bugün

entry'ler (48)

337 inci dönem askere gidecek sözlük yazarları

337. dönem yedek subay sınavına hasbel kader ilk gün girebilmiş, kerhen de olsa artık tsk'nın bir metası olarak bugün ve yarın sınava girecek olan tertiplerime bazı tavsiyelerde bulunacağım, dolayısıyla içerisinde bulunduğum grubun ta kendisidir.

ekşi sözlükte birkaç gün öncesinden sınava girmek için minimum bekleme süresi ya da kuyruk teorisi miydi neydi o, işte o konuda edindiğim bilgiler eşliğinde iki strateji belirlemiştim. ilki; 1. gün saat 16.00 da gidip kuyruğa takılmadan bir sonraki gün için sıra numarası almak ve belirtilen satte girip -ki muhtemelen öğle saatleri olacaktı, işlerimi halletmekti. ikinci planım ise son gün öğleden sonra gidip koloni içerisine dahil olup artık allah ne verdiyse kaderime razı olmaktı. lakin bir oldu bitti ile ilk gün son pakette kendime yer bulabildim.

dün saat 16.00 da tuzla piyade okulu önünde isim yazma masası önünde hazır ve nazırdım sonraki gün için. onlarca asker adayı ve babaları, eşi dostu etrafta uykusuz gözler, solgun bakışlarla gelip geçenleri süzüyordu. sıra, kuyruk her ne derseniz diyin 0'dı.(yazıyla sıfır) sonraki gün için sıra numarası sordum, akşam 19.00 itibarı ile verileceği söylendi, fakat eğer gün içerisinde işlerini halletmek istiyorsan sıra almadan içeride 100'lük pakedin tamamlanmasını bekleyen gruba dahil olabileceğim salık verildi. ilkin tercih etmedim ve beklemeye koyuldum. şöyle bi' etrafımı süzdüm ve gözüme kestirdiğim birkaç kişiyle konuşmaya başladım. içlerinde gece 01.00 de sıraya girmiş ve sabah ilk gruplardan olabilmek için orada araba içinde konaklamış olanlar vardı. diğer yanda sabah 06.00 da sıraya girmiş ve anca öğlen 13.00 de içeri girebilmiş olanlar vardı. hepsi de ağız birliği yapmış gibi beni içeri girmem için ikna etmeye başladı. çünkü yarın için numara almayı bekleseydim aynı işleri yapacaktım yine ve ortalama 6 saatim içeride geçecekti her halükarda. değişen tek şey içeride bulunacağım saatlerdi. dolayısıyla bir anda karar değiştirdim ve saat 16:20 gibi içeri daldım.

bir ara not: sınava ilk gün sabah giren bir kişinin ekşi'de verdiği sıra alma kuyruğu durumun vehametini anlatıyor aslında..
[görsel sıra alma kuyruğu]

girdiğimde bir grup kaderdaş beşerli sıra içerisinde gözler dışarıdan geleceklere dikilmiş acz ve fakr içerisinde bekleşiyordu. amaç 100 kişiyi tamamlayıp paket olmak ve derhal hareket etmekti. ben girdiğimde 70. kişiydim. şanslıydım zira saatler ilerledikçe içeri giren sayısı azalıyor ve belli bir süreden sonra yarın için geri dönderiliyordu. işte bulunduğum paket yani 47. paket son paketti ve 100'e tamamlanması beklenmeden saat 16:40'ta 77 kişilik paket halinde harekete geçtik. (benden önce yaklaşık 4500 kişi girmiş, düşünün)

hareket dememe bakmayın zira yaptığımız tek şey elimizde sarı zarflar başka bir sıraya nakil olmaktı. 100 mt ileride bir binadan içeri girmek için bekleyen yaklaşık 300 kişilik bir grubun yanına transfer edildik. bu kişiler bizden önceki 44,45 ve 46. paketlerdi ve yavaş yavaş içeri alınıyorlardı. yanlarına kanalize olduk ve ellerimize tebliğ-tebellüğ kağıtları doldurmamız için tutuşturuldu başka bir sarı zarf eşliğinde. aldık, fakat doldurup, bilgisayara işlenmesi için içeri girmemiz gerekiyordu, dolayısıyla bu önümüzdeki 300 kişinin seri hareket etmesi lazımdı. ettiler, sorun çıkmadan 30 dk içinde içeri girdik. belirtilen yerleri ve sınava gireceğimiz optik formdaki tabip albayın ismini doldurduktan sonra belge kayıt için bilgisayar sırası, kontrolü için de ayrı bir sıra bekledik. kontrol işlemlerinde asal şubesinden alınan sevk evraklarından, diploma fotokopisine ve diğer kağıtlara kadar hepsinin muntazam gözden geçirilmesi söz konusuydu. zira diploma fotokopilerinin birinin arkasına atılan imzanın yanında damgası eksikse sizi grup komutanına yönlendiriyorlar ve eksik damga için bir asker eşliğinde içeri gidip biryerlerden yetkili damgası attırıyorsunuz. bu da ekstra bir işlem ve başıma geldi. asal'daki memur diploma fotokopilerimin biri ardına damga vurmamış. bunun için, onca sırayı tekrar beklemek zorunda kaldım hata telafi edildikten sonra.

bütün bu işlemler halledildikten sonra ise artık bazı belgeler teslim edilecek ve karşılığında asker aday numarası alınacaktı. bu numara yakaya iğne ile tutturulacak ve artık sizin bundan sonraki işlemlerinizde kimlik numaranız olacaktı. aldık numaramızı ve sonraki adım için beklemeye koyulduk.

bu arada tabip kontrolünden geçirildik. kontrol dememe bakmayın, günde yaklaşık 5000 kişinin sınava girdiği bir yerde herkese tek tek bakılmıyor bittabi. 100'erlik paketlere yüksek bir yerden "içinizde ... olan/geçiren vs var mı" diye bir höykürüş ve akabinde sükut. hee, bizim grupta belirtilen kriterlere uyan bi' kişi vardı. son 1 sene içerisinde askeri hastanede bilmem ne olmuş ve raporu da yanındaymış. onu sıradan ayırıp raporunu inceledi, bizlere ise muayene edildi imzası atıp postaladı.

sınav öncesi son işlem olarak belgeler derlenip, bir kısmı toparlandıktan sonra bize taa saatler öncesinden verilen sarı zarf içerisine konup bantlandı ve içlerinden bir tamesi "izin kağıdı"* adıyla ceplerimize konması aadıyla verildi.* * *
bu aşamadan sonra artık sınav için teorik olarak hazırdık. fakat gerek saatin epey ilerlemesi gerekse sadece içerideki 4 saatlik bekleme sonrası bedensel yorgunluk bunu yalanlıyordu. sınav için gideceğimiz yerde bizden öncekilerin henüz çıkmamış olması dolayısıyla bir süre de onları bekledik ve nihayet sınava girdik. sınava son grup olarak saat 20:30 da girdik ve 25 türkçe, 25 matematik adı ile fakat içinde türkçe ile de matematik ile de alakası olmayan bazı sorularla birlikte toplam 50 soru ile karşılaştık. soruların üstüne çözüm yasaktı, zira o kağıtların her birini benden önce ve sonra kaç kişinin çözdüğü/çözeceği bir bilinmezdi. dağıtılan yarım sayfalık boş kağıda çözüme izin vardı. ee, bir yerde sınav olur da "bu sene soruları tübitak hazırlıyormuş olm" esprisi yapılmaz mı.. o saatte moraller deniz seviyesine inmiş, makus bakışlar eşliğinde bu espri de yapıldı. neyse, içlerinde mantık hatası olan sorular da vardı, işlemsel hata olanlar da. takılmadım onlara, zira sınavın pek de bir önemi yoktu. asker her şeyden önce bölüme ve ihtiyaca bakıyordu yedek subay alırken. ben de bunun getirdiği rahatlık ile yarı ciddi yaptım sınavı ve saatin dolmasını beklemeye koyuldum.

saatler 21:30 u gösterdiğinde sınav da bitmişti. içeri girdiğimiz sıra gibi çıkışımız da aynı sıraya göre oldu. çktık ve beklemeye koyulduk umarsızca bir bina önüne uygun adım götürüldükten sonra. orada yine bizden önceki 2 ya da 3 paketin bekleştiğini gördük. sanırım optik formlarda belirtilen alanlar dışında işaretleme yapanlar tek tek çağırtılıyordu ve içeri girip birkaç dakika sonra çıkıyordu. bizden önceki paketlerde birkaç kişi bu şekilde girdi-çıktı. neyse ki bizimkilerde bu sorun yaşanmadı ve saatler 22:20 gibi piyade okulunu terk etmeye koyulduk. üstelik ilk ve tek olarak sırasız bir şekilde (sanırım bundan önceki bütün işlemlerde herşeyin sırayla yapıldığını ve sıradan ayrılan bir kişinin tüm paketi zan altında bıraktığını ve o kişinin bulunmaması durumunda bütün paketin beklediğini yazmama gerek yok. bizim grupta da 34439 numaralı birisi kaybolmuştu. hepimiz hep bir ağızdan "39 nerdesin amk" deyu söylendik bir süre mesela..)

girdiğimiz sınavda arkamda oturan bir arkadaşın sırası üzerinde yazan bir not çok manidardı:
"335. dönemden 337. döneme selamlar... bugün insan olduğundan utanacaksın"

dışarı çıktığımda aslında ne kadar şanslı olduğumu hissettim, zira 6 satte, (16:20 ~ 22:20) üstelik dışarıda sıra almak için beklemeden ilk gün bütün işlemlerimi halletmiş eve koyuluyordum. üstelik eve dönüş için tren, otobüs dahi beklemek zorunda kalmamam cabasıydı. sağ olsun orada tanıştığım bir kaderdaşım araba ile gelmiş. beni de bıraktı ta eve kadar. hararetli de muhabbet ettik o halde.

ve'l hasıl kelam, yavaş ama hızlı, sıkıcı ama eğlenceli bir gündü dün benim için. en güzeli de 1 günlük de olsa tanıştığım onca arkadaş. ne demiş emre aydın?
belki birgün özlersin başka adamlarla başka şehirlerde...

ve şimdi ben, meramımı anlatmış olmanın ve benden sonra tuzla'da sınava girecek olanlara tavsiyeler kısmında naçizane şunları söyleyebilirim:

- hangi gün giderseniz gidin, sabah saatlerinde her şekilde sıra almak için çok bekleyeceksiniz. iyisi mi benim gibi saat 15:00 sonrası gidin ve direkt olarak girin içeri.

