bugün

entry'ler (242)

beta

berbat bir ayakkabı markasıdır.

ülke tv muhabirini göt eden kadın

che guevara'yı bir marka ve karşı olduğu sistemin yüzü haline getiren bir t-shirt giymiştir. bob marley saçları ve güneş gözlüğüyle üniversiteye "biz giremiyoruz" demekle kalmayıp "başörtülülerin bu ülkede yaşamasına karşıyım" demektedir. "türbanın sosyal yaşamı engellediğinden" bahsetmektedir. "çarşaflı kadını aynı şekilde çizersiniz" demektedir, üstüne "çarşaflı kadını 360 derece aynı şekilde çizersiniz" demektedir. hatta "sanat manat uğraşamıyor bunlar" demektedir. hocasının verdiği ödevleri ezberleyen ve sorgu günü onları anlatmaya çabalayan, endoktrinasyon tezgahlarında son derece başarılı olmuş bir tüketicidir.

tam bir sistemin çocuğudur. kendi içerisindeki çelişkileri çözememiş, ruh halindeki çatışmaları "aykırı" görüntüsüyle kamufle etmeye çalışmıştır. oysa kendisi tam olarak kapitalizmin ruhi üniformasını sırtına geçirmiştir. sistemle herhangi bir sıkıntısı olmayan, derdi-tasası olmayan yaşadığı atmosferi doldurmak istemekle yetinen bir vatandaştır. dünyanın bekası açısından olumlu bir fikri olmamasına rağmen, buraya kadar zararsızdır. asıl mesele bundan sonrasında. zira bu arkadaş istemese de karşı olduklarıyla yüzleşmiştir, yüzleşecektir. bir yandan dünya barışından bahsederken, bu ülke sınırları dahilinde yaşamasını istemediği "o gerçekle" yüzleşecektir. işte o zaman içerisinde bulunduğu trajik hal onu iyi/kötü bir yerlere itecektir.

dahil olduğu bir cemaat vardır bu arkadaşın. eminim karşı olduğu argümanların hepsi yapılmaktadır. demokrasi kültüründen okuduğu bir-kaç ezber kadar haberdar olan bu arkadaşın tapındığı bir sistem, ibadetlerini yaptığı bir mabet ve meşrepten ritüelleri vardır. bunları bir kenara bırakıp olayı tersten okuyalım;

sistem "bob marley" saça izin vermemektedir. sistemin kanalı bu arkadaşın ruh ikizi olan siyah tesettürlü bir arkadaş uzattığında neler diyebilir? aynı zihniyeti şimdi de buradan okuyalım; "neden öyle yapıyorlar ki? -kendi örtüsünü göstererek- bu da bir bob marley saçıdır mesela, öğrensinler. şimdi onları çizmeye kalksak 180 dereceden aynı görünürler, yani sanat-manat zor iş onlara"

daha devam ettirilebilir ama gerek yok.

ben sisteme dahil olmasına rağmen bob marley sevenlerin de sevmeyenlerin de beraber yaşayabildiği bir ülke istiyorum. bu arkadaşla bile yaşamaya razıyım. sistem karşıtı olanlarla, sistem yanlısı olanların beraber yaşayabildiği, konuşabildiği bir ülke istiyorum. hatta birbirlerini "göt etmek" zorunda olmadıkları bir ülke istiyorum.

martin luther king'le son verelim; (bkz: I have a dream)

new york ta beş minare

haluk bilginer'dir öncelikle. oyunculuk zirvelerinden biridir.

içerik fena değildi. sonunda bir eksiklik hissediyorsun, hani yıllardır görmediğin arkadaşınla kısa bir görüşme yapmış hissiyatına kapılıyorsun. çünkü senaryo akışında çok boş bırakılan alanlar var. örneğin ilk bölümde ağlayarak sohbet veren hoca, onların ülkü ocaklarından yardım talep etmesi havada kalıyor. yalnızca orada fırat karakteri olduğunu görüyorsun.

