bugün

entry'ler (83)

internetin kullanım amaçları

(bkz: porno)

170 trilyon kazanınca yapılacaklar

başlıkların ilk entrysinin tanım olma zorunluluğu isimli kitap satın alınabilir. hatta bu 170 trilyon kazanmadan da yapılabilir. yapılmalıdır.

neden yapılmasın.

sözlük yazarlarından öyküler

üzerime mayonez döküldü. pantolonumun sağ üst bacağındaki mayonezi peçeteyle sıyırttırmaya çalışırken daha da bok ettim. masadakilere çaktırmadan, ani ve bir o kadar da usturuplu hareketlerle kafeteryanın hemen arka tarafındaki tuvalete doğru ilerledim. tuvalet kapısını açtım. hemen karşımda lavabolar ve onların üzerinde, gelenlerin kendilerine çeki düzen vermek için kullandıkları aynalar vardı. yaklaşık 5 saniye önce açtığım tuvalet kapısından - bir elim hala ardına kadar açık kapıyı tutuyordu - karşımdaki aynaya baktım. iki iyi giyimli adam az önce terk ettiğim masanın başına gelmiş, arkadaşlarıma bir şeyler soruyordu. geride iz bırakmış olmalıydım. adamlardan biri - ki bu sanırım daha önce elinden kurtulduklarımdan biriydi - sandalyemin hemen altına eğilip yeri dikkatle inceleyince, dökülen mayonezin sadece pantolonumla yetinmediğini anladım. masadaki iki arkadaşım, durumun ciddiyetinden bihaber olarak kendilerine sorulan soruları cevaplıyordu. adamlardan birinin kafasını tuvalete doğru çevirdiğini fark edip hemen kapıyı kapattım. beni görmüş olabilir miydi? görmediyse bile ne de olsa hiçbir şeyden haberi olmayan arkadaşlarım birkaç saniye içinde yerimi söyleyecekti. tuvaletin kapısı kilitlenmiyordu. hemen kabinlerden birine girip küçük tuvalet penceresinden dışarı attım kendimi. pencereden çıkmakta zorlanan sol bacağımı kurtarırken ayakkabım tuvaletin içine düştü. işimi zorlaştıracağı için diğerini de ben çıkartıp orada bıraktım. arkama bile bakmadan koştum. çok iyi bildiğim detroit sokaklarında beni yakalamalarının imkansız olduğunu düşündüm. ama yine de hemen bir hat bulup buradan kurtulmalıydım. aynı anda hem koşup hem de telefonla konuşamadığım için göl kenarındaki banklara oturup gemiyi aradım. telefon düşmedi. bir daha aradım, yine düşmedi. sanki bu anı daha önce yaşamıştım. yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. 9333'ü arayınca kontörümün bittiğini öğrendim. hafif bir mutluluk geldi. ne de olsa gemiyle alakalı bir problem yoktu ve bir şekilde onlara ulaşacaktım. ayak seslerini duyuyorum! hemen oturduğum yerden kalkıp şehrin güneyindeki telefon kulübelerine doğru koştum. çok vakit kaybetmiştim. trinity'nin sözünü dinleyip faturalıya geçseydim şu anda kamaramda huzur içinde uyuyor olacaktım. bana yaklaşmalarına izin vermemek için bütün gücümle koştum. nihayet telefon kulübelerinin olduğu meydana geldiğimde artık adım atacak gücüm kalmamıştı. üstelik adamlardan birini - bu daha önce görmediğimdi - çok uzaktan da olsa görebiliyordum. derin bir nefes alıp son 100 metreyi 9.45'te koştum. kayıtlara geçmedi. son 100'ün 6. saniyesinde telefon kartım olmadığını hatırladım. 7. saniyede geri dönmenin çok riskli olduğunu düşündüm. 8. saniyede kart olmadan telefon kulübesine girmenin mantıksız olacağına karar verdim. 9. saniyede " acaba girmesem mi? " derken 10. saniyede içerideydim. kendi eksenim etrafında 540 derece dönüp hemen gerisin geri dışarı çıktım. çıkarken pelerinim kapıya sıkıştı. eğilip düzeltirken taytım yırtıldı. " madem superman'im, neden uçmuyorum? " dedim ve uçtum. 15 saat süren yolculuğun ardından istanbul semalarına ulaştım. kadıköy'ün üzerinden geçerken stadyumun etrafındaki kalabalık dikkatimi çekti. biraz alçalıp tabelaya baktım. fenerbahçe, norveç'i 1-0 yenmişti. biraz daha alçalıp migros'un önündeki taraftarların yanına indim. irice bir ergene yanaşıp golü kimin attığını sordum. " kuyt attı abi. " dedi. " eyvallah genç. " dedikten sonra cebine 100$ sıkıştırıp uçarak oradan uzaklaştım. barbaros'taki gazete binasına geldiğimde susuzluktan ölüyordum. üstelik jet lag fena çarpmıştı. güvenlikteki arkadaştan yırtık taytım için özür diledim. " ne demek abi, al benim pantolonu giy. " dedi. çıkardı verdi sağolsun. o da benim taytı giydi. ibne gibi oldu. dayanamadım pantolonun belindeki silahi çekip vurdum göt lalesini. hemen oracıkta intihar süsü verdim. silah kendi silahı olduğundan gayet inandırıcı oldu. gazete binasına girip sebile ağzımı dayadım. buz gibi su iyi geldi. bir de doğruldum ki hemen arkamda bizim sayfa müdürü. hayır yani eskaza biraz daha eğilsem değdirecek puşt. ben içimden çok pis küfür ettim. o, dışından " manşeti hazırlamamışsın hala! neredeyse gece yarısı oldu! " dedi. ünlem işaretiyle biten iki cümleyi arka arkaya kullandığına göre yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. " hazırladım efendim. " dedim. " viking'leri kuytuda kıstırdık! " diye manşet attım. çok tuttu. gazete 14 milyon sattı. bizim sayfa müdürünü görmeniz lazım; benimle bir samimi bir samimi... " clark'cım, gel sana bir yemek ısmarlayayım. bu başarının karşılıksız kalacağını düşünmüyordun di mi? " dedi. burger king'e götürdü beleşçi pezevenk. başta çok bozuldum; ama sonra takmadım kafaya. bir whoopper söyledim. o, çocuk mönüsü aldı. " oyuncağı almasam kaça olur? " dedi. kasiyer güldü. ben de güldüm. bizim siparişler çıkınca iştahla oturduk masaya. hamburgere mayonez sıkmadım. turşunun-domatesin dökülme riskini de göze almayıp tek seferde yuttum bütün hamburgeri. kesmedi. patatesle kolayı da götürdüm bana mısın demedi, bizim müdürün oyuncağını da yedim. karnım doyunca çok mutlu oldum. çok güzel bir şey, bence siz de olun.

