bugün

entry'ler (146)

kentsel dönüşüm

konut alanlarıyla sınırlı değildir.

http://www.yapi.com.tr/Ha...m-ruzgarlari-_104276.html

dersim

2 gün evvel radikal 2'de hakkında bir yazı kaleme aldığım coğrafya.

http://www.radikal.com.tr...08.2011&categoryid=42

hopa

10 haziran cuma günü galatasaray meydanı'nda derelerin kardeşliği platformu tarafından yapılacak basın açıklamasında hopa ve karadeniz'e dair talan politikalarına yer verilecek, metin lokumcu anılacak. basın açıklamasına davet metni şöyledir;

http://mihmandarucube.wor...-basin-aciklamasi-daveti/

metin lokumcu

yarın ankara'da galası yapılacak olan sudaki suretler adlı belgesel filmin ithaf edildiği kişidir.

http://mihmandarucube.wor.../07/gala-sudaki-suretler/

cumartesi anneleri

17-31 mayıs arasında kayıpları için yürüttükleri mücadelelerine bir dizi eylem ve basın açıklamasıyla devam edeceklerdir.

http://mihmandarucube.wor...ayiplar-haftasi-programi/

sırrı süreyya önder

şu sıralar 2. bölgede sürekli seçim irtibat büroları açmak için uğraşmaktadır. seçim kampanyasına gönüllü destek vermek isteyenler için bu akşam saat 18:30'da cezayir toplantı salonu'nda toplantı olacaktır. ahan da buyrun programının bir kısmı şöyle;

http://mihmandarucube.wor...er-gonulluler-toplantisi/

sırrı süreyya önder

bu akşam beşiktaş'ta seçim irtibat bürosunu destekçileriyle birlikte açmıştır.

http://mihmandarucube.wor...e-gonullu-destek-cagrisi/

dünya su forumu

yarın beyoğlu adliyesi önünde protesto edilecektir.

http://mihmandarucube.wor...a-karsi-basin-aciklamasi/

veysel eroğlu

hangi temel işlevden sorumlu bakan olduğu bilinmeyendir;

http://mihmandarucube.wor...ysel-eroglu-ne-bakaniydi/

25 yılında çernobil e lanet nükleere hayır yürüyüş

26 Nisan Salı günü saat 19:00'da taksim'de gerçeleşecek olan yürüyüştür.

http://mihmandarucube.wor...-nukleere-hayir-yuruyusu/

25 mart 2011 deniz gezmiş parkı nın açılması

ataşehir belediyesi tarafından gerçekleştirilmiştir. 1 mayıs mahallesi'nde açılışı yapılmıştır.

http://www.radikal.com.tr...03.2011&categoryid=77

öte yandan geçtiğimiz günlerde dersim'de hozat ilçesi'nde belediye başkanlığı'nın bir caddenin adını deniz gezmiş caddesi olarak değiştirmesi mahkeme tarafından "ayrımcılık ve bölücülük" olarak nitelendirilmişti.

http://www.birgun.net/act...1&month=03&day=24

dolayısıyla resmi ideoloji ile onu sorgulayan ve ondan hesap sormak isteyenler arasındaki mücadele devam etmekte.

parkın fotoğraflarını şimdilik şurda buldum;

http://www.facebook.com/p...9eubes%c4%b0/344811722324

özgürlükleri ama lardan arındırmak

"Ama" diyor türbanını kapının ardında çıkarmak zorunda kalıp içeri peruğuyla giren genç kıza bir diğer genç kız ve gerisin gerisi tartışmayı başka bir düzleme taşıyan soruya yöneliyor; "Siz bunu takarken özgürce ve kendi iradenizle mi hareket ediyorsunuz?"

