bugün

çok güzel bir ses rengine sahiptir.
dün akşamki neden programında bir kez daha fark ettim ki adamda feci bir sabır var. şahsıyla bire bir zıt düşünceye sahip insanları programına konuk edip onları objektiflikten zerre ayrılmadan saatlerce dinleyebiliyor. cumhuriyete karşı çıkan yobazlarla konuşurken içinden neler geçiyor bilmiyorum ama ben çoğu zaman ekrana kafa göz dalma isteği duyuyorum. keşke türkiye gündemi biraz daha durulsa ve bu abimiz kendini o müthiş belgesellerine daha çok adasa. seviyoruz kendisini.
taktığı gözlük modelinin kendine yakışmadığı medya adamı. adam gibi adam.
duvar isimli çocuk kitabını oğlu ege ile yazan yazar, gazeteci. çocuklara mutlaka okutulması gereken bir kitabın sahibi.
ntv'deki programının sonunda müsamere çocuğu gibi bütün anlatılanları bir de kendisi derleyip toparlayıp yeniden söylemektedir. olay şu biçimde cereyan eder:
"işte bu geceki programda da bilmemkim hanım şöyle dedi, bilmemkim bey şu şekilde yanıt verdi, o öyle dedi, bu böyle dedi, programın sonu geldi".
saate bakmaksızın kapısını çalabileceği
bir dostu olmalı insanın...
'nereden çıktın bu vakitte' dememeli,
bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
gözünün dilini bilmeli;
dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...
arka bahçede varlığını sezdirmeden,
mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi
köklenmeli hayatında;
sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin.
ihtiyaç duyduğunda gidip
müşfik gövdesine yaslanabilmeli,
kovuklarına saklanabilmelisin.
kucaklamalı seni güvenli kolları,
dalları bitkin başına omuz,
yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...
en mahrem sırlarinı verebilmeli,
en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin;
gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...
onca dalkavuk arasında bir tek o,
sözünü eğip bükmeden söylemeli,
yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.
alkışlandığında değil sadece,
asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
övmeli alem içinde, başbaşayken sövmeli
ve sen öyle güvenmelisin ki ona,
övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.
teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi...
seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş..
gözbebekleri bulutlandığında,
yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin.
ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş...
yıllarca aynı ip üstünde çalışmış,
cesaretle ihanet arasında gidip gelen
bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış
iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...
'parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik,
acıları birlikte göğüsleyebildik ya;
yenildik sayılmayız'
diyebilmeli...
issızlığın, yalnızlığın en koyulastığı anda,
küçücük bir kağıda yazdığımız
kısa ama ümitvar bir yazıyı
yüreğe benzer bir taşa bağlayıp
birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:
'bunu da aşacağız!

dizelerin sahibi.
Nazım HiKMET' in Piraye' ye olan aşkını 2 sayfalık yazıda en iyi anlatan mükemmel bir yazar.
Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki... "Hayattan ne öğrendiniz?"
Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.
Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:

* * *

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

* * *

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

* * *

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

* * *

insanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

* * *

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

* * *

insan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

* * *

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

* * *

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

* * *

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

* * *

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

* * *

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

* * *

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

* * *

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

* * *

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.

* * *

Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

can dündar
en yerinde tercih

Enstrüman seçmek için bir karar almam gerekiyordu. Ya keman çalacaktım, ya



piyano; ya flüt çalacaktım ya da akordeon... Olmadı hepsini istedim,

hiçbirinden vazgeçemedim.



Yıllar geçtikten sonra her enstrümanı iyi çalabiliyordum; ama hiçbirinde

virtüöz değilim.



Bir enstrümanla isim yapamadım. Ne kemanla tanınan bir eserim var, ne de

piyanoyla..



Bütün enstrümanları iyi çalıyorum, ama kimse tanımıyor beni.

Başarılı olmak için her şey değil, bir şey lazımmış.



Başarı bir verişmiş; bir şeyi alabilmek için bir şeyi vermek, diğerlerinden vazgeçmek gerekiyormuş. Keşke kemanı seçseydim ve

diğerlerinden vazgeçseydim.



Karıma da hayatı zindan ettim, sevgililerime de...Hiçbirinden vazgeçmedim.





