bugün

disco sahnesinde çalan şarkının harikulade olduğunu ama kime ait olduğunu bulamadığım harika bir spike lee filmi.
"25th hour" adını, filmdeki babanın, finaldeki monologundan aldığını düşünüyorum...
barry pepper*, en "iyi yardımcı erkek oyuncu" dalında oscar kazanmıştır ayrıca bu filmle..

edward norton için "bu herif adam akıllı bir rolde oynamaz mı hiç" diye sorarım kendi kendi kendime;

(bkz: down in the valley)
(bkz: fight club)
(bkz: american history x)
böyle bir hayat neredeyse hiç yaşanmayacaktı.
bir film olsun ki; beklenmedik hiçbir şey olmamasına rağmen bu denli çarpıcı, etkileyici ve güçlü olabilsin.

--spoiler--
filmin geneline sirayet eden,
- dostum yarın mahpus damındasın ha..
+ evet adamım, lanet aklımı s.keyim!
muhabbeti yer yer baygınlık getirse de; spayk, "fak yu manyak i.bne g.tverenler" monoloğuyla olsun, zaman zaman beliren dost müsabakalarıyla olsun.. heyecanı ve ilgiyi hep diri tutmayı başarmış.
--spoiler--

sırf bu sebepten kendisine ferhat güzel düsturuyla,
(bkz: saygı duyuyorum)

edit: ve de bir edward norton olsun ki; bir filmde de coşmasın, filmi alıp götürmesin yahu!
edward norton'un meşhur, dimalara zarar fuck you sahnesi ile hafızalara kazınan film.

--spoiler--
http://www.loxol.tv/view_...wkey=7bddac369765bd58213a
--spoiler--
edward norton'ın babasıyla birlikte arabada ilerdiği ve filmin sonlarına doğru yaklaşan sahneler eşliğinde giren destansı müzikle spike lee ve edward norton'ın oyunculuğu birleşince ortaya çıkan bambaşka bir film.. sıkıcı ya da durağan gelebilir lakin öyle değildir.. sırf sonu için bile tekrar tekrar izlenir..

(bkz: montgomery brogan)
a spike lee joint. david benioff yazmış. 2002 yapımı, son on yılda hollywood'dan çıkan sayılı iyi işlerden biri. edward norton, philip seymour hoffman, barry pepper, rosario dawson, anna paquin, brian cox ve 11 eylül başrollerde.

imdb'yi biraz didiklersek, filmin 11 eylül'den üç ay sonra girdiğini görebiliriz. filmin kitaptan uyarlandığını -yazar david benioff- varsayarsak, 11 eylül göndermelerinin sonradan senaryoya eklendiği yüksek bir ihtimal. ölenleri istatistiklere sığdırmaya kalkarsak, 2.974 kişinin getirdiği hassasiyet ve içsızısı filmin her yerine sinmiş.

kısaca filmin konusuna değinirsek, uyuşturucu satıcısı monty brogan gün geliyor, polis tarafından enseleniyor ve hapse gitmeden önceki son gününde arkadaşlarıyla, sevgilisiyle, babasıyla ve en önemlisi kendisiyle çatışmalar yaşıyor. 7 yıllık hapis cezasına doğru yola çıkmadan önce sadece 24 (ve bir seçenek olarak 24+1 saati) vardır.

montgomery brogan. kanımca, ayna karşısında sinema tarihinin en şahane monologlarından birine imza atan karakter. bir nüansı es geçmemek lazım elbette, insanlar küfürbaz bir shakespeare'in ağzından çıkmış gibi duran tirada "çok yapay" diyebiliyorlar. onu diyenler önce aynaya baksınlar, tabii metaforik anlamda söylemiyorum bunu, lavaboyla işini bitirip "siktir git" yazısını gören monty, bu yazıya "tabii, sen de siktir git" diyerek kıvrakça bir yanıt verdiğini sanar. hayatın sıradanlığından çıkagelen bir insana ait vasat bir davranış. sonraki cümleleri ise monty söylemez, ayna söyler, pamuk prenses'in "en güzel sizsiniz kraliçem" diyen aynası insanın, hayır, sadece monty'nin değil, kirli çamaşırlarını, söylemek istediklerini, alt benlik üzerinden ortaya çıkarır. acziyet yansıtmayı beraberinde getirir. polis monty'i kodese tıkarken, monty suçu diğerlerine atar, onlar dışardayken kendisinin içerde olacağı düşüncesi aşağılık duygusu yaratır; saldırır, sataşır, küfreder ve en önemlisi ötekileştirir. her cümlesinde bir milleti, bir güruhu aşağılarken bir anda duraklar ve suçu kendini atar. milleti yahut güruhu aşağılarken, nakavt eden yumruğu kendine indirir. "hayır. hayır! sen siktir git, montgomery brogan. her şeye sahiptin, ve hepsini bir kalemde siliverdin. mal herif!" monty'nin yaptığı ırkçılık değildi, suçlu aramaktı. ki filmin bir yerlerinde, babasıyla giderken tüm bu aşağıladığı insanları sıra sıra dizilmiş görecekti ve hepsi güleryüzlüydü ona.

