bugün

arkadaşım biri yazı. bende alıp kendimce değiştirip düzenlemeler yaptım.buyrun afiyetle okuyun....

“Ne kadar da yüksek değil mi?”

“Evet, çok yüksek!”

“Oraya gitmek ister miydin?”



Berrak gözleri hüzünlü bir pus kapladı…

“Annem izin vermez ki.”



Daha fazla konuşmadılar. Karşılarındaki yüce dağı izlemeye devam ettiler. Yan yana duruyorlardı. Güneşin aydınlık nuru, etrafı neşeyle ısıtırken; hafif bir ilkyaz esintisi, aynı şekilde ferahlatıyordu yemyeşil çayırı…



Çimenler haddinden fazla büyümüştü sanki. Çayır, boydan boya yeşil bir örtüyle kaplanmıştı. Berrak gözler; önünde, göğe kadar uzanan kocaman yamaca bakıyordu. Ne kadar da yüceydi! Baştan aşağıya şöyle bir göz gezdirdi tekrar karşısında duran yüce varlığa. Masmavi gözlerin üzerinde bulunan ufacık kirpikler kırpıştı. Düş görür gibiydi.



Omzuna dokunan yorgun bir el uyandırdı onu bir an için daldığı tatlı düşten. Başını kaldırıp, meraklı gözlerle yanında bulunan kırışık çehreye baktı usulca. Bir şeyler söylemek isteyen küçük dudakları kıpırdanır gibi oldu.

Yorgun el, sevgiyle onun çıplak başını okşadı. Kırışık siması, altında çömelen bedenin de etkisiyle, onun ufak yüzüyle aynı düzeye geldi. Dertli ve vahşi yüzünün kalıntılarını araladı güven veren bakışlar.



Küçük kızın tedirgin dudakları titredi. Sedeften yapılmış gibi duran iki boncuk, umut dağıtıyordu gün yüzüne minik göz kapaklarının altında.

“Oraya giden, gerçekten uçabilir mi?”



Yaşlı adamın yaşlı yüzünde sıcak bir gülümseme oluştu aniden. Kızın tek bir saç teli bırakılmamış başını okşayan eli, ağır ağır aşağıya inerek yüzünün narin tenine dokundu.

“Arif olanlar böyle demişler zamanında…”



Adamın paçavra haline gelmiş kıyafeti, gün ışıklarının altında sert esen bir yelle beraber ahenkle dans etti. Küçük kızın üzerindeki düzenli ve temiz kıyafetlerle karşılaştırıldığında; üstündeki çaputlar onda bir derviş izlenimi uyandırıyordu.



Küçük kız merakla devam etti.

“Peki, sen hiç gittin mi oraya?”



Tam o anda kopan öfkeli bir feryat ikisini de olduğu yere mıhlayıvermişti. “Laia!” Küçük kız, berrak mavi gözlerini sesin geldiği yöne doğrulttu. Muhtemelen yaşından evvel solmuş bir surata sahip olan basit giyimli bir kadın; arkasında onu izleyen, doyumsuz bir merakın ateşiyle yanan gözlerin arasından ileriye çıkarak görkemli dağın yamacına doğru ilerledi. Onların yanına varır varmaz, kızı kolundan tuttuğu gibi çekerek, derviş kıyafetli adamın yanından ayırdı. Öfkeden kızarmış suratını kıza çevirdi.

“Sana daha kaç kere tembihlemem gerekiyor! Doğruca eve gidiyorsun, çabuk!”



Küçük kız, kadının suratına bakmaya korkarak ürkek adımlarla evin yolunu tuttu. Çayırlığın içerisindeki uzun otları aşarak ağır ağır ayrılmaktaydı o muhitten. Başını öne eğmiş, arkasından gelen seslere aldırış etmeden yürümekteydi.



“Yeter! Bıktım yalan dolanlarla bu kızı kandırmandan!”

“O güzel saçlara hala nasıl kıyabiliyorsun?”



Sesler giderek boğuklaşıyordu küçük kızın kulağında…

“işime karışmak ne haddine senin!”



