entry'ler (44)

rüya

Rüya, uykunun bozucusu değil koruyucusudur
ve bir arzunun gerçekleşmesini sağlar.
Sigmund Freud

Kültürlerin rüya inançları, kadim topluluklardaki rüya anlayışı, bilimsel gelişmeler dâhilinde üç farklı kategoride ele alınmaktadır.
Paralel Evrenden / Öteki Dünyadan Haber:
Kehanet Rüyanın geleceğe dair işaretler taşıdığı ve paralel bir evrenle iletişim kurma aracı olduğu düşüncesi eski toplumlar tarafından benimsenmiştir.
Bilinçdışı-Gerçek Bağlantısı ikinci kategoriyi oluşturmaktadır. Burada bilinçdışının varlığından bilimsel alanda söz edilmeden çok önce de bu kavramın olduğunu kanıtlayan örneklere değinilecektir.
Bilinç - Bilinçdışı: Freud ve Jung Tarzı
ilk rüya araştırmaları ile birlikte rüyaya bilimsel bakışta kırılmayı imleyen Freud ile Jung'un rüya kuramlarıdır. Freud’un rüya kuramı, bilimsel olarak rüyanın anlamlandırılmasında olduğu gibi, dönüm noktası olmuştur.

mezhebimi soruyorlar

ibnu’l-Fârid’e tarikatını veya mezhebini soranlara:
عَنْ مَذْهَبِى فِي الْحُبِّ مَالِى مَذْهَبٌ إِنْ مِلْتُ يوْمًا فَارَقْتُ مِلَّتِي
“Sevgi yolundaki mezhebimi soruyorlar, mezhebim yoktur benim
Bir gün bile o sevgiliden ayrılsam dînimden dönerim.”
[The Dîwân of Ibn al-Fârid, 64. Beyit, s. 72]

kuran ı kerim ayetleri

Hak kulundan intikamı yine kul ile alır
Bilmeyen 'ilm-i ledünni’ onu kul etti sanır
Garaz dünya metä'indan hemän îmân imiş ancak
Kuru efsânedir küllî sonu vîrân imiş ancak
Her işin halikı Hakk'tır kul ile işlenür
Emr-i haksız sanmamız âlemde bir çöp debrenür
Uyanup hâb-ı ğafletden cihanı pür-hatar gördüm
Yılı yıldan… günü günden… demi demden beter gördüm

insanlar Kuranı sadece iki kapağın arasında görmeden bir türlü vazgeçemediler.
Konuşan Kuran Hz. Ali'ye baksalardı, daha hoş olurdu, dünya.
Ne var ki, Muaviye standardına uyan birçok kategori var, üstüne elzem olmayan şeylere bulaşmayı severler.

Kendisi bihaber eline değmemiş bir kitap sahih olsa onun için bir mana ifade etmediği gibi, beğenmediği gibi de olsa ne olur ki.
Sonuçta, insan kendine bakamaz, aynaya da bakmaz. Lacan da okumaz.

kız çocuklarını diri diri gömerek öldürme adeti

Temîm kabilesinde kadın ve kız çocuklarına bakış açısını gösteren ve Câhiliye döneminin vahşetinin simgesi olarak sunulan kız çocuklarını diri diri gömerek öldürme âdeti olgusu, üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.
Önemli olduğu kadar tartışmalı olan bu konuyu, biz de konunun sınırları içinde kalarak ve Benî Temîm’le ilişkili olarak ele alacağız. Câhiliye döneminin çirkin âdetlerinden olan kız çocuklarını diri diri gömerek öldürme âdeti için ve’dü’l-benât, bu işi yapan kişi için vâid, diri diri gömülen kız çocukları için ise mev’ûde denilirdi.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de de diri diri gömülen kız çocuğu manasında mev’ûde kelimesi kullanılmıştır. Araplar’da var olan bu çirkin âdete işaret edilerek Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: “Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günahı sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” [Tekvîr 81/8.]
Diri diri gömülerek öldürülen çocukların çoğunun cinsiyetinin kız olması dikkat çekmektedir. Bunun yanında bazı kaynaklarda gömülerek öldürülen çocuğun cinsiyetinin erkek olduğu da geçmektedir.
Diri diri gömülerek öldürülen çocukların cinsiyetinin kız olmasıyla ilgili olarak tefsir ve siyer kitapları genel olarak iki husus üzerinde durmaktadırlar. Nitekim imam Kurtubî, kız çocuklarının tercih edilmesini iki gerekçeye dayandırarak şöyle demektedir:
“Birinci sebep olarak Araplar, melekler Allah’ın kızlarıdır derler ve onları Allah’a geri gönderirlerdi. ikinci sebep olarak da kadın ve kız çocuklarının, savaşlarda esir alınarak köle durumuna düşmeleriydi. Kadın ve kız çocuklarının esir alınması kabileleri için bir utanç olarak görülürdü.”
Yukarıdaki bilgilere ilave olarak Arap toplumunda kadına bakış açısının genelde olumsuz oluşu, kadınların erkeklere göre daha zayıf kabul edilişi ve birer yük olarak görülüşü de etkili olmuştur.
Çocukların öldürülmesinin diğer bir sebebi de yoksulluk ve geçim korkusudur. Âyet-i kerîmede, “Bir de fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da sizlere de rızkı biz veririz.” buyrularak çocukları öldürme, geçim korkusuyla ilişkilendirilmektedir.
Kız çocuklarının nasıl gömüldüğü ve bu gömme işinin kim veya kimler tarafından yapıldığı gibi hususlar ile ilgili olarak da kaynaklarda hemen hemen aynı bilgiler anlatılmaktadır. Bir kişinin kızı olduğu zaman eğer kızını öldürmeyecekse kızının yaşamasına rıza göstereceğinin bir sembolü olarak kızına kıl veya yünden bir elbise giydirip, ona koyun ve deve çobanlığı yaptırırdı. Doğan kız çocuğunu öldürmek isterse de kız çocuğu altı yaşına gelince çocuğu güzelce süsler, akrabalara götürme bahanesiyle onu daha önceden kazmış olduğu çukura götürür ve içine atıp üstünü toprakla örterdi.
Başka bir rivâyette ise hamile kadın sancısı artmaya başlayınca daha önceden kazdığı kuyuya giderek doğumunu yapar. Çocuk kız olursa onu oraya gömerdi. Eğer erkek olursa da onu korur ve sahiplenirdi.
Yukarıda kız çocuklarının öldürülmesiyle ilgili olarak aktarılan bilgiler arasında öldürülme zamanının daha erken bir yaşta, belki doğar doğmaz olması, anne ve çocuk arasında duygusal bağ gerçekleşmeden yapılmasının daha uygun olabileceği bazı araştırmacılar tarafından ifade edilmiştir.
Bu âdetin Araplar arasında ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmemektedir. Zaman olarak islâm’ın ortaya çıktığı döneme yakın olduğu veya daha erken devirlerde ortaya çıktığı ile ilgili kesin sonuca varmak zordur. Bu kötü âdetin Araplar arasında ne kadar yaygın ve bilinen bir âdet olduğu hususunda da farklı bilgiler bulunmaktadır.
Meydânî, bu âdetin islâm’ın geldiği döneme kadar Araplar arasında bulunduğunu ve özellikle Benî Temîm içinde yaygın olduğunu söylemektedir.
Ayrıca bu âdeti bilen kabileler arasında Kinde, Hüzeyl, Kays, Bekir b. Vâil ve Esed gibi çoğunluğu Mudarî olan kabilelerin ismi geçmektedir. Bu kötü âdet ilk olarak Benî Temîm’de ortaya çıkmıştır. Bu kabileden diğer kabilelere geçmiş ve Mudar kabileleri arasında yayılmıştır.
Bazı araştırmacılara göre ise bu kötü âdet, Araplar arasında çok yaygın değildir. Sadece geçim sıkıntısı çeken, Esed ve Benî Temîm gibi bazı kabilelerle sınırlıdır.

Kays b. Âsım

Kaynaklarda “Kız çocuklarını diri diri gömerek öldürme âdetinin” Benî Temîm’de var olduğuna kanıt olarak ileri sürülen rivâyetlerin hemen hemen hepsi Kays b. Âsım’la ilgilidir. Birçok kaynakta geçen ve benzer bilgilerin aktarıldığı meşhur rivâyete göre Temîmliler, Hîre’deki Lahmîler’e yıllık olarak itâve denen vergi öderlerdi. Bir yıl vergiyi ödeyemedikleri için dönemin Hîre emîri, Temîmliler üzerine bir ordu gönderdi. Hatta bu ordunun çoğunluğunu Bekir b. Vâil kabilesi oluşturuyordu. Temîmliler’in topraklarına gelen askerler ganimet olarak hayvanlarını aldılar, kadın ve kızlarını esir ettiler. Kays b. Âsım’ın da içinde bulunduğu Benî Temîm’den bir grup Nu‘mân’dan af dileyip kadın ve kızlarının geri verilmesini istedi. Hîre emîri Nu‘mân, kadın ve kızları kabilelerine dönmeleri için serbest bıraktı. Kabilenin bütün kadın ve kızları kabilelerinin yanına geri dönmesine rağmen, Kays b. Âsım’ın kızı dönmedi. Kays b. Âsım, kızının yanına dönmemesine çok üzüldü ve “Bir daha kız çocuğum olursa onu öldüreceğim.” diye yemin etti.
Cevâd Ali, benzer bir rivâyetin Rebîa kabilesi reisi için de anlatıldığını söylemektedir. Mev’ûdeyi başlatan ilk kişi olarak ismi geçen Kays b. Âsım’ın kişiliği dikkat çekmektedir. Birçok savaşta kabilesine liderlik yapmış, yumuşak huyluluk gibi olumlu özelliklerin yanında, yalancılık ve içkiye olan düşkünlük gibi kötü hasletlerle öne çıkan Kays b. Âsım, Hz. Peygamber tarafından kabilesine zekât memuru olarak görevlendirilen isimler arasında da yer almaktaydı.
Kays b. Âsım el-Minkârî, müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber ile aralarında geçen konuşmada belki duyduğu pişmanlıktan ötürü olarak, “Ben Câhiliye döneminde sekiz kız çocuğumu diri diri toprağa gömerek öldürdüm.” diyerek itirafta bulunmuş ve ne yapması gerektiğini sormuştur. Hz. Peygamber, “Diri diri gömerek öldürdüğün her bir çocuğa karşılık bir köle azat et.” buyurmuştur. Kays b. Âsım el-Minkârî, “Benim kölelerim yok, develerim var.” deyince Hz. Peygamber, “Yaptığın her bir kötülüğe karşılık olarak bir deve kes.” buyurmuştur. Hz. Ömer rivâyetiyle anlatılan bu konuşma ile ilgili zaman vb. konularda detaylı bilgi yoktur.
Kays b. Âsım el-Minkârî, Hz. Peygamber’in huzurunda geçen konuşmasında kız çocukları yüzünden utanç yaşamaktan ve kınanmaktan korktuğunu, bundan dolayı bütün kız çocuklarını öldürdüğünü söylemektedir. Gömdüğü kız çocuklarının hiç birine acımadığını, bunlar içinde sadece bir çocuğuna acıdığını söyleyen Kays b. Âsım el-Minkârî, başından geçen şöyle bir olay anlatır:
“Ben seferdeyken hamile eşim bir kız doğurmuş ve bu kızı benden habersizce dayılarının yanına bırakmıştı. Eşime doğan çocuğu sorunca, eşim çocuğun ölü doğduğunu söyleyerek benden gizledi.”
Aradan geçen uzun bir zaman sonra bu kız çocuğu büyümüş ve boynuna yaş hurmadan gerdanlık takmış ve saçlarını örmüştü. Bu kızı gören Kays b. Âsım, kızı beğenip “Bu kim?” diye sorunca, Kays b. Âsım’ın eşi ağlayarak “Bu kız senin” demiştir. Kays b. Âsım, daha sonra çocuğun annesinin haberi olmadan bu kızını da toprağa gömerek öldürmüştür. Kızı, “Babacığım bana ne yapıyorsun? Benim üzerime toprak atıp ve beni burada bırakıp gidecek misin?” deyince sesi kesilinceye kadar çocuğun üstüne toprak atmıştır. Sonradan bu yaptığına pişman olmuştur.
Benî Temîm gibi sayı bakımından oldukça kalabalık bir kabilede bu kötü âdet ile ilgili olarak tek bir ismin geçmesi dikkat çekmektedir. Tek bir isim olan Kays b. Âsım isminin geçmesinin sebepleri arasında şunları söyleyebiliriz: Kays b. Âsım, Araplar arasında tanınan bir isimdir. Aynı şekilde Kays b. Âsım’ın yaptığı bu çirkin iş, başka birileri tarafından değil, kendisi tarafından itiraf edilmiştir. Bununla beraber Benî Temîm’in bedevî ve kalabalık yapısı içinde belki Kays b. Âsım ismi kadar bilinmeyen başka birilerinin de bu kötü işi yapmış olabileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Nitekim kaynaklarda bu konu ile ilişkilendirebileceğimiz bir başka bilgiyi de Belâzürî aktarmaktadır. Amr b. Temîm’in neslinden gelen Ühayha b. Mihcen’i, annesi kız çocuğu zannedip kabilesine çukura atması için verdiğinde, babası Ühayha’nın erkek olduğunu fark etmiş ve böylece Ühayha hayatta kalmıştır. Belâzürî, hayatta kalan Ühayha’nın müslüman olduğunu ve Kûfe’ye gittiğini söylemektedir.