Tartışma nasıl ve nerde başladı bilmiyorum ama modernizmin ve post-modernist algının geri besleme senkronizasyonlarındaki artışın yoğunlaştığı dönemlerde bu tartışma güncelin somutluğu oranında üslup farkı yaşıyor. Haliyle başı açık ve "modern" görünmek sekülerliği simgelerken öte yanda başı örtmek ve/ya da vucut hatlarını tümüyle gizleyen uzun bir entari giymek "modernizm" karşıtlığını yada muhafazakarlığı simgeler hale geliyor. Sonrası birazcık "poh poh" ve "öteki" temsilleriyle beslendikçe Araf'ta bir yerde durmak yerine devlet, kurumları ve yöneticileri ile tarafgir bir hal takınıyor. Siyaset bu tür toplumsal meselelere çözüm üretmek için değil çözümsüzlüğü beslemek için dinamikler üretiyor. Bu meseleyle ilgili her nasılsa "uzman olmuşlar", yeleklerinin cebinde saklı gizli duran çözüm önerilerini televizyon programlarından -tıpkı emekli askerlerin strateji uzmanlığıyla karşımıza çıktığı gibi- dervişin fikri ve zikri ritüelleriyle kaskatı ve tavizsiz sunuyorlar. Tam da bu noktada fikirler sivrildikçe sivrilip karşıtlaşıyor ve "ama"lar başlıyor. Birden bire konuşulması gereken bir dolu özgürlük tek gündeme dönüştürülüp kıstırılıyor. Piyangodan genellikle türban, zorunlu din dersleri yada anadil meselesi çıkıyor. Bu meseleler yan kollar oluşturuyor sürekli olarak. Tartışmalar çetrefillenip dal-budak bağlıyor ve haftalar sonra tavizsiz saf tutmalar yerini başlangıç konusundan azade bir konuya bırakıyor. Bu arada kimse konunun asıl tarafları olan üniversite öğrencilerinin fikrini sormuyor. Zaten bizler de oturup bu meseleyle ilgili profesörlerimizi okuyup duruyoruz. Bir fikir üretmeyi bırakalı 30 yıl olmuş... Haliyle çözümü Hâk getire!

iktidar ve Özgürlük

Özgürlüklerin kamusallıkla imtihanını çoğunlukla hakim toplumsal algı belirliyor ancak kimi meselelerde iktidar ve resmi ideoloji baskın bir öğe olarak olguları kendi ekseninden ve bakış açısından tartıştırarak her nevi balans ayarı çekiyor. Meseleye dair politika oluşturması beklenen sivil toplum sivilleşen toplumdan hazzetmeyen egemenlerin fikrini öğrenip duruma göre sesini çıkartırken duruma göre sessizliğin destekçisi oluyor. Konu yine "ama"larla özdeşleştiriliyor. Örneklendirelim;

Konumuz türban kavramının bilimsel bilginin hangi ayağıyla eşlenirliğidir. Yani kamu yararına bilgi üretimini sağlayan bir kurumun halkın bir kısmının inancının fiziksel tezahürünü kabullenirliğini tartışıyoruz. Gündem maddelerimize bugüne kadar pek çok toplumsal sorunu çözmek şöyle dursun içinden çıkılmaz hale getirmiş siyaset ve aktörlerinden "çözüm" talep ediyoruz. Sadece talep etmekle kalınca meseleye dair tartışma hep "Benim türbanlı arkadaşlarım da var ama..." muhabbetiyle dönüp dolaşıp hiçbir yere varmadan seyahat ediyor. Lakin ideolojilerimizin ördüğü riya duvarları sadece kendimizi ait hissettiğimiz özgürlüklere yandaş oluyor. Kapının önünde türbanını çıkartmak zorunda bırakılan kızı gündemimiz o olmadığı müddetçe umursamıyoruz. Bu mağduriyetle hemhal olmamız için o kapıdan herhangi bir nedenle içeri sokulmamamız gerekiyor. Yine "ama"lar başlıyor... Bir yanda türbanın özgür iradeyle ilişkisini sorgulayanlar, özgürlüğü ön planda tuttukları savunmalarında nedense türbanlı öğrencilerin üniversitelerin kamusallığına gölge düşüren turnikelerden özgürce geçememelerini dert edinmiyorlar. Öte yandan konu Türban olunca hamasi özgürlük nutukları atanların anadilde eğitim ve zorunlu din derslerinin kaldırılması taleplerini kulak ardı ediyor olmalarındaki çelişki ayyuka çıkmış durumda.