- kesinlikle yumuşak tabanlı ayakkabı giyin zira minimum ayakta bekleme süresi 4 saat. ben yerde asfalta, kaldırıma otururum diyorsanız bilemem. giyim kuşamınız da ona göre olsun. bu sene yine şanslıydık zira aralık ayında 20 dereceleri gördük. aksi takdirde dışarıda saatlerce beklemeden ötürü donmak ve askerlik öncesi hasta olmak vardı.

- saça sakala dikkat etmediler bizim pakette. çok da abarmayın ama. kabaca kirli sakala ve omzu geçmeyen saça cevaz var.

- kuyrukların herhangi birine kaynak yapmayı düşlüyorsanız içeri girdiğinizden sonraki ikinci sıra kuyruğu bunu yapabileceğiniz yegane yerdir. yani işlemler başlamadan hemen önceki sıra kuyruğu.

- daima müsterih olun, zira her halükarda sizden kötü durumda olan onlarca insan var. mesela bizim pakette sakarya ve kocaeli'nden sabahın köründe oraya varmış olanlar vardı. 1 günü beklemekle geçmiş, üstelik istanbul içinde kalacak yerleri de yokmuş..

- ve en önemlisi acemi birliğinde bu günleri mumla arayacağınızı unutmayın...

şafak doğan güneş demek umutlarıyla...

25 inci kare

son vodafone numara taşıma reklamında kullanılmıştır. reklamda flash ile anime edilmiş sayılar ortada duran yuvarlak vodafone halkası etrafında toplanıyordu. böylece numarasını vodafone'a taşıyan bazı şanslı/seçilmiş insanlar vodafone'a geçerek imtiyazlardan yararlanacaktı reklama göre.

analoji ise şudur: efem, şimdi hareketli spermlerden sadece seçilmiş olanlar yumurtaya tutunur ve döllenme gerçekleşir. işte bu ortadaki vodafone halkası yumurtayı sembolize etmekte, etrafına yaklaştıkça çarpıp yapışanlar ise şanslı spermler, yani şanslı numaralardır.
görsel

(bkz: 25 inci kare/#9483339)

burada seçilen konunun neden cinsel çağrışımlar içermesi gerektiğine değinmiştim. vodafone da bunu başarmışa benziyor. en azından benim gözümden kaçmadı ya da fazla septikleştim yine..

diğer bir ihtimal ise vodafone halkasına yapışan numaraların "halkayı si*in" demek istemesi...

türk millityetçiliği ve kürt milliyetçiliği

ne biri diğerini yaratmış, ne de birbirlerinin aynısı olmuş iki farklı kavram. hatta bazı sergerdelerin dediği gibi "aynı bokun laciverdi" sözü inanın ki ulus milliyetçiliği ile bağlantısız absürt bir fikir kırıntısından öte değil.

kökenlere inmekte fayda var. milliyetçilik kavim kavramının tarihte ortaya çıktığı ilk zamanlardan beri vardır. her kavim, kabile, devlet halkının milli şuur ve bütünlük altında refah içinde yaşayışını garantilemek için milliyetçi şuur geliştirmiştir ve bu da fransız ihtilali sonrası oluşan ulus devlet yapılanması ile farklı bir boyut kazanmıştır. malum, modern anlamda, yani fransız ihtilali sonrası şekillenen ulus-devlet kavramı temelinde de bazı dinamikler getirmiştir. parçalanan imparatorluklar yerine kurulan ulus devlet yapılanmasındaki milliyetçilik algısı da zaten literatürde "modern milliyetçilik" diye geçer.

milliyetçilik tarifi aslında özünde son derece nettir. fakat en nihayetinde ulusçu-toplumcu bir yapılanma güdüsünde ve fakat enternasyonelleşme karşıtı olduğu için bu kesim tarafında kavram olarak da milliyetçilik kaypaklaştırılmaya başlanmıştır. işte bu kaypaklaştırma, milliyetçiliği bir etnik kimlik milliyetçiliğine indirgeyip kısır döngüye hapsederken, özündeki şuur ve bilinci yitirmiş karşı karşıya getirilen halklar safhasına hazırlamaktadır. şunu kabul ediyorum; ulus devlet yönetmek -hele ki türkiye gibi stratejik bir öneme haiz bir bölgede, çok zordur. dünyada tek bir etnik kimlikten gelen çok az ulus vardır ve bu uluslar da bir perspektiften bakınca zaten özünde milliyetçi bir yapıdadır. fakat türkiye gibi farklı etnisitelerden oluşan ulus devletlerde milliyetçilik algısı anayasanın 66. maddesi içerisinde son derece net olarak ifade edilmiştir. "türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes türktür."

türk milliyetçiliği osmanlı'nın hasta adam dönemlerinde parçalanmakta olan devlet-i aliye'nin küllerinden yeni bir devlet kurma fikriyatına sahip kişiler tarafından doktrine edilmiştir. fakat ortaya çıkışı macaristan topraklarına, yayılması ise çarlık baskısında ezilen tatar türklerine dayanır. ziya gökalp, yusuf akçura, ismail gaspıralı gibi türkçü düşünürler ilk nesil türk milliyetçilerinden olup osmanlı'nın hanedan ve çok uluslu yapısına istinaden şekillendirmişlerdir ideolojilerini. balkanlardaki sırp, yunan ve romenlerin ayrılıkçı ayaklanmalarından alınan ders sonucu, türk milliyetçiliği birleştirici bir özellik ile ilk nesil türkçüler tarafından kültür milliyetçiliğine oturtulmuştur. dolayısıyla türk milliyetçiliğinin ve bunun pratikteki en büyük uygulayıcısı olan atatürk'ün düşüncelerinin tözü kültür milliyetçiliğidir.

bir alıntı yapmakta fayda var:
--alıntı--
Türk milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. ister Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve denilebilir. Bunun yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye'de gerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azamî ölçüde yararlanmasını istemek, meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamakta Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. Millet tarifini ele almakta Türk milliyetçiliğini belirlemek için yarar vardır.

Bugün Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir tarih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı tarih şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir
--alıntı--
kaynak: dokuz ışık doktrini

bugünkü türk milliyetçiliğinin kaçta kaçında kültür milliyetçiliği düşüncesi hakimdir, bir muamma. fakat değişen türk milliyetçiliği algısını oluşturan faktör elbette ki dönemin şartlarıdır. (bkz: değişen şartlar sonucu milliyetçi olmak)

hepsinden öte, türk milliyetçiliğini siyasal ve ekonomik bağımsızlık eksenine oturtmak da ulus kavramı kadar önemlidir.
--alıntı--
Türkiye'nin ekonomik ve siyasi yönden bağımsızlığı sorununa duyarsızlık göstererek milliyetçilik yapılmaz. Milliyetçilik tantana değildir. Sadece sınırlarımız, bayrak ve toprak da değildir. Ekonomik bağımsızlıktır. Küresel sermaye ve emperyalist devletlerin yarı sömürgesi durumuna düşmekten rahatsız olmayanların milliyetçiliği mi olur?
--alıntı--
kaynak: hepar, siyasal ve toplumsal ilkelerimiz

gelelim kürt milliyetçiliğine...
kürt milliyetçiliği zilyon tane ulus devlet yaratmak isteyen avrupa'nın bir diğer kurbanıdır. temelinde basit argümanlar dışına çıkamamış, ana dil gibi kültürel öğelere indirgenmeye çalışılmış etnik fırsat eşitsizliğinin(!) sanki bir kürt ulus devlet kurulunca çözülecekmiş gibi yansıtılan şeklidir. zira kürtçe diye amiyane tabir ettiğimiz diller de kendi arasında onlarca farklı ağızlara ayrılır.(kürtçe bir dil değil, ağızdır diyenler de var, fazla bilgim yok bu konuda, alınmasınlar)
bir emperyal gücün kucağında kurulacak ulus devletin gideceği nokta iki türlüdür.
biri tam bağımsız ve kökten milliyetçi ulus devlet, diğeri ise tam sömürge durumundaki uşak ulus devlet.
yani tartışma yine siyasal bağımsızlıktan sonra ekonomik bağımsızlıkta kilitleniyor.

eğer kürt milliyetçiliği, beraberinde kurulacak bir kürdistan'ı getirecekse -ki bu güdümdekilerin en önemli özelliği yaptıklarını kürt milliyetçiliği değil demokrasinin gereği addediyorlar- muhtemel akıbet tam sömürge uşak ulus devlet olmasıdır. bugün yapılan kürt milliyetçiliğine, lenin'e ithafen ezilen ulus milliyetçiliği yakıştırması, emperyal güçler kucağında kurulacak kürdistan ütopyasıyla çelişmektedir. hatt-ı zatında ezilen bir kürt ulusu, hatta kürt ulusu diye birşey yoktur. kürtleri ulus olarak addetmek ki kürtçülerin nihai amacı budur; bölücülüktür.