Sa‘sa‘a b. Nâciye

Bu rivâyet Benî Temîm içinde başka isimlerin de benzer veya farklı sebeplerden dolayı bu kötü işi yapmış olabilecekleri ihtimalini güçlendirmektedir. Kız çocuklarının diri diri gömülerek öldürülme âdetinin olduğu Temîm kabilesinde bu kötü âdete karşı çıkan, engel olan bir isim olarak kaynaklarda meşhur şair Ferezdak’ın dedesi Sa‘sa‘a b. Nâciye isminin geçmesi dikkat çekmektedir.
Cömertliğiyle bilinen Sa‘sa‘a b. Nâciye, rivâyete göre müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’e gelerek Câhiliye döneminde yaptığı iyi işlerden ecir alıp alamayacağını sormuş ve kendisinin 360 kız çocuğunun hayatını kurtardığını ve her biri için karşılık olarak iki gebe deve ve bir binek deve verdiğini söylemiştir. Bunun üzerine Hz Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Allah, yaptığın bu iyiliklere karşılık sana islâm nimetini verdi.”
Nitekim Şair Ferezdak, bir beytinde dedesinin bu davranışını överek şöyle demiştir: “Kız çocuklarının diri diri gömülmesini önleyen bizdendir.”
Yine bir gün Emevî Hükümdarı Süleyman b. Abdülmelik’in huzurunda geçen konuşmada şair Ferezdak “Ben ölüleri dirilten adamın oğluyum. Benim dedem kız çocuklarının öldürülmesine engel olurdu.” dedikten sonra Sa‘sa‘a b. Nâciye’yi kast ederek, “ Dedem doksan iki kız çocuğunun diri diri gömülmesini önleyip sağ bırakmıştır.” demiştir.
ibn Düreyd, el-iştikâk adlı eserinde Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin mev’ûde çocukları satın alıp yaşattığını, islâm geldiğinde yanında bulunan bu mev’ûde çocuklardan otuz kadar bulunduğunu söylemektedir.
ibn Habîb, Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin cömertliğini anlatırken mev’ûdeleri yaşatan (ihyâü’l-mev’ûdât) olduğunu, islâm geldiğinde Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin yanında yüz câriye ve dört çocuk bulunduğunu söylemektedir. Yine ibn Habîb, Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin yanında bulunan bu câriye ve çocukları babalarından satın aldığına da dikkat çekmektedir.
ibn Kuteybe de Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin Câhiliye döneminde saygın bir isim olduğunu söyleyip, otuz mev’ûdeyi satın aldığını aktarırken bu mev’ûdelerin içinde Kays b. Âsım el-Minkârî’nin kızının da olduğunu söylemektedir.
Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin kurtardığı mev’ûdelerin sayısı hakkında farklı rivâyetler olsa da Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin, bu çirkin âdet karşısında bireysel olarak kendi imkânları ölçüsünde bir tepki ortaya koyduğu, belli sayıda mev’ûdenin hayatını kurtardığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Sa‘sa‘a b. Nâciye’nin kurtardığı mev’ûdelerin kendi kabilesinden olabileceği gibi başka kabilelerden olma ihtimali de vardır.

zındık

Dilcilere göre; Arapça’da kullanılmakta olan, “Zındık” kelimesinin aslının Farsça “Zend diri' sözcüğü olup, Arapçalaşmış ve çoğulu “Zenâdika” dır.
ibn Manzûr, “Zendik, zamanın sonsuzluğunu savunan mülhid (ateist) ve dehrî anlamlarına gelip aslının Farsça zamanın sonsuzluğu anlamındaki “Zend Kiray” kelimesinin Arapçalaşmış şekli olduğunu söylemektedir.
“Zendin” Zen(kadm) ve din kelimelerinden oluşmuş, “kadın dinli” veya “kadın dinli” anlamlarına geldiğini söyleyenler olduğu gibi,
“Zendîk” Zend veya Zendin'in emir ve yasaklarına göre hareket eden kimseye denir ve Zındık, Zend'in Arapçalaşmış halidir iddiasında olanlar da vardır. Cevherî’ye göre “Zendik”, “Sâneviye” anlamında Arapçalaşmış olup, çoğulu ise “Zinâdika”dır, Kamus müellifleri, kelimenin “Zendin”den Arapça’ya girdiğini belirtirler. Ebû Leys, “Zındık’ kelimesi, ahirete ve yaratıcının vahdaniyetine inanmayandır, demektedir. Sa’lebî ise; “Zındık” kelimesi, Arap dilinde bulunmayıp genelde mülhid (ateist) ve dehrî anlamındadır açıklamalarında bulunmaktadır. Farsça sözlükler kelimenin kökenini açıklayıcı bilgiler vermemektedirler.

araplar değişti mi

Mekke’de yaşayan Amâlika, Cürhüm, Huzâa ve Kureyş gibi bir çok kavim, Kâbe’ye saygılarından ötürü evlerini hiçbir zaman ondan daha yüksek yapmamaya özellikle dikkat etmişlerdir. Bu saygı hissi, onlarda uyulması gereken bir kanun hali- ne gelmişti. Daha sonraları bu gelenek yıkılarak yüksek evler yapılmaya başlandı. Genelde, cahiliye döneminde Mekke halkı ev yaparken ustaya, evin tavanının Kâbe’nin tavanını geçmemesini ve ondan daha yüksek olmamasını emrederlerdi.

Bu duruma göre, Mekke evlerinin Kâbe’den alçak olduğu, Kabe’yi geçmemek şartıyla birkaç kat olabileceği kanaatine varılmaktadır. Şeybe b. Osman’ın Kâbe’den daha yüksek yapılan evleri yıktırması, tezimizi desteklemektedir.

Mekkeliler, Kâbe’ye bakan evler yapmazlardı. Kâbe’nin görünmesini engelleyecek ev yapmayı hoş da karşılamazlardı.
Özellikle Merve ve Safâ arasında da ev yapmaya karşıydılar. Yani bina yapımları Kâbe’ye göre ayarlanırdı.
Ayrıca Kâbe, şekil olarak kareye yakın dikdörtgen olması, Mekke halkının köşeli ev yapımını kötü görmesine sebep olmuştur. Mekke halkı evlerini dairemsi yaparlardı.

Köşeli ev yapıldığında başlarına belalalar geleceğine inanan halk, ilk defa geleneği bozarak Mekke’de köşeli ev yapan Hümeyd b. Züheyr için şu şiiri söylemiştir

“Hümeyd dört köşeli yaptı evini Bu onun için ya ölüm olur ya hayat.”

Hümeyd b. Züheyr Esedî’den sonra, halkın Kâbe’ye karşı duyduğu sevgi ve saygı anlayışında meydana gelen bu değişiklik üzerine Kâbe gibi köşeli evler yapılmaya başlandığı kaydedilmektedir. Bazılarına göre ilk köşeli ev yapan kişi, Yezîd b. Verkâ el-Huzâî’dir.

Mekke’de ilk ev konusunda da tartışma vardır. Mekke’de ilk bina yapımım Sa’d b. Amr es-Sehmî’nin gerçekleştirdiğini iddia edenler de vardır. Mekke’de yarı bedevilerin yaptığı kamış, balçık kulübe türü evler ve haymeler (çadırlar) dışında evlerin taş ve topraktan yapıldığı ve zaman zaman ahşap malzemelerin de kullanıldığı görülmektedir. Nitekim, Kâbe de taş ve ahşap malzeme ile yapıldı.
Evlerin tavanında yağmur yağdığında suların içeri girmesini en- gellemesi için de izhir otu kullanılmıştır. Aynı zamanda izhir, Mekke yapılarında balçıkla beraber dolgu malzemesi olarak kullanılırdı.

Mekke’de evlerde kullanılan taşlar, etraftaki dağlardan getirilirdi.
Bu taşlar, siyah ve beyaz renkliydi.
Ayrıca evlerde harç olarak balçık ve kilin kullanıldığı görülmektedir. Peygamber’in bu iki malzemenin mezarlıklarda kullanılmasını yasaklaması da düşündürücüdür.

Daha sonraki dönemlerde yapılan Dârü’l-Beydâ, kerpiç ve taşla yapılmış, kireçle boyandı. Ruktâ denen ev ise, kireç ve kırmızı benekli, süslü taşlardan yapıldı

el marifeti

Ömrünü kitaplara adayan ve Allah rızasını kazanmak için elde ettiği
kitaplarını ve eserlerini millete vakf eyleyen bir Ali Emirî. Sadece bu vasfıyla
yetinmenin ve kendisi ile Hâtırâtı’nı bu bağlamda ele almanın yetersiz olacağı
kanısındayız. Nitekim bir gün Ali Emirî’ye Revan seferini anlatan anlatan bir
Farsça eseri okuması üzerine sunarlar. Ali Emirî okur. Açıklar. Ancak gelir bir
yerde takılır. “Revan” der ve ardındaki kelimeyi çıkaramaz. Harfler sad, kaf ve
re’den ibâret gözükmektedir. Hepsini şöyle bir zihninde toparlayınca “Revan
Sakari” diye bir kelime oluşur. Oysa Ali Emirî böyle bir kelimenin neye mal
olacağını bilmektedir. Zira böyle bir kelime yoktur. Meclisteki arkadaşları öyle
yabana atılır kişiler değil. Hepsi alanında uzman ve bilgili kişilerdir. Hatta bunlar
arasında ibnü’l-Emin Mahmut’ta bulunmaktadır. Bu kelimeyi okuyamazsa “Bak
Ali Emirî okuyamadı” diyecekler. Ve Ali Emirî’nin bilginliği beş paralık olacak.
Sakari diye okusa bu sefer de böyle bir kelimenin uydurma olacağını anladıkları
an olan gene Ali Emirî’ye olacaktır. Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken
burada işin içine Ali Emirî’nin keskin zekâsı girer. Parmağını diliyle ıslatır ve kaf
harfinin üzerinden bastırarak aşağı doğru çeker. Bir de ne görsün kaf harfi gitmiş
yerine fe harfi gelmiştir. Dolayısıyla yeni kelime sad, fe ve re’den oluşmuştur. Ve
Ali Emirî de yeni kelimeyi “Revan Seferi” diye okuyarak durumu kurtarmıştır.

