geçme değil!”
Bunun adı “Profesyonellik”tir. işin neyse onun üzerinde yoğunlaş!
Soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. Daha genç olanı (MBA derecelidir) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): “Abi, hadi şu paraları sayalım,” der. Daha yaşlı olanı der ki: “Çok aptalsın be! Bu kadar para oturup sayılır mı? Bu akşam zaten TV haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.”
Buna “Deneyim” derler! Günümüzde deneyim kâğıt diplomalardan çok daha önemlidir.
Soyguncular bankadan kaçtıktan sonra şube müdürü, şube şefine hemen polisi aramasını söylemiş. Şef demiş ki: “Durun hele müdürüm. Alacaklarını aldılar. Biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?”
Buna “Dalgayı yakalamak” derler. Berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu!
Müdür der ki: “Yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. Ne eğlenirdik!”
Buna “Sıkıntılardan kurtulmak” derler. Kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir.
Akşam TV haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış!
Çaldıkları paranın çok daha az olduğu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı… Tekrar tekrar saymışlar. Bakmışlar hepi topu 20 milyon! Çok kızmışlar bu işe:
“Biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. Banka müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. Galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş!”
Bu “Bilgi altından daha değerlidir” demektir…
Banka müdürü çok mutludur. Özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için...
Buna “Fırsatları kullanmak” derler. Kazanmak için risk almak gerekir.
PEKi, GERÇEK SOYGUNCULAR KiMLER ŞiMDi?
2 adam uzun bir yolculuğun ardından kayıkla kıyıya yanaşmışlar. adamlardan biri, kıyıdaki adama " burası neresi " diye sormuş.kıyıdaki adam" burası sahil" diye cevap vermiş.

kayıktaki adam yanındakine dönerek "çıka çıka karşımıza bir avukat çıktı demiş. yanındaki adam " nereden anladın " diye sorunca adam şöyle demiş;

- dediği doğru ama söylediğinin bir değeri yok.
Yakın zamanlardan birgün, bir baba evladını okuldan almaya gitmiş. Okulun önünde uzunca bir süre bekledikten sonra çocuk okuldan çıkmış ve sevinçle babasının yanına gitmiş. Sanki uzun bir süre görüşmemişler gibi kucaklamışlar birbirlerini. Sonra tutmuşlar evin yolunu. Evlerinin yolu olan caddede her zaman yanından geçtikleri simitçinin önünde durmuşlar. Baba çocuğuna simit almış. Çocuk babasına"sen yemicek misin ? " diye sormuş. Baba evladına "yok yavrucuğum sen ye ben tokum, hem ben bi yere kadar gideceğim sen burda bekle" demiş. iki sokak ötedeki bir kebapçıya girmiş ve kendine bir buçuk porsiyon iskender söylemiş. Biraz zaman geçtikten sonra üstünde dumanlar tüten iskender gelmiş adamın önüne.iştiyakla girişmiş adam iskendere ve daha ilk lokmada boğazına takılan lokma sonucunda gebermiş piç herif.
hz. ömer halifeliği zamanında, yemen’i ziyarete gider. yemen valisi hz. ömer’i ihtişamlı bir şekilde karşılar. onun için sofra kurdurur. sofrada, o zamanlar lüks sayılan buğday ekmeği ile bal şerbeti de vardır.

hz. ömer, sofrayı işaret ederek valiye şöyle der: bu memlekette herkes bu ekmek ile bal şerbetini bulup yiyebiliyor mu?

vali: hayır, herkes bunu yiyemez. halkın arasında fakirlerde var.

bunun üzerine hz. ömer, sofrayı kaldırtır. ve valiye şöyle der: insanların sorumluluğunu üzerine almış bir idareci, halkının en fakirinin yediğini yemezse, giydiğini giymezse, o idareci adil değildir. zalimdir.
Yaşlı Kızılderili reis kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz diğeri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illede siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.O merakla sordu dedesine;
-Dede bu iki köpeği niye hep kulübenin önünde tutuyorsun? Hem de niye biri siyah diğeri beyaz?
Yaşlı reis, bilgece gülümsedi ve torununun sırtını sıvazladı ve:
-Onlar benim için iki simgedir.
Çocuk :
-Neyin simgesi?
-iyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen gördüğün şu iki köpek gibi, iyilik ve kötülük durmadan içimizde mücadele eder.Onları seyrettikçe ben hep bunları düşünürüm.
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
-Peki hangisi kazanır bu mücadeleyi?
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa :
-Hangisi mi evlat? Ben hangisini beslersem o kazanır.
bir adam varmış , ölmüş.

