bugün

sözlük yazarlarının yazdıkları hikayelerdir. izin verirseniz ilkini ben yazayım. * **
üç arabaydılar

bir sonbahar akşamıydı. üç delikanlı tunus tan kızılay a inmiş, etkisini arttıran yağmura aldırış etmeden olgunlar a gelmişlerdi. ıslanıyorlardı ama özgürlerdi, çünkü gurbetteydiler, niye ıslandın diye kızacak bir anneleri yoktu yanlarında. bunun da keyfini sonuna kadar çıkarmaya kararlıydılar. yağmurun altında ellerini yana açarak, ağızlarına da birkaç damla yağmur suyu almak için ağızlarını açmışken, hiç beklenmeyen bir şey oldu. rüzgar gibi yanlarından geçen bir aracın yolun kenarındaki su birikintisini üzerlerine sıçratması sonucu her şey birdenbire değişmişti. elinden şekeri alınmış çocuklar gibi morali bozulan gençler yine de pollyannacılıkoynayarak, bir şey olmamış gibi davrandılar. bu olayda bir art niyet aramadılar, hayat toz pembeydi onlar için. neşelerini böyle ufak bir mevzunun bozmasına izin vermediler, sonuçta o şoför de insandı. ama bilmedikleri şey, iki aracın daha, öndeki aracı izlemesiydi, hem de aynı hızla, aynı amaçla. üzerlerine gelen her su damlası bir şey aldı o çocuklardan, inançlarından, özlemlerinden ve insanlıklarından....bir daha eskisi gibi olamadılar, hayata umutla bakamadılar.....***
ilk entry de adı gecen caddede bu sefer 5 kişi aynı duygularla kapkaç yapmaya çıkmıştık, evet ne annemizden korkumuz nede babamızdan çekintimiz vardı, derken karşından gelen iki kişi gözümüze takıldı, plan hazırdı, ahmet hızla üstlerine doğru koşacak, mehmette arkalarından hızla koşup cantayı alıp koşmaya devam edecekti, ben ve diğerleride olaya karışıp kahramanlık yapmaya kalkanları en gelleyecektik, derken plan sorunsuz işledi, buluşma noktasına vardığımızda, hemen çantayı elime aldım, reis olarak paylaşımı ben yapmacaktım, çantayı açınca birde ne göreyim, bir deste amerikan doları, bol miktarda euro, 30 adet burma bilezik, yaklaşık 50 adet kadar tam cumhuriyet altını vardı, biri bana, biri okuyana, biri de oylayana.

kapkaç hızında edit: yukarıdaki anlatılanları rüyamda bile yaşamadım, sağın solun laflarına kulak tıkayın lütfen.
bu gün cezaevinden yeni çıkan arkadaşımla beraber içmeye gittik, kafayı takmış yüzüne kezzap attığı kıza, illa görüşecekmiş, ipne işte, lan görüşecektin neden kezzap attın kıza, neresi ile görüşecen şimdi, desem de dinlemedi lavuk, gittik kızı evinden aldık, bu arada karşı çıkan abisini bıçaklarken, bıçak kemiğine saplandı geri de çıkaramadım öyle kaldı orada moralim çok bozuk bu yüzden zaten, hediyeydi o bana, neyse, yolda gidiyoruz bizim ki zırt pırt yok ona niye verdin buna niye hapşırdın diye döverken, kızın bağırmaları kulağımı zikti, şimdi bir şey söylesen ayıp olacak, bende ses çıkarmayayım dedim ama nereye kadar, dayanadım koli bandı ile ağzını bantladım, allahdan bizim ki efendi çocuk hiç karşı çıkmadı, o arabanın arkasın da biz de önünde tekila larımızı yudumlayıp eski günlerden bahsettik uzun uzun, kızarım mızarım ama temiz çocuktur bu, bir gün biz bununla tarlabaşında bi kamili arıyoruz, pat lavuklar 6 kişi çıkmazlarmı karşımıza, o zamanlar nerde küte filan, çektik sallamaları kim denk gelirse, kaçıp gitmedi yani, garibandır da, cezaevine babasını öldürmek den girmişti, bir kızı seviyordu, babasıda para yok olmaz diyordu, dayamadı kesti adamın kafasını, ben ilk duyduğumda çok kızmıştım, insan babasının kafasını kesermi, şimdi sana kim para gönderecek cezaevine yaralasaydın bari demiştim ama, kurnaz dır da ha babasının fitili bulmuş gevrik sağlamdı yani, sohbet sohbet derken geceyi ettik, bana abi ben eve gideyim artık geç oldu dedi, tamam derken lan bu kız ne olacak dedim, arkaya bir döndük, kızda hiç ses seda nefes yok, burnunda et varmış karının, ağzını bantlayınca haliyle taklaya gelmiş, şimdi işin yok müsait deniz kenarı ara, bide parmak izi kalmasın ayağına benzin dökelim dedik, ulan bi koktu ben varya 5 ay et yemem artık, sonun da eve bıraktım da kurtuldum, şu saate bak anasını satayım kaç olmuş, şimdi beni uykuda tutmaz, dünden kalan bi şişe rakı olacaktı, onu içeyimde bari biraz uykum gelsin yatarım belki, sessiz ama uzun bir gündü, eski dostları görmek gerçekten güzel.
bir varmis yokmus
bir keci varmis
berbere gitmis
sakallarini kestirmis.
eve gelince aynaya bakinca
''ah nerde benim sakalim''
demis. *
trenin yamacında oturan kız fincan... Dışarıda güzel bir hava... kasım ayında güneş yine de ısıtıyor insanı. çimenler yemyeşil, lakin ağaçlar sararmış. yazla kışın inadı mı, doğanın kısır döngüsü mü bilinmez. bir karga sürüsü havalandı göklere. akşam olacak, tepelerde ışıklar yanacak. her evde neler yaşanacak kim bilir? bağıracaklar, kavga edecekler, anlaşacaklar, yiyecek, içecekler, üşüyecek kimileri, sevişecek bazıları kuytularda karanlıklara gömülüp... ama şimdi sıcacık dışarsı, öyle bir aydınlık ki hem de. gök mavi, yer yeşil. ya fincan... fincan, midyedeki inci. keşfedilmemiş henüz. iri gözleri var, kocaman, kapkara, baksan boğulursun. fincan denizi görmedi ama rüyasına girdi bir kez. Filmlerdeki gibi değildi, geceydi. karanlıktı gözleri gibi ve anlaşılmazdı dost mu düşman mı olduğu tıpkı gözleri gibi! ben fincan'a baktığımda yalnız göz ve dudak görürdüm. ne dudaklardı onlar... acıtılmış, kanatılmış gibi öpülmekten. inadına güzel, kan damlayacak sanki. fincan o pastel güzellerden değildi. hani şu sarılı, pembeli, mavili... her şey yoğun onda. her şey belirgin yüzünde de, karakterinde de. onda bir şey ya var, ya yok... ya yaşam ya ölüm. ya güzel ya çirkin. o yüzden dudaklarını kan ve gözlerini kara dantel bürümüş. Boy, pos normalin biraz üstünde. selvi boylu değil anlayacağınız fincan. 1.65 ancak var. o dudağa baktığınızda, o gözleri gördüğünüzde ya ağlama yahut azar duyacağınızı sanırsınız. zira gözler kapkara, haşin bakar, zehir saçacaktır sanki. dudaklarsa acı çekmiş, titremektedir adeta. güzel göğüsleri vardır fincan'ın, diri. fincan istiridyenin içindeki inciyse, o göğüsler hiç ulaşılamayacak bir madendir. öyle bir madendir ki; yerde değil göktedir... madeni kazar bulursunuz, ama fincan'ı... öylesine ulaşılmazdır, öylesine sürprizlerle doludur işte. kendi bile bilmiyor henüz bunları. siz baksanız onun baktığı yerlere şimdi her şey aynı dersiniz, evler ve camiler görürsünüz, evler ve camiler...
yine bir karga sürüsü geçiyor gökten. siz sevmezsiniz kargaları, martıları hayal edersiniz. oysa fincan hiç martı görmedi ki. kargaları da seviyor. o evden elli metre uzaktaki küçük tepeye çıksa, uzaklara gittim sanır, neler neler görür oradan kim bilir? ama siz everest' e tırmansanız az gelir. neler gördünüz, neler yediniz, neler okudunuz, neler dinlediniz öyle? tabi kesmez bunlar sizi... sanatla yoğruldunuz, zevkleriniz gelişti, gurme oldunuz öyle mi? çocuklarınızı baleye yazdırın, basketbola gönderin, aman stilli yüzsün, yabancı dil bilsin en az bir tane, okusun, okusun, dans etsin... fincan belki hepsini yapar bunların, belki hepimizden de iyi yapar. ama henüz bilmiyor, denememiş, deneme fırsatı ona verilmemiş... fakat fincan' ın gözlerine bir kez bakın, gerçeği göreceksiniz. kimse ona el uzatmasa da, onun dağları aşacağı belli. dedim ya kendi bilmiyor henüz... **
iki sevgili motorsikletle gidiyorlar (erkek:e, kız: k )
e: ya hayatım şu kaskı alırmısın?
k: hayatım alıp nereye koyacağım?
e: kendin tak canım ben çok sıkıldım *
e: beni sevdiğini söyleri misin? *
e: duyamadım *
e: bir kez daha soyle *
e: aşkım beni sımsıkı sarsana *