gül isimleri

“Gül, Gülabi, Gülafer, Gülağa, Gülahmet, Gülan, Gülana,
Gülafet, Gülay, Gülayım, Gülbade, Gülbadem, Gülbahar,
Gülbahri, Gülbakan, Gülbay, Gülbeden, Gülbeden Begüm,
Gülben, Gülbende, Gülbeniz, Gülbey, Gülbeyaz, Gülbez,
Gülbitti, Gülbostan, Gülboy, Gülbün, Gülcan, Gülcemal,
Gülcihan, Gülçehre, Gülçiçek, Gülçin, Gülçur, Güldal, Güldalı,
Güldane, Güldede, Güldem, Gülden, Güldeniz, Güldenur,
Gülderen, Güldermiş, Güldeste, Güldöne, Güle, Güldursun,
Gülebetin, Gülenaz, Gülendam, Gülender, Güleser, Gülfem,
Gülfer, Gülferah, Gülferay, Gülfidan, Gülgez, Gülgönül,
Gülgün, Gülgûn, Gülhanım, Gülhan, Gülhasan, Gülhayat,
Güliçi, Gülistan, Gülişan, Gülizar, Gülkız, Güller, Güllü,
Güllühan, Gülnar, Gülnare, Gülnaz, Gülname, Gülnazik,
Gülnihal, Gülnisa, Gülnur, Gülnûş, Gülören, Gülörgü, Gülöz,
Gülpaşa, Gülpembe, Gülper, Gülperi, Gülriz, Gülrû, Gülrûh,
Gülsabah, Gülsafa, Gülsalın, Gülseher, Gülseli, Gülsemin,
Gülser, Gülseren, Gülsevim, Gülsevin, Gülsima, Gülsultân,
Gülsüm, Gülşah, Gülşen, Gültek, Gültekin, Gülten, Gülter,
Gültuğ, Gülüm, Gülüstü, Gülüşan, Gülver, Gülyüzlü, Gülzade,
Gülzar, Gülzare, Gülzühal”
--
Ağgül, Anlargül, Bahtıgül, Beşgül, Betigül, Destegül, Dilgül, Gülkız, Gülnehir,
Gülniyaz, Gülengül, Gülağca, Gülamber, Gülbeşeker, Gülbiçer, Gülcihan,
Gülçum, Gülçüm, Güldenem, Gülfiye, Gülhayat, Güliçi, Gülipek, Gülpaze,
Gülören, Gülsafa, Gülseher, Gülşafak, Gülşifa, Gültaze, Gülümden, Gülünden,
Gülüs, Gülüş, Gülüver, Gülzaman, incigül, ismigül, Rengigül, Sadegül, Safigül,
Sevgül, Zatıgül
--
Isparta üzerine yaptığı çalışmasında halkın, çocuklarına isim koyarken kız çocuğu ve sabah vakti doğdu ise adının “Gülderen”; öğleden sonra
doğmuş ise “Gülseren”; gece doğmuş ise isim babasının “Ay” olduğu düşünülerek ona da “Gülay” denildiğini tespit etmiştir

ibnulemin mahmut kemal inal

ibnülemin Mahmud Kemâl'in, Sabih Romanındaki Şiirlerinden türkçeye çevrili beyitleri
**
Zamanın benimle onun arasında çabalamasına hayret ettim, birbirimizden ayrılınca zaman da duruldu.
**

“Ya Rabb inne azamet-i zünûbî kesreten
Felekad alimtü bienne afvuke a’zam
in kâne lâ yercûke illâ muhsin
Fimen yelûzü veyestecîru’l-mücrim”

ilâhî günahlarımın sayısı arttı, affının daha yüce olduğunu bildim.
Eğer senden ancak iyilik yapan bir talepte bulunabiliyorsa, günahkârı yanına kim kabul edecek.
(Mevlana da benzerini söylemiştir)
**
“Feyâ ma’ser’il-ahbâb mâ evca’-el-belâ
izâ kâne lâ yulki habîbi”
Ey dostlar, sıkıntı acı vermez, eğer sevgilime bulaşmıyorsa.
**
“Fedâ’il-vaîd femâ vaîdüke zâirî
Itnînu ecnihat’üz-zübâb yadîru”
Dilediğin kadar tehdit et, bir sinek kanıtlarının vızıltısından daha çok zarar veremez bana.
**
“Alâ inne eyyâm’el belâi al’el-fetâ
Tuvâl ve eyam’es-sürûri kısâr”
Sıkıntılı günler bir genç için uzun, mutlu günlerse kısa.
**
“Ve ahrucu min beyn’il-büyût leallenî
Ühaddisü ank’in-nefsi fi’s-sirri hâliyâ”
Evlerin dısına çıkarım. Kendi kendime tenhâlârda gizlice senden bahsederim.
**
‘’Herkes be-zebânî sıfet-i hamd-i tû kûyed
Bülbül be-nevâhânî ve matrib be-terâne”
Herkes bir dille senin hamdını tavsîf eder.
Bülbül bir kus sesiyle ve çalgıcı şarkıyla.
**
“Yâ birr yed’el-hamâ hamâk’allah
Merhaba merhaba teâle teâle”
Ey korucu ellerin paklığı! Allah korusun seni/ Merhaba merhaba gel gel.
**
Menem an gonca-i pejmürde ki ez-bâd-i hazân.
Hande ber leb-kerde ve ser begiribân-ı reftem.

Sonbahar rüzgarıyla kurumus o gonca benim
Dudağımda gülücük ve basım eğik gittim.
**
Ya dest dehed visâl-i pâket
Yâ mî-seperim revân-ı be-hâket

Ya pak visâline eririm
Ya da toprağına can veririm.
**
Ez-bahte denî ne dîde-em sûd
Her bâbe küsâde kerd mestûd
Hiçbir faydasını görmediğim alçak baht her kapıyı kapattı.
**
“Ve ayn’el-buğzi tüberrizü külle ayb
Ve ayn’el-hubbi lâ tecid’el-uyûbâ”
Kınayan gözler her ayıbı ortaya çıkarır. Askın gözü hiçbir ayıp bulamaz.
**
“Alâmetü men kân’el-hevâ fî fuâdihi
izâ lekâ’l-mahbûbu en yeteğayyera”

Kalbinde sevgi (heva) olan kimsenin alameti, sevgiyle karşılaştığında halden hale girmesidir.
**
Levlâ el-ilâhu ve harru nâr-ı cehennem
Leabedtühu ve secedtühu beyne yedeyhi
Eğer Allah ve cehennem atesinin sıcağı olmasaydı, huzuruna çıkıp ona tapar, ona secde ederdim.
**
Çûn nazar ber-reh zîbâ-yı tû mî-endâzem
Hüsn-i mecmû-ı cihân der nazarem âyed
Senin güzel yüzüne baktığımda bütün dünyanın güzelliklerini gördüm.
***

“Fâdır’ül-hâzın fî mehâsin-i veche
Telâkkî cem’ül-hüsne fîh-i musavverân
Lev enne külli’l-ahseniyekmelü sûreten
Verâeh sâri mühellelan ve mükebbirân “

ibni Fârız Hazretlerinin âsâr-ı cedide-i beliğânesinden olan bu kıt’a-i garrâyı nazmen şu yolda tercüme etmistim:
“Bir nigâh ile habîbin vech-i pertev-bârına
Anda bin türlü mehâsin eylemekte incilâ
Her letâfet toplanıp teskîl ederse bir melek
Seyredince dilberi Tekbîr’e eyler ibtidâ. ”

**********************************
Şiirleri arasında Hz. Peygamber’e duyduğu sevginin kristalleşmis hali olan naatlarının özel bir yeri vardır.
ibnülemin’in,

“Vasl-ı yâre kesb-i isti’dâd eden âsıkların
Zikri cânân fikri cânân, cânı da cânân olur
Âh-ı âtes-bâr ie etdikce mahv-i cism ü cân
Tâ be mahşer cisminin her zerresi bin cân olur”

kıtasına Hüseyin Vassaf Feyzü’l-Kemâl ismiyle 97 sahifelik bir şerh yazmıştır. Aynı kıtayı Kazım Bey de ustaca bestelemistir.

sabih romanı ibnülemin mahmud kem l i nal

ibnülemin Mahmud Kemâl inal’in yirmi dört yasındayken nesretmeye basladığı ilk romanıdır. Sabih 1895-1896 yıllarında beş ay süreyle Selanik’teki Asır mecmuasında tefrika edilmiş , daha sonra aynı gazetenin Selanik’teki matbaasında 1899 yılında Fazlı Necib’in gayretleri neticesinde basılmıstır. ibnülemin, II. Mesrûtiyet’ten sonra Mir’at-ı Maârif Mecmuası’nda romanla ilgili yazdığı bir makalede, baskı esnasında eserin bazı parçalarının sansür heyeti tarafından çıkarıldığını söyler. Daha sonra eserin hikâye değil bir ihtilâl beyannâmesi olduğu, her sayfasında halkı ihtilâle davet ettiği yolunda bir jurnal üzerine toplatıldığını ve nüshâlârının imha edildiğini, elde bulunanların ise çok yüksek fiyata kitapçılarda satıldığını anlatır. Roman yayınlandığı vakit edebiyat dünyasında ve sarayda yankı uyandırmıstır. Gazetedeki tefrikası biter bitmez o vaktin tanınmıs edebiyatçılarından Fazlı Necib, aynı gazetede yazdığı yazıda Sabih’i “gayet metin bir hakîkate, en güzel en siddetli bir vâkıa-i tarihiyyeye istinâd edilmis kıymettâr bir eser” olarak nitelendirir. Fazlı Necib bu yazısında eseri takdir edenlerin yanında tenkit edenlerin de bulunduğunu söyler:
“Sabih’i beğenmeyenler de bulundu. Bunların bir kısmı böyle eserler vücûda getiremediklerine haset eden ve erbâb-ı kalemden geçinmek isteyen garazkârlardır ki bunlara karşı Hazret-i Muharririn:
“Hussâd-ı zamanın kör olur gözleri görmez/ Kan damlasa erbâb-ı kemâlin kaleminden “
beytini idrâk eylemek kifâyet eder. Beğenmeyenlerin diğer kısmı ise serâ-pâ bir üslûb-ı âlî ile yazılmıs olan bu güzel eserdeki muhâkemât-ı âliyyeyi, rakîk tasvirleri anlamak isti’dâdında olmayanlardır ki onlar için de söz söylemeye lüzum görmeyiz.” Fazlı Necib roman üzerine birtakım görüslerini de belirttiği bu yazısında, Namık Kemâl’in fikirlerine paralel olarak edebiyatın toplumsal faydası üzerinde durur. Sabih tarzında yazılmıs eserlerin toplumu bilinçlendirdiğini ve tarihin sanlı sahifelerini okuyucunun gözleri önüne serdiğini söyler: “Hamiyet-i diniyye, gayret-i vataniyye istidatlarına nümâ-bahs olan bu kabîl âsârı erbâb-ı kalemimize kemâl-i ehemmiyetle tavsiye eyleriz. Böyle eserleri vücûda getirirlerse hem tarihin sanlı sahîfeleri inzâra konulmus, hem de hamiyyet, uluvv-i cenab istidatları tahrîk edilmis olur.”
Epik bir roman olarak tasarlanan Sabih; ibnülemin’in, dolayısıyla o devir aydınının, diğer pek çok meselenin yanında Türkistan coğrafyasının Müslümanlasma süreciyle de ilgilendiğini gösterir. Özellikle Namık Kemâl’in etkisiyle tarihin şaşaalı devirlerine ve büyük sahsiyetlerine ilginin yoğun olduğu bir devirde, ibnülemin’in, Namık Kemâl’in Cezmi’ sinin etkisi belirgin romanına konu olarak Türklerin islamlaşma sürecini seçmesi dikkate sayandır. Eser Cezmi’de olduğu gibi belirli kısımlara ayrılmıştır.
Olay
41 kısımdan olusan romanda olayların bölümlere dağılması ana hatlarıyla söyledir:

