entry'ler (16)

jarhead

"Amerikan askerleri hala aynı çöldeler..."

Sam Mandes, ilk filmi olan "Amerikan Güzeli" ile 5 Oscar'lı bir filme imza atıp büyük başarı elde etmiş ve ikinci filmi olan "Azap Yolu"yla da başarısının devamını getirmiştir. Şimdi de karşımızda Anthony Swofford'un aynı adlı kitabından uyarlanan "Jarhead" var.

"Bu Vietnam'ın müziğiydi, bizim kendi müziğimiz bile yok!"

Film, Körfez Savaşı'nda adam öldürmeyi umut eden Amerikan askerlerinin yaşadıklarını konu ediniyor. Filmin asıl kahramanı olan Swoof'un gözünden savaşı anlamaya çalışıyoruz. Başlarda komedi filmine kayan mizah yapısıyla başlayan film, ilerleyen dakikalarında karakterlerin iç dünyasına girdikçe çarpıcı bir hal alıyor. Karakterlerin iç yapısı çok iyi lanse edilmiş. Askerliğe yeni başlamış askerler, işin ciddiyetinde değilken; savaşa gittiklerinde kendi arkadaşlarını öldürecek duruma geliyorlar. Swoof'un içinde bulunduğu psikoloji özellikle rüya sekansında çok iyi yansıtılmış. Film, bir çok diyalogundan anladığımız "Full Metal Jacket" göndermeleri ve de askerlerin yüreklendirilmesi için izletildiği "Apocalypse Now" göndermeleriyle verdiği mesajların üzerinde duruyor. Askerlerin siyasi görüşleri, çekime gelen muhabirlerle olan diyaloglar ve filmin sonunda askerlerin ateş etmeden savaşın sona ermesi filmin savaş karşıtlığının etkileyiciliğini artırıyor. Savaşın gereksizliği, Amerika'nın savaşa nedensiz girmesi filmde alaycı bir üslupla sorgulanıyor ve askerilerin üzerindeki savaşın etkisi dile getiriliyor. Özellikle son yarım saatte birçok çarpıcı sahneyle karşı karşıya kalıyoruz. Müziklerin filme katkısı da büyük, çarpıcı sahnelerde çok iyi bir şekilde yerleştirilmiş ve bu sahnelerin etkisini artırmış. Sam Mendes her şeyi yerli yerine oturtmuş fakat; yine bazı şeyler eksik kalmış. Örneğin; Jamie Foxx'ın hayat verdiği Çavuş Siek, ciddiyetle ciddiyetsizlik arasında boğulmuş. Bu iki arada kalmışlık durumu çoğu zaman belirsizliklere neden olmuş. Bir de filmin özgün kara mizahi anlatımı bazen tek düzeliğin üzerine oturuyor, neyse ki bu uzun sürmeden geçişler sağlanmış. Her şeyin yerli yerinde olmasında Sam Mendes'in kusursuz yönetiminin payı büyük. Kullandığı kamera açılarından, yer verdiği birçok görsel öğe filmi izlerken Mendes'in izleyici üzerindeki etkisini sağlamış. Yerli yerinde olmaktan nasibini oyunculuklar da almış. Tüm oyuncular başarılı, fakat içlerinden en çok dikkat çeken performans başrol oyuncusu olan Jake Gyllenhaal'dan geliyor. Özellikle arkadaşıyla tartışma yaşadıkları sahnedeki performansı unutulmayacak düzeyde. Sam Mendes'in yönetimi yücelttiğimiz gibi görüntü yönetmenini de kutlamak gerekir. Filmin harika bir görüntü yönetimi var. Özellikle de karanlıkta petrol kuyularının yandığı sahneler muazzam.

Sam Mendes, tek filmlik bir yönetmen olmadığını "Jarhead" ile bir kez daha göstermiş. Türünün daha iyilerini izlesek de "Jarhead", özgün anlatımı ve birbirini tamamlayan birçok özelliğiyle savaş karşıtı filmler arasında kendisine yer ayırtmasını bilmiş.