güntekin onay

babasının oğludur!

hala ntv ve ntv spor a biraz olsun saygımız varsa, en büyük sebeplerinden biridir bu adam.

tuttuğum takımın taraftarı olmasını isterdim.

foursquare

bir anda ortadan kaybolan, gittiği yeri kimseye söylemeyen, başkaları o' na ulaşamasın diye telefonunu kapatan insan(lığ)ın geldiği son noktadır. o zihniyetten buraya nasıl geldik inan aklım almıyor.

çok saçma değil mi; ben bir adamın ( yahut kadının ) sabahtan akşama kadar nerelere gittiğini, nerede oturduğunu, öğle yemeğini nerede yediğini, gece eğlenmek için hangi mekanları tercih ettiğini - hiç umrumda olmamasına rağmen - takip ediyorum. bu çok kötü. daha da kötüsü; bunun benim değil, karşı tarafın isteği sonucu olması.

' gittiğim yerleri paylaşıyorum, böylece yakınımda olan arkadaşlarım beni aramak zorunda kalmadan hemen bulunduğum yere geliyor, görüşmüş oluyoruz. ' diyerek bu uygulamayı savunanlar var.

benim de onlara şöyle bir cevabım var;

sevgili pek akıllı kızım ( yahut oğlum ); seninle görüşmek isteyen insan zaten seni arar. bu çok basit bir denklem değil mi? eğer sırf yakınında bir yerde olduğunu öğrendiği için seni görmeye geliyorsa bırak hiç gelmesin. geldiyse de hemen kov onu, siktirsin gitsin. yapmacık samimiyetlere ihtiyacın yok ki senin. neden böyle yapıyorsun?

amacın ne kadar sosyal bir insan olduğunu hepimize göstermekse tamam biz kabul ettik onu. söz, herkese anlatacağız senin ne kadar sosyal, ne kadar gezgin bir insan olduğunu. ama n' olur yapma artık böyle, rezil etme kendini.