filme ön yargılarla gitmedim dersem yalan olur. fragmanını izlemek beni itti bu atmosfere. türk sinemasında hep karşımıza çıkan "sosyal mesaj" zorlaması fragmana sıkıştırılmış gibiydi. bu olgu filmin temasını oluşturan fikrin üzerine baharat tadında serpiştirilirse başarılı olabilir. ancak bizim gibi ideolojik yaklaşmayı seven, hatta renkleri bu boyadan akıtan insanlara itici geliyor. çünkü bir "karşı" oluşturuyor bu durum. misal usta filmi. akışında güzelce giderken usta karakterinin eşinin ailesinde bir yemek sahnesi vardır. orada filmle bağlantısı olmayan ve "cemaatlerin kadrolaşması" gibi bir argümandan hareketle oluşturulmuş diyaloglar geçmektedir. bu akıntının önüne konulan bir taştır aslında senaryo açısından. filmimize geri dönecek olursak; fragmanda geçen ülkü yemini, zikir sahneleri, mevlevi derviş sahnesi, hatta imamın ağlama sahnesi beni bu düşünceye itmişti. bu noktada kıstas olarak aldığım "usta" filmindeki o sahne kadar başarısız olmasa da misal; polis koleji mezuniyet sahnesi havadan inmiş gibiydi. içerisinde filmin temasına göz kırpan tek söz "din ayrımı olmadan insanları koruyacaksınız"dı belki.

teknik açıdan ilk kıstası mahsun kırmızıgül'ün diğer filmleriyle kıyaslarsak başarılıdır. ancak istenen o açı ve sahne geçişleri başarısızdır. örneğin ilk kısımdaki aksiyon sahneleri gözleri çok yormuştur ki aksiyon sahnelerini yapışarak izleyen bir seyirciyim. kıyaslamak abesle iştigal olsa da iki gün önce bilgisayardan tekrar inception izleyen biri olarak diyebilirim ki şu teknik meseleleri aşmamız gerekiyor. bu farkı en kısa sürede kapatmamız gerekiyor.

filmde gol atılamayan çok asist vardı aslında. ilk aklıma gelenler; hacı'ya eşinin sorduğu neler oluyor bölümünde karakterin beslendiği bir mevlana'dan kıssa anlatılabilirdi, sonra fırat karakteri amerika'ya girdiğinde bişeyler söyleyebilirdi. bunlar da aksiyon-dram çıkmazında araya gitti.

bilerek mi yapıldı bilmiyorum; türk-amerikan yapısı birbirine girdi bir ara. fbi yetkilisi sorgulama sırasında kart bırakıyor, ince bir görüntü ama namaz kılınan yerlere pata küte giriyor. bizim polisler hacı karakterinin yakınının işlettiği lokantanın köşesinde kafasını kenardan çıkararak çıkmasını bekliyor. en azından arabada bekleyen ajan klişesi kullanılabilirdi. bir de kilise evliliğinde görüntülü konuşma oluyor, telefonların tümü takipte olmasına rağmen, fbi yetkilisi araç takip ederek aradıkları kişiye ulaşmaya çalışıyor.

filmde bir de dublaj olayı vardı. mahsun fransız kalıyor olaylara, biz türk kalıyoruz.* burada altyazı kullanılsa veya mahsun da katılsaydı konuşmalara daha çekici olabilirdi. fazla üstünde durmasak ta olabilir.

şu da var; sonlara doğru yakalanan "deccal" karakteri de yarım bırakılmış gibiydi. en azından elemanın abd bağlantısı arada gösterilebilirdi, filmi oraya taşımışsınız zaten değinmeden geçmelerini de son "sürpriz" meselesini abartmalarına bağlıyorum. polislerin bu yapıya soktuğu polisin katledildiği video'da okunan yazı da garipti. mesele "laik sistemi yıkmak" gibi sunuldu, el-kaide'nin bu videolarında hedef genelde amerika-israil olur. ki burada amerika'nın "kendi yönlendirdikleri tehdit, kendi yönlendirdikleri halk, kendi yönlendirdikleri terörist" zemini oluşturulabilirdi. tercih ettikleri şey de sinema'ya yakışmayan "nabza göre şerbet" kaçtı biraz.

senaryonun son bölümündeki "sürpriz" için son bölümler oraya odaklı işliyor.

bir de herkesin aklına fethullah gülen gelmiştir sanırım. ilk karakterin ağlayarak sohbet yapması çağrışım olarak benzeşiyor, fakat cemaat'in toplu yaptığı şey zikir değil tesbihattır. orada yapılan halka zikri rufai tarikatının yaptığı zikre yakındı. "hacı" karakterinin ise mesajları yakındı. bitlis'li olması ve amerika'da yaşaması, said nursi'den alıntı yapması, hepimiz aynı allah'a inanıyoruz diyerek dinler arası diyaloğa gönderme yapması ve bitlis'e dönüklerinde fırat karakterinin neden buraya gelmedin sorusuna "suları bulandırmamak istedim" demesi akla ister istemez getiriyor. bilinçli olarak mı yapıldı bilmiyoruz.

son sahnede ses sisteminin de azizliğiyle pek çok şeyi kaçırdık ama güzel bitti;

-ana dediğinden anlamaz gavurdur!
+olsun yavrum insandır.

ekleme: uyarı için 146taksim1'e teşekkürler.

salih memecan

meme candır.