frank slaughtery. monty'nin en iyi dostu. yuppie'lik yolunda emin adımlarla ilerlerken bizlere takım elbisenin ve bakımlı saçın/yüzün kişiliği ya da geldiğin yeri değiştirmediği oldu. jacob elinsky ile yedikleri yemekte görürüz bunu. frank jacob'a kadınlar hakkında nutuklar atarken, ona ağzın kokuyor kimse seni istemez diyor ve arada geğirmeyi ihmal etmiyor. tabii, sahneyi fazla deşmeye gerek yok, belki de spike lee "kadınların efendi adam yerine piç tercihi"ne bir gönderme yapayım demiştir.

işin özüne gelirsek, hayal ve flashforward tarzı, brian cox'un sesiyle insana dinginlik veren o sahnenin ardından, paşalar gibi hapishanenin yolunu tutmuştur. yönetmen filmin sonunu seyirciye bırakmamıştır, arabanın aldığı yolu coğrafi olarak incelersek bunu daha iyi görebiliriz (tamam, ben de bunu imdb forumlarından öğrendim)

şimdi, nacizane çevirimle, ayna monologu:

"tabii.
sen de siktir git.
siktirip gideyim mi?
asıl sen siktir git.
sen ve bu şehirle içindeki tüm insanlar toptan siktirip gitsin. hayır, hayır, hayır, hayır, hayır.
para için eşelenip arkamdan bana gülümseyen tufeyliler siktirip gitsinler.
arabamın temiz ön camımı kirleten cam silici siktirip gitsin. kendine iş bulsana!
külüstür taksileriyle caddelerde son sürat giden, gözeneklerinden köri buharı çıkartarak günümün içine eden sihler ve pakistanlılar siktirip gitsinler. amına koduğum staj yapan teröristleri. yavaş gitsenize!
kanal 35'de çüklerini sallayan, park ve iskelelerimde birbirlerine sakso çeken göğüsleri ağdalı ve şişkin pazulu chelsea oğlanları siktirip gitsinler.
fahiş fiyata sattıkları meyve piramitleri ve naylona sarıp sarmalıkları lâle ve gülleriyle koreli manavlar siktirip gitsinler. 10 yıldır burada yaşayıp bir kelime ingilizce bilmiyorlar.
brighton beach'deki ruslar siktirip gitsinler. kafelerde oturup dişlerinin arasına küp şekerleri sıkıştırarak küçük bardaklarındaki çaylarını yudumlayan gangster caniler. alavere dalavereler ve çevrilen dolaplar. hangi sikim memlekettenseniz, oraya dönün!
üzerine kepekleri dökülmüş kirli gabardinleriyle 47. cadde'de bir aşağı bir yukarı giderek güney afrika'dan gelen apartheid elmasları satan siyah şapkalı hasidler siktirip gitsin.
wall street simsarları siktirip gitsinler. evrenin sözde efendileri. canını dişine takan insanları paşa gönüllerine göre soymanın yeni yollarını arayan michael douglas-gordon gekko özentisi amına koduklarım. ömür boyu hapse mahkum edin şu enron'lu puştları. sanıyor musunuz ki, bush ve cheney bu mesele hakkında hiçbir sik bilmiyordu? tyco. imclone. adelphia. worldcom. götümden ayrılsanıza.
porto rikolular siktirip gitsinler. bir arabaya 20 kişi doluşuyor; refah seviyesini şişiriyorlar. şehirdeki en boktan gösteriler onlarınki. dominiklilerden bahsetmiyorum bile. zira porto rikolular onların yanında iyi kalır.
naylon eşofmanlarını giyip aziz anthony madalyonlarını takmış jöleli saçlarıyla bensonhurst'lü italyanlar siktirip gitsin. "sopranolar"ın seçmelerine katılmak için jason giambi'nin kullandığı lousville slugger marka beyzbol sopalarını sallıyorlar.