-akşam haberleri-
freni boşalan motorsiklet duvara çarptı, gençlerin birisi kask taktığı için hayatta kaldı diğeri ise kask takmadığı için hayatını kaybetti.

aslında erkek en başından beri frenlerin tutmadığını biliyordu...
boyle sevgi kaldımı ey allahıııım????
yazarlardan hikayeler

3 genç balkonda oturmuş hayatlarının seyrini değiştirecek bir fikri bulmak üzerelerdi.
Bu fikir neydi acaba.????
Hepsi de köşeyi dönmenin hayalini kuruyorlardı.Bir şeyler yapmalıydı artık bu gençler.
Oradan Rapter*atladı:
"Kokain işine girelimmm"
Baadir*:
"olmaz olum hemen kokain.önce ot işinden girmeliyiz"
tazefasulle**ise parlak bir fikir bulduğunu sanıyordu:
"Arkadaşlarının sakız fabrikasını soymak"*.
Rapter:
"salak fabrikada para olmaz."
tf:
"biz de sakızları alırız ve satarız.nhehehehe"
Rapter:
"o kadar sakızı ancak johhny depp 3 günde elinden çıkarır"

Ve olanlar oldu sakız fabrikasına bir baskın yapıldı.
250 kg sakız ele geçirildi.
2006 yılında didimde eğer sakız aldıysanız emin olun o sakızı bizden almışsınızdır...
Gençler bu işten fazla para kaldıramadı ama halk ucuz sakızla tanıştı…
Acaba bir sonraki köşeyi dönme planlarında başarılı olabilecekler miydi??
Bütün grup düşman olmuştu. Bir sürü uğraş ve ellerinde kalan sadece yol parasıydı...
Acaba ankaraya mı dönceklerdi??

tf ordan atıldı:
"ümidinizi yitirmeyin.köşeyi hala dönebiliriz.bence bir kitap yazalım ve korsan olarak satalım"

olanlar oldu bu 3 genç tam 800 sayfa bir kitap yazdılar.Kitabın kapağını vasat derece de grafiker olan rapter yaptı...
Kitabı da fotokopiyle çoğalttılar.(rapter in el yazısı)
Sakız işinden ellerinde kalan parayı da fotokopiye yatırmışlardı.Ellerinde kalan 80 kg sakızı da kitabın yanında ayraç olmak suretiyle promosyon olarak vermişlerdi...

Kitabı o aralar didimde olan bir yayıncı da almıştı.. Bu kitabı çok beğenen yayıncı kendi adı altında bastırdı...
Noterden onaylatacak Paraları olmayan gençler herhangi bir iddaada da bulunamadılar.

Ve kitap tüm dünyada bestseller olarak 4 milyon traja ulaştı.ama hiç kimse bu kitabı bu 3 kişinin yazdığını bilmiyordu.
grubun hepsi artık tf den nefret ediyordu...yol paralarını da fotokopiye verdikleri için ankaraya otostopla gitmek zorunda kaldılar.

O aralar bir konser için bodrum da olan Gökhan özen jet skisiylee kaybolmuş ve didime sığınmıştı...
gençler gökhanı yoldan geçerken gördüler ve gökhan da onları bmw z4 üne aldı...
yol da ise Gökhan özenle hep dalga geçtiler, ama Gökhan özen hepsini çok sevdi..
dinleyen özen , yayıncı da tanıdığı için gençlere yardım talebinde bulundu.
Acaba Gökhan özen gençlere yardın edebilecek miydi..???

Gençler gökhanı o kadar etkilemişlerdi ki gökhan özen onları evine davet etti artık rotaları istanbuldu gençlerin
Gökhanın evine yerleşmekte pek gecikmedi gençler… Köşeyi dönme planlarına da ara vermeden devam ediyorlardı...bir gün gökhanı reianaya güç bela yollayan gençler uzun süreden sonra evde üç başlarına kalabilmişlerdi.

Baadır atıldı :
"öhömm tf atılmadan ben atılayım dedim bir şeyler yapmalıyız gençler.kitabımız bestseller oldu ama zırnık koklatmadı adi yapımcı.Gökhan salağını iyi sömürüyoruz ama bu bize yetmez evet tf atılabilirsin"

tf:
"bence gökhanı soyup kaçalım arabasını da parça parça satarız nhehehe"

3 kafadar bir fikri tutmuştu ve olanlar oldu...
Gökhanın çağla şikelle ayrılmasını fırsat bilen gençler gökhanın paracıklarını ve köpeğini çalarak ortamdan uzaklaştılar...

rapter yolu yarılamışlarken atılır:
"bize bu yetmez lan bence gökhanı da kaçıralım çağladan da fidye alrıız böylece köşeyi de döneriz..."

grup geri dönerek gökhanın evine girer.gökhanı yaka paça dışarı çıkarıp gökhanın bağ evine kaçırırlar... Artık tek yapmaları gereken çağla şıkeli arayıp fidye istemektir.

çağlayı kontor olmadığı için cepten arayamayan gençler gökhanın telefonundan ararlar.çağla şıkel ise Gökhanla konuşmak istemeğinden çağrılara cevap vermiyordur...
tf nin ise başka bir planı vardır:
"özel numaradan arııyalım çağlayı"
öyle de yaparlar ve tf hayatında ilk defa bir işe yaramanın verdiği keyifle mayışır...

En az Gökhan kadar salak olan çağla hemen telefonu açar.. karşısında gözü dönmüş bir ses Vardır.
baadirin sesi!!
"Gökhan elimizde eğer yarın 300 milyarı boğaz köprüsünün tam ortasına getirmesen Gökhanı bi daha göremessin"
çağla:
"amaaaan sanki onu görmek için deliriyodum yaa.!!! Beyaz la seviyeli bi ilişkiye başladım"

bunun üzerine merve atılır:
"hooyyyttt bu haberi can tanrıyara satabiliriz. Ve köşeyi dönebiliriz&#8230"

Bir an gökhanı unutan gençler evden apar topar can tanrıyarın evine doğru yol alırlar...Ama evin adresini bilmedikleri , evde gökhanın olduğunu bildikleri ve gökhanın evi bildiğini bildikleri için geri dönüp gökhanı da alırlar...
Gökhanın bmw z4 otomobili ile can tanrıyarın evine 2 daakkada ulaşmışlardır.

Kapıyı petek dinçöz açar…
"ne arıyosunuz bu saatte kapımda a-aaaaaaaa gökhann ne böleee caannnn koşşşşşşş gökhana bakkk hemen son Dakka haberi yapalımmmm televolede olay"
tf atlar:
"Petek hanım biz can beyle görüşmek için gelmiştik"
Bu arada baadır iyi ki tf aramızda diye düşünür. tf de olmasa kimse atılmıyoooo...

Can tanrıyar röptişambırı ile elinde prosu ve bir kadeh kırmızı şarabıyla ağır ağır yol alır:
"Evet derdiniz??.. anaa gökhana bakkk naptın lan kendine ahahhaa"
tf:
"can bey biz çağlanın beyaz ile olan ilişki haberini size satmaya geldik"
Can beyin kafasında ampül yanar. Ampülü gören gençler bu işte bir işin olduğunu gecikmeli de olsa anlarlar.
Bunu üstüne can :
" vuhahahahhahah"
diye şeytani bir kahkaha atar. Ve :
"ne kadar salaksınız lan siz öyle satmaya geldiğiniz haberi direk verdiniz bana para mara yok size sttirirrrinn gidiinn leeyynnn"
tf atlar:
"o zaman bari gökhanın fidyesini verin bize.. 300 milyarcıkkk"
Can tanrıyar:
" O zaman bekle bir kameramı alıyım"
gökhanın suratına 2 yumruk indirir.baadıra göz kırpar ve der ki:
"biraz gerçekçi olsun gençler"
"Şimdiiii size teklifim şu gökhanı bana verin. Zaten başka çareniz de yok . ve vermenizin karşılığında sizi televoleye çıkarırım…belki şöhret olursunuz"

Gençlerin hepsinin kafasında ampüller yanar,gözlerinde ise dolar işaretleri belirir.kulaklarında ise kasa sesleri çınlar...Bu fikir çok hoşlarına gider gençlerin.. .

ve olanlar olur...Can tanrıyar o pazartesi televole de bu gençleri arkasında dansçı olarak oynatır.hepsinin üstünde de birer civciv kostümü vardır.Civciv fikri ise tf den çıkmıştır.böylece tanınmayacaklardır...