Kadının az önce yanlarından ayrıldığı bir yerde yuvalanmış köylüler, meraklı bakışlarla az ilerde zuhur etmekte olan münakaşayı izliyorlardı. Bazı kadınlar ise, kimi tanıdık kimi yabancı, bir köşeden kıza bakarak bir şeyler söyleniyorlardı. Berrak gözlerin sahibi, onları duymamak ister gibi hızlanıverdi ve ötede bulunan patikaya adım attı. Defalarca geçtiği o taşlı patikaya çıktığında, hala başını kaldırmadan yürümeye devam etmekteydi. Patikanın bir köşesindeki su birikintisine yaklaştığında bakışları ağır ağır birikintinin üzerinde oluşan hayali görüntülere kaydı. Oraya doğru yaklaşarak birikintiye baktı usulca.



Pırıl pırıl parıldayan gözlerini gördü önce. inceden esen rüzg?rla beraber birikintide oluşan hafif dalgalar, suya yansıyan gözbebeklerinde ufak ve masum titremelere sebep oluyordu. Raks eden gökyüzü kadar büyüleyici bir imge. Bir hayal gibiydi. Sadece, gördüğü güzellik karşısında sahip olduklarıyla övünmeyen küçük bir kızı mutlu edebilecek bir hayal… Yavaş yavaş ayırdı gerçek gözlerini yalan olanlardan. Narin hatlara sahip yüzünde bir süre dolaştı bakışlar, ta ki çorak başını fark edinceye kadar.



Eliyle başına dokundu. Saçları… En son ne zaman görmüştü onları? Nasıldılar? Kıvır kıvır mıydı; yoksa düz mü? Belki omzuna kadar varıyordu uzadığı zaman; belki de beline kadar… Güneşin altında ne kadar parlayabiliyordu peki? Bakanların gözünü kamaştırıyor muydu; yoksa ışığı emip, karanlıklara mı gömülüyordu?



Bilmiyordu. Sanki daha önce hiç bilmemişti. O oldum olası böyleydi ve bir daha asla onları göremeyecekti.



Eve doğru hareketlendi yeniden…





“Sana defalarca söyledim o adama uğramayacaksın diye!”

“Ama anne o bana iyi davranıyor.”

“O adam divanenin teki! Sana ne yalanlar söyledi kim bilir?”

“Hayır, onların hepsi doğru.”

“Bak şimdiden kandırmış seni! Bu kadarı fazla, Vulvağız’ı çağırıyorum.”



Küçük kızın gözleri dehşetle büyüdü. Vücudunun korkuyla irkildiğini hissetti. Elinde olmadan kadına sarıldı. Başını güven içinde olmayı arzularcasına kadına yasladı. Gözleri dolmuştu. Tek bildiği yuvası dışında her şeyden korkan yavru bir kuş gibi titriyordu. Çaresizlik içinde yalvarmak istiyordu, ama boğazına öyle bir şey düğümlenmişti ki, sesini çıkartıp konuşacak gücü bir türlü bulamadı içinde. Diyecekleri vardı, diyemedi. Güvenle sarıldığı tek dala sesini çıkartamadı.



Taştan duvarların çevrelediği ufak ve sade odada sessizlik h?kimdi. Odanın uzak bir köşesinde bulunan basit ve sıradan birkaç oturak, aralıksız sürmekte olan sessizliğe usulca eşlik ediyorlardı. Karşı duvardan odaya ışık veren tek pencere, odadaki sakin havaya uyum sağlamak istercesine, sanki aydınlığın eve girmesine engel olmaya çabalıyordu. Zemini kaplayan el işlemeli eski kilimlerse, yılların yorgunluğunu atarcasına huzur içinde dinlenmekteydiler. Pencerenin altında gizlenmeye çabalayan bir mutfak, odada hızla çarpan ufak yüreğin karmaşasına nazire yapar gibi darmadağınıktı.



Kız hiç konuşmadı. Annesi onu elinden tutup arkadaki küçük odaya götürürken de, kapıyı üzerine kapatıp evden dışarı çıkarken de tek kelime etmedi. Susuyordu. Bir kabullenişin ifadesi miydi bu? Belki de sessiz bir isyanın belirtisi; ya da ufak bir çocuğun hayal kırıklığı…





Vulvağız! Kulağa ne kadar da hoş gelen bir isim.