mantıklı yaklaşıldığında hayatın doğup ölmekten ibaret olduğunu anlatan hoş , akılda kalıcı , yaşamın değerini kavramamız gerektiğini öğütleyen bir hikaye.
çin’in guangzhou kentinde bir banka soygunu... soygunculardan biri bankadakilere bağırır: “kımıldamayın! para devletindir, ama hayatınız sizindir.”

herkes sessizce yatar… bunun adı “zihin değiştirme kavramı”dır.

söylermisiniz asıl soyguncu kim?

alışılmış düşünce tarzını değiştirmek…
bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. ama bacaklar ortada... soyguncu bağırır: “edebini takın. bu bir soygun, ırza geçme değil!”

bunun adı “profesyonellik”tir. işin neyse onun üzerinde yoğunlaş!

soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. daha genç olanı (mba derecelidir) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): “abi, hadi şu paraları sayalım,” der. daha yaşlı olanı der ki: “çok aptalsın be! bu kadar para oturup sayılır mı? bu akşam zaten tv haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.”

buna “deneyim” derler! günümüzde deneyim kâğıt diplomalardan çok daha önemlidir.

soyguncular bankadan kaçtıktan sonra şube müdürü, şube şefine hemen polisi aramasını söylemiş. şef demiş ki: “durun hele müdürüm. alacaklarını aldılar. biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?”

buna “dalgayı yakalamak” derler. berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu!
müdür der ki: “yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. ne eğlenirdik!”

buna “sıkıntılardan kurtulmak” derler. kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir.

akşam tv haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış!

çaldıkları paranın çok daha az olduğu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı… tekrar tekrar saymışlar. bakmışlar hepi topu 20 milyon! çok kızmışlar bu işe:
“biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. banka müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş!”

bu “bilgi altından daha değerlidir” demektir…

banka müdürü çok mutludur. özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için...

buna “fırsatları kullanmak” derler. kazanmak için risk almak gerekir.

peki, gerçek soyguncular kimler şimdi
zamanin birinde yasli bir adam kizinin birine asik oldugunu gorur, oglanda kiza asiktir lakin ne hikmatse bi turlu kizi istemeye gelmez oglan tarafi.
gunler haftalar gecer kizin babasi huzursuz olur, kizinin adi cikar diye telas yapar. bir gun pazarda oglanin babasini gorur;
-efendi, bizim cocuklarin durumlarini biliyosun niye istemeye gelmiyosunuz.
eger ciddi deilseniz soyleyin bu isi bitirelim.
+simdi sen diyosunki sizin oglan bizim kizi siksin oylemi?
adam sasirir boyle bisey beklemiyordur, sinirden oracikta adami bogazlamak ister ama kizinin buna dayanamayip hayatina son vermesinden korkar.

-efendi sen ne bicim konusuyosun yakisiyomu sana akraba olacaz bide adetince gelin isteyin yoksa bu is biter!
+tamam kizma madem oyle diyosun gelip isteriz bu aksam.

kiz istenir dugun yapilir hayat normale doner aradan 1,2 hafta gecer baba kizinin huzursuz oldugunu gorur ve sorar;
-kizim kocanla memnunmusun, araniz nasil.
+babcigim kocami cok seviyorum ama daha ayni yatakta yatmadik.
baba sasirir, nasil olur diye dusunur.bir kac gun sonra yine pazarda dunuru gorur.
-yahu efendi senin oglan benim kizla ayri yatiyorlarmis. bi meselemi var?
+vallaha dunur soylerim birlikte yatsinlar.

bikac hafta sonra kiz yine baba evine gelir ama yine huzursuzdur.baba yine sorar kiz ayni yatakta yatiyoruz ama sirti bana donuk yatiyor der.
baba ya sabir diyerek solugu dunurun yaninda alir

-yahu dunur senin oglan bizim kiza sirti donuk yatiyormus.
+olur dunur soylerim yuzunu donsun.