"Bir hikaye; bir erkek senelerce tüfek kullanır ve savaşa gider. Sonra evine geri döner ama; daha sonra ne yaparsa yapsın evde yapsa, bir kadın da sevse, oğlunun altını da değiştirse her zaman bir 'kavanoz kafa' olarak kalacaktır. Ve bütün o ölen ve öldüren kavanoz kafalar onlar sonsuza kadar 'ben' olacaklar. Bu arada biz hala çöldeyiz."

humphrey bogart

"Casablanca" ile zihinlerimizde yer etmiş karizmatik ve oldukça başarılı aktör.

se7en

Kült Gerilim Filmi: Se7en

Fincher'ın 1995 yapımı, yapıldıktan sonra benzer türdeki filmlere ilham kaynağı olduğu kült filmi; "Se7en". Kült seri Alien serisinin üçüncü filmini 1992'de çekerek sinema dünyasına giren ve bekleneni veremeyen David Fincher, son şansını ilk filmiyle tamamen farklı bir filmle denedi ve hiç beklemediği kadar üstün bir başarı yakaladı. Bu öyle bir başarıydı ki gerilim filmi denilince akla hemen "Se7en" gelir oldu.

1)Oburluk
2)Açgözlülük
3)Tembellik
4)Öfke
5)Kibir
6)Şehvet
7)Kıskançlık

Filmde, incil'de yer alan yedi ölümcül günaha göre kurbanlarını öldüren bir seri katili yakalamaya çalışan iki dedektif anlatılıyor. Filmin büyük oranına kasvetli, yağmurlu karamsar bir hava hakimdir. Filmde yer alan mekanların çoğu karanlık ve rahatsız edici mekanlardır. Fincher bu unsurları çok güzel bir şekilde filme yaymıştır ve öyle bir atmosfer oluşturmuştur ki izleyici filmi diken üzerinde izler. Film, bu zaman kadar yapılmış tüm dedektif filmleri klişelerini yıkmış ve türe yeni özellikler getirmiştir. Seri katilimiz John Doe; kurbanlarını belli bir kurala, işledikleri günahlara göre öldürüyor, bildiğimiz üzere. Buradaki günahlar, aslında günümüzde hep etrafımızda tanık olduğumuz sıradan insan manzaraları. Yani burada Fincher günümüz toplumun ağır bir dille eleştiriyor. Filmin senaryosu ve kurgusu o kadar güçlü ki filmin sonlarına doğru katile kısmen hak bile vermeye başlıyor izleyici. Aslında burada katil, dedektiflerinde her gün bu günahı işleyen insanları eleştirdikleri yani etraflıca pek doğru bulunmayan insanları öldürüyor. Filmde iki dedektif ve de katilimiz içinde yaşadıkları dünyanın özellikle de şehrin çekilmez bir yer olduğunu ve şehrin bu gidişatından rahatsızlık duyduklarını sık sık dile getiriyorlar ama filmimizde şehrin adı ve filmin geçtiği zaman dilimi bir kez bile duyurulmuyor. Fakat, bilindiği üzere film New York'da çekildi. Özellikle de Dedektif Somerset'in kulağına şehrin işe yaramaz gürültüsünün geldiğini zaman zaman görürüz. Keza Somerset de asosyal bir kişiliktir. Burada Fincher'ın başka özellikleri de ortaya çıkmış olur böylece. Fincher filmlerinin bir diğer özelliği de oldukça başarılı karakter analizleri ve günümüz insanının yalnızlığını eleştirmesidir. Keza yeni dedektif olmuş Dedektif Mills de yeni evli, mutlu bir hayat ümit eden, Somerset'e göre hayatın gerçeklerini tam olarak kavrayamamış biridir. Zaten bu özelliği de onun sonunu hazırlamıştır. Film, genel olarak durgun gibi gözükse de mükemmel senaryosu ve kurgusuyla doruğa çıkar. izleyiciyi kendisine bağlamayı başarır.