öyle bir geçer zaman ki

bu dizi hakkında büyük bir yanılgı var. öncelikle bunu düzelteyim, ardından dizi eleştirisine geçeceğim.

malum, dizi 1967-69 yılları arasını anlatıyor. şimdilik tabi. osman büyüyüp zaman öyle bir geçene kadar yani. nereden mi anlıyoruz, altıncı filo efendim. türkiye ziyareti o döneme tekabül ediyordu. hatta tahminlerim dizinin şu an 1968 yılında olduğu yönünde. abd askerlerinin beyoğlu'ndaki eğlence klüplerinden çıkışta üzerine üniversite gençliğince kırmızı boya dökülüp, "go home yankee" yazmaları 1968 yılına aittir. neyse başlayalım hakkındaki şu yanılgıya:

1) dizi 60'lı yılların sonunu anlattığına göre o dönemki sağ-sol savaşındaki sağ cenah ülkücüler değil, milli türk talebe birliği kanadıdır. aralarındaki farkları bilmeden burada atıp tutan, türkiye'deki sağ militanların sadece ülkücler olduğunu sanan embesiller komik duruma düşüyorlar açıkçası. ülkücülük, bir pragmatik ideoloji olarak 1969 olaylı adana kongresi sonrasında türkeş tarafından doktrine edilmiştir. lider-doktrin-teşkilat da denen bu kavramın sokak gücü halinde sağ sol çatışmasında mttb safları ile birleşmesi ya da yerine ikame etmesi ise 70'li yılların başına rastlar. yani o tarihte ülkücü gençlik diye birşey yoktu. dizideki sağcılar mttb'nin fakülte yapılanmasıdır ki bu yapılanma necip fazıl kısakürek ideolojisinin devamı yani islamcı-şarkçı bir yapıdır. burada "faşist ülkücüler yine devrimcilere saldırdı" tarzında yazılar okuyunca gülüyorum. harbiden ulan hadi tarihten haberiniz yok, bari dizideki sağcıların bıyıklarına bakın lan. badem bıyık mı, hilal bıyık mı aq.

2) sanırım ilk bölümde kantinde bir çatışma yaşanmıştı. badem bıyıklılar zorla devrimci cücüklere 1 lira karşılığında dergi satıyordu. o sahnedeki derginin ismi eğer büyük doğu ise -kaçırmıştım o sahneyi, şimdi aratmaya da üşeniyorum- bu kesim kesinlikle mttb'dir. aslında alışkındır ülkücü gençlik bu şekilde itham edilmeye. sivas olayında da ülkücülerin parmağı olduğu hala söylenir, lakin orada da mttb ve alperen kışkırtması vardır.

3) esasında dizi içerisinde de hatalar var dönemi anlatırken. misal son bölümde hakan karakterinin sicilini öğrenen sağ kanadın lideri babasının eski milletvekili olduğunu öğrenince, "babası türklük adına önemli işler yapmıştır" demiştir arkada fatih sultan mehmet portresi görünürken. islamcıların türklük ile zerre-i katre alakaları yoktur, dolayısıyla böyle bir kaygı gerçeği yansıtmamaktadır.

4) gerçeği yansıtmamak demişken, dizideki solcu kesim kesinlikle yanlış arz ediliyor. zaten buradaki o devrimci kadronun solculuğu fakülte solculuğu ya da parka solculuğundan öteye gidemedi henüz. sahi ahmet karakterine giydirilen parka da yağmurluğa benziyor lan. ahmet diye devrimci lideri ismi de ilk kez duydum. hee, çizilen sol imaj ise daha önce muhtelif entrylerimde değindiğim film solcusu imajının sikindirik bir uzantısı işte. sınıf mücadelesi kavramı üzerine zerre gidilmeden, tamamen anti-emperyalist tema üzerine oturtulmuş fakülte solculuğu. kaldı ki anti-emperyalizm teması da daraltılıp, anti amerikancılığa bürünmüş bir halde şu an. şu tespitimi yazın aklınıza:
o yıllardaki kalem tutmuş sol kesimin solculuğu abd karşıtlığından öteye gidememiştir. çünkü arkasındaki güç avrupa, özellikle de ingiltere'dir. tarihin en büyük emperyal gücü olan ingiltere'nin ise solu kışkırtması elbette sosyopsikolojik olarak süper güç amerika'ya olan düşman kardeşliğidir.
mutlaka dikkatinizi çekmiştir geçmişte dizide anlatılan fakülte solcusu olup da bugün ab'ye sıcak bakan, liberal solcu, ikinci cumhuriyetçi soros fonlu tipler. işte reçete. ingiliz emperyalizmi ya da ingiliz kışkırtması. dizi de bu tiplerin trajedisini anlatıyormuş. (bkz: solcular yine film çevirmiş hem de konulu/#9627286)

5) konu olarak muadili sayılabilecek hatırla sevgili, çemberimde gül oya, bu kalp seni unutur mu dizilerinin akıbeti ortada. hayır, hayatında bir işçinin nasırlı elini dahi sıkmamış birisinin çıkıp da ben marksistim demesi gibi birşey bu. o dönemi fildişi kulelerinden izleyip, bir heves anlatmaya kalkınca böyle oluyor. birçoğunda da tarihi araştırarak, okuyarak değil, filmlerden kısa yoldan öğrenme alışkanlığı olunca iş sapıtıyor. ne güzel lan. sağlam bir trajedi, dram bulayım, ardından oyuncularımı toplayım, tarihi istediğim gibi çarpıtıp, ajitasyonun feriştahını yapayım. karşılık olarak sağcılar da yapabilir benzerini, üstelik konu olarak çok daha sağlam bir potansiyele sahipler. misal, filistin kurtuluş örgütü'nde silahlı eğitim alıp, türkiye'ye sosyalist devrimi getirmek adına silahlı mücadeleye başlayıp, polise jandarmaya kurşun sıkan militanlar anlatılabilir. yani sol terör ve bugünkü uzantıları. üstelik çarpıtmaya da gerek yok, herşey ortada.

***

garip bir entry oldu. başı kıçı belli değil. spoiler yok, "osman ne tatlısın yavrucum, carolin seni kemçük" minvalli sözler de yok. tanımı da sonda yapalım o halde:

tanım: bazı sahnelerde arka planda çalan bam teli titreşimi sesini telefon titreşimine benzettiğim dizi.

sahi bi darbecilerle hesaplaşma vardı ne oldu ona

siktim öldü diye kestirip atacakken irkilip kendime çeki düzen verdiğim, ve gece gündüz misali birbirinin ardılı iki farenin dimağımı kemirirken koyduğu ambargo.*
esasında geçtiğimiz günlerde arkadaşla tartışırken, tartışmayı noktalayan sözdü bu hesaplaşma. referandumda boy boy afişlerde yazan "darbeciler yargılanacak" minvalli sözlerin artık, "e hadi yargılansın o halde" diye aks-i sedasından öte birşey değildi. amma ve lakin iş %58'i alıp, icraat aşamasına gelince akla takılıyordu bu soru. sahi yahu darbeciler yargılanacaktı..

üstelik 28 şubat gibi, 27 nisan gibi nispeten yakın zamanlarda gerçekleşmiş ordunun siyasete müdahalesi varken, 12 eylül gibi; cunta ekibi 5 kişiden oluşan ve çoğu şu an merhum paşaları yargılama iddasının gerçekliğini sorgulamaktan öte birşey değildi. anayasanın geçici 15. maddesinin derhal kaldırılması kadar basit bir işken üstelik hem de meclisin %60'ı akp milletvekillerinden oluşuyorsa. zaman aşımı dediğinizi duyar gibiyim. ama durun, ben bilmem recebim bilir.

hasılı, yargı reformundaki aceleci tavrı referandum öncesi verilen bütün vaatlerde de görmektir %58 içindeki bir kesimin arzusu. aksi halde onlar da sorgulayacaktır şu soruyu:

sahi bi darbecilerle hesaplaşma vardı ne oldu ona!

murat yalçıntaş

derin devlet yetiştirdiği adamına işi bittikten sonra genellikle iki seçenek sunar: ya deşifre olup hakkında verilecek fermana boyun eğeceksin; ya da diğer seçenek, yani bağımsız bir hareket içerisinde karanlık ve pis işler. bunun bir örneği abdullah çatlı'dır. yaptıkları yapacaklarının teminatı olamadı, birgün kendisini derinlerden gelen bir tekme vasıtasıyla kullanılmışların çöplüğünde buldu. kendisi ne ilk ne de sondu.
___________|||||||||||_______________

saint josephlerden, boğaziçi makinalara oradan da yurtdışında mba'lara kadar uzanan sağlam bir kariyeri vardır murat yalçıntaş'ın. 2005'te ito başkanı olduğunda katıldığım bir konuşmasında tanımıştım kendisini. vizyonu geniş, ufku açık birisi olduğu imajını oluşturmuştu gözümde. hatta rifat hisarcıklıoğlu'ndan boşalacak tobb başkanlığı için düşünüldüğü söyleniyordu. müsiad ile de ilişkileri kuvvetliymiş ta ki cnr fuarcılık olayındaki rüşvet iddiası patlak verene kadar.

aslında ab destekli uluslararası kalkınma ajanslarından, islami burjuvaziye uzanan yolun müzmin neferliğini sırtlanarak götürmüştür yıllardır. fikir babası olan sabahattin zaim'lerin öğretilerinden zerre sapmamıştır. türkiye'yi ab platformlarında akp'nin istediği gibi temsile halel getirmemiştir. akp uluslarası fuarlarda hep bu piyonunu kullanarak dış camiada kredi toplamıştır. islami burjuva ve modernizm-islam-kapitalizm üçlüsü birleşiminde rolünü gayet iyi ifa atmiştir. referanduma "evet" diyeceğini baştan söylemiştir.

gel gör ki babası nevzat yalçıntaş'ın 2008 yılında verdiği bir demecin yankılarının kozmik ışınlar aracılıyla bugünlerde ses bulması durumu değiştirene dek.