Bölüm 1 Romanın ana kahramanı Sabih’in yasadığı asırda Müslümanların dünyanın değisik bölgelerinde gerçeklestirdikleri fetih hareketleri anlatılır. Buna göre: • Hicretin birinci asrında islâmiyet’i yaymak, ilâ-yı Kelimetullah gayesiyle dünyayı islâmiyet’le ihya etmek için Müslümanlar Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarında fetihler gerçeklestirmislerdir. Musa Bin Nusayr Moritanya’yı fethedip Tanca sehrini merkez yapmıstır. Tarık bin Ziyad Septe Boğazını geçerek ispanya Yarımadasını ele geçirmis, Pirene Dağlarını asarak Avrupa içlerine kadar ilerlemistir. Endülüs vekil-i hükûmeti Eyyüb, Fransa’da Vafi, Erbone ve Karkosene sehirlerini aldığı gibi, Mayorka ve Minorka adalarını zabt etmistir. Hindistan’a gönderilen askerler Hindistan’ın batı ve kuzey taraflarını fethedip Moritan sahralarına kadar ilerlemislerdir. islâm komutanlarından Müslime, emrindeki yüz yirmi bin askerle istanbul’u üç ay muhasara etmis ve burada, sehrin daha sonra fethedileceğinin isareti olarak Arap Camiini insa ettirmistir. Kuteybe ise Türkistan bölgesini islâmiyet’e dâhil etmistir. • Sabih, bu asrın yetistirdiği önemli sahıslardan biridir.
Bölüm 2
ibnülemin Fazlı Necib’e bu yazı hakkında daha sonra bir mektup göndererek tesekkür eder ve Sabih’in gördüğü alakadan bahseder.
Anlatıcı, bu bölümde sâirâne bir bahar tasviri yapar. Sabih’in doğumuyla tabiatın uyanmasını temsil eden bahar mevsimi arasındaki paralelliğe dikkat çeker.
Bölüm 3 Roman kahramanının tanıtıldığı bölümdür.
• Sabih, Şam’da büyük bir hanedana mensup, oldukça iyi yetistirilmis, zekâsı, cemâli ve kemâli tam bir Arap gencidir. • Sabih’in yegâne emeli “insanların en hayırlısı insanlara hizmet edendir.” siarına uygun hareket etmektir. Sabih, güzel ahlâk timsâlidir. • Sabih fiziki olarak çok güzeldir, fakat ruh hâli itibariyle daima hüzünlüdür.
Bölüm 4 • Sabih, tahsilini tamamlayınca babası tarafından Halife Velid bin Abdülmelik’e takdim edilir. • Halife; ileride dine, devlete pek büyük hizmetler yapacağına inandığı Sabih’i önce maiyetindeki yazı heyetine alır, daha sonra ise böyle bir yeteneğin kâtip olarak kalmasını istemediği için onu, can dostu Habib ile birlikte Türkistan’ın fethiyle mesgul olan Kuteybe’nin yanına gönderir.
Bölüm 5 • Zamanında, Endülüs, Kasgar ve Hindistan kıtalarının islâm hâkimiyetine girdiği Halife Velid, Türkistan Serdarlığına Horasan valisi Kuteybe’yi tayin eder. • Kuteybe’nin çok az bir kuvvetle Beykent’i fethedip hükümetinin merkezi Horasan’a döndüğü esnada Sabih’le Habib huzuruna çıkıp Halife Velid’in gönderdiği emirnameyi arz ederler.
Bölüm 6 • Kuteybe Halifenin mektubunu okuyunca tavsiye ve emirle değil, hak ederek bir makama gelinmesi gerektiğini söyler. Sabih’i bilgi ve tecrübesini arttırması için kardesi Abdurrahman’ın maiyetine verir. • Sabih’in Kuteybe’den gördüğü bu muameleye canı sıkılır, fakat belli etmez. Habib’in kaçma teklifine siddetle karsı çıkar.
Romanın baskısında bölüm numaralarının atlandığı görülür. Burada 6 olması gerekirken sehven 7 yazılmıstır. Biz romanının bölümlerinin sıralamasını tefrikayla da karsılastırarak düzelttik.
Bölüm 7 • Kuteybe maiyetinde Habib ve Sabih olduğu halde Semerkant, Nesef ve Kis sehirlerini islâm idaresine bağlayarak Buhara’ya yönelir. Buhara’yı ve buranın hükümdarı Verdan Hüda’yı itaat altına alır. Bu isi basarmasında Sabih’in çok büyük rolü olmustur. • Sabih basarılarından ötürü fırka kumandanı olur. • Kuteybe isyan eden Nizek’in yakalanmasını ve sığındığı kalenin fethedilmesini sağlayan Sabih’i has maiyetine alarak Talkan, Cürcan ve Belh sehirlerini fetheder.
Bölüm 8 • Semencan Kalesinin zaptıyla görevlendirilen Sabih, baskınla kalenin ele geçirilmesini mertliğe yakıstırmaz, ama onlar dinlenirken düsmanın baskın vermesi üzerine yaralanır. Buna rağmen Sabih kaleyi fetheder. Askerinin az ve kendisinin yaralı olduğunu duyan Semencan padisahı Nizek, kaleye asker sevk eder. Kuteybe’nin yardıma gelmesiyle kale fethedilir. • Kuteybe’nin maiyetinde iki yıl geçirmis olan Sabih, henüz 20 yasındayken Semencan emiri olur ve memleketi ıslah edip Kasgar’ın fethi hazırlıklarına baslar.
Bölüm 9 • Anlatıcı-yazar bu bölümde, Kasgar’ın coğrafî konumu ve halkının inançları hakkında bilgiler verir. Çin sınırındaki Kasgar çok önemli bir sehirdir. Ahali müslüm ve gayr-ı müslümler olarak ikiye ayrılmıstır. Halk bölgeye komsu olan Hanların ve Çin’in zulmünden bıkmıs, âdil bir hükümet özlemi içerisindedir.
Bölüm 10 • Anlatıcı-yazar Kasgar’ın yöneticileri hakkında bilgi verir. Kasgar Han’ı zevk ve sefâ düskünüdür. Han; yeğeni Firuz, veziri Hümayun ve kızı Şirin’in fikirlerini alarak devleti yönetmektedir. • Firuz sûreti ve sîreti çirkin, kötü huylu birisidir. • Hümayun altmıs yasında, akıllı, tedbirli, uzağı gören biridir. • Zamanla Müslüman olan bir kısım ahali, bir yandan Çin’in baskılarına direnirken bir yandan da Semencan Emiri Sabih’e haber göndererek gelip Kasgar’da idareyi ele almasını ister.
Bölüm 11 • Anlatıcı-yazar romanın ana kahramanlarından biri olan Şirin’in ruh hâlini verir. Şirin çok karanlık, fırtınalı bir gecede dünyaya gelmis ve doğumun akabinde annesini kaybetmistir. Tabiat onu doğustan itibaren hüzünle yoğurmustur. Büyüdükçe dünyaya hüzün penceresinden bakmaya baslar.
Bölüm 12 • Anlatıcı-yazar on sekiz yasındaki Şirin’in fizikî ve manevî özelliklerini tanıtır.
Bölüm 13 • Anlatıcı-yazar Firuz ile Şirin mukayesesi yapar. Bu ikisi, birbirlerinin her bakımdan (ahlâk, sûret, sîret) zıttıdır. Firuz desisecidir, amacı Han’ın teveccühünü kazanıp Şirin’le evlenerek Kasgar tahtına oturmaktır. Firuz cihângirlik sevdasındadır. Semencan Emiri Sabih’i mahveylemek ister. Ümera da onu destekler. Şirin, Kasgar’ın ekonomik, siyasî ve askerî yetersizliklerden bahsederek bu fikre karsı çıkar.
Bölüm 14 • Buğlan halkının asker hazırladığını haber alan Kuteybe, kardesi Abdurrahman’ı buraya sevk eder. iki aylık bir kusatma neticesinde sehir fethedilir ve yönetimi Emir Sabih’e tevdî edilir. Ancak ahalinin Firuz’un kıskırtmalarıyla isyan etmesi üzerine Sabih 500–600 kadar askerle isyanı bastırmak için buraya gelir. Sabih burada Firuz’un pususuna düserek esir edilir. • Firuz, Buğlan’ın yönetimine adamlarını yerlestirir ve yanına Sabih’i de alarak Kasgar’a muzaffer bir kumandan edasıyla döner. Sabih’i Han’ın huzuruna çıkartır. Han Sabih’i teselli eder ve onun bir süre cennete benzer bir kasırda misafir edileceğini söyler. Bu duruma, Şirin ve Kasgar’ın Müslüman devlet adamlarından Alp ile Elvend çok üzülürler.
Bölüm 15 • Kendisine tahsis edilen kasırda geçirdiği sıkıntılı 10. günde, Sabih Firuz’un adamı Zindancı tarafından zindandan öte mezara benzeyen bir yere hapsedilir.
• Geceyi çok sıkıntılı geçiren Sabih, zindanda esir olma sebepleri üzerine düsünür.
Bölüm 16 • Alp gizlice zindana gelir. Dinî nasihatlerle Sabih’in ümitsiz ruh halinden çıkmasını sağlar.
Bölüm 17 • Alp’in dost mu düsman mı olduğunu bilemeyen Sabih kaçmayı planlar, fakat vazgeçer. Çaresizce ölümü beklemeye baslar. • Sabih bir nöbetçi tarafından 8-10 kisinin bulunduğu bir odaya götürülür. Burada Alp ile birlikte Müslümanları örgütleyip ihtilâle kıyam ettiği için hapse atıldığını ve idam edileceğini öğrenir. • idam edileceğini anlayan Sabih söz alarak cemiyet, ahlâk üzerine bazı düsünceler ileri sürer ve Kuteybe’nin kendisini kurtarmak için geleceğini söyler. Bunun üzerine Kasgar yöneticileri onu idam etmekten vazgeçerek zindana geri gönderirler.
Bölüm 18 • Ertesi gün Alp gizlice gelerek Sabih’e onun zindandan çıkarılacağını, fakat hapis hayatının devam edeceğini söyler. Şirin’in kendisine âsık olduğunu Sabih bu sırada Alp’ten öğrenir.
Bölüm 19 • Bir bahar sabahı Vezir Hümayun, Elvend ve ümeradan birkaç kisi gelerek Sabih’in yanlıs anlasılmadan dolayı tevkif edildiğini söyleyip özür dilerler. • Sabih’in ısrarı üzerine Alp’i de zindandan çıkartıp ikisini bir daireye gönderirler.
Bölüm 20 • Hümayun Sabih’in dairesine gelerek Kuteybe’nin kılıç zoruyla Kasgar’ı ele geçirmek istediğini, bunun yerine insanlığa hizmet ve barısın sağlanması için uğrasması gerektiğini söyler. • Sabih dini, dili, hükümeti ayrı olan iki kavim arasında barısın mümkün olamayacağını, Kuteybe’nin adaleti ve güzel ahlâkı temin için uğrastığını, Kasgar’ın ancak islâmiyet’i seçerek Kuteybe’den kurtulabileceğini söyler.
Bölüm 21 • Firuz, Şirin ile Han’ın yanında kahramanlığı ile övünürken vezir Hümayun meclise gelerek Kuteybe’nin Kasgar’ı fethetmek için harekete geçtiği haberini getirir. • Kasgar idarecileri Kuteybe’den kurtulmak için Sabih’le müzakere etme kararı alırlar.
Bölüm 22 • Hümayun Sabih’in yanına gelerek Kuteybe’nin hücumuna karsı alınacak tedbirlerin konusulacağı müzakereye katılmasını ister. Sonunda bir sekilde öldürüleceğini düsünen Sabih bu ölümü geciktirmek için yardım talebine olumlu cevap verir. • Aksamleyin toplanırlar ve barıs teklifini iletmek için Kuteybe’ye bir elçi gönderme kararı alırlar. Şirin Sabih’in gitmesini teklif etse de Hümayun ve Firuz bunu reddeder.
Bölüm 23 • Sabih dairesinde kendi kendine düsünür ve Habib’in gönderilmesine karar verir. • Hümayun ve Şirin Kuteybe’ye gönderilmesi düsünülen memurla Sabih’in yanına gelir. Sabih “Eğer elçi gönderilirse Kuteybe gelmeme niyetinde olsa bile gelir.” diyerek Arapça’ya vakıf birisinin bilgi toplamak amacıyla gönderilmesini teklif eder. Teklif kabul edilir. • Sabih, bu görüsme esnasında Şirin’e âsık olduğunu fark eder.
Bölüm 24 • Memurun Kuteybe ordusuna gönderilmesinin üzerinden on gün geçmesine rağmen kimse Sabih’in yanına gelmez. Sabih endiseleriyle bas basa kalır. • Han’ın isret meclisinde Kasgar’ın idarecileri toplanıp Sabih üzerine konusurlar. Firuz Sabih’e güvenilmeyeceğini, Şirin ve Hümayun ise onun güvenilir birisi olduğunu söylerler. • Firuz’un karsı çıkmasına rağmen Şirin’in arada sırada Sabih’le görüsmesi kararlastırılır.
Bölüm 25 • Anlatıcı-yazar, ask ve sehvet arasındaki farklardan bahseder. Sabih ile Şirin’in askı kalbîdir, hasbîdir. • Sabih’in yanına gelen Şirin, istemeye istemeye, ondan islam ordusuyla Kasgar arasındaki barısın temini için çalısmasını rica eder. • Şirin, Han’ın huzuruna girer ve Sabih’in edebinden, mertliğinden bahseder. Han Şirin’in arada gidip onunla görüsmesini isteyince Şirin çok sevinir ve mutluluğunu belli eder. Bu da Firuz’un gözünden kaçmaz.
Bölüm 26 • Sabih, Şirin’e duygularını dile getiren bir manzume yazarak gönderir. • Dört bes gün geçmesine rağmen kimse ortada görünmez. Büyük bir ümitsizliğe kapılan Sabih’in yanına Alp ile Elvend gelerek onu teselli ederler ve Şirin’in hasta olduğunu söylerler. • Sabih Alp ve Elvend ile Han’a haber gönderip kendisini ve kızı Şirin’i ziyaret için müsaade ister. Han, simdilik kaydıyla, bu isteği reddeder.
Bölüm 27 • Sabih rüyasında Şirin’i görür. Şirin mezara girmek isterken Sabih engellemeye çalısmaktadır. Bir adam ikisini de mezara iter, orada âsıkâne sohbet ederlerken Sabih uyanır. • Sabih bu rüyadan ötürü adeta cinnet geçirir, sağa sola delicesine saldırırken nöbetçi, Şirin’den mektup getirir. Hastalığı yüzünden gelemediğini, Sabih’i sevdiğini, bu ask yüzünden yakında öleceğini yazan mektup Sabih’i gözyaslarına boğar.
Bölüm 28 49 • Firuz, Sabih’i öldürmek için baskına gelir. Sabih onu döver ve pencereden atar. • Alp sabaha kadar uyuyamayan Sabih’e sıkıntılarını unutturan bir haber getirir. Han onun Şirin’i ziyaret etmesine müsaade etmistir. • Şirin ile Sabih bulusurlar, asklarından ve rakipleri Firuz’dan konusurlar. Şirin Müslüman olduğunu itiraf eder. Habib’in çağrılıp Kuteybe’ye gönderilmesini kararlastırırlar.