hermes marka şalları ve balducci'den aldıkları 50 dolarlık enginarlarıyla yukarı doğu yakasındaki ev hanımları siktirip gitsinler. çekilmiş kaldırılmış gerilmiş cilalı ve tümüyle gergin besili yüzler. kimsenin gözünü boyayabildiğin yok, tatlım.
taşralı biraderler siktirip gitsinler. hiç pas atmazlar. savunmada durmayı sevmezler. her turnike öncesi beş adım atarlar, sonra da arkalarını dönüp bütün suçu beyaz adama atarlar. kölelik 137 yıl önce kalktı. aşın bunları. sessizliğin hüzünlü duvarının ardında dikilirken anüse cop sokan, 41 el ateş eden yozlaşmış polisler siktirip gitsinler. güvenimizi sarstınız! ellerini masum çocukların pantolonlarına daldıran rahipler siktirip gitsinler. onları koruyup bizleri günaha yönelten kilise de siktirip gitsin.
hazır konu açılmışken, isa da siktirip gitsin. çarmıh'da bir gün geçirerek paçayı ucuz kurtardı. cehennemde bir hafta kal ve ebediyete dek bir alay melek sana ilahiler söylesin. bir de siktiğimin otisville'inde yedi yıl yaşamayı dene isa.
öldürülen binlerce masumun adına; usame bin ladin, el-kaide ve götüyle düşünüp mağarada ikamet eden tüm köktendinci puştlar siktirip gitsin! ahiretteki günlerinizi jet yakıtı destekli alevler içinde, 72 fahişeyle birlikte cehennemde kavrularak geçirmeniz için dua ediyorum. siz sarıklı deve binicileri muhteşem irlandalı kıçımı öpebilirsiniz.
jacob elinsky siktirip gitsin. hoşnutsuz mızmız herif.
sevgilimin kıçına bakarken beni yargılayan en iyi dostum francis xavier slaughtery siktirip gitsin. naturelle riviera siktirip gitsin. ona güvenmiştim ve o da gitti beni sırtımdan bıçakladı. orospu karı beni kodese yolladı. bitmeyen kederiyle barın ardında dikilip sodasını yudumlayan, itfaiyecilere viskilerini verip bronx bombers'a alkış tutan babam siktirip gitsin.
bu şehirle içindeki tüm insanlar toptan siktirip gitsin.
tâ astoria'nın dizi dizi evlerinden park avenue'nun gökdelenlerindeki dairelere; bronx'daki gecekondulardan soho'daki stüdyo dairelere; alphabet city'deki kiralık evlerden park slope'daki kahverengitaştan binalara, staten island'daki oda seviyeleri farklı evlere dek... deprem un ufak etsin; yangın sarsın dört bir yanı, kül oluncaya dek yansın hepsi. sonra sıçanların bastığı bu yer yükselen suların altında kalsın.
hayır. hayır! sen siktir git, montgomery brogan.
her şeye sahiptin, ve hepsini bir kalemde siliverdin. mal herif!"
filmin meşhur fuck you monologu hayatın ayrıntıları bile siktir çekilecekler ile dolu olduğunu özetler.
hayatın ayrıntıların da bile güzellik ve neşe bulmamızı öğütleyen sevgi pıtırcıkları siktirip gitsinler şimdi.
eskiden trt 2 de yayınlanırdı. (bkz: 25 saat)
--spoiler--

(bkz: fuck you)

--spoiler--
herhalde yıllar geçse de, bu filmin adı her söylendiğinde aklıma edward norton'un ayna karşısındaki monoloğu ve kendini en yakın arkadaşına köprü altındaki sahnede dövdürtmesi gelecektir.
ben de filmi film yapan iki soundtracks'ı anmak isterim.

terence blanchard'ın bu film için bestelediği, filmle aynı adı taşıyan muhteşem bir müzik... başlangıçta, 'opening' ve filmin son 10 dakikasında babayla çöle kaçış sahnelerine eşlik eden 'final' adlı olmak üzere iki yorumu var müziğin.

http://www.youtube.com/watch?v=jDaqL3nz2lo
ve

http://www.youtube.com/wa...0HyEQ&feature=related (final).