Zorunlu Din Dersleri

Koşullu özgürlükler kendini gittikçe belirginleştiriyor o sırada. Türbanın üniversite kapılarından geçebilir hale gelmesiyle birlikte bu kez iktidarın samimiyetinin sorgulanması bağlamında haklı olarak diğer talepler belirgin biçimde hesap soruyor. Peki ya zorunlu din dersleri? Madem ibadetin ve inancın özgürlüğü esaslı bir talepler bütününü tartışıyoruz, o halde zorunlu din dersleri ve tarih dersleri ile egemen ideolojinin bağrına bastığı ve Baskın Hoca'nın literatürümüze kazandırdığı "lahasümüt(laik,Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk)" kavramı ne olacak? Her türlü din ile arasına eşit mesafe koyarak inançlarla uğraşmaması gereken devletin Din derslerini kendisinin öğretmesi ne kadar olağan? Peki bu zorunlu din derslerinde neden bütün inanç sistematikleri değil de tek bir inancın buyruğu hakim? Eğer bu bir zorundalık değilse neden Ahtamar'da ayin yapmaya gelen Hristiyanların haç talepleri şiddetle reddedildi? Fener-Balat'ta haç çıkarma ayinleri neden sürekli milliyetçi saldırılara maruz kalıyor? Devletin bir bakanı olan Faruk Çelik neden "Ne derdiniz var din dersiyle, niye kalksın din? Din ile bu salondaki insanların, bu milletin bir problemi yok ki." diyor?

Sunni islam öğretisini dini inancı olarak görmeyenler için zorunlu din dersi zuldür. Burada mesele farklı inançları olanlara onların inancını da müfredata dahil ederek din eğitimi vermek değil, devletin henüz bir irade sahibi olmayan çocukları din kavramını öğrenmek zorunluluğuna tabi tutmasıdır. Baskı ve zorlamaya karşı çocukların yanında duran evrensel hukuk normları bizzat devlet tarafından unutulup çocuklara inançlı olmanın faziletleri anlatılıyor sürekli olarak. Bu zorunluluğun kendisi bile tek başına toplumsal bilinç dahilinde karşı çıkılması gereken bir durumken bir de üstüne egemen inanç sistematiği zorunlu bir ders olarak sunuluyor. Dolayısıyla durumdan şikayeti olanlara kulak vermek yerine bu şikayetleri anormal olarak sunma çabası toplumsal tabanda da yer tutuyor. Bu çaba nedeniyle zorunlu din derslerine karşı çıkmak "din düşmanlığı" yani bu coğrafyada karşılık geldiği haliyle "islam düşmanlığı" olarak algılanıyor. Yine "ama"lar başlıyor...

Bu meselelere çözüm nasıl üretilir, nerden yol tutulur bilmem. 30 yıllık fikir üretmeme alışkanlığı sirayet etmiş bünyeme. Hem öyle üst mantodan atıp tutanların yaptığını yapmayacak kadar kendimdeyim. Ancak bu meselenin çözümünü tartışırken üslubumuzun "ama"larla örülü taraflı özgürlük yaklaşımlarıyla bulandırılmaması gerektiği inancındayım. Dilerim türbanı yüzünden eğitim hakkı kısıtlananlar ile zorla dini eğitime maruz bırakılanlar birbirlerinin özgürlük taleplerini içselleştirebilir yahut hiç olmazsa bu taleplere saygı duymasını öğrenirler. Neticede her iki meselede de çıkmazın en önemli nedeni hegemonik devlet ve siyaset politikalarıdır.

Bugün üniversitenin kapısından içeri girdiğimde bir arkadaşımın başındaki örtüyle içeri girebildiğini görmek soyu sopu alevi olan şahsımı mutlu etmiştir. işte biz asıl şimdi birbirimize karşı yarım yamalak da olsa açığız...Bir de artık kadınlar bu konuyu erkek egemen jargonla tartışmaktan vazgeçseler...

türkiye cumhuriyeti ni bir hukuk devleti sanmak

- yazılı kanunlarınız, hukuk düzeniniz, örümcek ağları gibidir. güçsüzü tutarlar; ancak yerine göre zenginler, soylular ve güçlüler tarafından yırtılıp atılmaktadır.-

solon'un yunan adaleti'nin ve yasalarının ne kadar akla ve mantığa uygun olduğunu ve bu yasaların işleyiş bakımından da işlevsel ve bağımsız bir nitelik taşıdığını söylediği bir tartışma sırasında iskitli filozof anakharsis yukarıdaki cümleyi kurmuş ve tam 26 yüzyıl evvelinden bugün birçoğumuzun farkına dahi varamadığı o tespiti yapmıştır. bu ülkede son yıllarda alabildiğine süren ve duruma göre "saygı gösterilmesi gereken" olarak ilan edilen hukuk düzeni 26 yüzyıl evvelden gelen o tespitin en büyük ispatıdır.