neyse yine bikac hafta sonra kiz yine gelir artik kizinda canina tak etmistir ama kocasini sevdigi icin ayrilmak istemez. kiz yuz yuze yatiyoruz ama daha elini bile surmedi der.
baba yine guc bela gider dunure;
-dunur senin oglan bizim kiza elini surmemis daha.
+olur dunur soylerim elini sursun.

yine gunler gecer bi gun kiz aglamakli gelir, baba sorar kavga mi ettiniz? hayir geceleri yatakta elimi tutup sabaha kadar baska bisey yapmadan yatiyor, dayanamayacagim artik.
babanin kafaya dank etmistir.gider bulur dunuru;
-yahu sen ne keci inatli biri ciktin,
soyle sizin oglana bizim kizi siksin.
+ya dunur zamaninda dedigimde olduruyodun. haklimiymisim.
> usta kikirdeyerek ciragini kolundan tutar ve disari
> cikarir. sessizce az ilerdeki golun kiyisina goturur ve

şu kısmı okuduktan sonra dedim usta heralde niyeti bozdu ve çırağa kayacak.
(bkz: beşinci boyut)
(bkz: kalp gözü) günde iki kere izle dersin kralını al. *
Pers Sultanı iki Adamı Ölüme Mahkum Etmiş. Sultanın Atını Nekadar Sevdiğini Bilen Mahkumlardan Biri Hayatını Bağışlarsa Bir Yıl içinde Ata Uçma Öğretebileceğini Söylemiş.
Kendini Dünyadaki Tek Uçan Ata Binerken Hayal Eden Sultan Bunu Kabul Etmiş.
Diğer Mahkum inanmayan Gözlerle Arkadaşına Bakmış Ve;
-Atların Uçamadığını Biliyosun, Nasıl Olupta Böyle Delice Bir Fikir ile Çıkabildin Ortaya, Yalnızca Kaçınılmazı Geciktiriyosun Okadar Demiş.
-Tek Değil, Demiş Birinci Mahkum.. Kendime Dört Özgürlük Şansı Veriyorum.
Birincisi: Sultan Bu Yıl içinde Ölebilir.
ikincisi: Ben Ölebilirim.
Üçüncüsü: At Ölebilir.
Dördüncüsü: Belki Ata Uçmayı Öğretebilirim.
Büyük bir hava meydanının bekleme salonunda, genç bir kadın uçağına binmek üzere bekliyordu.
Uçağın hareketine saatler olduğu için zaman geçirmek için bir kitap ve bir paket küçük kurabiye satın aldı.
Dinlenmek ve kitabını okumak için VIP salonunda bir koltuğa yerleşti.
Kurabiye paketinin durduğu sehpanın yanındaki koltuğa bir adam oturdu; dergisini açıp okumaya başladı.
Genç kadın ilk kurabiyesini aldı. Adam da bir tane aldı. Bayan çok rahatsız hissetti kendisini ve:
Sinir birşey! Havamda olsaydım bu cüretinden dolayı onu yumruklardım diye düşündü.
Bayan bir kurabiye alıyor, adam da bir tane alıyordu. Çıldıracak gibiydi bayan ama olay çıkarmak istemiyordu.
Nihayet son kurabiye kalınca kadın 'Bu küstah adam şimdi ne yapacak' diye düşündü.
Adam son kurabiyeyi aldı; onu ikiye böldü ve bir parçayı kadına verdi
Aaaa! Bu kadarı da fazla! Çok öfkelenmişti şimdi! Kadın sinir içinde kitabını ve diğer şeylerini alıp bir fırtına gibi giriş salonuna oradan da uçağın içine yöneldi.
Uçaktaki koltuğuna oturdu. Gözlüğünü almak için çantasını açtı. Ne görsün? Kurabiye paketi açılmamış olarak orada duruyordu.
Çok utandı. Çok büyük bir yanlış yaptığını anladı. Kurabiyelerinin paketini açmadan çantasına koyduğunu unutmuştu.
Adam kendi kurabiyelerini, hiç sinirlenmeden, yüksünmeden kadınla paylaşmıştı,
Kadın kurabiyelerinin paylaşıldığını düşünerek çok sinirlenmişti. Ve şimdi bu durumu açıklama şansı yoktu. Özür dileme olanağı da kalmamıştı.
Telafi edemeyeceğiniz dört durum vardır.