'Natural'ın göz kamaştırdığı disko sahnesinin başarılı müziği 'liquid liquid - cavern' adresine sahip.

http://www.youtube.com/wa...e5aqQ&feature=related

Ayna sahnesi ( http://www.youtube.com/watch?v=5Za2k5wA3sk) güzel bir vitrin ama film de kırmızı çizgi bence ayrıntıda yatıyor. Film, dayak atılan, yaralı bir köpeği kucaklayan ve onunla arkadaş olan Monty ile başlıyor, gönüllü olarak arkadaşından dayak yiyen Monty ile bitiyor.
edward norton'ın kelimenin tam anlamıyla döktürdüğü filmlerden sadece birisi. ya ne muhteşem bir şeydir bu adam. hem rol aldığı filmler çok güzel, hem oyunculuk yeteneği var. üstüne bir de hem karizmatik hem de yakışıklı. gel de bu adama hasta olma şimdi.
edward norton'a bir kez daha hasta olmamı sağlayan film.
konusu bakımından gayet güzel bir film. 2002 yılıydı filmin çıktığı tarih, yanılıyor olabilirim. başta gelen köpeğe işkence sesi ve sonradan gelen sadık olarak görülen aynı köpek, dostsuzluğun, yalnız kalmışlığın çok iyi bir tespitiydi.
isim babam olan harika başyapıt, spike lee ve edward norton abilerimizin tekrar tekrar ellerinden öperim. sonunda ne olduğunu anlamak mümkün değildir.
oldukça vasat bir macera filmi, edward norton bile kurtaramamış o derece yani. filmden aklımda kalan tek bir sahne bile yok. ama diyorsanız benim için mükemmel çekimler, harika replikler önemli değil o zaman yine de bi görün.
edward norton a selam olsun diyorum baska da bir sey demiyorum sirf kendisi icin izledigim filmdir.
ölmeden önce seyredilmesi gereken filmlerden...
film boyu, adam hapse girince neler olacak diye meraktan ölüm ölüm ölürken filmin bittiğini fark ettim ve şok oldum arkadaş.
edward norton'ın ayna karşısında bir hesaplaşması vardır ki, fuck fuck fuck, sanırsın film bunun üstüne.
aşmış bir film, defalarca izlenir.
ilk önce kitabını okudum ve daha sonra filmini izlemiştim. genelde filmlerin kitapları filme göre daha güzeldir, tabi bazı filmler hariç. yani demek istediğim kitaptan beklentim çoktu ama kitabı okurken istediğim kadar eğlenmemiştim. ama filmde, tabi ki edward norton farkıyla daha çok eğlendim. kitapta monty brogan'ın (edward norton) eski arkadaşlarından biri olan jakob ellinsky 26 yaşlarında bir edebiyat öğretmeni iken filmde jakob' u canlandıran eleman 26 sından hayli büyük duruyor. (bkz: philip seymour hoffman). film bir psikoloji filmi olarak yer yer insanı sıksa da özgür olarak son saatlerini yaşayan bir insanın ruh halini çok iyi yansıtıyor. filmdeki mary d'annunzio kitaptakinden hayli güzel (bkz: anna paquin) . filmde en beğendiğim 2 sahne monty'nin ayna karşısında yaşadığı ülkeye, yaşadığı şehire ve hep rastladığı ama hiç tanışmadığı insanlara olan nefretini kusma sahnesi idi. ikincisi de monty'nin hapishaneye giderken babasının yaptığı konuşma sahnesi idi. kitabı almamdaki en büyük etken kitabın kapağında edward norton'un resmini görmemdi. tabi her ne kadar saçma görünsede düşüncem : bu kitabın demek ki filmi de var, demek ki edward norton oynamış , demek ki film güzel ve bu kitap güzeldir, düşüncesi ile almıştım.
ayna karşısındaki "fuck you" sahnesi ne kadar övülse azdır. sırf o sahne için film izlenir.
baba'nın "her erkek, kadın ve çocuk ölmeden önce çölü bir kez görmelidir... çölde sessizlik vardır... çölde huzur vardır... çölde tanrı vardır..." replikleriyle beni bitirdiği filmidir..
doksanbirinci dakika isimli yaratıcı futbol programları isimlerimizi anımsatandır.