Yayın bittiğinde ellerinde 5 kuruş olmadan televoleye çıkmış insanlardır. Köşeyi bir türlü dönemeyen gençler gene konuşuyorlardır...
tf atlar:
"genç, biz köşeyi dönmek istemiyo muyuz???"
Baadır ve rapter kafa salllar...

tf 10 yıldır normal bir hayat sürer gibi davranıp gizlice üzerinde çalıştığı ve düşündüğü fikrini artık açıklamak durumunda hisseder kendini:

"kardeşlerim;hepimiz bu yolun yolcusuyuz;Tek amacımız ise köşeyi dönmek ben derim kiiii ilk gördüğümüz köşeden o zaman köşeyi dönmüşşş oluruz ehehehe nasıı fikir??"

Bu fikir herkese çok mantıklı gelir tf takdir edilmiştir
Gençler yürümeye başlar ancak dönecek bi köşe bulamıyorlardıırr...
Vee olanlar oluuurr dönecek bir köşe bulurlar...
Döndükleri anda cılız bir adam ve elinde 2 tane James bond çantası...
tam yanlarından geçerken tf in ağzından pek anlaşılamayan ,tf nin de ne yaptığını bilmediği halde söylediği şu kelimeler dökülür:
"kafkef kemkum bla bla bla hoytingen zuuyytak"

Adamın birden gözleri açılıııır:
"Demek gönderdikleri adamlar sizsiniz…parolayı bildiğinize göre...gözüm sizi pek tutmadı ama sizi yolladıklarına göre bi bildikleri vardır... şimdi yapacağınız şeyi size söylüyorum;. Bu çanta saf kokain dolu; siz bunu alıp Meksika sınırından geçirip gemiyle şili yakınlarında duran bir vapura bırakcaksınız ki o vapur da bu kokaini kübaya götürsün... meksikaya vardığınızda Don Sgagnettiyi bulacaksınız....o size yardım edecek; bu zarfın içinde 1500 $ dolar var... pasaportlar ve sahte kimlikleriniz de bu dosyanın içinde;bu da işi bitirme çekiniz bitirdiğinizde arjantine dönüp Don Sgagnettiye bu çeki imzalatırsınız; beni anladınız mı???
(bkz: fAntastik ulu roman)
devamı:

Bu arada gençlerin kafasının üzerinde soru işaretleri ve ünlemler vardıır...
acaba bu işlen köşeyi dönebilecekler miydi..??

Bu arada kafalarını karıştıran bir şey vardıı.bu don spagetti acaba bi giyecek miydi yoksa bir yiyecekmiydi??? yoksa iğrenç bi yiyecekmiydii??? Bunların cevabını sadece ve sadece don spagettiyi bulabilirlerse alabileceklerdi...

Adam çok donanımlıydı; sağdan bi zarf soldan bi dosya cebinden bi sigara paketi,zippo ve ikamet ilmihaberi çıkarmıştııı... hepsini gençlere verdi.

" ben her zaman gençleri çalışmayı severim "dedi
ve arkasında altın dişlerini göstererek pis pis sırıttı
rapter:
"evet bizi tigana yolladı abi"
"bu gençlerin espri anlayışına bayılıyorum muhahahhahahah "
diye kahkaha atar, purosundan bir nefes daha çekip arkasını dönüp yürür...

Gençler ellerindeki 2 çanta dolusu kokain ve 1500 dolar ile ne yapacaklar???
tf atılır:
"gençler bence biz bu adamın dediğini sallayalım zaten ben çoktan unuttum ne dediğini,en iyisi bu kokainleri alıp bi dolaşalım şöyle buluruz yapacak bir şey"

her şeyi boş vermiş olarak bezik bir şekilde yürürken gençler,rapter saati merak eder
yandan geçen bir paltolu kişiye saati sorar...
meğerse kadın angelina jolie dir ve kimliğini gizlemeye çalışıyordur...
rapter kadına saati bir andan içinden geldiği gibi ingilizce sorar nedense...

kadın durur,gözlüğünü burnuna indirir,ingilizce olarak
"sonunda ingilizce bilen biri be benimle gelin neyim varsa sizindir"

gençler böylece köşeyi dönme fikirlerini bir daha düşünürler...
angelina jolie bunları eve götürdüğünde vasiyetini yazar ve intahar eder...brad pitt onu aldatmıştır çünkü...
gençler ise kadını durdurmaya hiç teşebbüs etmezler çünkü vasiyette bütün mal mülk onlara bırakılmıştır...

tazfasulle jakuzide köpüklü muz banyosu yaparken,
rapter altkattaki gazinoda kumar oynarken,
baadır terastaki olimpik havuzda yüzerken,
angelina jolie kendini yatak odasına asıyordur...

acaba neler olacak, 3 kafadar köşeyi döndüler mi gerçektende?

gençler uzun bir süre angelina jolienin mal varlığını yediler, jet sosyeteye girdiler,partiler verdiler , gazeteleri boy boy süslediler, yediler içtiler...
para bitince malikaneyi sattılar yine otostopla ankaraya döndüler...

güven parka oturup simit -çay yediler...
geceyi geçirmek için bir bank buldular gazete kağıdıyla da üstlerini örttüler...

oradan geçmekte olan bir kedi miyavladı,
havada uçmakta olan bir güvercin baadirin üstüne işedi,
rüzgarda uçuşan doldurulmuş bir milli piyango bileti rapter in yüzüne yapıştı,
tf nin kafasının üzerinde ampul yandı...

(bkz: okumak isteyene allah sabır versin)
(bkz: magazin forever)
(#1584744)
karanlıkta yatıyorum. her taraf karanlık. sağımda solumda bir ışık düğmesi arıyorum ama bulamıyorum.

her yer karanlık sadece uzaklardan bir yerden bir dua sesi ve ağlamalar duyuyorum.
merak ediyorum, kafamı kaldırıyorum.

ama olmuyor.

kafamı çarpıyorum sert bir tahtaya.

işte o zaman anlıyorum ağlayanları da okunan duaları da.

her ölüm erken diyorum, sonsuzluğa uyuyorum.
Bir çim atasözü der ki: "üzerime basmayınız." Neden hep bir vazo kırılır; hem sonra çiçeklere ne olacak? Yerler sırılsıklam. Yer çekimine bırakılmış meyveleri gibi yaşlı bir ağacın, olgunlaştıkça toprağa, yani özümüze daha da yaklaşıyoruz. Ağaç kabukları sertleştikçe daha da tutunuyorlar dünyaya. Bir yaprak olsak oysa, rüzgar mevsimlik bir işçi öfkesinde savursa bizi ani kederler ülkesine. Bir yaprak olsak oysa, oysak aksak saatçilerini kör kamışların, bedelsiz sahiciliklerini emen gölde soysak yapışkan yanlışlıkları soğuk bir lehimle.

Kimse bir başkasının kendisi değil, herkes yaban otları hükümdarlığının saldırgan efendisi biraz.

Bir mermer fabrikasında çalışıyordu. Sessizliği öyle özlüyordu ki, kulaklarına tecavüz eden bu azgın makinelerin arasında. Geceleri kulaklarında olmayan bir trenin hazin çığlığı. Göçle sürülmüştü ovaya adını veren o bucaktan. Bir trenle gelmişti.

Ekonomik açıdan bakınca bir şeye ancak benzeyebiliyordu hologram. Sosyo-ekonomik göstergelere göre oldukça yol alınmıştı, müreffeh ülkeler seviyesine doğru gidilen güzergahta.

Şu gelgiti öyle çok seviyorum ki, martılar buyurun buradan yakın. Çirkin sesli yaratıklar, sizin romantizmle olan gönülsüz ilişkiniz beni iyiden iyiye seviyesizleştiriyor. Şu çamla kaplı yeşil ciğerler, onlar olmasa bu mavi neye yarardı? hiç düşündün mü?

Dün gece saat kaçken isterdin seni asfaltı yeni atılmış bir yolun üstünde kayar gibi ilerleyen otobüsün freniyle aniden hatırlayıvereyim?

Gözleri sanki bir başkasının gibiydi. Ödünç bakışlarla süzüyordu yavaşça bizi. Sonra beyaz tozlu, nasırlı, kocaman ellerinin arasında tezat oluşturan parlak pembe çerçeveli fotoğrafı usulca masaya bırakarak geriye çekiliyor, gözlerini yere dikiyordu.

Kızım... Sekiz yaşındaydı...