dreyfus davası başladığında kimse dünyayı bu kadar etkileyecek bir haksızlığın mahkeme kararlarıyla onanacağını bilemezdi. dahası hiç kimse hukukun ırkçılığı ve anti-semitizm'i bu kadar ayyuka çıkartabileceğini kestiremezdi. ta ki emile zola bu işe yürekli ve kararlı bir biçimde yaklaşarak 'j'accuse!' yani itham ediyorum diyene kadar. sonrasında kamuoyu ve aydınların emile zola'ya destekleri ile devam eden bu süreç emile zola ve eşinin şüpheli biçimde ölümlerinin ardından da sürmüş ve en azından halkın tepkisinden korkulmasından mütevellit suçsuzluğu artık ortaya çıkan dreyfus önceki cumhurbaşkanı'nın ölümüyle seçilen cumhurbaşkanı tarafından affedilmiş ve ordudaki görevine devam etmişti. bu davanın önemi adaletin egemenlerin ve egemen zihniyetin kontrolü altındaki rolünün açığa iyiden iyiye vurulmasıdır. sonucu ise fransa'nın anti-semitizm'le hesaplaşması ve devletin sağ-sol ideolojiler arasında kendine bir rol biçmesi olarak tezahür etmiştir.

hukuk, normlarını halktan almak yerine hegemonik devlet politikalarından aldığı vakit, gündelik yaşam karşısında darbeci olur. egemen politik düsturu toplumsal dinamiklere sirayet ettirmek biçiminde ortaya çıkan bu hukuk algısı toplumsal bilinci kendi istediği şekle evriltir. egmenin çarkında dönüp duran yasalar ve adalet hiçbir zaman bağımsız ve tarafsız olmamıştır. bunu şöyle özetlemek yeterlidir: `herkes eşittir ama bazıları daha eşittir.
`
türkiye'de dreyfus davasındaki gibi bir kararlılık ortamına haiz olmuş herhangi bir dava yok. olmasını beklemek olası değil. türkiye'de hukuksuzluğu yaratan süreçlerin orta yerinde politika ve siyaset durur. bu politika ve siyaset tutumlarını yönlendiren ise yine resmi ideolojidir. dolayısıyla türkiye'de vuk'u bulan bir haksızlığı gidermek için ve suçluyu cezalandırmak için gerek ve yeter şart suçluya verilecek cezanın resmi ideolojiyle çelişmemesidir. bunu uğur kaymaz davasında yaşamıştık en son. uğur kaymaz ve babasını öldüren polisleri beraat ettiren yargıtay, bu ülkenin yargıtay'ıdır. bir çocuğun ölümü, arkasına resmi ideolojiyi almış 13 yasal mermi ile yapılmışsa elbette suç değildir. halbuki polis memurlarının beraat etmesine olmayan sivil toplumu ile karşı çıkamayan bu toplum ve bu yargı, haliyle çocukları tmk mağduru yaparken de alkışlanan toplum ve yargıdır.

yargının hukuksuzlukları ile devam edelim. resmi ideolojinin yargı ve ulus-devlet'i nasıl bir araya getirdiğini açıkça görmek isteyenlere bir örnek olsun ibret-i alem "ifade özgürlüğü" kararları. baskın oran ve ibrahim kaboğlu 6 yıl evvel azınlık raporu'nu yazdıktan sonra birçok gazeteci tarafından açıkça küfür ve tehdide maruz kalmıştı. bir sürü hakret var ancak sadece birini buraya aktarmak dahi yeterli. hüseyin kocabıyık, baskın oran ve ibrahim kaboğlu için şunları söylemişti: "çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan,kuyruk sallayan kanişler,uyanık geçinen şapşallar,salak,tescilli hain,zavallılar.tc`* * devletimize-milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokanlar." bunu ifade özgürlüğü kapsamında kabul eden ve tescilleyen yargıtay 4. hukuk dairesi baskın oran'ın biragos gazetesiyazarı olduğu veermeni meselesiyle ilgili yazdığını, dolayısıyla kendisinin deifade özgürlüğü`nü kullandığını ve her türlü eleştiriye açık olması gerektiğini söylemişti. onlar için hüseyin kocabıyık'ın ettiği laflar tamamiyle eleştiridir ve baskın oran agos gazetesi'nde ermeni meselesi üzerine yazdığı için bu 'eleştiri'yi haketmiştir.

sadece yargıtay ile kalmıyor elbette. 1971 yılında türkiye işçi partisi'ni kapatan anayasa mahkemesi, hala parti kapatabilmektedir. son örneği dtp'ye kadar onlarca parti kapatma kararı sözkonusudur. gücünü halktan aldığını iddia eden hukuk gücünü halktan alan partileri yok edebilmektedir. anayasa mahkemesi'nin din, dil, etnik köken ve daha bir çok konuda verdiği 'hukuk temelli'(!), evrensel(!) kararları mevcuttur.