Bölüm 29 • Kuteybe, Harezm ve Sicistan halkını cizyeye bağlar. Semerkant, Sas, Fergana, Hocend, Kasan ve Kabil’i fethedip Kesmehan’a ilerlerken hâmîsi ve Irak umum valisi Haccac’ın vefât haberini alır. Düsmanlarının etkisiyle görevden alınacağını düsünerek Merv’e çekilir. Halife Velid’in fütuhata devam etmesini emreden mektubunu alınca minnet hisleri artar. Tam o sırada Habib huzura girerek Sabih’in esir edildiği haberini getirerek Kuteybe’nin sevincini hüzne döndürür. • Kuteybe, ordunun hazırlanıp iki gün içinde Kasgar’a doğru sefere çıkmasını emreder. Böylece hem Kasgar ülkesini fethetmeyi hem de Sabih’i kurtarmayı plânlamaktadır.
Bölüm 30 • Bir gece Şirin Sabih’in odasına gelir. iki âsık saatlerce birbirini seyreder. • islâm ordusuna bilgi toplaması için gönderilen casus avdet eder. Şirin gizlice dinlediği konusmaları Sabih’e aktarır. Casusun getirdiği habere göre iki aya kadar Kuteybe Kasgar’da olacaktır.
Bölüm 31 • Sabih yalnız kalınca dünyada iki emelinin olduğunu anlar: Şirin’e kavusmak ve Kasgar ülkesini islâm hâkimiyetine sokmak. Bunlardan biri olmazsa diğerinin de olmamasını ister. • Ertesi gün Hümayun Sabih’i Han’ın huzuruna çıkarır. Kuteybe’nin gayesi üzerine konusurlar. Kuteybe’nin iki emeli olduğu üzerinde durulur: Kasgar’ı fethetmek ve Sabih’i kurtarmak. Firuz, Sabih’i Kasgar tahtında gözü olmakla suçlar ve aralarında münakasa çıkar. Sabih meclisi terk eder.
• Han ile Firuz anlasırlar. Bu antlasmaya göre; Firuz Sabih’le tartıstığı için Çin sınırına vali olarak sürgüne gönderilecektir. Ama asıl vazifesi, Çin’den yardım istemek ve ordu toplayarak geri dönmektir. Han ise Firuz’un en yakın adamını Sabih’in dairesine nöbetçi olarak dikecek ve Şirin’le görüsmesine engel olacaktır. • Hümayun’u çağıran Han, Firuz’un tartısmadan dolayı sürgüne gönderildiğini Sabih’e haber vermesini ister. Şirin ve Sabih bu habere çok sevinirler.
Bölüm 32 • Ertesi sabah Sabih’i ziyarete gelen Şirin nöbetçinin izin vermemesi üzerine babasıyla tartısır ve üzüntüden bayılır. • Han aslında Sabih ile Şirin’i evlendirip Kuteybe’den kurtulmak ister, ama ahalinin müsaade etmeyeceğini düsünerek vazgeçer. Bir yandan ahaliden, bir yandan da Sabih’ten çekinen Han, Hümayun’a akıl danısır. Bir müddet sonra bir bahaneyle Firuz’un adamının Sabih’in dairesinden uzaklastırılmasına karar verirler. • Şirin Sabih’e hasret dolu bir mektupla bütün olan biteni anlatır. • Şirin’den bu kötü haberi alan Sabih yıkılır. O gece rüyasında babasını görür. Babası onu yanına çağırmaktadır. Sabih daha fazla yasamayacağına kanaat getirir ve Şirin’e askla dolu bir mektup yazar. Artık bundan sonra iki âsık mektuplarla teselli bulmaktadırlar.
Bölüm 33 • Sabih teessürle dolu olduğu bir vakitte nöbetçi kıyafetinde Habib’i karsısında görünce çok sevinir. Habib, Kuteybe’nin yanına gidisini, dönüste kılık değistirerek Hümayun’un maiyetine nasıl girdiğini ve buraya nöbetçi olarak tayin edilisini tahkiye eder. • Habib, Sabih’in Şirin’e âsık olduğunu öğrenince önce onun bu kadar önemli is arasında gönül eğlendirdiğini düsünerek surat asar. Gayr-ı ihtiyarî ağlayan ve Şirin’e olan temiz askını anlatan Sabih, hayatını onun sayesinde idame ettirdiğini söyler. Habib yanıldığını anlar ve Sabih’e bir kez daha hayran olur.
Bölüm 34 • Şirin ölümü göze olarak Sabih’in dairesine gelir. Buradaki nöbetçinin Sabih’le görüsmesine müsaade etmesine çok sasırır.
• Nöbetçinin Habib olduğu anlasılır. Habib iki asığı bas basa bırakıp gitmeyi edebe aykırı bulduğu için bir türlü odadan çıkamaz. Sabih’in îmâlı sözleri üzerine dışarıya çıkar. Bas basa kalan iki âsık saatlerce birbirlerini seyrederler.
Bölüm 35-36 • Görevden uzaklastırılan Firuz’un adamı Zindancı, Hümayun’un yanına gelerek onu tehdit eder ve Firuz’a olan biten her seyi anlatmak için sehirden kaçar. • Habib, Hümayun’un isteğiyle Zindancı’nın pesine düser. Zindancı, vücudunu ortadan kaldırmak için değisik görevlere gönderilen ve bu defa ki görev yeri sehrin dıs taraflarında asayisi sağlamak olan Alp ile karsılasır ve tutuklanır. Zindancı hapse atılır, Habib de vazifesinin basına döner. • Bir gece Alp, Elvend, Şirin ve Habib, Sabih’in dairesinde sohbet ederlerken öldürüleceğine inanan Sabih, Habib’in adamlarından Talha ve Alp ile göndermek üzere, Kuteybe’ye Firuz’un asker topladığı ve sehrin savasa hazırlandığı haberlerini veren bir mektup yazar. • Sabih rüyasında Şirin’in basını taslara çarptıp, kanlar içerisinde kalarak “Bu hale sen sebep oldun.” dediğini görür ve baslarına bir seyler geleceğini düsünerek istikballerinden umudunu keser. • Han, Sabih’i huzuruna çağırtır ve Kuteybe’yle barısı sağlamak için verdiği sözü hatırlatır. • Sabih dairesine dönünce Habib’den Müslüman ahaliyi örgütlemek için Alp ve Elvend ile görüsmesini ister.
Bölüm 37 • Alp ve Talha, Kuteybe’nin huzuruna çıkarak Sabih’in mektubunu takdim eder ve Kasgar hakkında malûmat verirler. • Anlatıcı, islâmiyet ve Îlâ-yı Kelimetullah hakkında görüsler serd eder. • Habib Sabih’ten aldığı talimatla Kasgar ahalisinin Kuteybe ordusuna katılması için konusmalar yapar.
Bölüm 38 52 • Sabih, Kuteybe’nin Kasgar’a gelisini beklerken Habib’in getirdiği evrak arasında babasının vatan, ahlâk ve askerlikle ilgili mektuplarını okuyup vakit geçirir. • Habib, Sabih’in odasına esrarlı tavırlarla gelip, Şirin ile Firuz’un, gizlice elde ettiği, mektuplarını getirir. Mektupları okuyan Sabih yıkılır. Şirin, mektupta Firuz’u sevdiğini ve kendisiyle evlenmeye razı olduğunu yazmıstır. • Habib mektupları gizlice Şirin’in odasına geri bırakır.
Bölüm 39 • Şirin ile alakasını kesmek isteyen Sabih ona, “terceme-i hâl-i hazini”ni içeren bir mektup yazar ve Habib’le gönderir. Firuz’a yazdığı mektuplardan haberi olduğunu belli etmez. • Mektubu alan Şirin hakikati anlamak için Sabih’in yanına gelir. Sabih hiç yüz vermez. Genç kız ıstırabından bayılır. • Şirin’in, Firuz’un asker toplamasına engel olmak için öyle mektuplar yazdığı anlasılır. iki âsık barısırlar.
Bölüm 40 • Ertesi sabah büyük bir telasla içeriye giren Elvend ve Alp, Firuz’un döndüğünü ve Kasgar’ı savunacak askerin onun getirdiği kuvvetlerle iki yüz bine ulastığı haberini verirler. Sabih bu haber üzerine sasırıp garip tavırlar sergileyince, Habib onu uyarır ve bir emir gibi davranması gerektiğini söyler. • Kuteybe’nin bir iki gün içinde sehirde olacağını haber alan Habib nöbetçilikten istifa ederek sehirdeki Müslümanların idaresi isini üzerine alır. Firuz’un gelmesiyle mahut zindancı hapisten çıkartılıp Sabih’in dairesine tekrar nöbetçi olarak tayin edilir. • Firuz bir gece Şirin’in odasına gelerek birlikte olmak ister. Bu isteğinde ısrarlı olunca Şirin vatanın tehlikeye düstüğü bir anda ferdî arzuların pesinde kosmanın hamiyete sığmayacağını söyler. Sabih’i sevdiğini söylemesi üzerine Firuz ikisini de öldüreceğini söyleyerek oradan ayrılır.
Bölüm 41 • Kasgar önlerine iki yüz bin kisilik islâm ordusuyla gelen Kuteybe islâm geleneğine uygun olarak kaleye barıs görüsmelerini müzakere etmek ve sartlarını iletmek üzere bir elçi gönderir. Sart olarak da kan dökmeden sehrin teslim edilmesini, Sabih’in serbest bırakılmasını ve Kasgar ahalisinin islâm’ı kabul etmelerini ister. • Han, ahalinin islâm olma sartı dısında hepsini kabul eder. Elçi savas taraflısı olduğu için Kuteybe’ye Kasgar hükümetinin gafilce hareket ettiğini derhal saldırıya geçilmesini ısrarla teklif eder. Nihayet harp baslar. • Firuz orduya kumanda etmekten vazgeçip sarayda kalır. Artık tek bir isteği vardır: Sabih ve Şirin’i öldürmek. Bu amacına ulasmak için harekete geçer. • Habib, Sabih’in hayatını korumak için Kasgar’daki Müslümanlarla birlikte Firuz’un dairesine baskın düzenler. Fakat baskını önceden haber alan Firuz’u dairesinde bulamaz. • Firuz, dairesinde Şirin’le görüsmekte olan Sabih’e baskın düzenler. Onun adamlarıyla basa çıkamayan Sabih ve Şirin ağır yaralanır. Şirin, yaralanmasına rağmen son bir hamle yapıp Firuz’u öldürür. • Firuz’un dairesinden hızla olay mahalline gelen Habib elim manzarayla karsılasır. Acısından kendisini parçalar, basını duvardan duvara vurur. Daha sonra son nefeslerini beraber versnler diye iki âsığı bir yatağa yatırır. • Kasgar’ı fetheden Kuteybe, sehirde önce Sabih’i arar. Sarayı kusatır, Han korkudan felç geçirir. Hümayun kendilerinin olaya dâhilleri olmadığını anlatıp Kuteybe’yi Sabih’in dairesine götürür. Ağır yaralı iki âsık bu arada son nefeslerini verirler. • Ertesi gün halkın da katıldığı büyük bir cenaze merasimi tertip edilir ve Sabih ile Şirin aynı mezara defnedilir. Kuteybe, cenazenin basında çok beliğ ve hüzünlü bir konusma yapar ve halkla birlikte hüngür hüngür ağlar. Habib bu acıya dayanamaz ve üç gün sonra teessüründen vefât ederek iki “sehîd-i ask”ın yanına defnedilir. • Anlatıcı-yazar Kuteybe’nin akıbetini merak edenlerin tarih kitaplarına müracaat etmesini söylerek romanı bitirir. Genel hatlarıyla verdiğimiz olay örgüsünden de anlasılacağı üzere ibnülemin romanında epizotları, Sabih merkezli olusturmustur. ibnülemin, romanın ana kahramanı olan Sabih’in sahsında bölgenin islâm’a dâhil olmasını sağlayan fetihlerin en önemli merhalesini ve bu süreçte kahramanın tarihî, psikolojik ve dramatik hikâyesini okuyuculara sunar. Yazar olayları tahkiye ederken, Sabih, Şirin ve Kuteybe gibi 54 karakterlerin muhtelif cephelerini de göstermek ister. Romanda anlatılan olaylarla sahısların içerisinde bulundukları psikolojik durum iç içedir. Romandaki bütün olaylar islâmiyet, islâmiyetin cihâna hâkim olması ideali uğruna yapılan gayret/fedakârlık, esaret ve ask temiyle birbirine bağlıdır. islâmiyet’i yayma fikri, ask ile birlikte kahramanların ruh hallerini de etkileyen en önemli husustur. Ancak yazar, Sabih’i, epik bir kahramanda görülemeyecek kadar duygusal bir yapıya büründürür. Sabih kendisinden dini yayma gibi önemli isler beklenen bir kahramana yakısmayacak kadar santimentaldir. Esaretin ve askın etkisiyle karmakarısık duygular içerisine giren Sabih, iman gücü ile yeis arasında gider gelir. Anlatıcı-yazar romanı bitirirken Kuteybe, Sabih, Şirin, Habib gibi roman kisilerinin her birinin tarihî sahsiyetler olduğuna, olayları tahkiye ederken tarihî gerçeklere sadık kaldığına dikkat çeker. Bu durum okuyucuda gerçeklik duygusunu uyandırır. Yazar, Türk-islâm tarihinde büyük zaferler kazanan bu kisilere vefâlı olmak için onları hayırla anmanın ve ruhlarına Fatiha okumanın kutsal bir görev olduğunu vurgular. Bu da yazarın biyografilerini yazmadan önce de ata kültürüne kıymet verdiğini gösterir. Edebiyatı sosyal fayda aracı olarak gören yazar, tarihi de aynı amaçla kullanır. Osmanlı Devletinin çesitli problemlere maruz kaldığı bir devirde yasayan yazar, bu romanıyla insanların dikkatini geçmisin sanlı dönemlerine çekerek kaybedilen savaslar dolayısıyla devrin insanında olusan umutsuzluğu ortadan kaldırmaya çalısır. ibnülemin romanda geri kalmışlığımızın sebepleri olarak çalışmama, hak etmeden önemli mevkilere gelme, ahlâkî meselelere kayıtsız kalma, milliyet (yazar burada ırk mânâsında kullanmaz) ve ittihattan yoksunluğu gösterir. Bu da, romanı bu taraflarıyla ideolojik roman sınıfına sokar. Anlatıcı-yazarın bu fikirlerini Kaşgar halkı üzerinden yaptığı değerlendirmelerde görebiliriz. Romanda ahlâk ve milliyetle bir gördüğü ittihat fikri çok önemlidir. Çünkü yazarın eseri yazdığı yıllarda devletin birçok yerinde karmasa hâkimdir. Tefrika almıs basını yürümüstür. Bahsettiğimiz bu meselelere insanların dikkatini çekmek isteyen yazar, romanda tarihî gerçekleri romantik bakıs açısıyla kaleme almıstır. Eserde övgüyle söz edilen sahsiyetler (Sabih, Velid, Kuteybe ve Habib) genel olarak bölgenin fethini başlatan kisilerdir. Diğer müsbet tiplerden Şirin, Alp ve Elvend’in milliyeti belirtilmezken Müslümanlıklarıyla öne çıkartılırlar. Kötü islâm öncesi dönemde Türklerin inanç yapısını olusturan en önemli unsurlardan biri de “atalar kültü” dür. sahıslardan Firuz ve Zindancı’nın da hangi millete mensup olduğuna dair bir bilgi yoktur.