Neden hep bir vazo kırılır; hem sonra çiçeklere ne olacak? Yerler sırılsıklam.
küçücük bir arkadasım vardı. küçücük bir sehirde küçücük bir eve sahipti. bir gün, küçücük bir trene atlayıp onu ziyaret etmeye karar verdim. küçücük bir tren istasyonuna vardım. orada arkadasımın küçücük arabasına binip küçücük yollardan geçerek küçücük evinin kapısına vardık. arkadasım küçücük eliyle, küçücük cebinden küçücük bir anahtar çıkardı ve küçücük kapıyı açıp küçücük ayakkabılarını çıkardı, sonra gidip küçücük divana oturduk.
(bkz: sozluk yazarlarinin hayatlari) * * *
Meyhanedeki adam
Her geçen gün yeni bir sığınak arıyordu kendine , parçalanmış hayatının son zerrelerinde , hayata dair son tutunuşlarına ev sahipliği yapacak bir yer. Yorgundu. Yaşamak yormuştu onu da herkesi yorduğu gibi. Yaşanmışlıkların değil de yaşayamadıklarının ağırlığıydı altında kaldığı. Deniz kenarında , hayatın akışından çok uzağa konuşlanmış salaş meyhanesinde rakı bardaklarında teselli arıyordu. Herkesin imrendiği bir hayatı olmuştu . Başarılı bir adamdı , kendi elleriyle kurduğu şirketini dünyaya kabul ettirmişti. iyi bir eşi , mükemmel bir aile hayatı , sosyal çevresi vardı ya da en azından herşey mükemmel görünüyordu dışardan bakanlara. O, yine o sahil meyhanesinde sorguluyordu kendini , pişmanlıkların sardığı bedenine daha fazla zarar vermek için hem içki hem sigaraya yükleniyordu. Kendini saklamayı hep başarmıştı , dışardan bakanlar onun duygularını anlayamazdı o istemediği sürece. Bir tek meyhanedeki Yorgo baba vardı halinden anlayan , bir de meyhanenin tahta iskemleleri. Her geldiğinde aynı şarkı çalıyordu sanki , "yastayım diyordu şarkıda , yaşlandım artık bıraktığın gibi değilim bir kızım var evliyim" . Üstünden uzun yıllar geçmişti halbuki , hiç görmemişti onu , hiç duymamıştı sesini arasıra ortak dostlarından gelen haberler dışında bir şey de bilmiyordu şu anda ne yaptığı hakkında. Bu kadar zaman kalbinin bir köşesini herkese kapamıştı , bir mabet ayırmıştı ona o köşede , her gün ama her gün oraya girerdi , anıları tazeler sanki yanındaymış gibi dertleşirdi onunla. Bir kişiye bu kadar zaman onu görmeden , duymadan , dokunmadan nasıl aşık kalabilmişti , şaşırıyordu. Hayat işte , sürprizleri vardı , en iyi bahçıvanlara yaptırdığı o kusursuz güzellikteki bahçesi gibi değildi , onun yollarında bataklıklar vardı , patikalar , taşlıklar vardı . Belki gururundan geçememişti o yolları , tüm dünyaya kafa tutan adam bir kişiye yeniliyordu ya da kendine. Sevdiği gitmişti belki ama o hep onunla kalmıştı aynı yerde
istanbul , 2006 .
Hammamizade ismail Dede'nin ferahfeza peşrevinin yüreğime üflenmesinden birkaç gün sonra artık o sesler zihnimden hiç çıkmıyordu. Sanki aklımın ipleri kopmuştu. işte benim hikayem de böyle başladı:
Osmanlının tarihi şehirlerinden birinde, birgün hayırsever bir tüccar ehli müslim için bir ibadethane yaptırmaya karar verir. Şehir o zamanlar daha yeni gelişmeye başlamıştır. Tüccar buna istinaden cami-i şerifi bir kaç evin olduğu , tesbih seslerinin nice hodbeş yaratığın sesini bastıramadığı bir araziye yaptırır. Böylece insanlar; geceleri cinlerin, iblislerin, gulyabanilerin cirit attığı bu diyarda Allah'ın izniyle gezebileceklerdir. Gel zaman git zaman camii şerif yapılır; bir kaç saçsız ihtiyar harici kimse dinin direğini yerine getirmek için bu cennet-mekana uğramaz olur. o ihtiyarlarda rablerinin huzuruna ulaşır, bu alemden göçerler.Bu böyle yıllarca sürer gider sonunda cami şehre küser, şehir camiyi unutur. Rivayetlerde buranın adı hep şehreküstü diye anıla anıla muhterem bir zat olan devrin kadısı bu mahallenin adını şehreküstü koyar.
Bu efsaneden yüzyıllar sonra Nizam Efendi adındaki zat-ı muhterem; Emir Sultan hazretlerinin damadı sultan yıldırım-bayezid han hazretlerinin yaptırdığı cihandaki dördüncü mihrab diye anılan cami-i şerifin yanından geçerken birden garip sesler işitir. Erbab-ı livatadan iki utanmaz şahsın çıkardığı seslere anlam veremeyen Nizam Efendi bedestenlerin içinden kendine kestirme bir yol aramaya koyulur. Zifiri karanlıkta yolunu bulamayan Nizam Efendi yüreğindeki sesi dinleyerek artık şehrin merkezinde olan şehreküstüne inen bayırın başında buluverir kendini. Gönlüne yerleşen ferahlıkla kendini yolun akışına bırakırken onu görünce irkilen iki ihtiyarın yanından geçerken '' gecenin şerri sizden uzak olsun '' diyerek dualarını onlardan eksik etmez ve dar sokaklarda yolunu bulmaya devam eder.
Kafasında dönen sorulara hala bir çözüm bulamayan Nizam bir kaç gün önce duyduğu peşrevi yanıbaşında işitir. Nizam Efendi bir kaç metre ötede Hammazide ismail Efendi'yi ve onun peşinden koşan kara giysili, başlıkları yüzlerini kapatmış adamları gördükten sonra; gönül perdesini açan bu adamı kalpleri kararmış haramzadelerden kurtarmak için arkalarına atılır. ismail efendi önde, haramzadeler arkada bir müddet koşuşturduktan sonra surların önüne
kadar gelirler. ismail efendi ve haramzadeler surların arasında yıkık dökük bir yere girerler. Haramzadelerden daha ürkütücü bu mekana girmekte bir an tereddüt etse de aklındaki sorulara bulacağı cevabı bir tek ismail efendinin vereceğini düşünerek onların arkasından surların içine dalar. Bir anda kendini bir zindanda bulan nizam efendi zifiri karanlıkta yolunu bulmaya çalışır. Gözleri karanlığa alıştıktan sonra yerdeki suların yansımasıyla yolunu bulan nizam efendi işittiği sese doğru hareketlenirken arkasında cüppeli adamların nefesini hisseder. Yaşadığı bu korkuyla koşmaya başlayan nizam efendi peşrev eşliğinde bir sesin '' üçler, yediler, kırklar, binler, mevlana celaleddin rumi, şems-i tebrizi, '' diye fısıldadığını işitir ve bu sözlerden sonra içinde bir ürperti hisseder. bu ürpertiyi hayra yorarak kafasını kaldırır. karşısında etrafı kaplayan nurani ışık göremediği ismail efendinin üzerinde yoğunlaşır.
Işığa doğru giden nizam efendi birden o nuru kendi içinde hisseder.Aslında ışık onun içinden çıkmaktadır ve birden yükselmeye başlar. içindeki ışıktan dolayı hiçbirşey göremeyen nizam efendi birden ayaklarının altında yeri hisseder. gözlerini açar ve kendini şehreküstü camiinin içindeki şadırvanda semayı izlerken elinde bir çınar fidesiyle bulur.
Tüm bunların bir görmeceden ibaret olmadığını kanıksayan nizam efendi artık bazı sırlara vakıf olduğunu anlayarak bu mekanı terk-i diyar etmeye karar verir. Yavaş yavaş şehreküstü meydanından yıldırım bayezid cami-i'ne ve medreselerin olduğu yöne doğru yürümeye başlar. Tepeye ulaştığı sırada gün ağarmaya yeni başlamıştır. bu sırada talebelerin medreselere doğru mevlevilikteki '' şeriat, tarikat ve hakikat kapı'larından girmeye gittiklerini görür. hakikat kapısından giren bir talebenin kafasına bir şaplak atıverir ve öğrencinin hiçbir karşılık vermemesinden emin olur ki iyilik de kötülükte birden gelir. var olan yada olmayan herşey birdir. bundan emin olduktan sonra yürümeye devam eder. yamacı inerken abdestaheden aldığı ibrikle yoluna devam eder. bir süre yürüdükten sonra bulduğu müsait yere elinde çınar fidesini diker ve dualar eşliğinde ibrikteki suyu boşaltıverir. bu andan sonra nizam efendiyi belkide
nizam efendi isminde gören olmaz vede belkide oda kaybolmuşlardan yada varolmuşlardan biri olur.
işte benim oturduğum duaçınarı semtinin adı böyle konmuştur ve insanlar hala o çınarın altında serinlemektedirler.
Lanet olası sıcak günlerin en sıcağında, bu berbat parkta, yerde biten ya da daha teknik bir terimle yeşeren ayrık otlarına bakıyorum ve bir kez daha içimden lanetler okuyarak sigara içiyorum. Kıçımdaki düşük bel bile denemeyecek kadar düşük belli jeanin normalde diz hizamda bulunması gereken ama diz kapağımı ve ayak bileğimi ortalayarak garip bir yerde konumlanan yırtığına takılıyor gözlerim ardından. Renkten renge girmiş kumaş parçasının bir zamanlar güzel, açık bir mavi olduğuna inanmak zor. Oturduğum boyası dökülmüş eski belediye bankının dibinde, yani tam tepemde koca bir çınar ağacı var. Arada sırada üstüme börtü böcek bir şeyler düşüyor, aldırmıyorum. Gölgesi affettiriyor suçunu. Bir nefes daha alıyorum sigaramdan. Yanarken çıkardığı çıtırtıyı duyuyorum, hoşuma gidiyor. Dumanın dudaklarımdan yavaşça dağılıp gitmesini bekliyorum, nefesimi tutuyorum. Ruhum huzursuz; "her zamanki gibi" diyor içimden bir ses. Hemen yanımdaki sırt çantamın içinde duran, yeşil kapaklı, kalın ciltli defterin varlığı rahatlatıyor biraz içimi. Fermuarın çıkardığı o iç gıcıklayıcı sesin ardından, parmak uçlarım değiyor deftere. Pürüzsüz, kaygan kapağın altındakiler; çukurlarla dolu bir otoyol. Buharlaşıyorum...