Taş atıldıktan sonra!

Söz ağızdan çıktıktan sonra!

Fırsat kaçtıktan sonra!

Zaman geçtikten sonra!
(bkz: vulvağız öyküsü)
Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve
mücevher ustası olmaya karar vermiş. "Bu mesleği yapacaksam,
iyi bir mücevher ustası olmalıyım" diye düşünmüş ve ülkedeki
en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş,
yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından
kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum" demiş usta. Genç adam
anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir
mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış.

Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri
bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır" dedikten
sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış.
"Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma.
Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle" demiş ve
şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyen
annesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da
kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk
konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi
artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam
sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

"Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister.
Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak.
Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım,
böyle bir eziyetle nasıl yaşarım. Bu ne biçim ustalık.
Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı."
diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene
ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş.

Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş.
Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat
kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp
taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş.

Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu,
her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.
Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra,
büyük ustanın karşısına çıkmış.
Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince,
genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun,
bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği
gururla elini uzatmış, avucunu açmış.

"işte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım,
şimdi ne yapacağım?" Yaşlı usta sakin bir sesle cevap
vermiş: "Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da
aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın."
Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini
kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış.

Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış,
mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana
böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra
söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken,
yaşlı usta ona hissettirmeden birtaşı avucuna sıkıştırmış.
Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp
çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı
biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş:
"BU TAŞ, YEŞiM TAŞI DEĞiL USTA!".
Bir gün Avrupanın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belliki oldukça pahalıdır.

Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır tablo hala satılmamıştır .içeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum. Tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve resmi satar.

Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar.

Mağazada adamın arkadaşlarıda vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar.

-Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın?

Adam cevap verir:

-Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim. Ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim.
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden
bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder
gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşınca , bu kişinin sahile
vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir
adam olduğunu fark eder.

Genç adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler.
Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı
daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...
Yeni evli bir cift vardi. Evliliklerinin daha ilk aylarinda, bu isin hic de
hayal ettikleri gibi olmadigini anlayivermislerdi. Aslinda birbirlerini sevmiyor degillerdi. Son zamanlarda o kadar sik olmasa da, evlenmeden önce sik sik birbirlerini cok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüslerdi. Ama simdilerde,
kücük bir soz, ufak bir hadise aralarinda orta capli bir kavganin cikmasina
yetiyordu. Bir aksam oturup, iliskilerini gozden gecirmeye karar verdiler. Her
ikisi de, bosanmayi istememekle beraber, islerin böyle gitmeyeceginin
farkindaydilar. Erkek, "Aklima bir fikir geldi" dedi. "Bahceye bir agac dikelim
ve eger bu agac uc ay icinde kurursa bosanalim. Kurumaz da buyurse bunu bir daha
aklimizdan gecirmeyelim. Bu süre içinde de ayri ayri odalarda kalalim." Bu ilginc fikir haniminin da hosuna gitti. Ertesi gun gidip bir meyve fidani aldilar ve birlikte bahçeye diktiler. Aradan bir ay gecti. Bir gece bahcede karsilastilar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardi...
Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlanda da aynı illet vardı; fakat o hastalıktan mucizevî şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı!" dedi. Kollarınan serum takılıp birinden öbürüne kan nakli yapılmaya başlandı. Kan nakli ilerlerken, çocuk, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu. Bir an geldi, gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu: "Doktor amca, hemen mi öleceğim?..." Böyle bir soru doktoru şaşırtmış, ablasını da ağlatmıştı. Meğer minik yavru, doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanları verip, öleceğini sanmıştı. Meğer o, ablası yaşasın diye, kendi ölümünü göze almıştı; bütün kanını vermeye evet demişti, yeter ki ablası canlı kalsın, ölmesin.
Dostlarından biri, Fransız kralı 15. Lui' ye, Majesteleri, demiş. Akıl vergisi almayı hiç düşündünüz mü? Hiç kimse budalalığı kabul etmeyeceğine göre, herkes böyle bir vergiyi seve seve öder. Kral, alaylı alaylı gülerek; Hakikaten enteresan bir fikir, cevabını vermiş. Bu buluşunuza karşılık, sizi akıl vergisinden muaf tutuyorum.