Oysa ne kadar da korkunç bir öyküye sahip…



Köyün bütün çocukları o mahl?k hakkında az çok bir şeyler duymuştur. Söylenen o ki; kutsal diyarlardan buralara göç etmiş. Koruyucu derlermiş ona. Keşişlerin istekleri sayesinde, analarının yokluğunda çocukları korumak üzere evlerde nöbet tutması için çağrılır olmuş. Ne hikmetse, hangi eve çağırılırsa çağırılsın, asla istekleri tepmemiş ve hiçbir bedel arzu etmeden çocuklara göz kulak olmaya devam etmiş.



Batıl malumatın hükmü, hakikat görünene kadar malum olurmuş.



Köyün çocukları arasında denir ki; Vulvağız, çocukları türlü türlü düzenlerle kandırır, onları tuzağa düşürüp yermiş. Vulvağızın girdiği ocaktan bir daha çocuk sesi yükselmez olurmuş. Anası babası sesini çıkarmaz, soranlara “çocuk evde” derlermiş. Onlara göre güya çocukları Vulvağız sayesinde uslanırmış, bir daha da evinden dışarı adım atmaktan bile çekinir olurmuş. Diğer analar babalar da buna inanır, Vulvağız’ı evlerine çağırmak için fırsat kollarlarmış.





işin aslını ne küçük Laia, ne de bu hik?yeleri dilden dile dolaştırıp anlatan köylü çocuklar bilirdi. Her biri korku içinde bu ifritten çekinir, evlerine uğramasın diye uslu davranır, en ufak bir yaramazlıktan uzak dururlardı. Lakin Laia bir kusur işlemişti işte. Kurtuluşu yoktu bu kusurdan. Vulvağız onun için gelecekti şimdi. Korkuyordu. Her gece uzandığı yatağın üstünde, dizlerini karnına çekmiş oturuyordu. Titreyen kollarıyla dizlerini sarıp sarmalamış, huzursuzluk ve endişe içinde bekliyordu. Berrak gözleri sanki yuvalarından fırlayacakmış gibi titremekteydi. Ya şimdi… şimdi ne olacaktı? Annesi gerçekten çağırır mıydı onu? Yapar mıydı? Belki acırdı da vazgeçerdi. Neden olmasın ki? Sonuçta büyük bir kötülük yapmamıştı ya… Bir daha asla oraya gitmeyecekti. O yamaca, o yaşlı ama iyi adamın yanına asla gitmeyecekti. O adam Laia’ya Vulvağız hakkında bir şeyler söylemişti. Çok iyi hatırlıyordu. Ona hep iyi davranmıştı zaten. Oysa şimdi… Onu bir daha asla görmeyecekti.



Dış kapının büyük bir gürültüyle kapandığını duydu. Bazı ayak sesleri gelmeye başladı içerden. Yatağından usulca kalkıp, ürkek adımlarla odasının kapısına yanaştı. Kulağını kapıya dayadı. Duyduğu sesler karşısında pür dikkat kesildi. Bir konuşma sesi geliyordu. Annesinin sesi… Ve bir ses daha!



Yumuşak, narin, kadife gibi bir ses annesinin konuşmasına cevap veriyordu. Büyüleyici bir ses tonu vardı. Laia bir an odasından fırlayıp sesin sahibini görmek için, içinde büyük bir istek duydu. Zor tuttu kendisini. Minik aklı o kadar çok karışmıştı ki. Konuşulanları anlamak uğruna hiçbir çaba gösteremedi. Sonra aniden bir kapı sesi duydu. Ne olmuştu acaba içerde? O kadife sesin sahibi de kimdi? Hiçbir ses duyamıyordu.