"türban sorunu, abd tarafından türkiye'ye bir nifak olarak sokulmuştur"

işte eski akp milletvekili ve komünizmle mücadele derneklerinden aydınlar ocağına, trt müdürlüğüne kadar spektrumu geniş bir çizgide yollar aşındıran, hatta akp kuruculuğuna kadar uzanan bir kişi olan baba nevzat yalçıntaş söylemidir bu. bunun yanında kendisi eski türk islam sentezcilerindendir. hatta atatürk'ün 1925'te suudilerin yıkımından kurtardığı hz muhammed'in mezarı ile ilgili bilgileri can ataklı aracılığıyla açığa çıkarmıştır. 2008'de cumhurbaşkanlığı için adı geçmiştir. işte adı cumhurbaşkanlığı için geçen bir şahsın her ne olduysa siyasetten elini eteğini çekip siyasi söylemler üzerinden akp'yi zor durumda bırakacak açıklamalar yapan birisi haline gelmesi, işte oğlu murat yalçıntaş'ın bugünkü haletinde saklıdır. türban tartışmalarının alevlendiği bir kertede eski akp milletvekili babanın yaptığı bu açıklamanın diyetinin oğluna ödetilmesidir.

başta anlattığım derin devlet hikayesinin yalçıntaşlar üzerindeki yansıması, kanımca işini gördüren partinin bu isimleri tozlu raflara kaldırmasıdır. hatt-ı zatında, deniz feneri gibi tescili almanya'dan gelen bir yolsuzluk operasyonu dururken, girişilen bu hareketin açıklamasını tayyip gelse yapamaz.
sahi referandumda 1980 darbecileri ile hesaplaşma vardı ona ne oldu?

götümüze girebilir düşüncesi üzerine not: şahsi komplo teorimdir.

makyavelizm ve modern türk siyaset anlayışı

bütün siyasetçiler az ya da çok makyavelisttir. öncelikle bunu kabul etmek gerekir.

saniyen, makyavel'i sadece "amaca giden yolda herşey mübahtır" retoriği ile kabul etmek, kendisinin fikirlerine ve etkilediği kitleleri küçümsemektir. örneğin, en bilindik eseri hükümdar*, kaybettiği iktidarı yeniden ele geçirmeye çalışan bir politikacının siyasi erkleri ele geçirme yöntemlerinden, bir prensin halkına a'dan z'ye iktidarı güvenli bir şekilde elinde tutmak amacıyla nasıl davranması gerektiğini öğütler. bu bağlamda yazdığı eserleri çoğunlukla el kitabı* niteliğindedir ve kendisinden etkileneceklere tavsiyedir. rönesans dönemi hümanizm akımı sonrasında geliştirdiği bu cüretkar ideoloji ile makyavel çok tepki çekmiştir, lakin benim gözümde kendisi modern politikanın babası olmakla birlikte hobbes ile birlikte en dürüst isimlerindendir.

türk siyaseti de elbette bu akımdan etkilenmiştir. iktidarı ele geçirmeye yönelik bütün girişimler eğer bunu bir akıma bağlayacaksak makyavelisttir. örneğin ittihad terakki ortaya çıkışından milli mücadeleye kadar müthiş bir makyavelistlik sergilemiştir. camilerde "verdirilen" fetvalardan, dış ilişkilere bütün tutumları devletin kurtuluşunu teminat altına almak içindir. burada sorgulanacak nokta da yapılan icraatların kime yaradığıdır. bugünkü siyaset ile ittihad terakki siyaseti arasında büyük farklar vardır. o günlerdeki siyasetteki makyavelistlik tamamen devleti ve milleti kurtarma amacı taşıyordu. bugünkünü sorgulatmaya pek de lüzum yok aslında. iktidarın hizmet ettiği kitlenin sorgusu düğümü çözecektir.

bağlantıyı faucault'nun iktidar kavramı ile kuralım:

"iktidar somut olarak her bireyin elinde bulundurduğu ve bir iktidar, bir siyasal hükümranlık oluşturmak için devredebilecek olduğu şeydir. iktidar, kendi örgütlenmelerini kendi oluşturan, güç ilişkilerini dönüştüren, güçlendiren ya da tersine çeviren bir süreç ve bu güç ilişkilerini etkili kılan stratejiler olarak anlaşılmalıdır. iktidar ilişkileri hem amaçsaldır, hem de öznel değildirler. amaç ve hedef olmaksızın işletilen iktidar yoktur, iktidarın akılsallığını niteleyen taktiklerdir."

görüldüğü üzre, iktidarın temelinde yatan bir amaç bir de özne olmalıdır. şu halde modern türk siyaset anlayışı -ki bunu jakoben algının devamı olarak ittihad terakki zihniyeti ve ilk dönem cumhuriyet politikalarında görebiliriz, amaç olarak devletin bağımsızlık, üniterlik ve bütünlüğünü özne olarak ulusunu alır. atatürk de bu şekilde sıyrılan bir lider olarak koyduğu programıyla, icraatlarıyla makyavelistliği son derece iyi özümsemiş bir önderdir.
(bkz: atatürk ün makyavelist olması)

bununla birlikte makyavelistlere göre, hukuk ve ahlak devlet için vardır ve en önemli ve temel amaç devleti yaşatmak ve gücünü devamlı olarak artırmaktır. bu bağlamda makyavel, bodin, hobbes ve başka bazı düşünürler merkezi devlet düşüncesine karşılık, dönemlerinde kiliseye karşı laik devleti savundukları söylenebilir. tanrı kavramını sisteminin içine sokmak konusunda çabası yoktur. lakin ona göre yöneticilerin dindar gözükmesi kitleleri mutlu eder. ve bu nedenle önerilir. onun asıl ilgisini siyasi iktidar ve onun nasıl elde edileceği, elde tutulacağı ve kullanılacağı çekmektedir.

burada sorgulanacak bir diğer nokta makyavelistlikte doz aşımı yani diktatörlüklerdir. şahsen italyan düşünür makyavel'in fikirlerinin 400 yıl sonra, bir kurtuluş ideolojisi olarak italyan faşizminde yer bulmasını tesadüf olarak görmüyorum. irdelendiği takdirde faşizm kuramlarının makyavel düşünceleriyle uyumu dikkat çekecektir. merak edenler için, faşizmin doktriner babası sayılan şu ismi önerebilirim -> (bkz: giovanni gentile)

sosyal darwinizm

içerisinde materyalizm barındıran bütün ideolojilerde az ya da çok bulunan ve bence temellerini comte'un kurduğu pozitivizm akımından alan sistemdir.

sap ile samanı ayırt etmek lazımdır. sosyal darwinizm ile klasik darwinizmi bir potada eriterek birleştirmek, herşeyden önce farklı kulvarlardan beslenmiş bu iki düşünceyi yarım yamalak anlamaktan geçer. klasik darwinizm türlerin kökeni ve evrimleşmesiyle ilgilenir. ortak gen ve ata haritaları çıkarır. sosyal darwinizm, özellikle de 19. yy'da fizik biliminde herşeyin temelinde maddenin olduğunu iddia ettiği ve herşeyin bu mekanik kanunlar çerçevesinde ilerlediğini söylediği için materyalist ve pozitivist çizgilerde kalınlaşmalar getirmiştir. fizikteki bu gelişmeler de aklın serbest bırakıldığında herşeyin doğrusunu bulacağına inanıyordu. ve bu bağlamda spancer'ın biyolojik tekamül teorisi de bilhassa avrupa'nın sosyal darwinci, materyalist ve rasyonelist itici gücüydü.

insanın maymundan geldiğini iddia etmek aslında savundukları fikirlere de zarar veren darwinist gayretkeşlerin icraatıdır. insan ve maymunun evrim teorisindeki yeri "ortak atadan türedikleri" ve "benzer genler taşıdıkları" fikridir. kelimeler hassastır, en ufak değişiklikte farklı sonuçlara götürür. şahsen insanın farklı bir canlı türü olduğunu ve hiçbir üst familyadan atalarının olduğuna inanmıyorum, lakin bu evrim teorisini külliyen kaldırıp atmak anlamına gelmiyor. teorinin protein yapıları üzerinden biyolojiye sunduğu katkıyı yadırgayamayız.

gelelim sosyal darwinizme

sosyal darwinizmin en belirgin olduğu çağ aslında yakın çağ, ve eğer 2000'li yıllara milenyum çağı denecekse -ki bu isim mitsel bir yahudi sembolüdür, milenyum çağıdır. temelinde büyük balık küçük balığı yutar prensibi yatar. fransız ihtilali sonrası şekillenen dünyada, ulusları bilim-inanç çerçevesi içerisinde seküler bir yapı yakalayamayanların yok olacağı şeklinde öngörür. eksik ırk'tan ziyade, adaptasyon sağlayamamış ulus ya da ırkların yok olacağına inanır. tabi buradaki adaptasyon "yeni dünya düzeni" yani bilimin önderliğindeki hani şu abd dolarlarında yazan "novus ordo seclorum" düzenidir. avrupa, bu düzeni son derece içselleştirip bugünkü seviyesine ulaşmıştır.

işte ittihad terakki'nin devlet kurmadaki itkisi de bu sosyal darwinizm korkusuydu. rönesans ve aydınlanma sonrası terakki merdivenlerini hızla tırmanan avrupa'ya nazaran olduğu yerde sayan osmanlı'nın büyük balığın küçük balığı yutması fikrince yok olmasını engellemek adına giriştiği bir pozitivist akımdır jöntürk akımı. hatta atatürk'ün vecizelerine dahi konu olmuştur:

"hayatta en hakiki mürşit ilimdir"

din ve ahlak

din, bütün teorik ve pratik iman-itikad temellerinin ötesinde bir çeşit üstyapı unsurudur. içerisinde pedagojik özellikler barındırır ve bireyseldir, lakin ahlak daha çok toplumsaldır ve bütüncül hareketi öngörür. yeni temelinde bireycilik ve toplumculuk gibi iki farklı etmen beslencesi vardır.

din, kutsal metinler ve peygamberler aracılığı ile yayılır, hüküm vereni yaratıcıdır. ahlak, örf, adet ve geleneğe yani geçmişe dayanır. hüküm vereni atalardır.

ahlak, toplumu bir arada tutmak için temin edilen ve çoğunlukta yazılı olmayan kurallara bağlılığı beklerken, din, her iki dünya hayatını ele alan yazılı ve sözlü kurallar bütünüdür.

her ikisi de mahiyetleri farklı olsa da inanç gerektirir.