Yani... Evlilik sadece birisi için karar almak, diğerlerinden vazgeçmek...





işte evlenirken ben bunu anlamadan evlenmişim. Evlendikten sonra başka

kadınların da olduğu bir hayatı yaşamaya devam ettim. içlerinden

bazılarını daha çok sevdim; ama ne onlardan birinde, ne de karımda karar

kıldım.

Yıllar sonra şimdi yapayalnızım... Ne karım kaldı, ne de diğerleri...



Keşke birini gerçekten seçebilseymişim, ama yapamadım.



Tıpkı enstrüman seçimi gibi hepsini istedim ve sonuçta elim boş kaldı.



Almak için bırakmak gerekiyormuş. Dolu dolu, boş yaşamak.



Hayatım boyunca yapacak çok işim oldu; hepsini yapmayı istedim. Hangisinde



'en iyi' şimdi bakıyorum, kazananlar, başarılı olanlar hep bir tek şey

yapmışlar.



En iyi olmak için önce seçmek ve diğerlerini bırakmak gerekiyor. işte de

böyle, özel yaşamda da...



Bu seçimi yapmanız gerekiyor; çünkü mutlaka bazıları daha uygun...



Bir ara ekonomik sıkıntıya düştüm. Tasarruf gerek. Başladım her şeyden %10



kesmeye, ne anlamsız bir uğraşmış bu.



%10 daha az peynir yemek, çay içmek. Bu tasarruf çok acı verdi bana, her

an hissettim.



Çok sonradan anladım; sadece taksiyle dolaşmayı bıraksam yetermiş! Her

kalemden %10 değil etkili kalemi bulmak gerekiyormuş. Yani orada da seçim

yapmak gerekiyormuş...



Her seçim bir kaybediştir! Her tercih bir vazgeçiştir çünkü...



Sabah işe gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik fırsatından vazgeçmiş

olursunuz. Kalkar kalkmaz hayat binbir seçeneği dayar burnunuzun ucuna...



'Ne giysem' telaşından, öğle yemeğinde 'Ne alırdınız? diye başucunuzda

biten garsona, 'hangi kanaldaki filmi izlesem' kararsızlığından 'bize oy

verin' diye bağrışan partilere kadar her şey, herkes, her an sizi ısrarla

bir tercihe zorlar.



Yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarıda ışıl ışıl bir günden

vazgeçmiş olursunuz.



Bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün yaşamınızı

ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar vermekle muhtemel bir

tanışıklığı tepersiniz. Belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız izmir

köfteden daha lezzetlidir. Ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize

daha uygundur.



Ama yaşam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez.



Geri dönüp, o gün gökkuşağı desenli bir elbiseyle yeniden yaşama şansınız

yoktur.



Bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey, seçtiğinizden daha değerliyse

pişmanlık kaçınılmazdır.



Ama neyin değerli olduğunun kararı da yine size aittir.



Ve vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, bazen şöhret sahnesinin parıltılı

neonları da olsa, çoğu zaman gözünüz arkada kalmaz.



Çünkü duvarlarına sevdiğinizin kokusu sinmiş bir ev ya da sevdiğiniz

kadınla paylaşamadığınız bir saray, sizin için borsada kolay feda

edilebilir değerlerdendir.



Hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu seçimde kazandıklarını

sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz.



Her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir.



Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir.



CAN DÜNDAR
gercek bir gazeteci, yazar, edip...

zaman zaman yazdıklarına fikirsel anlamda katılmasamda hayata dair yazdıkları gercekten cok manidar buyrunuz sözü ehline bırakalım :


Çok zaman önceydi. O kadar zaman önceydi ki zaman diye bir şey yoktu.
insanlar güneş doğup batıncaya kadar yaşıyorlardı hayatı. Bir daha hiç olmayacakmış gibi dolu ve anlamlı.Derken zaman diye üç parçalı bir şey icat etti insan.Bir parçasına dün dedi, diğer parçasına bugün, öteki parçasına da yarın.
Sonra fesat karıştı zamana ve insan bugünü unuttu. Dünü düşünüp pişman oldu,yarını düşünüp telaşlandı; ama işin ilginç tarafı tüm telaş ve pişmanlıkları güneş doğup batıncaya kadar yaşadı.Farkında olmadan rezil etti bu gününü.
Oysa yarın, bugüne dün diyor, dünde bu gün için yarın diyordu. Bir türlü beceremedi. Bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapıştı. Bu günü eline yüzüne bulaştırdı…Mutsuz oldu insan. Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı; ama bugünü hiç yaşayamadı.Ne yarın ne de dün!