Bir süre bekledi öyle kapının önünde. içerden ufak da olsa bir ses duymayı öyle çok istiyordu ki. O kadife sesin bir daha konuşmasını o kadar çok istiyordu ki. Sonra bir ses duydu. Bir ezginin tatlı mırıltısı… Bir akşam melteminin insanın vücudunu sarıp sarmalaması, ayaklarını yerden kesip tarifsiz bir efsunla, onu mutlu ve uzak diyarlara götürmesi gibi…

Sonra bu ezgiyi takiben, insanın duymaktan bıkamayacağı o kadife ses yine çalındı kulaklarına küçük kızın. Daha fazla dayanamayacağını düşündü ve kapıyı açarak içerdeki odaya doğru ilerledi.



içerdeki odaya vardığında sesin sahibini bulmak üzere mutlu bir ifadeyle göz gezdirecekti etrafa. Nitekim odaya vardığında gördüğü manzara onu şaşkınlığa uğrattı. Gördükleri inanılmazdı!



Odanın ortasında şahane bir masa vardı. Köşelerinde bulunan altın işlemeler göz kamaştırıyordu. Tahta ayakları sanki nur denizine batırılıp çıkartılmış kadar parlaktı. Görkemli masanın üzerinde ise, Laia’nın belki de şu ana hiç ama hiç görmediği muazzam güzellikte, türlü türlü yiyecekler, içecekler, oyuncaklar ve daha nice arzuladığı şeyin de içinde bulunduğu olağanüstü bir hazine vardı.

Küçük kız büyülenmiş bir şekilde masaya yaklaşırken mutfağın orada, pencerenin altında bulunan bir karaltıya takıldı gözleri. Bir süre şaşkınlıkla orada fark ettiği garip şekle baktı. insana da mahluka da benzemeyen farklı bir şeydi sanki. Biraz irice duran ayakları ve bacakları ilk başta insan olduğuna dair bir izlenim uyandırsa da bacaklarının üzerinde bulunan yuvarlak gövdesi de aynı şekilde insan olmadığı izlenimini uyandırmaktaydı. Boyu neredeyse bir insan boyu kadardı. Yuvarlak gövdenin yanlarında iki adet kısa kol oldukça biçimsizce sağa sola sallanmaktaydı. Baştan aşağıya çırılçıplaktı. Kızın korkuyla büyüyen berrak gözleri, dikkatle karşısında gördüğü şekle bakmaktaydı.



Garip şekil yavaş yavaş kendi etrafında döndü. Laia’nın az önce göremediği yüzü, şimdi tam olarak küçük kızın karşısındaydı. iki bacağın üstünde yükselmiş olan yuvarlak gövdedeki kocaman bir ağız, iştahla Laia’ya bakmaktaydı…



Küçük kız aniden tiz bir çığlık attı. Bu korkunç bir manzaraydı.



Karşısındaki gövde olanlardan hiç etkilenmemiş gibi duruyordu. Olduğu yerde bir süre Laia’yı süzdü. Sonra tok ve ruhsuz bir sesle kıza seslendi.

“Beni böyle görmemelisin!”



Yaratık masanın yanına doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada bedeninde meydana gelen değişimler kızın gözlerinden kaçmadı. Hızla şekil değiştiriyor, kocaman ağzı küçüldükçe küçülüyor, üzerindeki deri sanki canlılığını kaybedip bembeyaz bir renge bürünüyordu. Laia, allak bullak olan aklıyla olanlara anlam veremezken, az önce tiksinti uyandıran bir görüntüye sahip olan yaratık, gittikçe daha çok insana benziyordu. Upuzun, kumral saçlar döküldü beline doğru. Üzerinde beliren perilere layık beyaz giysisi, altında gittikçe daha çok insana benzeyen vücudu kapattı. Narin ayakları meydana çıktı beyaz elbisenin altında. Güzel bir insan yüzü belirdi giysinin üzerinde…

“Anne!”



Annesiydi bu! Karşısında gördüğü kadın annesiydi… Saçları açılmış ve beline kadar varmıştı. Üzerindeki beyaz elbise onu o kadar güzel gösteriyordu ki. Yüzü ışıl ışıldı. Sanki güneş, sonsuz nuruyla o ufak pencereden odaya girip, sadece ve sadece onun yüzünü aydınlatmak için doğmuştu o gün. Kadın neşeli bir gülümsemeyle Laia’ya döndü. Elleri ile masayı gösterdi. Dudakları kıpırdadı… Kadife bir ses bütün güzelliğiyle yayıldı odaya…

“Güzel kızım benim. Gel buraya. Bak, bunların hepsi senin.”