bu ülkede çocukları öldürenler polisler olunca susan bir halk ve hukuk zihniyeti elbette resmi ideolojinin ürünüdür. bu ülkede hukuksuzluğu yaratanlar ve sistemin resmiyetiyle ideolojilerinizi gerdan kıra kıra raksederek paçalarınızdan fışkırtanlar, haydi, şappi şappi yandan yandaaannn...

platon'un devlet adlı eserindeki karakteri thrasymakhos'tan size gelsin:

"adalet güçlünün çıkarından başka bir şey değildir."

forsbey

"türklük" duyguları gözümü kör ediyor adeta. t c nin kürtlere uyguladığı asimilasyon politikası başlığında ne yazdığımı belli ki okumamıştır. okusaydı görürdü oraya bakanlar kurulu kararlarını, başbakan ve adalet bakanlarının demeçlerini aktardığımı... çıkıp söylediklerimi yalanlayabilirse ne güzel olurdu lakin yorum yapmadan yazdığım o yazıdan sonra şahsıma orospu çocuğu dediği için çaylaklaşmıştır. istemezdim çaylak olmasını çünkü "fikirlerinizden nefret ediyorum ama onları savunmanız için ölmeye hazırım." diyebiliyorum. desin.

kendisine tavsiyem öyle açık adres ver dayılığından caymasıdır zira biz çok dayı bildik de klavye vatanseverliği çelişkili bir mevzu. yersen yemek yemezsen mercimek!

ha evet, bunca söylediğim lafa rağmen korkmadığımı bilmesi için birgün'e de radikal'e de yazı yazdığımı ve o yazıları o gazetelerin başlıklarında paylaştığımı yani ismimi cismimi hatta okulumu da oradan öğrenebileceğini de söylemiş olayım. tanışmak isteyene açığım. hatta kız varsa msn versin...

tc nin kürtlere uyguladığı asimilasyon politikası

"kürtler dağ türk'üdür" sloganıyla kol kola gider. kart kurt filan diyorsunuz ya devlet kurumlarıyla, o işte.

forsbey

bize insanları sev dedilerdi. eline beline diline sahip ol, incinsen de incitme dedilerdi. lakin bu yazarın şahsıma savurduğu küfürler nedeniyle onun gibi yapmak yerine kendisine 2 özlü sözle sesleniyorum;

"öyle horozlar vardır ki sırf onlar ötüyor diye güneşin doğduğunu zannederler."

bir de

"insana dair her şey kabulüm şu hümanistler hariç"

tc nin kürtlere uyguladığı asimilasyon politikası

şu dünyada hiçbir ırka aidiyet hissetmiyorum ve bir ırka mensup olmamanın ırkçı politikaların gölgesinde eritilmeye çalışılan kültürlere, ırksal niteliklere karşı çıkmamakla özdeşleşmediğini de bilirim.

faşizme gönülden bağlı her devlet, tek tip insan yaratmak ister. bunu milliyetçilik kavramı ile politikalaştırır ve alt politikalarla bu tek tip bireyi yaratmaya çalışır. çünkü milliyetçilik devlet ve egemen kültürün evliliğinin sonucudur. devlet kavramına yüklenmiş sonsuz güç ile asırlara yayılmış başat kültürü sürekli övmek ve bu unsurları olgusal olarak halk nezdinde kutsallaştırmak öncelikli politikadır. tek tip insan olmadığı vakit özellikle faşizmin kolayca tarafında yer alabildiği ulus-devlet algısı çatırtılara sürükleniyor. bu çatırtılar ekseninde kimi kanlı uygulamalar tarihsel süreç içinde gerçekleştiriliyor ve egemen tarih diskuru yaratılmak istenen algıyı, katliamları kabul etmeyerek ve onları devlet ve millet çıkarlarını korumak adına gerçekleştirdiği kimi masum politikalar olarak sunmaktadır.

tarihteki ilk asimilasyon politikası asur imparatorluğu tarafından gerçekleştirilmiştir. asuriler, halkların bir kısmını sürgün etmekle kalmıyor, onları egemen kültür içinde eriterek bir nevi etnik ve sınıfsal çelişkilerden arındırıp tek tip insan yaratmayı hedefliyorlardı. bunun daha da ileri götürülmüşünü büyük iskender gerçekleştirmiştir. büyük iskender iran seferi sırasında botan bölgesi'nde 20 bin askerini burada yaşayan genç kızlarla zifafa sokmuştur.