Can Dündar
1999 yılında inek bayramı sırasında şahsen tanışmış olduğum insan*
#3615033
bugünkü yazısında ergenekon savcısı zekeriya öz'ü değerlendirmiş milliyet yazarı. odasında 2.5 saat boyunca sorgulanma havasında geçen görüşmelerinin sonunda savcinın kişiliğine ve çalışma ciddiyetine verdiği not on üzerinden koca bir sıfırdır..

Bu yazıyı yazmak için 6 ay bekledim. "Soruşturmanın selameti" açısından...
Yargıya saygımdan...
Geçen süreçte, "çetenin kanıtı bombalar" imha edildi.
Kimlerin ne zaman gözaltına alınacağı hükümet yanlısı gazetelerde önceden açıklandı.
Açıklanmamış iddianamenin belgeleri kitap halinde yayımlandı.
Ve iddialar, iddianameden önce gazetelerde çarşaf çarşaf yer aldı.

ikinci Öz
Ocak sonu bu köşede "ikinci Öz" başlıklı bir yazı yazmıştım.
"Ergenekon sorgulaması"nın başına Zekeriya Öz getirilince soyadlarının aynı olmasından yola çıkarak, 30 yıl önce benzer bir davayla Doğan Öz’ün uğraştığını hatırlatmıştım.
"Şiddet eylemlerini kışkırtan bir örgütün devlet aygıtını kendi amacına uygun bir şekilde dönüştürmeye çalıştığını" söyleyen bu aydın savcı, Kontgerilla’yı keşfettikten 2 ay sonra öldürülmüştü.
30 yıl kaybeden Türkiye'nin önünde yeni bir şans vardı şimdi...

Soruşturma karargâhında
Yazı yayımlandıktan 1 ay kadar sonra savcılığa davet edildim.
26 Şubat günü, Beşiktaş'taki cumhuriyet savcılığına ifade vermeye gittim.
Üst kattaki odada iki masa vardı; masalardan birinde oturan nazik bir savcı, beni davet eden savcının o gün gelemediğini belirtti; "ifadenizi Zekeriya Bey alacak" dedi.
"Ergenekon Davası"nın ünlü savcısı Zekeriya Öz'le böylece tanıştım.
Önce ortamı tarif edeyim:
insan, "Cumhuriyet tarihinin en büyük davalarından biri" için kalabalık bir savcılar heyetinin koca bir salonda binlerce dosya arasında arı kovanı gibi çalıştığını hayal ediyor.
Değil.
Karşılıklı iki masanın ancak sığabileceği, çok küçük bir oda...
Böylesi bir soruşturma için üzeri fazlaca "temiz" masalar...
istanbul'un en güzel manzaralarından birine baktığı halde örtülü duran pencereler...
Arada vurulan kapıda geçerken uğrayanlar ve sürekli cevap verilmek zorunda kalınan telefonlar...
iki kez hatırlatılmasına rağmen geciken çay servisi...

'Hedef?'
Tanıştığımızda Savcı Öz, oturduğu koltukta dosya okuyordu. Dosyanın içinde "ikinci Öz" yazım olduğunu fark ettim.
Memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle doğrudan lafa girdi:
"Beni hedef göstermişsiniz" dedi.
"Tersine” dedim; "...geçmişteki deneyimler ışığında ve bu davanın selameti açısından iyi korunmanız gerektiğini düşünüyorum. Bunun Türkiye için bir umut olabileceğini yazdım."
Yazının niyeti konusunda aynı görüşte değildi.
Dışişleri Bakanı'nın "Bu davaya dikkat" demecinden sonra Ergenekon savcılığına atandığı yolundaki (daha sonra düzelttiğim) satırlarımı da iddiasına kanıt olarak gösteriyordu.
Ama ilginçtir; oraya bu konu için davet edilmediğimi söyledi.
Asıl davet gerekçesi, bugün soruşturduğu çetenin adını taşıyan bir kitaba 10 yıl önce imza atmış olmamdı. Celal Kazdağlı ile birlikte yaptığımız "Ergenekon" araştırmasıyla (imge, 1997) ilgili bilgi almak istiyordu.
“Ne biliyorsak, hepsini kitapta yazdığımızı" söyledim. Orada yazılı olanları kısaca özetledim.