p.s tüm foursquare kullanıcılarına kafam girsin!

rıdvan dilmen

bu adamın fenerbahçe ve türk milli takımı maçlarını yorumlaması yasaklanmalı. bu maçları yorumlarken kendini kaybediyor. teknik/taktik açıdan bilgisine güvenilir biri olsa da duygularına hakim olamadığı çok açık. 3-1 biten galatasaray-fenerbahçe maçının ardından en dikkat çekici olayın volkan*' ın söylediği - fenerbahçe' yi ayakta tutmaya çalışacağız - sözü olduğunu savunan bir adamın hala konuşmasına nasıl izin verilir anlamıyorum.

fenerbahçe' nin kazandığı maçlardan sonra sürekli takımın iyi yanlarını, kaybettiği maçlardan sonra da sürekli kötü yanlarını konuşuyor. ama varsa yoksa fenerbahçe. sanki karşısındaki takımın maça hiçbir katkısı* yokmuş gibi. olaya hep fenerbahçe tarafından bakıyor.

kendisinin ait olduğu yerin ntv değil, fb tv olduğunu düşünüyorum.

peşin edit: los angeles lakers' lıyım.

disko kralı

bu gece mönüsü oldukça iştah açıcı;

aperitif olarak can bonomo var,

ara sıcak melis danişmend,

ana yemek şebnem ferah,

tatlı olarak da model var.

hepimize afiyet olsun.

orhan pamuk

nobeldi, ermeni meselesiydi, siyaset-politikaydı derken çok hakkı yeniyor bu adamın. bana göre aktif türk yazarlar arasında en iyisi, hem de öyle küçük bir farkla falan değil.

olaylara baktığı yeri çok seviyorum. fakir edebiyatı yapmıyor, topluluğu arkasına alarak suni bir güç oluşturmaya çalışmıyor. etkilenmemenin mümkün olamayacağı bir kendiyle barışık olma durumu var bu adamda. yazdıklarını çok dürüst buluyorum. başkalarının söylerken çekindiği, hatta söylememek için çok direndiği şeyleri sayfaların arasına çok sıradan şeylermiş gibi - ki aslında öyleler - serpiştiriyor. bu da daha gerçek kılıyor yazılarını.

sokaktan biri olmadığı, aristokrat bir aileden geldiği ve bunun getirdiği bütün artılara sahip olduğu için kıskanılıyor, dışlanıyor. bizde böyledir bu işler, kıskançlığımız adalet duygumuzun önüne geçer hep.

şu siyasi nobel başarısı üzerine de bir şey söyleyeyim; bütün o meseleler hiç yaşanmamış olsaydı da orhan pamuk günün birinde o ödülü alacaktı. bu kadar harikulade bir yazarın görmezden gelinmesi mümkün değil. new york times' ın da dediği gibi; " pamuk, doğu' nun da batı' nın da sahiplenmekten şeref duyacağı temel ve kalıcı bir yazar... "

23 ekim 2011 van depremi

depremden çok ' van ' kelimesi vurgulanan başlıktır. bu sözlükten bahsetmiyorum, ülke gündemi bu şekilde.

van' da yaşananlarla alakalı ' oh çok iyi oldu ' kafasındaki insanlarla, onlara laf yetiştirmeye çalışan diğerlerinin tartışmaları gündemde o kadar fazla yer kapladı ki olayın özünden uzaklaştık. arama kurtarma ve yardım konularında 99 depreminden bu yana büyük yol katettiğimiz doğru; fakat hala yardımlara alakalı sıkıntılar olduğu konuşuluyor. ulaşan yardımların niteliğiyle alakalı bir problem olduğu söyleniyor. biz ise bunları tartışıp çözmeye, yardım etmeye çalışacağımıza değersiz ideolojilerin peşinden koşuyoruz.

oysa deprem kötüdür! evler yıkılır, insanlar ölür ve ölen her insan için üzülünür.

fakat artık şundan da eminim;

milliyetçilik çok daha kötüdür. evet evleri yıkmaz belki ama insanlığı öyle bir yerle bir eder ki çocukların yüzlerine bakmaya utanırsın.

kendini pazarlama arzusu

ps. bu yazı şiddet içermektedir!

lafın nereye gideceğini biliyorsun. tabii ki facebook' a sataşacağım. başka ne olabilir ki?