24 ekim 2010 fenerbahçe galatasaray maçı

fener taraftarının 2000'de ali sami yen'deki maçta ne hissettiğini anlamamı sağlayan maç olmuştur.

24 ekim 2010 fenerbahçe galatasaray maçı

sayısı ne olursa olsun alınan 1 puana(yazıyla bir) sevinen taraftarları görüp tüm taraftarlara mal etmemek gerekir. stattaki maç sonraki görüntülerse mevzumuz onlar sevinmeyi hak ediyorlar bence, zira onların mücadelesinde(taraftarların) galip gelen taraf onlardı.

24 ekim 2010 fenerbahçe galatasaray maçı

"beraberliğe sevinmek" değildir mesele. maça 45 dakika kala izlemeye karar veren bir galatasaraylı olarak söylüyorum, fener'i elimizden kaçırdığımıza üzülmedim, öfkelendim. bilenler bilir; 87/88 sezonunda ali sami yen'de 1-1 kalan fenerbahçeliler (teknik direktörü, taraftarlar, futbolcular vs) sevinmişti zira bir hafta önce sarıyer 4-1 yenmişti feneri. sabri'nin üçlü çektirmesi oradaki taraftarın ambiyansı ve performansıdır. belki takımın tribünü beslemesi, belki tribünün takımı beslemesi ama bir gerçek var bir rüzgar esmeye başladı. ister "sevinme" olarak addedilsin, ister "toparlanma" olarak. uzun zaman sonra(belki de eşit sayıda taraftar uygulamasından sonra) galatasaray taraftarı bir deplasmanda sesini duyurdu sahadaki renkdaşlarına. her sesin yükselişinde karşı yakadan ıslık sesleri yükseldi ki top fenerli futbolculardayken dezavantajlı duruma düştüler kendi evlerinde.

konuşulması gereken, manisa'nın teknik direktör değişikliğiyle beşiktaş'ı yenmesi veya geçen yıl fener için en hayati maç olan trabzon maçında dahi fener'in yenememesine rağmen galatasaray'ın kadıköy o galibiyete ulaşamamasıdır. hani bişeyler var ama olmayınca olmuyor demek gerekiyor belki de. kaleciyi geçsen gökhan gönül'ü geçemiyorsun, onu geçsen volkan'ın ellerini geçemiyorsun.

"galip gelmek" güzel olsa da daha güzel bir dünya adına hayırlı bir neticeyle bittiğini düşünüyorum. hangisi olursa olsun galip gelen takımın taraftarının "konvoy" saçmalığına çıkması, olabilecek taşkınlıklar ve yine aynı elit tabakanın maddi kazancı.

orada olanlar basit olmasına rağmen, atfedilen değerin bu kadar büyük ve etkili olması kötü bür şu şartlarda. zira elde edilen ürün ile sunuşu arasında ciddi uçurumlar var. bu ingiltere oynana büyük maçlarda yapılan pas sayısıyla bizdeki maçlarda yapılan pas sayısına bakarak bile anlaşılabilir. ama bir gerçek var ki ne beşiktaş maçı ne de başka bir maç bu iki taraftarı da bu kadar havaya sokmuyor.

galatasaray'ın dikkat etmesi gereken şudur; derbilerde elde edilen puanlar şampiyonluğu getirmeyecektir, bu yıl şampiyonluk zor olsa da son haftaya kadar en az hata ile devam etmelidir. çünkü sezon boyunca olabilecek kayıpların çoğu yaşanmıştır zaten.

iki takımın yapısıyla alakalı da; galatasaray yıllardır (hangi durumda olursa olsun) atak futbol oynarken, fener kötü kadrolara sahip olduğunda savunma futbolu oynamıştır. bu sefer savunma yapan taraf biz olduk. seyir olarak memnun etmeyecektir bu taraftarı, fakat bu oyun şablonu şampiyonluk getirebilirse daha büyük mutluluklar yaşatabilir. fenerbahçe geçmiş yıllarda alex'le yaptığı ortadan oyunu bu maçta yapamamıştır. kenarlarda da üretken olamayınca, üstelik bekler yardıma gelemeyince pozisyon kısırlığı yaşandı. niang'ı neill kapatınca geriye gelmek zorunda kaldı ama neill yine bırakmadı. bu durumda alex öne çıktı ama geçmiş yıllardaki ışıltısında değildi bu maçta.

söylenecek çok şey var belki ama rijkaard geçti bu ülkeden. çok sevdiğim rijkaard. çok sevdiğim hagi geldi. bunlardan önce de çok sevdiğim bülent gitmişti. yönetim mi ? belki de seviniyorlardır. kim bilir?