Aklımı yere indirmek istemiyorum.

Gözkapaklarımı yarıp içeriye giren güneş, önce gri ve yuvarlak çerçeveyi genişletiyor. Ardından nişan aldığı o siyah benekten içeri, beynime akıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Zamanın acımasızlığında güneşin çocukları hala gözlerimin önünde seksek oynuyor. Dışarıda rahatsız edici, kirli bir sıcak. Yatağın içinde terden sırılsıklam olmuş bedenim bedensel hazların gölgesinde kıvranıyor.

Tak. Tak... Tak.

Orantısız aralıklarla kulağıma değerek rüyamı bölen huzursuz ses; bir baltayla ortadan ikiye ayrılan kütüklerden çıkan sesten başkası değil.

Dışarıda bir adam var, elinde de balta. Adam güneşten esmerleşmiş ve nasırlı ellerine okkalı bir tükürük daha fırlatıyor. Birbirine sürtünen kalınlaşmış deri, garip bir hışırtı çıkartarak tükürüğü boylu boyunca yayıyor. Üzerindeki eski gömleğin rengi güneşten açılmış; koyulu açıklı, ebru bir tablo gibi gözüküyor sanki. Alnından inen tek damla ter, şakağındaki yara izini sıyırıp kulağının yanından kirli boynuna doğru yol alıyor ve gömleğin yakasında son buluyor. Adam baltanın sapını iyice kavrıyor, sağ elinin işaret parmağı tırnağının hizasından yok oluyor.

Doğruluyorum kirden sarılaşmış çarşafların içinde. Saçım başım darmadağın ve çıplak ayaklarım o sırada yere değmekte. Birkaç adım ötemde, orada işte. Merdivenin başında simsiyah gözleriyle beni bekliyor. ince kolları ve atkuyruğu saçlarıyla karşımda dikiliyor düşlerimdeki esmer kız. Üzerindeki rengi solmuş mavi elbise hatıralarımdan kalma. Ve kızın dizleri kanamakta. Birkaç adım, birkaç adım daha...

Tam karşımda parkın içine doğru giden patika bir yol var. Sağımdan solumdan sürekli birileri geçip duruyor. Durmaksızın devinip gidiyor hayat. Ağzımdaki sigaranın bitmiş olduğunu dudağımın kenarından etime yayılan incecik sıcaklıktan anlıyorum. Sol tarafımdaki bankta oturan, gri saçlı, buruş buruş olmuş suratının içinde hala nasıl olup da bu denli bir parlaklığa sahip olduğunu çözemediğim yeşil gözlerini sürekli bana çeviren yaşlı kadınla göz göze gelmemeye çalışarak kısa bir mola veriyorum. Uzun zaman sonra yazdıklarımı tekrar okumak garibime gidiyor. Çözmeye çalışıyorum o anki ruh halimi yıllar sonra, şimdiki zamanla aradaki farkı anlamaya çalışıyorum. Uykularım hala yarım, orantısız sesler hala kulaklarımda. Hayatını boşluğa adamış bir adamın sıktığı palavralardan başka bir şey değil bunlar!

Alt katın solundaki yeşil duvarda, rengi solmuş kuş resimlerinin ortasında, ufak, siyah bir delik. Delikten akan beyaz tozu, duvara yanaştırılmış komodinin ortasında duran telefonun ahizesinin üstünden üflüyorum. Ağır çekimde uçuşunu izliyorum.

Tak. Tak... Tak.

Sesler yaklaşarak geliyor kulağıma. Yürüyorum; arkama doğuyu, önüme batıyı alıyorum. Odada güneşten kalma gölge parçacıkları, kapıdan çıkıyorum.

Adam evin girişindeki merdivenlerden biraz uzakta. Ayaklarım merdivenlere değiyor, sert ahşap sıcaktan tutuşmak üzere. Son merdiveni de inip toprakla buluşturuyorum adımlarımı. Ufak tefek taşları hissediyorum ayak tabanımda, güneş ahşaba davrandığı kadar merhametli davranmıyor taşlara.

Bütün gücüyle kaldırıyor kolunu havaya adam. Güneş şimdi baltanın ucunda. Bir anlık karanlık ve balta olanca hızıyla iniyor aşağıya. indiği yere takılıyor gözlerim; esmer kız baltanın hizasında.

Kafama yan banktaki yaşlı kadın takılıyor nedense. Bakıp bakmamak konusundaki tereddütlerimle beynimi meşgul ederken okuduklarımın yarısının çöpe gittiğini anlıyorum. işin garibi; hikayenin devamının nasıl geleceğini de hatırlamıyorum. Ben yazmamışım sanki! Kafam şimdi de bu hatırlama olayıyla meşgul olmaya başlamadan, bakacaksam bakmalıyım şu kadına.

Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. Ağzımdan birden bire fırlayan bir çığlık oluyor korkularım. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Nefesim kesiliyor bir müddet sonra. Nefes nefese öksürmeye başlıyorum, adam kızı parçalara ayırıyor. Baltayı her indirişinde bir parçası daha kopuyor. Duyuyorum; yavaşlıyor önce, ardından tamamen kayboluyor rüzgarda.

Koptuğum yerden geri alıyorum okuduklarımı, yine bir şey anlamıyorum. Aklım hala şu yaşlı kadında. Defteri çantamın üzerine bırakırken gözlerim oraya doğru kayıyor. Boş banktan başka hiçbir şey görmüyorum. Defteri tekrar elime alıyorum, yazıyorum...

işte yine başlıyoruz.