Filmdeki oyuncular da rollerinin hakkını vermişlerdir. Brad Pitt'in bir bakımı kendisini ispatlama filmi olarak da görülebilir "Se7en". Brad Pitt'i özellikle Freeman ile olan bire bir diyaloglarında beğendim. Son sahne de ve kovalamaca sahnesinde de başarılıydı. Yılların emektar oyuncusu Morgan Freeman da çok başarılıydı. Oyuncu, bu filmi çektikten sonra bir çok bu filme benzer dedektiflik filminde oynadı. Bu tarz filmlerin aranılan oyuncusu haline geldi, filmden sonra. Filmin en beğendiğim performansı ise filmin gizeminin bozulamaması açısından jenerikte adı yazmayan Kevin Spacey'nin performansıdır. Aynı yılda çekilmiş olan ve Oscar'ını kazandığı "Usual Suspects" ve üzerine bu filmdeki rolü ise 1995 Spacey'nin yılı olmuştur. Şimdiden psikopat katilleri canlandıran en büyük oyuncular arasında yerini sağlamlaştırdı. Gördüğümüz gibi "Se7en" her açıdan çok önemli bir yere sahip.

"Her sokak köşesinde, her evde, ölümcül bir günah görüyoruz ve hoş görüyoruz. Hoş görüyoruz çünkü sıradan, çünkü olağan. Sabah, öğle ve akşam hoş görüyoruz. Hayır, artık olmaz. Ben örnek oluyorum ve yaptığım şey şaşırtacak, incelenecek ve izlenecek... Sonsuza dek..."

Filmde ayrıca sayısız göndermede mevcuttur. Dante'nin ilahi Komedyası'ndan bir sürü farklı kaynağa farklı bir bakış atan felsefi bir seri katil filmidir. Fincher tarzının ve Fincher hayranlığının oluştuğu ilk filmdir. Kurgu dalında Oscar’a aday olmuş ve farklı birçok ödüle layık görülmüştür. Kendisinden sonraki birçok gerilim filmine kaynak olmuştur. Bunların en önemlileri de kuşkusuz "Saw"dır. Zira Saw'ın senaristi de "Se7en"dan etkilendiğini inkar etmemiştir. Özellikle harika sonuyla kült mertebesine ulaşmış, eleştirisel, mistik şehir betimlemeleriyle bir film-noir başyapıtıdır.

-Spoiler-

Filmin en tartışılan yanı da son iki günahtır. Geriye kalan günahlar; kıskançlık ve öfkedir. Katil, tek bir hareketle iki günahı da bitirir. Bu hareket Mills2in karısını öldürmesidir. Burada bir bakıma katil kendi felsefisinin dışına çıkarak günahsız birini öldürür. Buradan Fincher şu mesajı yollar; Somerset gelen kuryeye saati sorar ve kuryenin verdiği cevap şudur: "Saat; 7.01" Buradan 7 ölümcül günahtan fazla olarak günahsız birinin öldüğünü anlarız. Katil, Mills'in hayatını kıskanarak kıskançlık günahını işlemiştir ve ölmesi gerekmektedir. Mills ise karısının öldüğü öğrenerek katili öldürür. Burada da Mills öfke günahını işlemiş olur. Mills ölmek zorunda mıdır? Bu tartışılır. Öyle kesin bir sonuca ulaşmak zordur. Belki de katil Mills'in karısını Mills2i öldüremeyeceği için öldürdü ve son oyunu böyle kurdu. Belki de Mills'in günahsız karısının öldürdüğü için Mills'in öleceği bir oyun hazırlamadı. Bence bunun fazla da bir önemi yok, en azından benim için. Kafalarda soru işareti kalmaması açısından yazayım dedim.