aşk

“Aşk, kâinatın tüm tabakalarında mevcuttur. Alt tabakalardaki varlıklardan Tanrı’ya doğru yükselmekte ve O’nda son bulmaktadır. Bu sebeple ihvan-ı Safa metafiziğinde “bütün dünya Yaratıcı’yı arar ve Ona âşıktır. Aşk, her şeyin var olmasının nedeni ve evreni yöneten yegane kuraldır.”
ibn Sina’ya göre ilk aşk Tanrı, ilk âşık Tanrı ve ilk maşuk da Tanrı’dır. Bu yüzden Tanrı’nın mahiyet ve vücudunun ayniyeti, ontolojik bir bakış açısıyla incelenmiş ve aşka ontolojik bir anlam katılmıştır. Aşk, âşık ve maşuk kavramlarının Tanrı ile birleştirilmesi, ibn Sina’nın aşk felsefesinin temelini oluşturan dinamiklerin temeli olduğu ortaya çıkmaktadır.
ibn Sina’ya göre bütün varlıkların özü bizzat aşktır. Aşkın sebebi ise Mutlak iyi olan Zorunlu Varlık’tır. O, sebepsiz ve zamansız bir aşktır. Onun aşkı sonradan oluşan bir şey değildir. ilahi zat ve aşk aynı şeylerdir ve birdirler. Tanrı’dan başka varlıkların aşkının sebebi ise Tanrı’nın onlara maşuk oluşudur.

epithalamium

Epithalamium Yunanca, epi(üzerine) ön ekiyle thalamium( zifaf odası) sözcüğünün birleşimiyle oluşan bir sözcüktür. Gelin veya zifaf odasına giden gelin için yazılan bir tür şiir anlamında kullanılır.. Metonymia (mecazi mürsel) sanatının kullanımıyla yatak odası anlamına gelen thalamos sözcüğü evlilik anlamını kazanmıştır.Bu isimden türemiş olan epithalamios,on sıfatı Yunanca aslında Hymnos ya da ode sözcükleriyle birlikte kullanılmıştır.
Edebi çevrelerdeki yaygın kullanımında isim düşer ve yalnız sıfat isimleşmiş biçimindedir.. Söz konusu kelime evlilikle ilgili oda veya evliliğin kendisi için kullanılmıştır. Klasik dünya tarihinde son derece popüler bir form olmuş, bu popülerliği Romalı şair Catullus, Sappho’dan aldığı örnekler ve yorumlarıyla sağlamıştır.
Epithalamium ilk orataya çıktığında, orijini itibariyle, kızlı ve erkekli kalabalık bir gurubun zifaf odası önünde gelin ve damada methiye düzmek için söyledikleri ve Yunanlılar arasında popüler olan bir şarkıdır. Theokritos’a göre, epithalamium biri gece için diğeri de gelin ve damadı ertesi gün uyandırmak için kullanılan iki türü bulunmaktadır.
Her iki durumda da doğal olarak, şarkının asıl amacı dua etmek ve mutluluk dilemek olup, bu dualar ve dilekler zaman zaman eski Hymenaios korosu tarafından kesilir. Romalılar arasında benzer gelenekler rağbettedir, ancak bu tür şarkılar Romalılarda sadece kızlar tarafından düğün misafirleri gittikten sonra söylenir ve bugünkü yaklaşımı itibariyle müstehcendir.
Örnekler
Birinde düğünde, şölenler,
Sokakta yanan çırağılar’ın ışığında,
Evlerinden alınıp gezdirilirken gelinler,
Dört bir yanda kavuşma türküleri
Oynayan, dönüp duran delikanlılar, flüt, kitana sesleri
( ilyada, XVIII. 491 – 496 )