'dinsiz' olarak nitelenen kişi, 'ahlaksız' olarak nitelenen kişiden daha az tepkiyle karşılanır.

yeniçağ

inanç dünyası sayfasında her gün şu ayetlerin bulunduğu gazetedir.

"allah nezdinde hak din yalnız islam'dır" (al-i imran)

"sen dinlerine uymadıkça, ne yahudiler ve ne de hristiyanlar asla senden razı olmazlar. eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." bakara 120

"ey inananlar! yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin. onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır". maide 51

düşündüm düşündüm* * acaba kimin için yazılır dedim hergün bu ayetler, aklıma dinler arası diyalogcular geldi.

hay allah.

sözlük yazarlarının ırkçı ve faşist anlayışı

bir kısmı faşist kavramını, faşizm'in savaş sonrası italya'da kurulan ve bütün güçlerin devlet elinde ve erklerinde toplandığı bir ideoloji olmasını reddeder. oysa ki faşizm klasik marxist teorideki kapitalizmin çıkmazından doğan bir emperyalizm ürünü değil, tam tersine kapitalizmin başarılı olamadığı ve ulusal kurtuluşu hedefleyen 3. dünya ülkelerindeki kurtuluş hareketidir. baskıcıdır, otoriterdir fakat adı üzerinde, bir restorasyon dönemi ideolojisidir.

bunun yanında faşit tanımı bahsedildiği üzere, sadece sözlük yazarları tarafından değil, dillere pelesenk olmuş art niyetli insanlar tarafından da kaypaklaştırılan bir tanımdır. her türlü ayrılıkçı mikro milliyetçilik mazur ve meşru görünürken, birleştirici üst kimlik milliyetçiliği faşizme dahil edilir. ota boka faşist, ırkçı diyenlere bakın ya komünisttir, ya da kürtçüdür.

şu da var; faşizm ırkçılık değildir. faşizmin teorik altyapısını kuranlar şöyle der: "ulusal gururun ırkçılık hezeyanına ihtiyacı yoktur."

lakin faşist yönetimlerin olduğu dönemlerde anti-semitik uygulamalar olmuştur. zira iki dünya savaşı arası dönemde bütün avrupa'da anti semitizm hakimdi ve bunun ideoloji ile çok da ilgisi yoktu. bugün kapitalizmin ve emperyalizmin doruklarındaki abd en büyük ırkçı ülkedir.
ama bi' dakka siz zaten kapitalizmin doruklarındaki ideolojiye faşizm diyordunuz değil mi?

olmadı tezat, yine fasit daire..

new york ta beş minare

muz orta kafa gol hesabı hortlatılacak sentez-diyalog filmlerinden biri olacağı kanaatindeyim.

iyi bir kadro => aşikar
iyi bir yapım/prodüksüyon => o da aşikar
iyi bir senaryo => ı-ıh şüphelerim var

şu halde çolak bir film olacaktır. kurtlar vadisi ırak nasıl ki bomba bir fragmanla, 10 milyon dolarlık harcama ile gündeme oturup, değerinden çok fazla prim getirdiyse, bu filmin de "bizimki neden olmasın" şeklinde planlandığı düşüncesindeyim.

yıllarca kürt sefaleti, evrensel değerler(!) üzerinden para kazanan beyaz kürt mahzun'un yeni projesi.

biraz islamofobi eleştirisi
üzerine türk milleti gözünden amerika eleştirisi
ama türkler de tamamen suçsuz değil ki be kardeşim öz eleştirisi*
islami terör sorunsalı*
ama hepsinin üstüne dinler, kültürler arası diyalog ve yaşasın halkların kardeşliği
devletler düşman olabilir ama milletler olmamalı.

lo lo mahzun sesim gelür mü?

n'oldu?

afrika'da çocuklar sefalet içinde hayatta kalmaya çalışırken, holywood'da para havuzlarında yüzen bir yönetmenin gelip afrikalı çocukların sefaletini anlattığını iddia ettiği filmler bitti mi?

bak açılım size de vurmuş desene.

okyanus ötesine selama durmaya başlamışsın. aman dinler arası diyalogdan ödün verme. gerçi daha filmin gösterime dahi girmedi. para verip seyredeceğimi de hiç sanmıyorum. ama merak etme, öngörülerimde yanılmam!

gerekirse editleriz, olmadı sileriz.

ideal penis boyu

ideal gaz denlemine uyandır.

işte denklemi: pv = nrt

p: penis boyu. birimi cm'dir.
v: vajina sıcaklığı. vücut sıcaklığı ile aynı derecede olup, ortalama 37 derecedir. vajina içine doğru 4 derecelik bir defekt oluşsa da denklemimizde dikkate almayacağız. ayrıca fazla ateşli bayanların tercih edilmemesi sağlık açısından elzemdir.
n: vajina sayısı. teorik olarak 1 dir, lakin pratik eğitimini russian institute standartları çerçevesinde alanlarda değişebilir.
r: penis sabiti. rasputin'den geldiği rivayet edilir. sayısal değeri; 1 rasputin=33cm'dir
t: ortam sıcaklığı. oda sıcaklığı tercih edilirse kabaca 20 derece diyebiliriz.
--
--sonuçlar--
1) denklemimize göre p, v ters orantılı olup, t ile doğru orantılıdır.
2) vajina sıcaklığı artarsa penis boyu azalır. nenden? çükün penisin yanıp kozalak haline gelme tehlikesi söz konusu olur da ondan.
3) ortam sıcaklığı artarsa p artar. son derece aşikar. hatta elimizde rusya gibi bir örnek var. adamlar tarihleri boyunca sıcak denizlere inmek istediler. ne diye sanıyordunuz? bu tarihi gerçeği de ilk kez burada açıklıyorum, sebebi budur.
4) her iki tarafın birimleri örtüşmektedir yani sıcaklık*boydur.
--sonuçlar--
--
şimdi bir örnek ile konuyu pekiştirelim:

ör: babafingo*, 18,5*, izmir*.
bu kardeşimiz haydar amcasına aletinin büyüklüğünü sorar.

elcevap: pv = nrt denklemini çöz evladım.

p: bilinmiyor, arıyoruz.
v: dediğimiz gibi ateşli tercih etmiyoruz. 37 santigrat derece diyelim, lakin 273 ekleyerek kelvin cinsine çevireceğiz. yani 310 k.
n: 1.
r: 33 cm.
t: her halükarda ortalama bir değer lazım. mevsim bilinmiyor. 12 santigrat derece, yani 285 k.

p*310 = 1*33*285
[devlet bahçeli'den yardım isteniyor...]

=> buradan p=30 cm çıkar.

hayırlı uğurlu olsun.

25 inci kare

aslında coca cola'nın ağa babası olduğu pazarlama tekniklerinden birisidir. öyle ya dünyanın marka değeri en yüksek şirketi coca cola, ismi tersten arapçaya benzetilerek okunduğunda dahi bir sübliminal mesaj vermektedir.

konu ile ilgili şöyle bir görsel çalışma var => (bkz: subliminal mesajlar/#4844683)

amaç denildiği gibi insan beyninin kanalize edilmeye en elverişli ve tahammülü en zor iki objesi olan seks ve ölüm üzerinden görüntü işleme tarzı primdir. bu safhada ölüm bünyeye menfi etki bıraktığından, seks temalı gizli görüntüler başta coca cola olmak üzere bu iş ile uğraşanlarca tercih sebebidir. bütün coca cola reklamlarında gördüğümüz mutluluk teması da bundan ileri gelir.

bu freudcu bakış açısı cinsel yönden tatmin olmuş kişilere istenilen herşeyi yaptırabilme konusundaki sosyolojik/psikolojik bilinçaltı baskısından ileri gelir. kapitalizm'de çareler tükenmez düsturu da bunu alır ve kullanır. ne demiş frud amcamız: "mutlu ve cinsel açıdan tatmin olmuş bireyler uygarlaşmanın baş etkenidir"

bu arada ülkemizde sübliminal reklamcılık yasaktır!

bir resim de ben ekleyim. tabi ki coca cola'dan.

görsel

daire içine alınmış resimlere bakın dostlarım..

12 eylül 2010 referandum sonuçları

kazanan ve kaybedenlerin son derece net olduğu referandumdur.