Ne az önce gördükleri, ne de kulağına varan sesin annesine ait olamayacak kadar narin oluşu aklını kurcaladı minik Laia’nın. Berrak gözleri, sanki büyülenmiş gibi kadına ve masaya bakıyor, gördüklerinin rüya olmaması için dua ediyordu.



Annesi ne kadar da güzel olmuştu. Beyaz elbise ne kadar da yakışmıştı ona. Yüzü ne de güzel ışıldıyordu. Saçları ne kadar da güzel ve upuzundu… Saçları!..



Kendi saçları… Kızıl olduğu için sürekli kesilen saçları. Sanki büyük bir günah işlemiş gibi sürekli cezalandırılması. Saçları her uzadığında, yeniden yeniden… Acımadan, umursamadan… Sanki bu saçlara sahip olmayı kendisi istemiş gibi…



O yaşlı adam… Hep üzülürdü saçlarının kesilmesine. Onun sözleri geldi bir anda küçük kızın aklına. “Vulvağız” demişti. “Zamanında benim için de gelmişti. Korkmuştum ondan… Benim için çok geç. Fakat sen… Eğer bir gün onunla karşılaşırsan, sakın inanma…”

Laia, melekleri bile kıskandıracak güzellikteki kadına göz attı.

“Seni kandırmak için her şeyi yapacaktır. Sakın ona inanma!”



Laia hüzünle masaya çevirdi bakışlarını. Berrak gözleri, sanki derin bir uykudan uyanmış olmanın verdiği duygularla, apaçık ve dikkatlice süzüyordu masayı. Bütün güzellikler sanki bir anda bu odada zuhur etmişti. Yalan güzellikler... Bütün çocukların başını döndüren güzellikler… Onları hükmü altına alan ve Vulvağız’a yem yapan güzellikler…

Kadın aniden küçük kızın bakışlarındaki değişikliği fark etti. Yüzünde oluşuveren endişeli ifadeyi hızla sildi ve daha da tatlı bir sesle kıza seslendi.

“Hadi gel annene. Bütün bunları istemiyor musun yoksa? Hepsini sadece senin için hazırladım. Hadi, gel bana…”



Sesi hala çok güzeldi. O hala çok güzeldi. Masadakiler hala çok güzeldi. Laia onlara bakmaya korkuyordu. Onların etkisinde kalmaktan korkuyordu. Yamacın yakınında yaşayan iyi kalpli adamın söylediklerini anımsadı yeniden. Son kez cesaret etti ve bütün o güzelliklere bir kez daha baktı. Olmadı. Onların büyüsüne kapılmadı bu sefer. Ayrımsadı gerçekle yalan olanı.

Konuşmasına başladığında, söyleyeceklerinden daha önce hiç olmadığı kadar emindi. ilk kez kendisine bu kadar çok güveniyordu.

“Sen yalansın. Her şeyin yalan. O adam bana söylemişti. Her şeyi söylemişti…”

Kadın önce afallar gibi oldu, sonra yüzüne alaycı bir ifade oturttu. Karşı konulamayacak kadar olağanüstü olan güzelliğini sergilemek ister gibi süzülerek masanın yanına yaklaştı. Sinsi fakat bir o kadar da hoş bakışlarını kıza çevirdi.

“Demek yalanım öyle mi? Hayır Laia… Bunların hepsi gerçek. Sen kadar, ben kadar gerçek. Hadi! Annene sarılmak istemiyor musun?

Sesi, en güzel öten kuşları bile bir daha gün yüzüne çıkmaktan utandıracak kadar narindi.

“Bütün arzuladıklarına kavuşmak istemiyor musun? Burada bu kadar güzellik varken, söylesene bana, dışarı çıkmak niye? Orası yeterince tehlikeli. Annenin sana sarılıp bir daha seni hiç bırakmamasını istemiyor musun?”



Berrak gözleri hüzünlü bir pus kapladı.

“Bu sefer ben izin vermeyeceğim…”





Ufuk Dağı’nın yamacında kurulmuş eski bir haneye hızlı adımlarla bir kadın yaklaşmaktaydı. Dağdan gelen sert esintiler onu üşütüyor, üzerine aldığı şalı daha iyi kavramasına neden oluyordu.