Tespih ve bulgular
Laf açıldıkça, bir savcı ile bir avukatın da tanıklık ettiği bizim "ifade", "derin" bir sohbete dönüştü.
Ben az konuştum; 2.5 saat süren bu sohbetin yaklaşık 2 saatinde Savcı Öz, Ergenekon soruşturmasının ayrıntılarını anlattı.
O gün için 125 klasörü bulmuş bu davanın en hummalı safhasında bana 2.5 saatini ayırabilmesine şaşarak ve gözümü 2.5 saat boyunca sürekli çektiği tespihinden ayıramayarak anlattıklarını dinledim.
Veli Küçük'ün gözaltına alınmasından Emniyet'in tavrına,
"AKP içine yerleştirilen casus"tan yabancı istihbarat örgütlerinin ajanı olarak fişlenen gazetecilere,
bayrak mitinglerinin ardındaki isimlerden Danıştay saldırısının tahkikatına,
Sabancı cinayetinden Dink suikastına, örgütün TV kanalı açma ve kimyasal silah üretme projesinden, mafya içindeki bağlantılarına, üs haline getirilmiş kiliseden, "iddianame açıklanınca kopacak kıyamet"e kadar uzandı sohbet...
Savcı Öz'ün anlattıkları sayesinde 6 ay sonra ancak bugün ortaya çıkacak bazı mahrem bilgilere, o gün sahip olma şansına kavuştum.
Bir gazeteci için ne büyük fırsat...
Ama orada gazeteci mi, zanlı mı olduğumun henüz ayırdına varamamıştım.

'Pardon, sizin kitap değildi'
Nitekim sohbetin bir yerinde "tanık"lıktan "zanlı"lığa doğru evrildiğimi hissettim. Savcı Öz, tutuklulardan birinin "O kitabı Can Dündar’a, Veli Küçük yazdırtmış" dediğini söyledi.
Hayret dolu bir gülümsemeyle "Neden yazdırtmış bana?" diye sorabildim.
"Örgütü olduğundan küçük göstermek için..." dedi.
Vay canına!
"Amaç buysa nasıl oluyor da bu kitapta dönemin Başbakan’ın 'kirli işler' için kurduğu bir özel bürodan, örgütün ordu ve Emniyet içindeki bağlantılarından, içişleri Bakanı'na uzanan kollarından, Cumhurbaşkanı'nı teslim alan derin ilişkiler ağından söz edilebiliyor?" diye sordum.
"Biz de o iddiayı ciddiye almadık zaten" dedi, ama suçlama devam etti:
"Burada tutuklu bulunanlardan birkaçıyla da kitap için röportaj yapmışsınız."
"Kimmiş onlar?" dedim.
Hatırlayamadı.
Kitapta röportaj yaptığımız isimleri saydım, "Yok, onlar değil" dedi.
Sonra "Belki Hulki Cevizoğlu’nun kitabıydı" diye düzeltti. Yanlış hatırlanan bir kitaptan dolayı suçlanmaktan kıl payı kurtuldum böylece...
Herhalde yorgun olduğundandı.
Günlerdir dosya okumaktan bitap düşmüştü.
Koca soruşturmayı 3 savcı götürüyorlardı.
Başka bir hayatı kalmamıştı. Bu arada annesinin kalp rahatsızlığına çok üzülmüştü.
Ayrılırken kolaylıklar diledim.

Bitmedi
Beni uğurlarken:
"Bir de alt katta bir savcı arkadaşımız sizi görmek istiyor" dedi.
Alt kata indim.

Bir başka savcı bir başka dosya açtı.
Dosyada yine "ikinci Öz" yazısı vardı.
"Savcı Zekeriya Öz'ü hedef göstermekle suçlanıyorsunuz" dedi.
"Az önce kendisiyle görüştük" dedim.
"Biliyorum. O başka..." dedi.
Yeniden ifade verdim. Amacımın hedef göstermek olmadığını söyledim.
Bir ay sonra soruşturmadan aklandığımı öğrendim.
Savcılıktan çıkarkenki fikrim, girerkenki tahminimden bir hayli farklıydı.

http://www.milliyet.com.t...ticleID=890092&ver=78
ergenekon savcısıyla 2.5 saat özel görüsme yapan gazeteci.
http://www.renkhaber.com/...5_saat_anlatti_/7248.html
yıldırım türker den sıkı bir ayar yiyen yazar:

http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6982

can sıkıcı tespih muabbeti tam dogan medya ya yakısır cinsdendi. gariptir ki bugun nur cintay da yıldırım türker de bu konuda meslektaslarına ayar vermis.