öncesine gitmekte fayda var, zira referandum türkiye'nin yargı mekanizmasını etkileyecek bir anayasa değişikliğinden çok, tilki zekalı akpliler tarafından türkiye'nin geleceğine açılacak aydınlık kapı anahtarı, baykuş zekalı bdpliler tarafından da pkk-bdp-akp kucaklaşmasının nişanı haline gelmiştir. akp elindeki devlet kaynaklarını sonuna kadar kullanmakta hiçbir beis görmemiş, sahte açılış törenleri ile(pastane, market vs açılışları) birlikte mitinge gideceği her il için devlet araçlarını kullanmış, rerferandum harcamalarının neredeyse tamamını hazineye yıkmıştır. işte muhalefet daha seçim harcamalarından itibaren yenik başlamış, özellikle de mhp'nin miting yapmayarak gerekli önemi vermemesi ile seçimden yenik çıkmıştır. her fırsatta millet iradesinden, halkın iktidarından, müslümanlıktan dem vuranlar senin benim cebimizden çıkan paralarla harcamalarını gidermiştir.

bdp, bir siyasi parti, kanunen sakıncalı olduğu halde yaptığı boykot çığırtkanlığı ile sadece referandumda kontrol ve kanalize edeceği nüfuzu altındaki seçmen sayısını tespit etmemiş, adeta bir genel seçim yapmıştır. türkiye genelnide katılım oranı %80 olan seçimde, hitap kesimini yaptığı baskı ile %30 lar seviyesinde tutmuştur. dolayısıyla bdp referandumun asıl galibidir desek yanılmayız. bdpli olup da evet verenleri hesaba katmadan da bdp, bölgedeki %50 nin üzerinde bir oy oranını tescil ettirmiş oldu ki bunların da asli amacı buydu. nüfuzlarını teyid ettirmek!

akp, kişisel hak ve özgürlük genişletme bahanesiyle 26 madde içerisine serpiştirmiş olduğu 20 maddeyi son derece iyi kullandı. şehit ailelerine, kadınlara, engellilere pozitif ayrımcılık dedi, memurlara toplu sözleşme hakkı dedi, işçilere birden fazla sendika üyeliği dedi yandaş yargıya giden yolu açtı. hadi bu referandum gerçekten de dedikleri gibi demokrasi sıçrama referandumu, hak ve özgürlük genişletme referandumu olsun, hiçbir dünya ülkesinde kişisel hak ve özgürlük genişletme işi yanlarına serpiştirilmiş 3 yargı düzenleme maddesiyle birlikte sunulmaz. zaten chp ve mhp de başından itibaren buna karşı olmuş, maddelerden 23 tanesi için rerefanduma gerek olmadığını, meclis oylaması ile bunun geçirileceğini istemiştir fakat amaç başkadır ki bunu akp seçmeni dahi bilmektedir. ve tayyip ile şürekası bunu da çok iyi değerlendirmiş, "bunlar demokrasiye karşı" "bunlar darbeci" goygoyları ile istedikleri sonucu almıştır.

şehir merkezleri dışındaki gözdağlarını, "evet vermezseniz şöyle şöyle olur" hesap kitaplarını saymaya gerek yoktur. çünkü bu ne ilktir ne de son.

chp ve kılıçdaroğlu iyi çalışmış, bir kumpas ya da ihmalkarlığa kurban giderek kılıçdaroğlu oyunu kullanamamıştır. chp %25 olarak tahmin edilen oy oranını korumuş ya da 1-2 puanlık bir dalgalanma yaşamıştır. lakin mhp ciddi anlamda bir sorun yaşamıştır. 1980 darbesinde ülküdaşları ile birlikte işkence görmüş gayip futbolcu tayyip, darbe mağduriyetini yazılan mektuplara döktüğü gözyaşları ile açığa vurmuş, "ülküdaşlarından" istediği oylarla amacına ulaşmış, yaptığı 22 temmuz 2007 akşamı benzeri konuşmasında kendilerine teşekkür borcunu ödemiştir.

mhp, iç anadoludaki varlığını neredeyse kaybetmiştir. ve bu seçimin en büyük yenilgisini yaşamıştır. başta bahçeli olmak üzere mhp üst yönetiminin ciddi bir muhakemeye ihtiyacı vardır. ve bugün yani 13 eylül itibarı ile devlet bahçeli'nin genel başkanlığı partiye zarar vermektedir. gerekli değişilkiler yapılmaz ise mhp 2011 milletvekili seçimlerinde hezimet yaşayabilir. bunda sadece akp, bbp'ye olan taban kayması değil, üst kesimin de hepar gibi çok daha radikal bir partiye kayması söz konusu olabilir. ayrıca behçeli ve ekibinin her fırsatta erken seçim istemesi lehlerine değil alyhlerinedir. bugün mhp'nin yeniden kitleleri sürükleyebilecek bir lidere ihtiyacı vardır. bahçeli'nin akıbeti baykal gibi olmadan koltuğunu terketmesi lazım ve elzemdir.

gelelim %58'e. bu oy akp'nin yek başına zaferi değildir. sp, bbp dışında içlerinde muhafazakar ve liberal kesim oyları kemik rol oynasa da sağdan-soldan diye tabir edilen en az %10 luk bir oy da vardır burada. bdp tabanı, demokratlar, ikinci cumhuriyetçiler, sermaye sınıfı, dinciler ve daha niceleri burada birleşmişlerdir. tıpkı özal döneminde yapılan rerefandumda %49 oranında çıkan evet sonucunu kendi partisi olan anap'ın oy oranı telakki eden özal'ın hemen sonrasındaki 1987 seçimlerinde %36'ya düşmesi gibi akp de 2011 de öngörülen chp-mhp koalisyonu ile bertaraf olabilir. tabi mhp'nin toparlanıp, akpnin sendelemesiyle.

teşekkürler türkiye!

-siyasi partiler kanunu, dokunulmazlık değişmediği için,
-1980 darbesinin en büyük getirilerinden olan yök kaldırılmadığı için,
-bakanlar kurulu kararlarının yerindeliğinin danıştay onayından kaldırılacağı için,
-yargının yerine de yürütmeyi oturttuğunuz için.

bugünden itibaren "demokrasi" kelimesini duyduğumda dahi midem bulanıyor.

sözlük yazarlarının korkuları

gelişmeler butonundan korkar oldum. dile kolay, 6 ay içerisinde tam 5 kez ölümün o soğuk yanını çarptı bu buton yüzümüze. tanımadığım, ama aynı platformda birlikte yazdığımız için acısını bir nebze daha fazla hissettiğim 5 canın ölümsüzlük nişanını gördük bu butondan.

mütebessim bir yüz ifadesi ile bakarsınız önce. harfler, kelimeler, cümleler ilerledikçe ifade ciddileşir, yüz gerginleşir ve bakakalırsınız. "bir yanlışlık olmalı" dersiniz içinizden ve derhal nick altını okumaya başlarsınız. tanıyanından bir haber okumak istersiniz, lakin beklenen haber de saklanan umutlar gibi uçup gitmiş, gerçeklerden fersah fersah ötededir. bu kez yazdıklarınızı kontrole başlarsınız. inşallah ters bir söz söylememiş, kalbini kırmamışımdır dersiniz içinizden. ters birşey yazmış ve helallik almamışsanız o an dünya başınıza yıkılır, zira hatanın telafisi de uçup gitmiştir. küfredersiniz dünyanın kahpeliğine ve anlarsınız ki şu basit hayat gaileleri külliyen yalanmış. evet tek gerçek ölüm.

her gece umarsızca bakıp da saydığım yıldızlardan bir tane daha eksildi dersiniz.

ille de heaven: ille de cennet dedin, cennetten manzaralar seyrediyorsundur inşallah.

cotton candy: pamuk kadar saf ve arınmış bir haldesindir inşallah.

borcu: borcunu ödemiş olmanın ferahlığındasındır ümit ederim ki.

air20: hava kadar hafif ve bulunduğun yerden bizleri izliyorsundur inşallah.

hodan: şifa dağıtan bir bitki misali şefaat görürsün öte tarafta inşallah.

ve damdaki deli: az mı güldük entrylerini okuduktan sonra yazanına baktığımız anda. duyduk ki damdan inmişsin, ama yanlış yere inmişsin. toprağın altına inmeni beklemiyorduk!

***

inna lillahi ve inna ileyhi raciun

ilk aşk

her ne kadar da bir yarım polat alemdarvari bir maço retoriği ile "ilk aşk vatan millet aşkıdır" demek istese de, diğer yarım "ilk ve son aşk annemdir" diyerek haraç mezat bir orta yol buluyor.*
aslında ilk aşk nazarımda, aradan yıllar geçtikten sonra da hatırlanan o kesif, o kotarılamamış, hatırlandıkça burun direklerinde kekre kokusu ile birlikte bir sızlama getiren aşktır; meğer ki son aşkınız olmasın.
_________________

takriben 6-7 yaşlarındaydım. orta direk denen sosyal sınıfın yoğun olarak yaşadığı ve ne güzel komşumuzdun sen fahriye abla komşuluklarının yaşandığı bir mahallede aşkın metafiziği hakkında metafor anaforlarının sağanağı altında olan bitenlere anlam vermeye çalışıyordum. karşı komşumuzun kızı tuğba abla en güzel mankenlere taş çıkarabilecek kadar güzel liseli bir kız, peşinden koşan mahallenin delikanlıları -ki sayıları bir düzineyi bulur, aşklarını bisiklet/motosiklet üzerinde tek teker gitme, babalarından çarpmayı kotardıkları 70-80 model ford taunus, renault toros marka arabalarda son ses maykıl ceksın şarkıları çalma ve beraberinde kafa sallama senkopları şeklinde boy gösteriyorlardı. diğer yandan, bir diğer komşumuzun kızı olan nispeten olgun ve güzel hamiyet abla ihtimal evlilik paranoyalarından olsa gerek, cam altında serenat yapanlara su dökme, yağız delikanlılar peşinden dört nala koşarken beş nala kaçma ve kaçan kovalanır oyunu oynamakta idi. işte aşk hakkında bu debdebeli hummalar yaşanırken kafamda aşkın tanımı da birkaç sene daha bu olaylarla şekilleniyordu, ta ki ilkokul 4. sınıfa kadar.