24 ekim 2010 fenerbahçe galatasaray maçı

değil rijkaard, morinho tek maçlık gelse ve şu anki 18 kişiyi birden sahaya sürse orada galatasaray kazanamayacaktır. acırım şimdiden fenerli gazmanların konvoya yakacakları yakıtlara. bir de her zamanki gibi fenerbahçe için derbi günler öncesinden başladı zaten. sakat futbolcu ilanları, yok cezaların anatomisi. sanki taraftarı gaza getirmek için yayınlanmadı onlar. aynı senaryo. yalnız değişen şey yıllardır derbi öncesi iyi durumda olan galatasaray'ken bu sefer kötü bile değil. çok kötü ve kaotik bir ortamda.

akil fenerli arkadaşlarımı şimdiden tebrik ediyorum. hayatının tüm ezikliğini galatasaray maçlarından çıkarmaya çalışan ruh hastası fenerlilere de selam ederim.

maçtan sonra gelen "ekleme"; göt olmak güzeldir bazen.*

17 ekim 2010 galatasaray mke ankaragücü maçı

en üzücü yanı 105 yaşındaki teyzeye belki de hayatının en yorucu ve üzücü gecesini yaşatması olmuştur.

necmettin erbakan

iktidar hırsı nedir?
siyaset arenasında koşturmanın sınırları ne zaman aşılır?
demokratik sistemin içerisinde yarışan partilerde "padişah" sistemi olabilir mi?

daha çok soru var belki sorulacak ama bunların cevabı için erbakan ortak öznedir. anlamaya çalışıyorum, zorluyorum olmuyor. zira üniversiteyi bitireli bir yıl olan ben, hayatın anlamsızlığından, çoğu zaman bıkkınlık gelmesinden dert yanıyorum. nasıl bir hırstır? hangi temelden hareketle bu kadar çabaya gerek duyulur? beslendiğin kaynağın en büyük mutasavvıflarından mevlana "kalp kırmak kabe'yi yıkmaktan daha günahtır, zira kabe'yi hz. ibrahim inşa etmiş kalbi Allah yaratmıştır" demişken çok değil beş yıl öncesine kadar beraber ter akıttığın dava arkadaşlarını "kafir" yapmadığın mı kalmıştır, yoksa daha iki ay önce beraber çalıştığınız arkadaşınızı "palyanço" yapmadığınız mı kalmıştır?

hatırlarım dost meclislerinde "erbakan" konusu açıldığında savunduğum vakitleri. bilirim 1974'te ismet inönü'nün "bu memleket bir adam yetiştirdi o da dinci çıktı" sözünü. bir makine mühendisi olarak bu memleketin yetiştirdiği en büyük mühendis olduğunu, hatta üniversite yıllarımda duvarıma hayatının yazılı olduğu çıktıları astığımı bilirim.

üzülüyorum. yalnızca kendisi adına değil, onu seven/sevmiş/sevebilecek yüzbinlerce insan adına üzülüyorum. hani neden siyasete girdiğin konusu vardı. o su motorunu bu ülkeye kazandırmak için çalışmalarınız vardı. sonra "surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes, ey kahpe rüzgar nereden esersen es!" demiştin. sonra devamı gelmişti. peki yine ülkenin bekası için kendinden neden vazgeçemedin hocam? yalnızca şimdi değil 28 şubat meselesinde o imzaları atacağına neden idamı bile göz önüne alıp istifa ettiğini açıklamadın hocam? sonra tuncay özkan'a neden "sizin çok değerli çalışmalarınızı takdirle izliyorum" dedin hocam? neden "ergenekon'un ne olduğunu bilmiyorum" dedin hocam?

hani bir sözü vardır goethe'nin "eğer daha önce okuduğunuz kitabı ikinci kez okuduğunuzda aynı tadı alamıyorsanız üçüncü kez okumanın bir anlamı yoktur" diye, her öğün yemekten sonra almalıyız bir adet bundan, sonra hırs/kibir ikilisiyle islami bir hareket olamayacağını görmeliyiz.