asimilasyon yahut farklı kültürleri topyekün yok etme derdine düşmüş devletler farklı politikalar bulmakta zorlanmamışlardır. farklı etnik gruplar hakkında düzinelerce raporlar hazırlayıp bu raporları devletin çeşitli aktörleriyle tartışıp sonrasında gizli onaylar ile politika haline getirmişlerdir. örneğin dersim ile ilgili hazırlanan raporları sıralayayım:

1. dersim valisi arif paşa'nın raporu(1841)
2.müşir şakir ve zeki paşalar ile serasker rıza paşa'nın raporu(1896)
3.mutasarıf arif bey'in raporu(28 ekim 1903-1906)
4. dersim mutasarıfı celal bey'in raporu(1903-1906)
5. müfettiş hamdi bey'in raporu(1926)
6. diyarbakır valisi cemal bardakçı'nın raporu
7. umum müfettişi ibrahim tali'nin raporu(1928)
8. genelkurmay başkanı fevzi çakmak'ın raporu
9. halis paşa'nın raporu(1930)
10. içişleri bakanı şükrü kaya'nın raporu(1931)

bütün bu raporların ortak noktası politikalar değişse de aynıdır: sürgün ve/veya türkleştirmek

örneğin 1896 yılında hazırlanan raporda bugün de dersim'de en büyük problem haline gelen barajlar meselesi gündeme "blok havuzlar" olarak getiriliyor. bu blok havuzlar özellikle aşiretlerin yerleştiği yerlere yapılarak aşiretlerin burdan göç etmesi amaçlanıyor. göç edenleri ise uygun bir biçimde yerleştirerek biraradalıkları engelleniyor. daha sonra fevzi çakmak'ın hazırladığı rapor ise meselenin asıl boyutunu gösteriyor:

"dersim evvela koloni(sömürge) gibi nazarı itibara alınmalı. türk camiası içinde kürtlük eritilmeli, ondan sonra da tedricen öz türk hukukuna mazhar kılınmalıdır."

devletin kendini bu farklı etnik gruplara nasıl da keybetli ve güçlü gösterdiğini katliam başlangıcında dersim'e atılan şu bildiriden okuyalım:

"her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. dediklerimizi yapmazsanız cumhuriyetin kahredici orduları tarafından kahredileceksiniz. cumhuriyet hükümetinin bu son şefkat merhametini bildiren bu bildirisini 24 saat çoluk ve çocuğunuzla beraber okuyun - düşünün ve çabuk karar verin. yoksa hiç istemediğimiz halde sizi mahvedecek kuvvetler harekete geçeceklerdir. devlete itaat gerekir." (kaynak: türkiye cumhuriyetinde ayaklanmalar)

aslında dersim bilinen mevzu. çok fazla kaşınmamış ama kaşınması gereken bir diğer mevzu 33 kurşun katliamı mevzusu. mevzuyu burada güzelce anlatmış avni özgürel, okuyunuz:

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=116496

sonrasında ne olmuş? mustafa muğlalı hapse atılmış, diğer bir deyişle üzerine isnad edilen suçlardan 1949 yılında idamına karar verilmiş ancak yargıtay tarafından ceza indirilerek 20 yıl hüküm giymiş ve muğlalı 2 yıl sonra hapiste ölmüştür. peki bunun asimilasyonla ne alakası var? savunmasında "kürtlere ilişkin davranışları normal kurallar altında çözmek imkansızdır" diyen mustafa muğlalı'nın adı van'ın özalp ilçesi'ndeki jandarma sınır taburuna verildi. devlet, katliamın yapıldığı yere, katliamı yaptığı için ceza alan paşasının adını veriyor. devleti şefkat lutfeden bir yapı olarak algılayan bu sözlüğün güzel milliyetçi yoldaşlarıma 33 köylünün akrabası olsalardı bu durum karşısında ne yapacaklarını sormak istiyorum. dahası 1980-1984 yılları arasında diyarbakır cezaevi'nde kürtlere sistematik işkence uygulayan esat oktay yıldıran'ın heykeli neden fatih'te bir parkta duruyor sizce?