***

ilkokul dörtteyim. her sabah mehter takımı gibi okula gitmenin verdiği yorgunluktan olsa gerek, senenin daha ikinci haftasında bir pazartesi sabahı ikinci ders saatinde heyula gördüğümü sandım. ders başında sınıfın kapısı esrarengiz bir biçimde açılmış, içeri çıtı pıtı, güzel, tatlı mı tatlı bir kız ve yanında sert mizaçlı, ağır abla kılıklı, yanındaki kızın 8-10 katı büyüklüğünde bir kadın girmişti. görülen manzaranın ahenksizliğine rağmen içerdiği ambiyans beni o kadar etkilemişti ki kızın sınıfa yeni gelen bir öğrenci, yanındaki annesinin de bir başka sınıfın öğretmeni olduğunu idrak etmem hayli zaman almıştı. uzun lafın kısası, ilk görüşte çarpılmıştım a dostlar.

yeni gelene, ama daha çok kızın güzelliğine binaen gösterilen ilgi ilk tenefüste etrafında büyük bir erkek popülasyonu halkası oluşturmuştu. çocuk mocuk demeyin gözümün önünde yazıldı daha ilk dakikada bir-iki velet. ben ise mevzuyu uzaktan uzaktan seyrediyor, avını düşürmek için uygun zaman ve mekanı kolayan kaplan misali sabrediyor, hassas kalbimi dizginleyerek planlar kuruyordum. günler haftalar bu sarkaç misali yakınlaşıp uzaklaşmalar ile geçerken ben bütün oportünistliğimle her fırsatta kızla kesişmeyi bekliyor, kesiştiğimde mahalledeki yağız delikanlılardan öğrendiğim kız tavlama tekniklerini kullanıyordum. yoktu ki ismail yk o zamanlar, iki klip seyredip vizyonumuzu genişletelim. maykıl ceksın şarkılarını sırf hava atmak için duyduğum gibi türkilizce söylüyor, sınıf maçlarında artistik hareketler yaparak çoğu zaman ümit özat tarzı topla birlikte taça çıkmalar yaşıyordum. nereden bileydim ki kader bizi sıra arkadaşı yapacak ağlarını üzerimize atsın.

neden sonra, bu debdebeli gül-bülbül maceralarından sonra sınıfta yer değişikliği yapılmış ve öğretmen "pazartesi sabahı herkes yeni yerlerinde otursun" diye salık vermişti. her sabah iki ileri bir geri okula gelen küçük tezat o pazartesi on adımda oniki adım atarak okula koşmuş, hatta okulu görevlilerle birlikte açmıştı. tipimi sormayın gitsin. hayatımda o güne dek saç taramamış ben ilk kez bir dananın dil darbelerini saçlarında hissetmiştim.

gel zaman git zaman hafif bir çekingenlikle başlayan diyaloğumuz zamanla hararetlenmiş, dönüşümlü yer değiştirerek oturduğumuz 3 kişilik sırada gözde* yanımdan ayrılmamak için sınıf öğretmeni ile i. melih gökçek tarzı ilişkiler kuruyor, araya diğer arkadaşı sokmak istemiyordu*. gözde, sadece benimle iyi geçinen, gözümün içine bakan sıradan bir sıra arkadaşı olmamış, sınıfın da en çalışkanı olmamdan mütevellit başta matematik olmak üzere birçok derste abaküs kafamın nimetlerinden faydalanmak istemiş, hatta annesinden evde birlikte çalışmak için izin ister olmuştu. bunun yanında gözde tenefüste dahi benimle dolaşır, eve dönerken birlikte yürümek için yolunu uzatır, beslenme tenefüsünde yemeklerini dahi bensiz yemez olmuştu. ben de kayıtsız değildim hani, yaptık birşeyler biz de artık allah ne verdiyse...

yalnız bendeki durum zamanla, fuzuli'nin betimlediği aşk tarifi gibi bülbülün güle kavuşmasayla sönümlenmeye başlamıştı sanki. gözde bu süreçte sululuğa, ukalalığa yelken açmış, şahsım ise tepkisizleşme sürecine girmişti. bu düğüm de bir şakayla karışık kavga ile çözülmüştü zaten.

birgün bizim gözde sıradaki diğer kız ile hem şarkı söylüyor, hem de fındık götüyle sıradan beni iterek düşürme girişiminde bulunuyordu. bir-iki derken ilerleyen bu seramoniye gönülsüz olarak direniyor, bir erkeğe 2, 3 hatta n sayıdaki kızın karşı koyamayacığının kontrollü deneyini yapıyordum. bir anda, boş bulunduğum bir zamana göt ile ittirme işlemini denk getiren gözde ve şürekası beni sıradan düşürmeyi başarmış, dahası şu kardeşiniz sadece düşüp kaseyi incitmekle kalmamış, kafayı da duvara toslamıştı. acıyı bir kenara itersek, düştüğüm pozisyon, içinde bulunduğum ohal, bütün kızların gözümün içine bakarak attığı kahkahalar o kadar koymuştu ki, hırsımı yenemeyip hayatımın hatalarından birini işlemiştim. kalktım, gözde'ye chuck norris'in filmlerinde giydiği texas kovboyu tarzı botumun tabanı ile öyle bir tepik attım ki, gözde sadece yerde sürüklenmedi, bana atılan kahkahalar da bıçak gibi kesildi. dahası gözde'nin yere düştüğünde fora olan önlük altı etek kısmından da epey bi' erkek nasiplendi ki eminim bana bunun için duacı olmuşlardır o zaman.

az biraz gururluydu aslında. kalktı, silkindi, türk filmlerinden alışkın olduğumuz göz göze gelip tokat atma sahnesini es geçerek annesine koştu. anneee derken koridorda figan ederek koşan gözde'nin dönüşü tom ve jerry'de yenilen jerry'nin bull-dog ile birlikte gelmesi gibi annesiyle birlikte idi. işte o kızının 8-10 katı büyüklüğündeki anne geldiğinde burnundan değil, adeta götünden soluyordu. kızının parmağıyla naçiz bedenimi göstermesi esnasında gelebilecek saldırı planlarını hesaplayan ben kendimi en kötü senaryoya yani tekme tokat kombinasyonlarına hazırlıyordum. aslında en kötü senaryo, 100+ kiloluk bir kütle olan o kadının kendisini üzerime bırakması sonrası alacağım şeklin topolojisini kestirememekti. dolayısıyla sakin olmalıydım.

oldum da. "sen misin benim kızımı döven" sözleri eşliğinde 50 cmlik cetvelini çıkarıp "aç bakayım elini" demesi bir oldu bizim çift porsiyonluk müstakbel kaybananın*. ani bir hareketle sağ elimde cetvelin sertlik derecesini test etmiş, acı ile başlayıp, mütemedi bir yanma ile devam eden sancım sol elimade farklı bir hal almıştı. haspa bir de elimi yumru haline getirtip parmak ucu ve tırnaklarımı hedef alan ikinci cetveli de o kısacık zaman dilimi içerisinde indirmişti. lakin hissettiğim asıl acı tekmeleyerek düşürdüğüm bir kızın ruhumdaki vicdan yansımasıydı.

gösteri bitti, bana bakan ve sayısı 30 çifti bulan gözler yön değiştirdi, hayat normale döndü dönmesine de o gün hiç konuşmadık. hatta yanımda dahi oturmadı. ilerleyen zamanlarda göz göze gelmemeye bile özen gösterdik. ben kaçtım, o kaçtı, kovalayan ise gururlarımız oldu. derken bir daha da birbirimizi görmedik, sormadık. işte o gün bugündür bende bir alerji, bir reaksiyon oluştu. meğer "aşk aslında karşındakinin sende hissettirdiği duyguya karşı olanmış."

bendeki ilk aşk da maykıl ceksın şarkılarıyla başlayıp, soğuk ve derin bir sessizlik ile bitmişti.

anladım ki aşk da tıpkı yazıldığı gibiymiş. sesli başlayıp sessiz bitiyormuş.

e muhtıra nın akp nin işi olma ihtimali

ortaya atanların akıl sınırlarını zorlayan klasik ampulcan felsefesi çerçevesinde darbecilikle suçlandığı ihtimaldir.