cemaat karakteri mevzusu var biraz bu durumda. recai kutan'a liderlik yaptırılması biraz da bundandır. çünkü biz söyleyelim, o yapsın. biz yazalım, o okusun durumunda yaşamak zorunda kalmıştır parti başkanı olduğu yılları. içerideki o yapı alternatiflerini çıkarmış ama barındırılmamıştır içerde. örneklerini hepimiz biliyoruz. bir yandan adalet söylemi, diğer yandan bu mevzu.

yıllardır dava adamı çabalarıyla çalışıp, hep "davamdır, fedakarlığı yapmamız gerekir" deyip hayal kırıklığına uğrayan hep "islamcı" olarak tanımlanan bir gençlik vardır. hep kapitalizme karşı mücadele söyleminde bulunup, "abilerinin" şirketlerinde çalışmak zorunda kalıp hayalleri yerle bir olan o insanlar. söyleyecek çok şey var belki ama o insanlar adına daha çok üzüldüğümü söylemek zorundayım.

burada bahsetmeden geçemeyeceğim, milli görüşten kardeşlerimi. hepimizin öfkeleri vardı, "karşının" argümanlarıyla verdiğimiz mülakat çabaları vardı. bir sistemin ele geçirilmesi mevzu vardı hani. hep bir heyecanla çıkıp "başkan" olarak başkasını gösterip, arkadan bişeyler söyleyip surda gedik açma çabalarımız. belki de o sistem bizim iliklerimizde bir gedik açmıştır ve karşı olduğumuz o argümanlar artık iliklerimize kadar işlemiştir.

sevdiğim bir mahlas var, onu burada yazmak istiyorum.

bu konuda söylemek istediklerim bu kadar.

uludağ sözlük

http://galeri.uludagsozlu...f-s%c3%b6zl%c3%bck-63997/ dikkatle incelenirse son hali iyi okunabilir. başlık değil oradaki mevzu yalnızca, altındaki entry formatı ve içerik. bir bütün halinde uludağ sözlüğün ne olduğunu özetliyor.

önlüğün altına pijama giydirilen ilkokullu kız

uzaydan gelmiştir, yeşil yeşil dolaşmaktadır. ulan ben yüksek lisansa başladım o picamayı altıma hala giyiyorum, ne diyorsun sen?

amına koyim demenin 1001 farklı yolu

(bkz: ben söylerim çayı sen içeri geç içeri)

amına koyim demenin 1001 farklı yolu

dile pelesenk olan çorum'dan (bkz: mırnagom)

amına koyim demenin 1001 farklı yolu

robert koleji'nden; (bkz: ben de koyucam ha)

mesut özil in türkiye ye attığı gol

aslında o golü biz nuri şahin almanya'ya gol attığı zaman yemiştik. o günden sonra alman milli takım yetkilileri strateji değiştirdi ve golü attılar. biz hala kalemizden top çıkarmaya çalışıyoruz.

ibrahim üzülmez

hiddink milli takımda sola sabri'yi koyarak kendisine ironi yapmıştır.

mesut özil

o atınca yemiş sayıldık bu göt almanlardan dolayı.

ösym

garip şeyler yapmaya devam eden yurdumun nadide kurumu.

http://www.osym.gov.tr/ge...fca5b4d05378e26063129a875

özel yöntemler hazırlamışlar kendi çaplarında. biz telefonla alımın çağdışı olduğundan bahsederken ösym hazretleri saati bile almaycakmış artık. bir de sınavda herkese özel şeker ve kalem verecekmiş. tabi karşımızda da 20 cm çapında saat bulunacakmış.

ösym kurumsal bir aptallık içerisindedir demek sanırım ösym'ye söylenebilecek en güzel sözlerden yalnızca birisi.

garip olanı bugün yök'e bir yazı yazdım. ösym'nin modernize edilmesi gerektiğini, mağdur ettiği yüzbinlerce insan ve daha önce gerçekleştirdiği sınavlarda da şaibe olduğundan en azından bir özür yazısı yayınlaması gerektiğinden bahsettim. hatta kurumsal onur açısından bundan sonra yapacağı sınavlardan para almaması gerektiğini yazmıştım. sanırım cevap olarak yayınladılar bu ilanı. tam bir şakaysa hiç komik değil ciddiyse çok komik durumu yaşanıyor şu anda.

bir teori vardı; eğer bişeyler ters gitmeye başlarsa herşey ters gider üzerine. ösym şu anda bunu yaşıyor. düzelir mi bilmem ama düzülenler olarak değişmeyeceğimizden eminim.

eren derdiyok

türkiye'ye geldirse soyadıyla uyuşmayan ünlüler kısmında kendisine yer bulacaktır, umarım öyle bir hata yapmaz.