devlet sürekli olarak diyor ki, "biz pkk'yi 5 kez bitirdik ama hep yeniden üretti kendisini." bundan daha kallavi sözler de duyduk ama ordugahlarımız mezun olunca ordudan, hemen kariyer derdine düşüp strateji uzmanı kesiliveriyorlar. televizyon programlarında arz-ı endam eyliyorlar. haliyle yurdum insanı bu strateji uzmanlarını demokratik bir takım önerilerde bulunur sanrısıyla izliyor. ancak zihniyet üniformadan azade olduktan sonra da değişmiyor. tek çözüm öldürmek, daha çok türklük vurgusu yapmak, kürtler ve türkler arasındaki her türlü gerginlikten sonra yüksek seviyeden "milletçe birlik ve beraberliğe en ihtiyaç duyduğumuz şu günler" demeçleri rütbeli rütbesiz savruluyor. kimse canan saldık'ı, ceylan önkol'u, serap eser'i ve uğur kaymaz'ı umursamıyor. hatta uğur kaymaz'ı öldürenleri beraat ettiriyor. sonra tutturuyorsunuz, "türklere verilen hakların aynısı kürtlere de veriliyor" diye. bu memlekette türk olmayanların hangi hakları olduğunu cumhuriyet döneminde adalet bakanlığı yapan mahmud esad bozkurt bakanlığı sırasında halka meydanlardan söylüyor:

"saf türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı: dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler."(19 eylül 1930, milliyet gazetesi)

devletin 1993-1994 yılları arasındaki köy boşaltma rakamları şöyle:

toplam 905 köy, 2523 mezra toplamda 3428 yerleşim birimi boşaltılıyor. devlet, pkk'nin kendini yeniden üretmesi olarak tabirlediği mevzunun bel kemiğinin bu rakamlarda saklı olduğundan habersiz. köyleri boşaltıp yakmak aynı zamanda devletin kendisini yöreden ve yöre halkından tecrit etmesi anlamına da geliyordu. bu çok önemli bir ayrıntı.

hala pembe gözlüklerle karşıt savaş çığlıkları atmak yerine yıldırım türker'in dediğiyle nokta koyuyorum:

"öncelikle devletin kendi savunma refleksini bilemekten önce özür dilemeyi öğrenmesi şarttır.
bana düşen, bunu hatırlatmaktır. ezilenin hırçınlığı karşısında milli bir tahammülsüzlük yangınını körüklemek hiçbir özgürlükçü, demokrat, barış sever insanın tavrı olamaz."

kürt ün bu ülkede cumhurbaşkanı olması

muhsin kızılkaya ne demiş:

"kürtlerin bu ülkede her şey olabildikleri tezine gelince: evet kürtler bu ülkede her şey olabiliyor, overlokçu da, milletvekili de, bakan da, başbakan da, cumhurbaşkanı da, ara ütücü de, son ütücü de... bir tek kürt olamıyorlar. kürt oldukları zaman da, hiçbir şey olamıyorlar!..."

ahanda mesele budur...

ogün samast ın çocuk mahkemesinde yargılanması

bazı insanlar vardır, onlar hep genelin gördüğünü değil de "sır" ve "giz" olanı görürler. bu onların her zamanki görev ve işlev tanımlarıdır. günün mahut zamanlarında akil adam rolüyle temsillerler tiradlarını. o tiradlar uğruna genele göre bariz olanın aksini söylemek düsturu bambaşka bir şiardır onlar için. o yüzden onlar devletin katili çocuk ilan etmesini, bu yolla katil olana az bir ceza kesmesini, azıcık cezaya razı gelen bir katilin de mevzunun ardındaki gölgesi ağır adamları satmayacağını söylemiş olmamızı fırsat bilip "çocuğa ceza kesmelerini istiyorsunuz. siz taş atan çocuklar yasası'nı istemiştiniz oysa!" diye diye geriniyorlar.

biz çocukları öldürenlerden hesap sorsunlar dedik, onlar çocukları hapse attılar. haliyle uğur kaymaz'ın öldürücüleri ve devlet aklı iftihar ede ede ve çomak sokarcasına gözümüze beraat etti. ülkenin yargıtay'ı var, evet! 23 nisan'da yurdun dört bir yanı(!)nda her nasılsa bayram coşkuyla(!) kutlanıyorken dipçiklenen o çocukların görüntülerini izleyeli ve unutalı sanki bir asır oldu. ama işte ogün samast olunca mevzu, "arkadaki eli koruyorsunuz" diye diye mevzunun ardındaki gerçeği(!) bizim gibi heyecanlı değil de sebat ederek gören o akil adamlar piyasaya çıkıyor ve cepkenlerinin cebindeki saklı gizli gerçek tasavvurlarını derdest ediyorlar. biz de o an anlıyoruz ki aslında meselede suçlu olan ne ogün samast ne de ardındaki o gün gibi ortada ama her nasılsa "karanlık el" olan o el değil. suçlu biziz.