Yeryüzündeki hiç kimse senin kadar iğrenç olamaz. Öyle istiyorum ki bir gün bunları yüzüne söylemeyi. Sofrada mesela; sen o çorbadan çok sulu ayrana benzeyen şeyi bütün aceleciliğinle kasenin içine daldırdığın kaşığına alıp, yine aynı acelecilikle ve titreyen ellerinle ağzına götürdüğün anda ,ağzının içinden, dilinden ve buruşuk dudaklarından o melun sesi çıkarmadan hemen önce yani, "sen bir pisliksin" demeyi o kadar çok istiyorum ki. Hemen karşında oturduğum için o ateş saçan yeşil gözlerini bana dikmen çok zor olmayacak. Ama bu sefer atladığın bir şey olacak ki, ben artık sana korkarak bakıyor olmayacağım.
bugün uyandıktan sonra sigara icmek icin bakkala gitmek istedim. hic evden cikasim da yoktu. giyebileceğim en abuk subuk şeyleri giyip, üstüne de montumu geçirip çıkmaya karar verdim. hazırlandım ettim. kapıyı kapattım, bir de baktım istanbul'daki evin anahtarı yerine eskişehir'deki öğrenci evimin anahtarını almışım. cep telefonumu da almayı unutmuşum. çıktım apartmandan usulca yavaş yavaş yürüdüm. şehrin sokakları gittikçe karanlığın gizemine bürünüyordu. minik bir kedi yavrusu gibi titremeye başlamıştım, korkuyordum. beyaz saçlı yaşlı amca yavaşça yanıma yaklaştı ve: hiçbir şey demeden bakmakla yetinmişti. cevap veremedim. bakkalın siyah poşete koyduğu traş kremini tiner, beni de tinerci sanmaya başlamıştı insanlar. bir an gökyüzüne baktım. kuş olmak istedim, özgür olmak istedim. gecenin karanlığı tamamen çökmüştü artık. yürüyecek taakatim kalmamıştı. sokaklarda bir ben vardım bir de annesini arayan yavru kediler. sağ tarafa doğru gözlerimi cevirdiğimde bir gölge gördüm. o da ne yaşlı amca yine karşıma çıkmıştı. Sadece bakıyordu bana, hareketsiz gözlerle. Anlam verememistim. Kafamı öne cevirdim ve birkac adam attım. Tekrar sağıma baktığımda yaşlı amca yoktu. Eve dönmek istiyordum ama yürüdüğüm sokaklar hiç bilmediğim yerlerdi, kaybolmuştum belki de sonsuzlukta. Yavaş yavaş hafızam canlanmaya başlamıştı. sığınacak bir yer aradım o an. Bir apartmanın bodrum katına girmistim. çok kötü kokuyordu. Yavaş yavaş ilermeye başlamıştım tozlu apartman bodrumunda. Yaşlı amcanın da orada olduğunu gördüm. Adımlarını hızlandırmaya başlamıştı. birden koşmaya başladım fakat yetişemiyordum. Yaşlı amcanın taakati kalmayıp, yere düşmüştü sonunda. Hafifçe eğilerek elimi uzattım, yerden kaldırmak için. "amca neden takip ediyorsun beni" diye sordum."Gencliğimi arıyorum" dedi gözlerinden yaşlar süzülerek. Yataktan kalktım. Lavaboya gittim ve yüzümü yıkadım. Rüyadan uyanmıştım. Evden çıktım bakkala gitmek üzere. *
Otostop çekerken tanıştığım biri, -avcıymış kendisi, hain bir kurdun kollarından beni kurtardıktan hemen sonra anlattı-, ormanda çiçek toplayayım diye beni kırlara gönderdi... Doğada şifa bulacağımı o anladı, ben anlamadım. Kayboldum.

Nereye gideceğimi bilmeden dolaşırken yedi cücelerin evine vardım, masada yemek yiyorlardı. Bana vermediler. Son kalan kibritimle evlerini ateşe verdim. Yaşlı cadı geldiğinde elmayı verecek kimseyi bulamadı; çünkü ben o sırada prensi baştan çıkarıyordum bir dere kenarında ve cücelerin tamamı yanıp kavrulmuştu yangında.

Yürürken, ayağıma sihirli bir lamba takıldı. Ovuşturdum. içinden çıkan cinden isteyecek bir şey bulamadım. Hayatımın içinde gereksiz olduğuna karar verip işine son verdim. Gidecek bir yerim , başka bir mesleğim yok dese de vazgeçiremedi beni kararımdan. Boynunu büküp gitti. Cinsiz bir lambayla yürümeye devam ettim.

O bildik yerde, bildik cümleyi söyleyince açılan kapıdan girdim korkusuzca, içerideki hazine sandıkları gözümü kamaştırsa da sadece camdan ayakkabıları aldım yanıma.

Ayakkabılarım ve lambamla yürürken, hiç konuşmadığım halde yine de burnum uzamaya başladı.

Yolda bulduğum ekmek kırıntılarını takip ederek ilerlemeye devam ettim, bir de ne göreyim!

Dev bir ayna..
Sordum hemen: ayna ayna
Cümlem bitmeden dile geldi ayna..
Hassiktir manyak karı!

Lambamı fırlattım, ayna kırıldı.

Koşarak uzaklaşmaya çalışırken önce cam ayakkabım düştü elimden, sonra ben düştüm.

Arabaya dönüşebilen balkabağımdan, tatlı yaptıklarını söyledi bir kuş. Bunu duyduğumda gözümden üç damla yaş aktı...

Biri kırık kalbime.
Birisi bu masalı okuyan deliye.
Sonuncusu da sevgiyi bilene.

Muradına eren varsa haber versin..
dün gece tren 17:18'de kalktı gardan. bir yolcuyu diğerinden parlayan yeşil gözleri ayırıyordu. geride kalan yılları sorguluyor gibiydi içinde. hatıralar aklına geldikçe gözyaşlarını tutamaktan korkuyordu sanki. adı hakan idi gencadamın. 20-25 yaşlarında olsa gerekti ama 50 yaş olgunluğuyla bakıyordu pencereden, karla kaplı şeker pancarı tarlalarına. hayalleriyle birlikte yavaş yavaş gözkapakları ağırlaşıyordu. uyumak istiyordu, düşünmemek istiyordu geçmişte ona acı veren şeyleri. sürekli uyanıyordu. trenin camından ışığın yansımasıyla beraber arka koltukta oturan kız dikkatini çekmişti. hayatına bir dönem büyük anlamlar yüklemiş sevgilisine çok benziyordu. o da ona bakıyordu yansıyan camdan. hemen kafasını çevirdi, inanmak istemedi buna. "olsa olsa bu bir rüya olabilir" diye düşündü. dikkatlice baktı, sadece bir benzerlikten ibaretti. içi acımıştı, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu ama sesinin karanlıkta kaybolmasından korkuyordu. gençadamın karmaşık duyguları ve sarsıcı bir yolculuğun ardından istasyona yanaşmıştı tren. heyecanla toparlandı. trenin hafif tozlu koridorundan yürüyerek, kapıya doğru yöneldi. bir an duraksadı camdan yolcuları karşılamak için gelmiş insanları gördü. o an bir kere daha yıkılmıştı. çünkü onu karşılayacak hiçkimse yoktu. koca istasyonun ortasında minicik kalmaktan korktu. derin bir nefes aldı, indi trenin basamaklarını yavaş adımlarla. gardan çıkmak üzereydi ki küçük bir kız çocuğu gözüne çarptı. annesinin elinden tutmuş, sapsarı saçları ve yeşil gözleriyle ona bakıyordu. hayalini kurduğu bir şey olduğunun farkına vardı o an. garın kapısından çıktı, eve doğru yürümeye başladı. yeniden çocuk olmak istiyordu belki de. apartmanın kapısından girdi, asansöre bindi. asansördeki aynadan baktı kendine. cebinden anahtarını çıkardı ve kapıya doğru uzattı elini kilidi açmak için. o anda bir ses duydu ve kapı açıldı. küçük bir çocuk açtı kapıyı. şoka girdi ve tir tir titriyordu. çantasından bir fotoğraf çıkardı ve baktı soğukkanlılıkla. adını sordu küçük çocuğun. çocuk "hakan" dedi sesi titreyerek.
*
sözlük yazarlarının yazdıkları minik, ufacık öykülerdir. bakın minik diyorum, ufacık diyorum. 500 sayfalık dünya klasiği demiyorum.
sabah sabah ne peynir ne zeytin yine kolayla karnımızı doyuruyoruz mınıskim diye söylenmeye başladı mehmet, karşısında kıçının çatalı gözükerek uyuyan arkadaşı selim'e bakıp mınakodumn çocuğu diye sövdü içinden, odanın içi leş gibi sigara kokuyordu, bilgisayara bakıp yarım kalan porno filmlerin inmediğini görünce iyice sinirlenip uyandığı sabaha lanet etti içinden. piçlik olsun diye, kafasını arkaya çevirerek hala ayı gibi uyuyan arkadaşı selim'in pijamasını dahada aşağıya çekip, odadan kaçtı. abisinin pantolonu, abisinin gömleği donuna kadar abisinindi herşey, bir ayakkabıları ona aitti, ayakkabılarda liseden kalma. her zaman aynı yerinde olan şarapcıyı gördü, herif çekmiş muşambaları üstüne haşır huşur sesler içinde uyuyor.şarapcının üzerine yatmış bitli kediye bakıp imredi, "ohh ulan şarap var, yatacak yer var, ayyaşın üstünede kurulmus, rahata bak kodumn kedisinde" dedi seslice. saate baktı işe tam bir saat 15dk'sı kalmıştı, geç kalıp kalmayacağını hesaplamaya başladı, yine patron kim bilir nasıl kafasını sikecekti mehmetin. kestirme olacağını düşünüp daha yarım yamalak olan inşaatın içinden geçmek aklına geldi birden, iki adım ötedeki inşaata daldı ve yürümeye başladı, içerisi eşşek ölüsü gibi kokuyordu, yerlerde belliki gece sikşmek için gelen orspuların amndan çıkmış prezervatifler vardı, birden arkasından çat diye bir ses geldi, ödü bokuna karıştı mehmetin, ulan hızlıca çıkayım şurdan diye adımlarını sıklaştırdı, belliki içeride hala birileri vardı ya tinerciler ya şarapcılar başka kim olucak kodumun yerinde dedi. arkasına baka baka yürürken birden önündeki boşluğu farketmedi mehmet ve bir kat aşağıdaki beton zeminine kafa üstü çakıldı. sayısız küfürün eşliğinde elini kafasına attı ve kanadığını farketti. elini kafasinin altina koyup etrafina goz gezdirmeye basladi, saginda solunda iki uc tahta parcasindan baska birsey yoktu, kafayi kaldirinca arkasinda eski tahta bir merdiven oldugunu farketti, ulan bu merdiven beni tasirmi, iki basamak ciktiktan sonra yere dusup karpuz gibi dagitmayalim beyni derken, birden koy gotune minagoyim daya merdiveni deyip dustugu kata cikti, sonra ayni hizla binanin disina atti kendini, hay mnskiym kimse yok sagda solda derken kan kaybina daha fazla dayanamayip yere kapaklandi mehmet. gozlerinin onundeki hersey birden, sanki photoshop'ta blur efekti veriliyormus gibi degismeye basladi, gozleri kapanirken sadece onunde pazardan alindigi belli olan sivri burun ayakkabilarindan bir cift gordu.