Bir tek oğlun olsun baba mirasına konan,
Ancak böyle çoğalır evin zenginliği.
Sen yaşlanıp ölünce oğlun tutar yerini,
Ama çocuğu bol olursa, Zeus’un yardımı da bol olur,
Çok kişi iş görür, ona göre de artar kazancı.
Zengin olmayı kodunsa aklına:
Dinle beni, iş yap, iş üstüne iş yap.
(işler ve Günler,375-382)

düş

Düş, yaşamı daha katlanılabilir kılar. Birey, arzu ve isteklerini doyuramadığı anlarda düşe yönelir. Yani düş kurmak, arzuların bastırılması amacına yönelik bir davranıştır denebilir.
“Doyuma ulaşmayan birey düş kurar. Bastırılmış istekler düşlemlerle doyurulur. Arzular, düşlemlerin itici gücüdür ve gerçeklik dünyasından kaçış yerleridir. Düş kurma hep aynı biçimde başlar. Yakındaki nesneden kaçar, kaçtığı anda da artık uzaktadır, ötededir, bir öte mekândadır.”
[ BACHELARD, Gaston (1996), Mekanın Poetikası, istanbul: Kesit Yayıncılık 1996:199]
“Düşünmek, ‘düş’ kökenlidir. Düşünmek nasıl bir davranış olursa olsun,‘düş’ kavramının içeriğiyle örtüşmek durumundadır. Yine, ‘düş’ insanoğlunun geleceği algılama becerisi ile var olanı ya da gerçek dünyayı olduğundan farklı kurgulama yeteneğidir, fakat öncelikle geleceği algılama. Sonrası yaşamı, belki de gerçekleşmeyeceğini bile bile duygularından ilham alarak tahmin etme durumudur. Düşünce, insanoğlunun geleceği algılamasıyla birlikte bugün anladığımız anlamda belirginleşir. Geleceği kavramak, belki de zorunlu olarak geleceği tahmin etmeyi, bu tahminlerin posaları, yani gerçekleşmemiş gelecekler de, farklı şimdiler kurgulama becerisine yol açmış olabilir. Düşünmenin, dünyayı algılama yöntemlerinden ayırıcı özelliği, şimdi bağlamında olanla yetinmeyip, gelecek bağlamında, gerçek ya da gerçeküstü olanı kurgulayabilme becerisini içinde taşıyabilmesidir.” GÖKSAL, Bülent, Erişim Tarihi: 8 Kasım 2010, http://www.zorbafikir.com

dönüşüm

Korkuların büyüye; kahramanlıkların, efsane ve mitlere; inanılmaz olayların, mucizeye dönüştüğü tarih serüveninde insan, tüm yapısal, inançsal ya da toplumsal yönünü, mağara resimlerinden başlayarak, günümüzün en modern yapıtlarına kadar hepsinde, yeni ve farklı biçimlere dönüştürerek görünürlülüğünü devam ettirmektedir.

insanın yaratılışında on iki saatlik zaman

Tevrat’ın Tekvin bölümünde yaratılış geniş bir şekilde anlatılmakta, yedi yaratılış gününün altıncısına tekabül eden zaman dilimi içerisinde insanın yaratılışından bahsedilmektedir. insanın yaratılışı ise on iki saatlik zaman dilimlerine bölünerek anlatılmıştır. Bu anlatım özetlenilirse

1. Saatte Âdem'in toprağı toplanmış,

2. Saatte şekillendirilmiş,

3. Saatte vücudu yaratılmış ve bedeni meydana getirilmiştir.

4. Saatte içine ruh üfürülmüş,

5. Saatte ayağa kalkmıştır.

6. Saatte, bakmak ve korumak gibi bir görevle cennete yerleştirilmiş, fakat hem cennetin büyüklüğü hem de kendisine yakın bir arkadaşının olmayışı Âdem'in orada sıkılmasına sebep olmuştur. Bu durumu fark eden Rab, ona yardımcı olarak hayvanları yaratmış, Âdem onların hepsini ayrı ayrı isimlendirmesine rağmen o sıkılma hissiyatı yok olmamıştır. Rab onu tatmin edecek bir çareye başvurmuş ve yeryüzünde ilk kadın olarak bilenen Havva'yı yaratmıştır. Havva’yı yaratırken; tiksinme olmasın diye, Âdem’i derin bir uyku ile uyutmuş, bu esnada onun kaburga kemiklerinden birini alarak yerini etle doldurmuştur. Havva, Âdem'den alınan bu kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bazı yorumcular erkeğin geç, kadını ise erken yaşlanmasını; erkeğin topraktan kadın ise kemikten yaratılmasına bağlamaktadırlar

7. Saatte Havva, Âdem'in yanına gelmiş, Âdem’de ona; her canlı insan cinsinin annesi olması bakımından “Havva” adını vermiştir.

8. Saatte Âdem ile Havva birleşmiş;

9. Saatte "iyilik ve kötülüğü bilme" ağacı yasaklanmış; bu ağaçları Tevrat "Hayat ağacı", "iyilik ve kötülüğü bilme ağacı" olarak belirtmiş, yorumcular tarafından ise gerek mahiyetleri, gerekse fonksiyonları açısından farklı olarak değerlendirilmiştir. Bu yorumcular; Âdem ve Havva'nın suç işledikleri esnada, incir yapraklarıyla örtünmeye çalışmalarından esinlenerek bunun incir ağacı olduğunu söylemişlerdir. Talmud’da Âdem'in yediği ağacın "asma" olduğu belirtilmiş, bu görüşü esas alanlar ise, Havva'nın Âdem'e ikram ettiği şeyin "üzüm şarabı" olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca "iyilik ve kötülüğü bilme" ağacının kavun ve buğday olduğunu iddia edenler de olmuştur. "Hayat ağacı" ise, kendisinden yiyenin ebedî hayata sahip olacağı, şeklinde tefsir edilmiştir. Yasak ağaç konusunda ortaya atılan isimler üzerinde birliğe varılamamıştır.

10. Saatte Âdem ve Havva ondan yiyerek günah işlemiş, yemesinde en büyük etken ise “yılan” olarak belirtilmektedir. Yılanın hedefine ulaşabilmek için Havva'yı seçmesinde birtakım sebepler ortaya konulmuştur. Yılan öncelikle, Âdem'in özellikleri yönünden daha güçlü olacağını düşünerek, Havva'nın daha kolay ikna edilebileceğini ümit etmiştir. Yılan doğruca Havva'ya gelerek ona: “Allah bu ağaca dokunmanızı yasaklamıştır. Bakın ben dokunduğum halde ölmüyorum” diyerek el ve ayakları ile ağacı iyice sallamış ve meyvelerini düşürmüştür. Meyvelerin yenmesi konusunda bir yasağın bulunmadığını hatırlatarak o meyvelerden önce kendisi yemiştir. Meyvelerin öldürmediğini fiilî olarak gösterdikten sonra onlara da bir zarar dokunmayacağını telkin etmiştir. Bu telkinlerden etkilenen Havva kendilerine konan yasağın boş bir şey olduğunu kabul etmiştir. Böylece Havva ölümsüz yaşamak, meleklere benzemek, iyi ve kötüyü bilerek Rab gibi olmak arzusuna kapılmış, bu duygular içinde "iyilik ve kötülüğü bilme" ağacından yemiş ve Âdem'e de yedirmiştir Yasak meyve, ilk tesirini Âdem ve Havva'nın gözlerinin açılmasında göstermiş ve çıplaklıklarını görmelerine vesile olmuştur. Onlar ilk çare olarak örtünme telaşına düşmüşler ve Rab ise onlara koyduğu yasağın çiğnendiğini anlamıştır.

11. Saatte Rab onları yargılamış Âdem ve Havva yasak ağaçtan yediklerinde, gerçek olarak ölmemekle beraber bazı cezalara çarptırılmışlardır. Bu konuda Tekvin'de öncelikle yılanın cezalandırılmasından ve lanetlenmesinden bahsedilmektedir. ikinci olarak kadının ve Âdem’in cezası ele alınır; Rab Kadına: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesi ile çoğaltacağım ve ağrı ile evlat doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacak demiş. Âdem’e ise: Karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim halde o ağaçtan yediğinden dolayı toprak lanetli oldu. Bu sebeple sende ömrünün bütün günlerinden, toprağa dönünceye kadar alnının teri ve zahmetle ondan ekmek yiyeceksin. Sen ondan alındın, topraksın ve toprağa döneceksin diye buyurmuş. Âdem yasak meyveden yedikten sonra Rab da hayat ağacına dokunmasın diye,
12. Saatte onu cennetten kovmuştur. Tevrat Âdemin dünya hayatı hakkında; Kabil ve Habil'in dünyada doğduğunu belirtmiş fakat Âdem'in durumundan ve yaşından bahsetmemiştir. Bu belirsizliğe rağmen Saserdotal yaratılış metninden (ki bu metin bu tür açık bilgiler veren tek metindir) çıkan neticelere göre Şit'in doğduğu esnada 130 yaşında olduğu, 930 yaşına kadar yaşadığını haber vermektedir