biz tmk mağduru çocuklar'ın yargılanmasındaki karanlık el'i de biliyoruz, siz o sıra karanlık düşlerdeydiniz. paşanız ve başbakanınız iyi çocukları tanıtıyorlardı "tanırım iyi çocuktur" ritüelleriyle.

neyse ki siz varsınız, siz, akil adamlar. kalp gözleriniz ve güzel yüreğinizle olayların ardındaki sırra vakıf oluyorsunuz. neyse ki siz varsınız, neyse ki siz...

güneydoğu dan öyküler önce vatan

daha önceki örneklerine göre "soft" olmasından mıdır bilinmez, söyledikleri daha bir itibar edilmiş olur. lakin mahsun kırmızıgül'ün "sen ölünce şehit, ben ölünce terörist olacam" muhabbeti bile daha oturgaçlıdır. putlara biat mümkün mertebe şiarımızdır.

dağ taş "önce vatan" yazıyordu mesela bizim orada. doğu anadolu'dan bahsediyorum, dersim'den. taş üstünde taş komazlardı ya nedense tek sabit kalan taşlar "önce vatan" yazısındaki onlarca bembeyaz taştı ama mesela geceleri kurşunların gökyüzündeki dansını seyretmek de güzeldi çocukluğumdan bakınca. tunceli-elazığ il sınırı'ndan girene kadar pek sıkıntı yoktu elbette ama sınırdan sonra dağlar taşlar uçan kuşlar martılar filan "önce vatan"dı. her yerde ya "önce vatan" yada "ne mutlu türk'üm diyene". diyen mutludur elbette "önce vatan"ında. sonra sonra devlet baba espiriler yapmayı da öğrendi. bu kez sınırdan girer girmez her tepenin başındaki tankları, akrepleri filan görmeniz sıradandı haliyle, tabi "önce vatan"lar filan gırla. il merkezine kadar yol boyunca askerler, silahlar sonra taşlarla yazılmış koca koca vatan-millet-sakarya'lar yahut silistreler sonra yine askerler, silahlar ve en son il merkezi girişinde "gülümseyin, tunceli'de güvendesiniz" tabelası. biz de devlet baba'nın bu şen şakrak espiritüel haletiruhiyesinden kelli dörtayak gülerdik. kimliklerimiz yüzünden yarım saat beklemek de onurumuza dokunmazdı, hala dokunmaz. doğum yerimizi devlet baba görmeyince vallaha da unutuyorduk doğum yerimizi ama doğumdan kalma lekeler hep var tabi.

esentepe'deki bir tim noktasının birazcık aşağısında otururduk ve tim noktasıyla evimiz arasında tepeye 90 metrelik bir kuş uçuşu çıkışı yapabilirsiniz. mesafe takriben böyleydi de bu mesafenin bir yerinde o bembeyaz taşlardan yazılmış yazıyı okuyup dururduk heceleye heceleye;

"önce vatan..."

peki ya sonra?

sonrasını sormadık kendi içsesimizden başka kimseye. ama rahat durduk çünkü devlet baba adını yazmıştı dağlara taşlara. şimdilerde gazetelerin sizlere bağırdığı yalanları biz o vakitler harbi harbi görüyorduk. önceki gece "yeşil öldü" diyorlardı, sonraki gün biz yeşil namıyla mağrur adamı yol aşağı inerken görüyorduk. böyle zamanlarda öleni öldüreni sormak sevap değildir. sormak şüphe etmektir, şüphe etmek güvenmemektir. güvenmemek zamanla araştırmaktır, araştırmak zamanla karşı çıkmaktır ve karşı çıkmak "önce vatan"ı yok saymaktır...sonra gazeteler bas bas bağırır; "x köyü teröristlerce basıldı..."

köyümüzü devlet korurken(!) her nasılsa toplu halde yakılıyordu evler? yakanları da görmedik tabi ki değil mi? hem görsek n'olurdu ki, şahitliğimiz sayılır mıydı? "örgüt baskısı altında yalancı şahitlik kem küm vesaire falan filan feşmekan..."

böyle dizileri izleyin koçyiğitler. böyle dizileri izleyin ki o dağlarda hep baki kalsın "önce vatan"lar... asit çukurlarında, toprak diplerinde mezarsız yatanlar...