4-5 saat sonra...

+uyan lan pezevenk.(caatt tokat sesi)
+mina godum it olusu gibi uyuyo, uyan lan!( bir tokat sesi daha)

mehmet gozlerini actiginda, ayni hizla geri kapatti;

-lan! lan sondurun su isigi minagoyim, kamyoncu gibi acmissiniz uzunlari, cek lan isigi diye haykirdi.

gozunu alan isik kapandiginda, etrafina soyle bir goz gezdirdi mehmet. odanin tavaninda aydinlatma icin eskilerden kalma simit seklinde florasan takiliydi, mehmetin gozunu alacak kadar kuvvetliydi bu simit, tam karsisinda koskoca bir immortal posteri gordu, odanin icinde fazla esya yoktu, etraftaki iki sandalye ve yaylari adamin gotunu rahatsiz eden eski bir yatak, bu yatagin yaninda da, bir milyoncudan alinmis bir komidin vardi.

karsisinda eskiden televizyonda gordugu ama cikartamadigi bir kisiyi buldu mehmet, parlak mavi bir ceket, icinde beyaz bir gomlek, yine mavi fakat daha koyu bir mavi renkte pantolon ve yere duserken gordugu sivri burun ayakkabilari farketti, belli ki kendisini insaatin onunden alan adam buydu.

mehmet:nerdeyim lan ben?
+uyan aminagoyim, yasiyon mu yaaraam! diye bagirdi karsisindaki adam.
mehmet(kucuk emrah cakmasi bir sesle) :abi nerdeyim, ne oldu, ne yapiyonuz bana? derken iceriden yine televizyondan tanidigi hatta, sarkilariyla huzunlenip rakinin biranin dibine vurdugu biri cikti karsisina.

+amarall ne yapiyon lan cocuga yaraam!
- ya muslum abi tasittin bana pezevengi, 2 saattir sayikliyo bide, bir minagodeum evlatlari, bir cekilin sira bende, bir lan ittirmeyin aminagoyim. diktin beni adamin dibine kafami sikti, delirdim amk.

mehmet bir anda gozlerine inanamadi, karisisindaki muslum gurses'ti, arap baci bozmasi ise amaraldi. nerden ne alaka lan diye kafasinda olayi kurgulamaya calisirken muslum soze girdi.

+yahu sen insaatin onunde gidiyordun birden yere bodoslama dustun, baktik kafan mafan yarilmis dedik alalim biz bu cocugu. amaralin fakirhanedeyiz, pezevengin bos odasi yokmus seni anca buraya yatirdik. kalk hadi hastaneye dedi.

mehmet ulan nerden nereye diye dusunurken, muslum ve amaral kollarindan mehmeti arabaya tasidilar, araba koltuklari kaplanmis, cd calar takilmis, motoru belli ki modifiye edilmis bir murat 124'tu. muslum baba, radyoya rastgele bir kaset cikartip takti, ikitelli tem istikametinden topkapi-ankara yonune saptik...

birkac saat sonra...

selim:aha ayilyo!
s:mehmet, mehmet iyimisin?
-hii? nerdeyim lan ben?
s:mehmet hastanedeyiz abi!
-muslum babayla ile amaral nerde?
s:ne muslumu ne amarali mehmet! huu! herif beyin amcklamasi gecirmis.
-gittiler mi ya?
s: olm, insaatta cukura dusmussun, kafan yarilmis hastanedeyiz olum kendine gel.
-lan muslu..
-gittiler demekki...(icinden)
s: sarapci bulmus seni, yatiyormussun yerde. inanmadik pezevenge, kapinin onunde donunu cikartinca adami buraya kadar kovaladik. sonra bulduk seni.
-: ne kadardir burdayim lan?
s: bir saat oldu.
-:aziz ipnesi geldimi, agzina sicicam onun, torrenti kapatmis.
s: ya bir sus amk, annenler geliyo skcekler seni.
-: yaa koy gotune... ***
uyuyup aynı yerde uyanmak çok kötü lan. küçüklükten beri hayallerim vardı. ı have a dream. birinci hayalim: dedemin bir avizesi vardı. biraz alçaktaydı. erişilebilirdi. ama ben yine de erişemezdim küçüklükten. ona dokunmak büyük bir hayaldi. 11 yaşımda dokundum. bir bok yokmuş. hayalim kırıldı. bu şey gibi, karşıya taşınan ve uzun uzun izlenen, güzel gibi gelen komşu kızının boktan çıkması, gibi bir şey herhalde. ikinci hayalim de uyku ile ilgili. kamera alıcam ve nasıl uyuduğumu kameraya çekicem. bu daha olmadı ama para kazanabilirsem ilk alacağım şey kamera olacak inşallah. çok garip ya. uyumak, uyanmak. rüya görmek. hatta benim gamsız bir arkadaşım var. rüyasında rüya gördüğünü görmüş. adam bana anlattı ilk defa çok normalmiş gibi. daha da anlatmadı. benim öyle anım olacak. ortamı alırım, dağıtırım, ortamın enerjiği olurum, ha bire "hacu şu rüya hikayesini anlatsana" laflarına maruz kalırım. haa zaten anlattım hikaye benim olmasa da. hemi de bire bin kattım da anlattım ama vicdan azabı da duymadım değil. bu arada demin yazdığım hayallerimi okudum. ne tırt bi adammışım ben ya. ama hep kenar mahalleden oluyor bu işler. ufkumuz yok ki hacı. bu kadar yani hayal gücümüz. işte bunları düşündüm. dün, yani cumartesi günü sabah saat 6.30'ta. yeni uyanmamıştım. yeni uyuyacaktım. evde yalnızdım. sabaha kadar oturmuş. hocayı dinlemiş. en karanlıktan bir anda aydınlamaya başlayan havayı seretmiş. fm oynamış. fm forumlarında kariyer hikayelerine -millet sevinsin diye- övgüler düzmüş. bir şekilde geceyi atlatmış, sabaha ulaşmıştım. şimdi uykum da gelmişti. uyuyalım o zaman dedim içimden. ne olacağıdı? ama uyumak istemiyordum. hayattan, bu boş yaşamdan uzaklaşmak istemiyordum. tembellik etmeye devam etmek istiyordum. ama uyku bastırmıştı. uyudum. telefon çalıyordu. başım müthiş ağrıyordu kalktığımda. annem uyan diye arıyordu. kızgın bir şekilde cevap verip kapadım. o cevab veremedi. saate baktım. 11 civarıydı. daha uyunur lan dedim. uyudum uyandım, saat 2 olmuştu. kalktım başım hala daha ağrıyordu. buzdolabını açtım. annemin başım ağrıdığında verdiği mavi ağrı kesici haplardan aradım. bulamadım. yok sandım. sonradan öğrendim ki oradaymış. neyse. önümde hiçbir şey yapmayacağım uzun bir gün vardı. "dışarı çıkılır bugün aslında" diye düşündüm. önce saat 5'e kadar filan fm-forum-sözlük üçgeninde dolaştım. sonra saat 5 civarı evden çıktım. "bu kartım dolu değildir" endişesi ile dedemin bu kartını aldım her zamanki gibi. bursa'da yaşadığımdan heykel veya kent meydanına gidebilirdim. başka bir olasılık yoktu. ben de otobüse binip kent meydanı'nda indim. otobüsten indiğim anda seth cohen'i düşünmeye başladım. kızları genel olarak hiç anlamam bir erkek olarak ama iki şeyi daha da anlamam:kızların bitmek bilmeyen lugano ve seth cohen sevgilerini. hadi lugano chucky, hadi lugano baby face. ama seth cohen çok ortalama bir tip. hatta bana göre yarrak gibi bi tipi var. pardon seth. haa bilmeyen varsa baksın google'dan. bu adam the o.c'de oynuyordu bir aralar. kzılar buna çok bayılıyor yıllardır. yakışıklı değil ama sempatik o mu şimdi yani. seth mi yakışıklı değil ama sempatik. o zaman iyi ama seth de yakışıklıysa yuh artık. seth yakışıklıysa bana niye bakmıyorsunuz allahsızlar? hadi beni geç. seth yakışıklıysa bizim furkan diye bir arkadaş var. onun hepinizi götürmesi lazım. bence öyle. neyse. bu düşüncelerden uzaklaştım çünkü acıkmıştım. saat 5.30'du ve hiç bir şey yememiştim. "kent meydanı'nda inşallah mcdonald's vardır, burger king olmasın, ı love mcdonald's " diye dua ettim. burger king varmış. sonra aklıma heykel'de yani kent meydanına 1.5 km uzaklıkta bir yerde mcdonald's olduğu geldi. oraya yürümeye karar verdim. ama önce cuma günü olmasına rağmen ve çıkış günü olarak dergi üstünde çarşamba yazmasına rağmen alamadığım uykusuz'u almak istedi deli gönül. dienar'a girdim aldım dergiyi. ama küfrümü ettim yine. "tembel herifler" demedim. ama böyle demişim gibi yapın. ya da siz kimsiniz lan? okuyan mı olacak? neyse. ama sonra aklıma geldi. ben de böyle yaşıyordum işte. ben de tembeldim. işlerimi zamanında yapmazdım. misal yiğit özgür köşeyi çizememiş. tembel herif bu hafta eski köşeyi koymuş. bu benim de hayat tarzımdı ama bir fark vardı. bu adamlar para kazanıyordu bu hayat tarzıyla. ben onlara para veriyordum. bunu da geçtim. waikiki de haftalardır görüp 28 yetale olduğu için alamadığım gömlekten en son bir tane kalmıştı. "o inşallah oradadır" diye bir dua daha ettim. para yoktu yanımda ama orada olsundu. belki bir ara alırdım. o dua da tutmadı. o hayal kırıklığıyla yürüdüm yürüdüm. ve mcdonalds'a vardım. "bir hamburger" dedim. çok şaşırdı kasada duran apla. "ne var kızım bir hamburgerde yenir ki ne var" dercesine baktım şaşırmış suratına. doyurmadı tabii tek burger. 210 yekare boşa gitti böylece. sonra sönmez'e kadar yürüdüm. orada bir bim'e girdim. le cola aldım. otobüse bindim. otobüste uzun, sarı, düz saçlı ve elinde telefon bulunan bir kız vardı. ve mesajlaşıyordu. bu mesajlaşma burcu'yla değildi tabii ki bir erkekleydi. istemsiz olarak erkeğin ismini de gördüm bir ara. tahminlerimden biri olan melih'ti bu kardeşimizin ismi. sonra indim otobüsten. eve geldim le cola içtim.
bir nefes