Haneye vardığında, ne zamandır bir kilitten yoksun kapıyı zorlayarak içeri girdi. ilk başta yaşlı sanılan ama dikkatli bakıldığında sadece bakımsızlıktan dolayı yaşlı gibi görünen adamın yanına yaklaştı. Adam, ayaklarını masanın üzerinde üst üste koymuş, oturduğu sandalyede el yapımı bir sirinksi inceliyordu. Onun yanına vardığında üzerindeki şalı çekip çıkarırken, öfkeden kıpkırmızı olmuş gözleriyle adama baktı…

“Nerede? Kızım nerede?”

Adam yorgun bakışlarını kadına çevirdi. Ayaklarını indirip sandalyeden kalkarken sirinksi hala sıkı sıkı elinde tutuyordu.

“Vulvağız’ı çağırdın değil mi?”

Kadın öfkeli ifadesini değiştirmeden devam etti.

“Onu senin öldürdüğünü biliyorum. Kimden saklıyorsun?”

“Demek Vulvağız öldü.”

“Kızımı nereye sakladın? Çabuk söyle yoksa seni pişman ederim.”



Adam yavaş yavaş kadının yanından ayrıldı. Kapıya doğru ilerliyordu. Yüzünde belli belirsiz bir mutluluk ifadesi vardı. Gözleri umut saçıyordu. Kendi kendine mırıldandı.

“Biliyordum, başaracağını biliyordum.”

Sonra tekrar kadına döndü.

“Kızın değil! Kızımız… Onu ben kaçırmadım. O… Kendisini kurtardı.”

Kadın adeta yıkılmış gibi adamın kalktığı sandalyeye çöktü. Gözleri dolmuştu. Elleriyle yüzünü kapattı. Boğuk bir ses duyuldu odada.

“Sen delisin deli! Zamanında bizi bırakıp buralara geldiğin zamandan daha da delisin. Kızımı ver bana ne olur! Ver onu bana…”

“Onu ben kaçırmadım.”

Kadın yaşlarla dolu bakışlarını kaldırıp adama baktı. Gözlerinde acı okunuyordu.

“O halde kızım nerede?”

Adam arkasını döndü ve kadının girerken açık bıraktığı kapıya doğru ilerlemeye başladı. Sesine katılmış hüznün yanında, hala içinde bir mutluluk vardı.

“Belki çok uzakta, belki değil… Nerede olursa olsun… O, çok mutlu…”



Kapıdan dışarı çıkıp Ufuk Dağı’nın engin yamaçlarına ve yüce zirvesine baktı. Bulutlar zirvenin etrafına, sanki onu meraklı gözlerden korumak niyetiyle yuvalanmıştı. Göremediği zirveye umutla bakarken sirinksi dudaklarına götürdü. Yedi kamışlı kavala nefesini usulca verdi. Hoş ve tatlı bir ses yankılandı yüce dağın taşlı topraklı duvarlarında. Adeta dağın yamaçlarını aşarak yükseliyor, yükseldikçe zirveye daha çok yaklaşıyordu sirinksten çıkan ezgiler. Sonra aniden bir şey oldu. Bulutların arasından bir şey fırladı gökyüzünün engin maviliklerine. Bembeyaz kanatları olan ufacık bir kuş, bulutları aşarak ve soğuk rüzgara aldırış etmeyerek gökyüzünün deryasında uçmaktaydı. Sanki dağın zirvesinden kanatlanmış, yörüngesi belirsizce ama alabildiğine özgürce süzülmekteydi derin mavinin içinde.



Adam sevinçle sirinksi tutan elini indirdi aşağıya. Serbest kalan dudakları ile belleğinin derinliklerinde kalmış bir efsaneyi dile getirmeye koyuldu…



“Köyün bütün çocukları karşılaşır onunla,



Kimi korkar kaçar, kimi sığınır yalnızlığa



Kimi cesaret eder yüzleşir korkularıyla



Kimi esiri olur onun, kimi uçar sonsuzluğa…“
güncel Önemli Başlıklar