http://www.radikal.com.tr...D=887103&Yazar=NUR%20
başına nişantaşı'nda cam yahut taş düştüğünden şüphe ettiğim yazar. o azbuçuk demokrat adam gitti ergenekon aslanı oligarşi yalakası bir acayip yazar geldi yerine.
(bkz: hayırdır inşaallah)
Önceki gün şehirlerarası yoldaydım. Radyoda TRT FM açıktı.
Haberler başladı.

ilk haber şuydu:
''Amerikan Başkonsolosluğu'na düzenlenen saldırıyla ilgili 4 kişi gözaltına alındı.''

ikinci haber:
''Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ergenekon terör örgütüyle ilgili açıklamalar yapan eski Genelkurmay Başkanı emekli Org. Hilmi Özkök'ü kabul etti.''

Üçüncü haber:
''Başbakan Erdoğan Irak'a gitti. Terör örgütü PKK'nın sadece Türkiye'nin değil, Irak'ın da düşmanı olduğunu belirtti.''

Dördüncü haber:
''Hakkâri'nin Şemdinli ilçesinde terör örgütü PKK'nın yola döşediği mayın, 8 askerin yaralanmasına neden oldu.''

''Tam bir terör ülkesi'' manzarası...

Ama dikkat çekmek istediğim şey başka:
ikinci haberde, halen iddianamesi hazırlanan Ergenekon'dan ''terör örgütü'' diye söz ediliyor. Üçüncü ve dördüncü haberlerdeki PKK'dan da öyle... ilk haberde ise ''terör saldırısı'' denmiyor. ''Baskınla ilgili olarak gözaltına alınanlar'' da diğer haberdekiler gibi ''terörist'' değil; onlar, ''kişi...''

Gazetecilik ilkesi gereği zanlılara sıfat biçmeyeceksek Ergenekon zanlılarını niye baştan ''terör örgütü üyesi'' ilan ettik? Yok, ''Terör, terördür. Adını koymak gerekir'' diyorsak, El Kaide ya da her kimse, elçiliği basanları da ''terörist'' saymak zorunda değil miyiz?

Cumhuriyet yazarı Mustafa Balbay ''terörist'',
Konsolosluk baskınıyla ilgili gözaltına alınanlar ''kişi''...
Öyle mi?

Sam Amca seni istiyor!
Yabancı birine söyleseniz anlamakta zorlanır: Amerikalılara yönelik bir saldırı düzenleniyor, Amerikalılara saldıran 3 Türk ölüyor, Amerikalıları koruyan 3 Türk de şehit düşüyor. Onlar Amerika uğruna birbirini vururken, Amerikalılar ortada yok. Amerika'nın ''silahsız koruma görevlileri'' çatışmaya müdahale etmiyor.
Amerikan konsolosluğu'nun kapıları da olay anında kapanıyor. Saldırganlarla çatışırken yaralanan trafik polisi de içeri alınmıyor. Amerikalıların tıpkı Ergenekon'da olduğu gibi -aslında gırtlağına kadar içinde olduğu, kendisiyle doğrudan ilgili bir konuyu ''Türkler arasında bir mesele'' gibi görüp kapıyı örtmelerinde bir tuhaflık yok mu?

Dün, ölen polisler için başsağlığı dileyen Amerikan Büyükelçisi'nin, ondan önce kapıda bırakılan yaralı polis ve çatışmayı seyreden Amerikalı korumalar için özür dilemesi gerekmez mi?

Hastabakıcıyla çiçek göndermek yeter mi?..
*
Zamanında belgesellerden tanıyıp takdir ettiğim fakat daha sonra belgeselleri yapmak için araya mafya soktuğunu duyduğumda şaşırdığım milliyet köşe yazarıdır.
milliyet gazetesinde bugün yazdığı yazısıyla Melih Gökçek'in odtü ile ilgili son günlerde basında dolaşan "odtü'yü yıkarız" sözlerine çok fena ayar vermiş araştırmacı gazeteci.

--spoiler--
Melih Gökçek'e çağrı
Gökçek, ODTÜ'den elini çek!