Hiç eski tadım yok bugünlerde. Aynı hisleri hayatımıza yön veren o büyük sınavdan sonraki hayal kırıklığına uğradığım zaman da tatmıştım.

Çocukluk yıllarımın bir kısmını geçirdiğim mahallenin yanından geçerken bir şey çekiyor beni oraya. Yokuşun başındaki apartmanımıza bakıyorum boş gözlerle. Arabamı o yöne doğru sürüyorum farkında olmadan. Arabadan iniyorum. Şu an o apartmanın önündeyim. Tahminen 17-18 yıl evvel gecekondu gibi bir evden büyük sevinçle göçtüğümüz ilk apartmanımız. O yıllardan kalan fotoğraflar gibi soluk ve yer yer çatlamış olarak duruyor karşımda.
Ama bu apartman bu mahalle sanki yarı yarı ya küçülmüş, minyonlaşmış. Kendimi Güliver gibi hissediyorum.

Binanın sağ yanağının yakınındaki duvar hala orada. Üzerinde oturduğum, hemen yanı başındaki zeytinliği seyre daldığım, bazen üzerinde oturup salça-ekmek yediğim o duvar anılarımı güvenilir bir sırdaş gibi benim için bugüne kadar muhafaza etmiş. Sıvası dökülmüş, çatlamış yüzeyini okşuyorum yavaşça. Teşekkür mahiyetinde bir okşama bu.

Serin bir esinti yalıyor yüzümü, saçlarımı. içime çekiyorum tüm gücümle. Ciğerlerimi dolduran o serin hava sanki bugüne ait değil. Evet, evet o günlere ait çünkü tüm anılarımı içeriyor kokusu ve serinliği. Bir anda çocukluğumda buluyorum kendimi.

Annem balkondan sesleniyor yemek için. Her zaman da oyunun tam ortasında çağırır bu anneler sözleşmişçesine.

Salça-ekmek ile iniyorum sokağa ve bunu gören tüm çocuklar evlerine koşuyor aynısından annelerine yaptırmak için.

Ailecek kartopu oynarken annem tarafından enseme bırakılan kartopu gözlerimi sulandıracak kadar sinirlendiriyor beni.

Ablamla komşunun evinde Kara şimşek'i(dizi) izliyoruz 5-6 çocuk birden. Hani her macerasında Amerikan kültürünü azar azar da olsa saf dimağlara zerk eden cinsten.

Babam geliyor ikindi vakti elinde siyah bir poşetle. Koşuyorum heyecanla öpüyorum önce o yumuşak yanakları. Para alamasam da bakkal'a gitmek için bir avuç erik alıyorum arkadaşlarımın yanına dönerken. ileride durumumuz düzelince bolca harçlık almanın hayali ile teselli ediyorum kendimi.

Hayaller bir bir geçerken gözümün önünden nefesin o serin etkisi geçiyor. Isınıyor içimde. Alışıyorum beni yıllar öncesine götüren o kokuya. iade ediyorum atmosfere o nefesi, çocukluğumu, saf yalansız temiz yıllarımı...

Tekrar arabanın önünde buluyorum kendimi. Göğsüm ağrıyor. Gözyaşım yanağımda iz bırakarak aşağı doğru iniyor. Hayat eskiye oranla gitgide kötüleşiyor. Ümitlerim, hayallerim törpüleniyor.

Hiç eski tadım yok bugünlerde...
tıbbi atık

Kürtaj sonrasında ortaya çıkan o 'insan' parçalarına ne olur sizce? Bu soru benim aklıma olamayan(oldurulmayan) bir kardeşimden haberdar olduğumda takıldı. ilk başta, sonrasında olduğu gibi sizi sarsmayan bir haber bu. Ya da en azından ben de böyle vuku buldu.

Günler geçince aradan ve yalnızlık tekrar bulduğunda sizi - aslında hiç ayrılmamış olduğunu bilirsiniz - sormaya başlarsınız neden diye. ilk başta keşkeler hücum ederken zihninize, sonrasında 'niye' lere yerini bırakırlar. Onunla hayallerinizde yaşar, sırlarınızı paylaşır, dertlerine çare olursunuz. Az çok size benzeyeceği için kendi çocukluk haliniz olarak canlanır hayallerinizde. Ve öyle bir an gelir ki isim bile düşünürsünüz ona. Hayallerde de olsa bir ismi hak ettiğini düşünmeden edemezsiniz çünkü 'o' diye hitap etmek bile yaralar sizi. Artık sizinle yaşıyordur ve aileden biri ile hangi sıklıkla görüşüyorsanız bundan daha sık buluşursunuz hayallerinizde. Sonuçta sadece sizinle yaşadığını düşünürsünüz. Ve bu hayaller devam ederken aklınıza o soru takılır; bir çöp gibi tıbbi atık poşetinde mi götürdüler onun kolu, bacağı olacak parçaları, yoksa son anında da olsa bir saygı gördümü O'na yaşamayı çok görenlerden? Bir mezar düşünüldümü onun için? Bunu bile kimsenin karşısına çıkıp soramazsınız alacağınız cevaptan korkarak.

Öfke ve hüzün birleşip te nereye ineceğini bilmeyen bir yumruğa dönüşmüştür artık. Nereye indirmeli bu yumruğu? Cehalete mi yoksa onun ayrılmaz dostu yoksulluğa mı?

Her yalnızlığınızda onun bu derde deva olacağını, tüm yalnızlığınızı sona erdireceğini sanıp daha fazla yorarsınız gözyaşı bezlerinizi. Ve bir an aklınıza yeni bir şey takılmıştır; O'nun bu halinizi görme ihtimali. Bir şekilde durumunuzu görüp, hatırlanıldığı için size minnet duyduğunu düşünürsünüz.

Ve annenizin sesi ile irkilirsiniz;

-oğlum ne düşünüyorsun yine dertli dertli?

-Bu okul ne zaman bitecek be anne...