sanat ve sanatçı kimliği nedir

Günümüz sanatında, yaşam ile sanat arasındaki çizgiyi yok etmeye yönelik sanatsal eğilimlerin, farklı sanat disiplinleri arasındaki sınırları ortadan kaldırmaya yönelik önermelerin, sanat ve yaşamın iç içe olduğuna ilişkin bir anlayışın güçlendiğini gözlemliyoruz. Sanatın, yaşamın kendisi olduğunu savunan bir düşünce doğrultusunda, her nesnenin bir sanat eseri, her kişinin de bir sanatçı olabilme potansiyeli taşıdığı görüşü doğal olarak yadsınamaz bir hal alıyor.
Bu düşünceye ilişkin görüşlere ileride sıkça değineceğim halde, sanat çalışması ve sanatçının tanımının ne olduğu bizi devamlı meşgul edecektir.
insan yaşamının bir sanat çalışması olabileceği savına göre; Her yaşamını ortaya koyan kişi sanatçı mıdır?
Her şey bir sanat nesnesi olabilir mi?
Renkleri, formları yan yana getirmekle ya da nesnelerle yapılan her düzenleme bir sanat çalışması sayılabilir mi?
Sanat eğitimi almak, sanat tarihini bilmek, müzelere, sergilere çok sık gitmek sanatçı kimliği edinebilmek için yeterli midir?
Sanatçı kimliği, edinilecek bir şey midir?
Belki de yanıtımızı yine sorarak aramalıyız.
Sanatçı hayatı izleyen, negatif bir kaostan pozitif bir kaos, kozmos yaratan kişi olabilir mi?
Gerçeği ya da gerçek olmayanı arayan mıdır?
Yaratıcı bir eylem içinde olan sanatçı ısrarcı olmalıdır diyebilir miyiz?
Karşı koyan mıdır sanatçı?
Kavram yüklü müdür?
imgelem sahibi midir?
Yaşamın kendisini sanat çalışması yaparken sanatıyla bir yaşam biçimi önerebilen kişimi dir sanatçı?
Bir başkaldırıcı, yıkıcı ya da bir devrimci midir sanatçı?
Sanatın acı veren yanıyla ilgilenirken öte yandan da sağaltıcı olabilen kişi, bir büyücü müdür sanatçı?
Oyuncudur; hayvan, bitki, nesne, şeytan ya da melek, bazen de Tanrıdır diyebilir miyiz bir sanatçı için?
Zamanın akıcılığı, belirsizliği, geçiciliği ile ilgilenirken, kalıcılığı, sarsılmazlığı koyan kişimidir sanatçı?
Soruların hepsine birden verilecek cevap evet olabilir mi?
Sanatçı, negatif bir kaostan pozitif bir kaosu (kozmos) yaratan kişidir .
Kozmosun kendi anlamı içindeki düzeni tanımlaması bakımından kozmos yaratıcıları, bir anlamda karmaşaya, düzensizliğe karşı bir yapı öneren, yaratma gücüne sahip olan, bir anlamda tanrısal güçlere sahip olandır. Bu bağlamda tanrının da bir sanatçı olduğundan da bahsedilebilir.. Bununla beraber sanatçıyı tanımlarken aynı zamanda devrimcidir de demiştik; yıkıcıdır, düzene karşı koyandır, anarşisttir demiştik sanatçı için.
Bu karşıtların ortaya çıktığı yerde bir dinamizmin olacağından bahsetmiştik, o halde, kaostan kozmos yaratan bir sanatçı olarak tanrı, bu kez de mevcut düzene karşı olarak, kozmostan kaos yaratmak durumunda değil midir?
Burada aslında sürecin iki yönde akışından bahsetmek mümkün olabilir, sürekli bir devinimden, yaratma ediminin sonsuzluğundan bahsedilebilir. Zümrüdü Anka kuşu örneğindeki gibi Anka’nın kendini yakması, küllerine dönüşmesi ve sonra yeniden küllerinden kendini oluşturması ve yeniden yanıp, kül olup sonra yine bedene dönüşmesi sürekliliği gibi. Kaos kozmos ilişkisi içinde ortaya çıkan sorun, düşüncede bir merkez oluşturma sorunudur ki, düşünce tarihinin gelişim sürecine bakıldığında, bir merkez veya merkezsizlik arayışlarının yayıldığı alanla karşılaşırız.
Yaşam ve sanatın kendisi bir oyundur. “Mitolojik dünyaya - tanrıların ve şeytanların dünyasına, maskelerin karnavalına ve yaşanan mitos şenliğinin zamanın bütün yasalarını ortadan kaldıran, ölüleri tekrar yaşama döndüren o garip ‘sanki’ oyununa ve ‘ bir varmış bir yokmuş un yaşanan an olduğu dünya” ya katılma, inanma ve inandırma oyunu.
Oyun öğesiyle birlikte sanat, artık bir anlamda özgürdür, yaratıcıdır, yaşamla daha yakın ilişki içindedir.
Oyun oynayan insan rolünü benimsemek durumundadır ve bu role uygun her türlü donanıma sahip olmak durumundadır. Yaşamın içinde insanlar, kullandıkları “persona’ları” ( maske ) ile uyumlu oldukları süre içinde mutlu olmaları mümkündür. Persona’sına ters düşen davranışların mutsuzluk getireceği gerçeği insanın en başta oyunculuk yönünün gelişmesini sağlar ve bu yolla yaşamın kendisi hemen teatral bir şekil alır ki, bu da en eski sanat disiplinlerinden biridir. Teatral anlatımlar, gösterilen ile gösteren arasındaki ilişkinin yoğun yaşandığı ve kurgulandığı önemli aksiyonlardır.
“Bir ‘yol’ olarak işlev gören mitoloji, ritüel bireyin dönüşümüne yardım eder; onu yerel, tarihsel koşullardan ayırır ve bir tür söze gelmez deneyime götürür. Öte yandan, ‘etnik fikir’ olarak işlev görerek; bireyi ailesinin tarihsel olarak belirlenmiş duygularına, etkinliklerine inançlarına, toplumun işlevsel bir üyesi olarak bağlar...Mitolojik simgenin gücü, yerel ve somut olanın içinde söze gelmez deneyim yaşatabilmek ve böylece, paradoks olarak, zihni onların ötesine taşırken yerel formları güçlendirmek ve onlara değer katmaktadır. Mitolojinin ayırt edici gücü bu ikili amacı sağlayabilme yeteneğindedir. ” (alıntı)

çağdaş sanatta şaman ve simyacı arketipi

Günümüz plastik sanatlarında, sanatçı sanat ve yaşam ilişkisinde mesleki uzmanlaşmanın yarattığı, sanatın profesyonel bir iş alanım oluşturması gerçeği beni, onun yaşamsal ve olgusal gerekirlik koşullarını, yani işlevini sorgulama aşamasına getirdi; Çünkü tüm vazgeçilmezliğine karşın, paradoksallaşan ve flulaşan varlık nedenleri ve üstünde durulması zor kaygan zemine rağmen en özerk yaratı alanı, insanı “en” boyutuyla insan kılan varlık nedeni; Diğer tüm varolma biçimlerinin de hakkını teslim edelim...Ancak Günümüzde plastik sanatlar çağcıl yaşamın ve girift ilişkiler ağının içinde, mesleki uzmanlaşmanın üzerini örtmeye başladığı, sanat ediminin gizil enerjisini yitiriyor mu?
Yüzyıl başlarında Batı geleneğinden kopuş ve özerkleşme çabalan içinde sanatçılar yeni kaynak arayışlarına girmişlerdir (Antropolojik katkılarla). “Simyacı”, “Şaman”, Arketipi, Ekspresyonizm ve özellikle Dada’da ilk yansımalarını buldu.
Dünyevileşen kültür, yakın zamana dek gökkubbede ikamet eden yüce tinini yitirmesiyle, kurduğu yeryüzü ütopyasında katı bir yeni-eski sistem oluşturdu.
Soyut sanatın yüce tini de, sanat pazarında metalaşınca paha biçilmez bir estetik objeye dönüştü.
Çağımız sanatçısı yaşamla yeniden organik bağ kurarken çeşitli davranış biçimleri edinmektedir. Sanat, çağın hızına yetişme çabası ve demokratikleşme adına, biricimliğini terkederken iyi niyetli çabalara rağmen, hemen tüketilen herhangi bir nesneye dönüşmüştür.
Her türlü üretimin satın alınabildiği, karadeliğe hızla kayan bir dönemde, her türlü yön duygusunun kaybolduğu bu dönem aslında yeni bir kutsallığın, tinin başlangıç safhasıdır. Sanatçıyı, sanatçı kılan şey onun gerçek karşı duruş halidir.
Çağdaş sanatta, şaman ve simyacı arketipinin sanatçı olarak ritüeli hala devam ettirdiğine dair bir tesbit yapabilir. “fin de siecle”.

mandala

“Mantra yoğunlaşmış kozmik gücün toplandığı çekirdektir...Temel mantra tek heceli bir sestir. Girift mantra ise hece kombinasyonlarından oluşur. En kutsal hece “Om”dur. Ateş, kalp mantralarının enerji verdiğine inanılırken Tüm, cinslerin birlemesinin enerjisini toplar. Mantralar titreşim yoluyla etkileşim sağlarlar.”

Önce söz vardı...

“Hava ve ateşe dair mantralar zor ve çetin deneyimlere neden olurken; toprak ve suya dair olanlar yardım edici koloylaştırıcı etki yaparlar.”

“Mandala (Daire) Hindu Tantrik Budizm’de kutsal ayinde kullanılan simgesel çizimdir. Evreni temsil eder, kutsanmış bölge ve evrensel güçlerin toplanma noktasıdır. insan düşünceleriyle mandalaya girip merkeze doğru ilerlerken simgesel olan kozmik parçalanma ve yeniden bütünleşme süreçlerinden geçerler. Tibet’te kumaş üzerindeki mandalalar merkezden dört köşeye çizilmiş çizgilerle kesilen bir karenin çevresindeki bir ya da daha çok içiçe geçmiş daireyi çevreleyen bir dış daireden oluşur. Mandalayı çevreleyen kenarlardan birincisi hem mezhebe kabul edilmemiş olanların girişini engelleyen, hem de cehaletin yansımasını simgeleyen ateş çemberidir. ikincisi aydınlanmayı temsil eden elmas çemberdir. Sonra sırasıyla bireyselleştirici bilginin sekiz yönü yeralır. Ruhsal yeniden doğuşu simgeleyen lotus yapraklan ve merkezde tasvirlerin yerleştirildiği mandalarım kendisi yeralır.”

Hinduizm ve Budizm harici kültürlerde mesela kum resimlerinde benzer törensel çizimler mevcuttur. Jung hastaların elinden çıkmış mandala benzeri çizimler yayınlamıştır.
“Mimaride mandala formlan önemli rol oynar. Kent planlamacılığında bu form kullanılmıştır. Plutarkhos’a göre Roma kentinin planı kare ve daire planında tasarlanmıştır. Roma “Urbs quadrata)dır. Hem dünya, hem de evren olan sıfır noktasıdır.”
“1000’li yıllarda Avrupa’da birçok mezhep ve hareket arasında simyacılar büyük önem taşır. Simyager’in arayışı insanın bedeni ve ruhunu bütünlüğe ulaştırmaktır. En önemli sembollerinden biri “Quadratura circuli” yuvarlağı kare ile sarmak olan simyanın asal mandalasıdır.”
“Levy-Bruhl’un öznenin kendisinde nesneden açıklıkla ayırdedemediği yerlerde nesne ile garip bir psikolojik bağlantının ortaya çıktığı durumlarda kullandığı terim “Participation mystique-Katılım mistiği”dir. Doğuda mandala ayinler esnasında derin düşünceye dalmaya yardımcı olarak kulanılmaktadır. Ortaçağların başlarından itibaren oluşturulmuş Hıristiyan mandalaları da vardır. Tarihsel olarak mandala tanrısallığın doğasını temsil eden tanrısallığa felsefi açıdan açıklık kazandıran ve tapınma amacına hizmet eden imgedir.”

Jung’a göre mandala temel kavramlardan biri olan bireyleşme sürecinde bir aşamadır ve bilinç dışı birikimi bilinçli benlikle bütünleştirme çabasını temsil eder.
“Jung mandala şekillerinde en son olarak ortaya konan tecrübenin, tanrısal imajı yansıtmaya artık muktedir olmayan yani Tanrıyı kendi dışlarından, başka bir yerde bulamayıp ve bu yüzden de “şişme” tehlikesi ile karşı karşıya kalan insanların tipik özelliği olduğunu tesbit etti. Yuvarlak ve kare hacimler sihirli koruyucu duvarlar gibi bir patlamayı ve kişilik dağılmasını engellemekte ve de içe dönük bir amacı savunmaktadırlar. Onlarla eski çağlarda tanrıları korumak için sıkça yapılan tapınaklar arasında bir benzerlik vardır. Fakat çağdaş bir mandala hakkındaki önemli gerçek şudur ki merkezinde nadiren Tanrı bulunmaktadır. Çağdaş mandala garip bir zihin duruluğunun gönülsüz bir itirafıdır. Çağdaş mandalada hiç tanrısallık yoktur. Ne de tanrısallığa boyun eyiş ve uzlaşma vardır. Tanrısallığın yerini insanın bütünlüğü almış gibi görünmektedir.”

kam

“Eski Türk din adamlarına Kam denilmiştir. Bazı boylarda bu terimle beraber “oyun” terimi de kullanılmıştır... Kaşgari bu kelimeyi Arapça’ya “kahin” diye tercüme etmiştir... Kendisinin tanrılar tarafından kam olarak tayin edildiğinin ruhların kendisinin hizmetinde bulunduklarına inanan kam, hayali geniş, mistik, ve yaratılıştan zeki bir adamdır. Tabiattaki bazı sırlara da vakıftır. Şairdir, irticalen şiirler, ilahiler söyler...” Prof. Dr. ABDÜLKADiR iNAN,,

kamil koç un eşcinsel çifti otobüsten indirmesi

Yılların firması ve personeli özel eğitimden geçmiştir. Haber kaynaklarında varmıdır bilemiyorum. ancak bu olayın arkaplanında art niyetli bir komplo olduğu hemen sırıtıyor. Geçmiş yıllarda bu tür olaylar olması iletişim ve zaman açısından mümkündü.
Bence bahse konu olay ve kişiler bir kurgunun ve etrikanın ürünüdür.
Hiç kaale almaya bile gerek yok. Bu tür firmalar yıpratılmamalı bence.
Birkaç gün sonra unutulur gider.