Vay canına! Meğer yıllar yılı bir kaçak cennetin içinde gezinmişiz.
Meğer Hazırlıkta dil öğrenirken, kütüphanede ineklerken, idari'de ders görürken, Mimarlık'ta forumdayken, yemekhanede yemek yerken, kortlarda maçtayken bir "yasak şehir"deymişiz de haberimiz yokmuş.
Meğer Şehir Planlama öğrencileri, imar derslerini imar planı olmayan bir yapıda alıyorlarmış.
Kaçak bina davalarında bilirkişilik yapan hocalarımız kaçak bir binada ders veriyorlarmış.
Binalar ruhsatsız, iskân belgesizmiş.
Başkentin gözbebeği ODTÜ, devasa bir kaçak yapıymış da haberimiz yokmuş.
* * *
Nasıl haberdar olduk bunca yıl sonra?
Ankara'nın Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek sayesinde...
Gökçek yıllardır ODTÜ'nün Eymir Gölü'nün peşindeydi. Uğraşıyor, didiniyor, bir türlü gölü elde edemiyordu.
ODTÜ Rektörü de inatçı bir adam; gölü vermediği gibi, durmadan hükümete veryansın ediyordu.
Son su olayında Gökçek'i fena ofsayta düşür-müştü.
Başkan, zehirli olduğu iddia edilen Kızılırmak suyunu 3 hafta Ankaralılara habersiz içirip 1Bak kimse ishal olmadı" diye ortaya çıktığında, inandırıcı olsun diye "ODTÜ'nün 'Temizdir' raporu var" demişti ya...
Rektör Prof. Dr. Ural Akbulut da çıkıp, "Biz öyle bir rapor vermedik. Tersine, bizim analizimize göre o suda limitin iki katı arsenik var" cevabını vermişti.
"Gökçek, iddiasını ispat etmezse halkı aldatmaktan dava açacağız" diye de eklemişti.
* * *
Vay sen misin Başkan'a kafa tutan, göle sokmayan...
Daha su kavgasından önce "Yıkarız o üniversiteyi" hıncıyla eski dosyalar açılıverdi.
ODTÜ"de ruhsatsız yapılaşmalar bulunduğu "saptandı"; kampus içindeki 45 binaya 2 trilyon lira, (yanlış okumadınız 2 trilyon lira) ceza kesildi.
Bu cezayla, sadece Ankara"nın değil, Türkiye"nin en iyi mimari projelerinden biri kabul edilen ODTÜ kampusundaki dersliklerden kütüphaneye, müzeden kreşe kadar hemen tüm binaların mühürlenmesi kararlaştırıldı.
* * *
Aslında gerçekten de ODTÜ'nün imarı yoktu; ama şaşırtıcı olan, Başkan'ın yarım asırlık bu gerçeği, görevdeki 14. yılında ve rektörle giriştiği ağız dalaşı sırasında fark etmiş olmasıydı.
Anlaşılan Başkan, intikam yemeğini sıcak seviyordu.
Peki bugüne dek yüzbinlerce mezun veren üniversite, bu imarsız yapılaşma üzerinde rant mı sağlıyordu ki, gecekondu gibi yıkım tehdidiyle cezalandırılıyordu?
Yoksa güzelim kampusa ve Ankara'nın temiz hava deposu ODTÜ ormanına "arazi" gözüyle bakan zihniyet, "Buradan ne güzel kavşak geçirilir" diye iç mi geçiriyordu?
Peki Başbakan'ın tatil yaptığı tatil köyü veya milletvekillerinin oturduğu lüks site imara uygun muydu?
Yarın "yanlış bir siyasi adım"da onlar için de benzer intikam dosyaları açılır mıydı?
Ve yerel seçimler yaklaşırken daha önemli bir soru:
Tarihe "üniversite yıkan Başkan" olarak geçmek, gözü yükseklerde bir politikacıya itibar kazandırır mıydı?

http://www.milliyet.com.t...ticleID=968786&ver=03
--spoiler--

(bkz: 22 temmuz odtu yu yikmak bazi seyler ister eylemi)
bugunku yazisiyla bir kez daha cesaretine hayran birakan insan..