bu siteye bayılıyor olabilirsin, en sık ziyaret ettiğin sitelerden biri bu olabilir; ama dur bir dinle bak. eminim hak vereceksin.

sanal bir kimlik oluşturma yarışının içinde gibi hissediyorum kendimi. ama buradaki sanal kelimesini illüzyon olarak kullandığımı sanma. kişilerin kendilerinden bağımsız profiller değil bunlar. bizzat kendilerini aktarıyorlar internete.

facebookta en sevdiğiniz filmler, müzikler, kitaplar... gibi bölümler var biliyorsundur. orada paylaşıyorlar neleri var neleri yoksa. her şeyi yazmış ama. kendiyle alakalı cümleler yazmış, hepsi benle başlayıp benle bitiyor. kendine doğru bütün oklar. hani o oturduğu yerden kalkıp 3 cm yana otursa dünyanın ekseni kayacak gibi. öte yandan bu paylaşımların nedenini gerçekten anlayamıyorum. anlamak istiyorum, anlayamıyorum. kimseyi küçümsemek ya da dalga geçmek için falan da yazmıyorum bunları, ama hakkikaten endişeliyim. bir insan neden her şeyini sonu .com la biten bir siteye aktarır? neden bu kendini pazarlama - ki benim kadar kaba değilseniz buna 'kendini sunma' da diyebilirsiniz - yarışına girer? kime neyi satmaya çalışıyor olabilir?

profilinde 300 fotoğraf olan insan gördüm ben. tahmin edersin ki hayatında yer aldığı en güzel 300 fotoğraftır o. ama bunu bu kadar ifşa etmek neden? bizim de aile albümümüz var mesela. annem yıllardır bir sürü fotoğrafı biriktirir, kronolojik olarak ekler albüme. ama biz o albümü herkese göstermeyiz. hatta bazı yakınlarımızdan bile sakınırız. içinde sakınılacak şeyler olduğunu için değil, kesinlikle o insanların profillerindekilerden farklı fotoğraflar değiller. ama bunun ( buradaki bu yerine mahremiyet, özel hayat gibi kelimeler koyabilirsin ) sergilenecek bir şey olduğunu da düşünmeyiz.

insan duruşuyla, fikirleriyle zaten gerçek bir profil oluşturuyor. ve bunu kimseye göstermek zorunda değil. aksine, bunu göstermemek ona çok şey kazandırabilir. zaten yeterince doğru bir hayat yaşıyorsa bunun karşılığını alır. hem de öyle likelarla, commentlerle falan değil, gerçek saygıyla alır. itibar kazanır. birkaç yüz yıl önce dedikleri gibi; eğer sen değerli bir madensen, yerin kaç kat altında olursan ol birileri gelip seni oradan çıkartır. ama ortalıkta 'bakın ben buyum, bunları severim bunları sevmem, bunları çok çok severim, alın beni, beğenin beni ne olur sevin beni' diye dolaşırsan emin ol alırsın.*

eminem

beyazların en siyahıdır.

başak burcu erkeği

bu adam otursa bir tepeye, aşağıda olup biteni izlemez. aşağıda olup bitmesini istediği şeyleri hayal eder, onları izler.

sevgililerden kızın 86 lı erkeğin 90lı olması

' sevgilliler ' de olur öyle şeyler.

edit:

(bkz: başlık düzeltilince göte giren kurnazlıklar)

tek kelime etmeden giden sevgili

geri dönerse çok pis döverim.

baştan söyleyeyim ki sonra ben bilmiyordum olmasın.

sergen yalçın

tembellik kelimesinin resimli sözlükteki karşılığıdır.

25 aralık 2010 chicago bulls new york knicks maçı

şikago' nun ikinci şans sayıları sayesinde başa baş giden maçtır. ny reboundlara biraz daha dikkat etseydi çoktan kopardı maç.

25 aralık 2010 miami heat los angeles lakers maçı

kim kaç sayı atarsa atsın lakers' ın kazanacağı maçtır.

kobe böyle durumlarda takımı idare etmeyi çok iyi biliyor çünkü.

barcelona maçlara 2 0 geriden başlasın

(bkz: biz de tam onu konuşuyorduk)

kar yağarken güneşi gören insan

televizyon izliyordur.

sergen yalçın vs mehmet demirkol

(bkz: sap ve saman)