şunu baştan ifade edeyim ki beyinlerinize iyice zerk etsin. ne chp'liyim, ne darbe taraftarıyım, ne solcuyum, ne de sizler gibi tek taraflı düşünüp, karşımdaki herkesi herhangi bir sıfatla yaftalıyorum. başlık altındaki yazılarımın tamamında türkiye'deki darbelerin getirdiği merkez-libral sağ zihniyet eleştirisini anlamamışsanız yazık size. alın şu tespitimi zerk edin beyninize:

türkiye'deki darbe ve muhtıralar merkez sağ partilere yaramıştır ve 80 sonrasında da neoliberal ekonomi politikalarının devamı için ordu, rejim ve laiklik bahanesi ile aslında, mevcut kapitalist düzenin, amerikancı hükümetlerin süreğenliğine garantör olmuştur. bu dediklerim tamamen şahsi fikirlerimdir, 50 yıllık darbe geçmişimizi sosyolojik ve ekonomik olarak inceleyince vardığım bir sonuçtur. lakin frekans farklı olnuca taraftar medya ağzıyla "darbeci detected" şeklinde pöykürmelere de zerre kıymet vermem.

her görüşün, hükümetin, ideolojinin bir de sosyal halk tabanı boyutu vardır. akp, ikinci cumhuriyetçilerin kucağında, muhafazarların baştacı olarak sivil bir dikta sürdürüyor. darbeler sizin sandığınız gibi sadece askeri de olmuyor ampulcanlarım benim. şimdi size sivil darbe nedir, nasıl bir sosyal ve ekonomi politikası izler, toplum nasıl bir kıskaç altında ürettiği metaları üç-beş elitin cebine peşkeş çeker anlatmayacağım. bilgi edinmek isteyen olursa kaynak gösterebilirim.
(bkz: sivil örümcek ağı)

size yaşar amcanızın kaleminden şu muhtıradan da bir paragraf sunayım:
--spoiler--
türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini

aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu
gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda
ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel
değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin
bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli
bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir
yelpazeyi kapsamaktadır.
--spoiler--
23 nisan kutlamalarındaki tablodan ve beraberindeki süreçten hazzetmememiş bir genelkurmay başkanının bi' anda galeyana gelip, hükümeti uyarı amaçlı kaleme aldığı "bildiri"ymiş diyorlar bu metin için. bir gece yarısı genelkurmay sitesine umarsızca yerleştirilmiştir zaten. okuyanlar kendisine çeki düzen versin diye konulmuştur. hatta ve hatta muhtıra dursun çiçek, çetin doğan, veli küçük gibilerin baskısıyla konmuştur!*
siz bunlara inanabilirsiniz. ama ben bu resmi açıklamalara zerre itibar vermem. keza, muhtıranın 1 hafta sonrasındaki dolmabahçe görüşmesinde de, konuşulanların çıkar odaklı olduğuna inanırım.

e muhtıra nın akp nin işi olma ihtimali

genç ampullerin "ahmakane" olarak nitelediği komplo teorisi. evet komplo teorisidir. tarafımdan da ortaya atılmıştır, lakin başlık altındaki ilk yazımın tarihine bakıldığında bundan yaklaşık 8 ay öncesine denk gelmesi, referans olarak verdiğim isim ve olayların sebep ve sonuçlarının hele hele kapalı kapılar ardındaki büyühanıt-erdoğan'ın tarihi dolmabahçe görüşmesinin sırları açıklanmadıkça da bir leke olarak akplilerin yakalarında kalacaktır.

geçmişe gitmekte fayda vardır. zira türkiye'de tarihin tekerrür ettiğinden, hep aynı oyunların oynandığından, tek farkın oyuncular olduğundan zerre şüphem yok. 1980 askeri darbesi embesillerin inandığı gibi birdenbire başlayan sağ sol savaşı sebebiyle olmamış, türkiye'yi neoliberal ekonomi politikasına entegre etmek için yapılmıştır. "our boys did it" gibi bir korugan altında "şartların olgulaşmasını bekledik" gibi bir idomun retoriğine inanan cühela yurdum insanının yek inancı ülkeye "demokrasi"nin gelmesi, kardeş kavgasının bitmesi idi. olmadı değil, istedikleri "demokrasi"yi getirdiler ve bir "araç" olarak kullandıkları kardeş kavgasına son verdiler bir süreliğine.

yükselen sınıf liboşların ve ardılları ikinci cumhuriyetçilerin bir diğer nirengi noktası da şu post-modern darbeydi. aczimendilerin, kalkancıların, gündüzlerin, rejime düşman(!) dinci şeyhlerin her yerde kol gezdiği bir döneme çıkarıp masaya koyarcasına vurulan bir muhtıra eşliğinde dur denilmiş, rejimimiz tehlikeden kurtulmuş laiklik güvence altına alınmıştır. herşey yerli yerinde de şu bizim ileri görüşlü erbakan hocamız bunların olacağını tahmin edememiş mi?

dostlarım, hala darbelerin yapılış amacını anlamamış, ardındaki güçleri görememiş iseniz gülerim sizlere, zira hep aynı senaryo.

sağ-liberal partiler bu darbelerin ürünüdür. nasıl ki anap 80 darbesinin ürünü ise, akp de 28 şubat'ın hediyesidir. ekonomi politikaları da bunlar sonrasında şekillenir.

şimdi, 27 nisan neydi, ne değildi?

-27 nisan kapalı kapılar ardındaki 4 mayıs 2007 görüşmesinin antrenmanıydı.
-27 nisan erdoğan'ın "benimle birlikte mezara gider" dediği ama ne hikmetse 3 sene sonra bakanı hiseyin çelik tarafından "normal bir görüşme" olarak nitelenen gizli görüşmeydi.
-27 nisan "laiklik tehlikede" gibi klişe bir dillendirmenin son raddesiydi.
-27 nisan 22 temmuz'daki %47'nin baş aktörüydü.
-27 nisan tıpkı abd'nin yeni düzen politikasının meşruiyetini aldığı 11 eylül saldırısı gibi akp'nin de meşruiyetini pekiştirdiği dönüm noktasıdır.

bu yazdıklarımı okuyun, etüd edin öyle gelin!

tekrar ediyorum. en büyük komplo teorisi komplo teorilerine inanmamaktır.

troll nickleri altındaki entrylerimizi siliyoruz

aslında troll nickleri altındaki entrylerimizi siliyoruz kampanyası şeklinde açılması planlanan başlıktır.*
(bkz: uludağ sözlük troll imha merkezi)
(bkz: uludağ sözlük moderasyonu nun troll sevgisi)
(bkz: uludağ sözlük ün troll kaynıyor olması)

ve daha niceleri...
--spoiler--
uzunca zamandır sözlüklerle hemhalim. bazen görüyorum bu troll sıfatlı gevşekler en beğenilen listelerine entry sokuyorlar. bakıyorsunuz ki entrye; (bkz: böyle bir entry yok) (bkz: hiç olmadı ki) (bkz: olamayacak işler peşindesiniz) silmiş yavşak. şimdi kim bu troll yavruları? amaçları ne? -karma listesinde dibi zorlamak, ki tek zorladıkları dip de budur bence, çoğunluğu bakir ergen pezevenklerdir bunların. -iğrenç ve sapkın fanztezilerini sözlüğe taşıyıp bu yolla sözlük içinde meşhur olmaya çalışmak. lan en meşhuru şahin k, yolda belde karşılaşsam veya otobüste yanıma otursa kaldırırım, kalkmasa girişirim. yapmayın bunu. -dinlere, ırklara şunlara bunlara, büyük veya küçük herneyse kalabalıkların kutsal atfettiklerine, dokunulmazlarına pöykürmek. oğlum, biri çıktı tanrı öldü dedi, sonra kendi öldü. öte taraftan aldım haberini, ankaralı namık adında bir zebani vermişler başına, salmış gobrayı, veretmiş odunu. yazık olur gençliğinize, ölen hep ehtiyar mı?
--spoiler--
ne güzel demiş haftanın en beğenilenlerine giren troll hüznü başlığına, şu an silik olan kapital karl değil mi?

gerçekten de bu troll denen klavye sahipleri sözlükteki icraatlarını son birkaç ayda o kadar abarttılar ki artık sözlükte bırakın okumaya değer entry, tıklamaya değer bir başlık dahi zor bulunur oldu. birisi çıkıyor kutsal değerlere saldırı üzerinden trollük yapıyor, diğeri sapkın fantezilerini uygun kalıplarda sözlüğe aktarıyor, bir diğeri hayranı olduğu siyasetçinin yalakalığıyla tepki çekmeye çalışıyor son olarak da biri çıkıp içindeki fransız aşkı ile sesini duyurmaya çalışıyor.

bu adamlara gerek açtığı başlıklar altında gerekse nicki altında hakaret, hatta galiz küfürler dahi edilse de her birinden marjinal keyif duyan bu keyif pezevenkleri moderasyonun da göz yummasıyla gittikçe sapıtıyor, gittikçe abarıyor.

arada ölçüsünde bırakanlar da yok değil. edebi diliyle troll-kaliteli yazar arasında kalmayı kotaran ve büyük troll olma payesini edinenler de var.

şimdi, bu insanlar nasıl bir ruh hali ve beklenti içerisinde yazıyorlar ki tepki çekeceğini, eksi oylanacağını, hatta küfür edileceğini bildikleri halde ısrarla bu yolda ilerliyorlar. en nihayetinde karma listesini zorlar, nick altında bilmem kaç sayfa yazı görürsün. hayır, bu sosyal mastürbasyon sayesinde alacağın hazzın nick altındaki hakaret dolu küfürler ile bağlantısı ne onu anlamış değilim.

[yazıyı bilerek uzatıyorum ki okumaya üşenen troller okumasın]

tamam, adamların yazılarında ciddi olmadığını bildiğim için kaale almıyorum da, sözlüğün gittiği nokta hayra alamet değil.

ne yapacağız?

-sözlükte kimsenin nicki altına yazmamış biri olarak şunu söylemeliyim ki troll nicleri altındaki entryleriniz, onlara gerek destek, gerek köstek niteliğindeki yorumlarınız bu insanları güçlendiriyor. "beni öldürmeyen şey güçlü yapar" demiş nietzshe. ilk etapta bu adamların nick altını tenhalaştırsak, şüphesiz ki sesleri azalacaktır.

-eksi oy vermeyeceğiz. sebebi kapital karl belirtmiş. adamlar karmada dibi zorlamaya çalışıyorlar. eskaza bir tanesi beğenilenlere girse zaten siliyorlar. bakın bir tanesinin ekran görüntüsü: görsel

-başlıklarına yazmayacağız. bir trollün en belirgin özelliği sürekli kendi başlıklarına yazmasıdır. bu sebeple açtıkları başlıklara yazmayacağız.

işte bu üç yöntem ile troll istilası bir ölçüde azalır.

ne dediler?
--spoiler--
az kaldı sayın yazar.

hep beraber göçeceğiz başka diyarlara.

o zaman rahat edeceğiz saçma sapan işlemlerin olmadığı ortamlarda.

bu da şiirdi.
--spoiler--
*