"Peki 'derin devlet', iddianamedeki örgüt mü?
Emin değilim.
Giderek, asıl bu temizliği yapanın derin devlet olduğuna ikna oluyorum.
Savcıyı görsem sormak isterim:
"Örgütün adına, bağlantılarına ulaşmışsınız. Neden derine inmediniz?" "

http://milliyet.com.tr/Ya...Can%20D%FCndar&ver=13
birçok konudaki aydın tutumuna rağmen, nasıl bir durumla karşılaşıp da ergenekon gibi bir terörist örgütün avukatlığına utanmazca giriştiğini merak ettiğim gazeteci.
Oğlumun 2055 bayram günlüğü...
Sabah kalktım.
Banyoda, kulağımdaki çipten benim için hazırlanmış haberleri dinlerken bir ayrıntıya takıldım:
Bayrammış bugün...
Daha fazla ayrıntı istedim: Dijital arşivin eski bayramlardan derlediği bir fasıl çalmaya başladı.
50 yıl öncesine gittim.

* * *

Babam anlatırdı:
Eskiden ramazan geldi mi aileler bayramlaşmaya birbirine gidip gelirmiş.
Ben de çocukluğumdan hayal meyal hatırlıyorum. Babamın anneannesi bütün aileyi toplar, nasırlı ellerini semaya kaldırıp hayır duaları okurdu. Ailenin büyükleri ceplerimize şeker ve harçlık doldururdu.
Zamanımızın "tek kişilik aile"lerine bakınca insan, çekirdek aileyi bile özlüyor.

* * *

Tatildi eskiden bayram... insanların bugünkü gibi çalışma gün ve saatlerini kendilerince belirleme lüksü yoktu.
Ben de bayram tatili ilan ettim bugünü....
Salonu karartıp eski bayramların anısına düzenlenen sembolik kutlamaları uydu görüntüleriyle üç boyutlu izledim; görüntülerin arasında gezdim.
Baktım, Boğaz'ın 20 köprüsüne ve "büyük deprem"den sonra kurulan gökdelenlerin arasına lazerle mahyalar yazılmış.
Harçlık verme âdetini hatırlatmak için de para basılmış; banknotlar piyasadan kalktığından beridir neredeyse unutmuştuk parayı...
Keyif için internette bayram alışverişi yaptım; avuç içi bilgisayarıma bayram şekeri ısmarladım. Ekranda gördüğü nesneyi tadı ve kokusuyla basabilen yazıcıma yolladım; çıktıyı yedim. Çocukluğumdan hatırladığım tat bu değilmiş gibi geldi.

* * *

Merak edip arşive girdim; 100 yıl önceki gazetelere baktım.
Sonra bir de 50 yıl öncekilere....
Hayret, ikisinde de neredeyse aynı başlıklar vardı.
"Kıbrıs... AB... Ordunun müdahale yetkisi... Başbakan-basın çatışması... Yeni yetme zenginler ve fakir düşmüş eskiler..."
Kasvet bastı içimi...
On yıllar boyunca nasıl bir girdapta çırpınıp durmuşuz.
Ne vakit kaybı!..
Belki de ondan, 50 yıl öncesinden bir bilgenin atasözü yazıyor, bayramlık "nostalji berberi"nin neonlarında:
"Enseyi karartmayın!"

* * *

"Bayram soğuk geçecek" diye bildirmiş yarım asır öncenin gazeteleri...
Mars'taki arkadaşıyla sanal ortamda tenis oynamakta olan kızıma gösterdim, inanamadı:
"iklime müdahale edilemiyor muydu o zamanlar" diye sordu.
"Hayır" dedim. "iklime de müdahale edilemiyordu, genlere de... Kanser devasızdı; AIDS de öyle..."

* * *

Bizim kız uzay yolculuğuna çıkacak bu hafta sonu...
Maziyi hatırladım:
Biz de her bayram uzun yolculuklara çıkardık. Daha doğrusu henüz gezegenler arası seyahat başlamadığından biz onları "uzun" sanırdık.
Yine de güzel günlerdi.
Nerde o eski bayramlar!..
Efkârlandım.
Kulağımdaki çipten beynime yayılan fasıla daldım.
Ve bayram şerefine, peş peşe tıkladım bizimkilerin sanal mezarlık adreslerini...
En sevdikleri şarkıyı iliştirdim.

can dündar
'delikanlılar,eli kanlılar sarar çevresini'
'uğruna kan dökenleri sever,yoluna gül dökenlerden fazla' mısralarının sahibi,insanın ruhuna girmeyi,tüylerini diken diken etmeyi çok çok iyi bilen şair,yazar...
(bkz: yetenekli insan profili)
milliyet'ten sabah'a geçeceği söylenen gazeteci-belgeselci. ergun babahan ile muhteşem ikiliyi (!) oluşturacaktır.