Filmden ufak bir ayrıntı da Mills katili vururken 7 tane kurşun sıkar. Gene usta işi bir incelik de filmin büyük bir bölüme hakim olan kasvetli, yağmurlu havadan final sekansından eser kalmaz. Zira final sekansı göz kamaştırıcı kadar aydınlıktır. Burada elinde silah olmayan ve öldürülmeyi bekleyen katille rahat olmamız gerekirken, katil bize ne sürpriz hazırlamış diye gergin bir şekilde beklemekten kendimizi edemeyiz. Diğer yandan katil sürprizini yüksek gerilim hatlarının bulunduğu bir mekanda yapar. "Se7en"ın ne denli bir film olduğunu açıkladım sanıyorum bu ayrıntılarla.

fargo

Bembeyaz bir görüntünün altında kapkara bir film.

Coen'lerin belki de en önemli filmidir "Fargo". "The Hudsucker Proxy" gibi başarılı olmuş bir filmden sonra herhalde bu denli bir film kimse beklemiyordu ki bu film onun da başarısını geçti. Hatta film için kült film diyebiliriz. Coen'ler deyince akla "Fargo" gelir oldu artık.

87 yılında yaşanmış gerçek bir hikayeden uyarlanan film; karısının babasından para koparmak için karısını iki adam tutup fidye istemeleri için kaçırttırması ve hamile bir dedektif etrafında geçer. Filmin bu kadar başarılı olması; üst düzeye senaryosuna, başarılı oyunculuklara, müziklere ve verdiği mesajlara bağlıdır. Filmdeki diyaloglarda çok keyifli ve günlük hayatımızda duymaya alışkın olduğumuz cinsten. Ayrıca güzel esprilerde yer alıyor. Coen'ler filmde iç karartıcı olayları, trajikomik bir şekilde filme aktarmış. Bu bağlamda Tarantinovari bir film de diyebiliriz, tabii senaryoyu da bu bağlama katmak şartıyla. Filmdeki verilen mesajlar çok başarılı bir şekilde gönderilmiş. Amerikan toplumunun yaşamı, her gün aynı şeyi yapmaları kısacası hayatın monotonluğu ve bazı şeylerin önemsenmemesi filmde çok güzel eleştiriliyor. Senaryo o kadar akıcı ve sürprizlere açık ki her ana izleyiciyi şaşırtıyor Coen'ler. Filmde şiddet de üst seviyede kullanılmış.

Filmdeki oyuncu seçimi ve bu oyunculuklar da çok başarılı. Zaten 2 Oscar'lı filmin bir Oscar'ı Frances McDormand'a diğeri ise senaryo dalında Coen'lere gitmişti. Bir diğer başarılı oyunculuk da William H. Macy'nin oyunculuğu. Çaresiz, ne yapacağı belirsiz ve son derece şansız bir kişiyi çok başarılı bir şekilde canlandırmış. Ayrıca Steve Buscemi'nin oyunculuğunu da unutmamak gerek, "Reservoir Dogs"tan zihinlerimizde yer etmişti.

Filmde yer alan "Scarface"e yapılmış bir göndermeyi de yazayım. Carl(Buscemi) yaralanmış bir şekilde ortağının yanına gelir ve "Sen bir de diğer adamı gör" der. Bu düpedüz "Scarface" göndermesidir. Bu cümlenin aynısı o filmde de geçer.

Filmle alakalı bir duyumumu da yazayım. Filmi izledikten sonra bir kişi, evinden kalkıp o saklanan parayı bulmaya geliyor ve onu ararken donarak ölüyor. Bir başka duyumum da filmin gerçekleri tam olarak yansıtmadığı ve sadece filmin etkileyici olabilmesi için filmin başına öyle yazılmış olmasıdır; fakat ne kadarı doğrudur bilemeyeceğim.

işte böyle bir film "Fargo". Zamanın da bu denli tartışılmış ve 90'ların kuşkusuz en iyilerinden. Filmi izlerken "Para insanlara neler yaptırıyor?" demekten kendinizi alamayacağınız, son derece keyifli diyalogları olan, klasik bir Coen'ler filmi.

night of the living dead

Sinema tarihinde zombi konulu korku filmleri hep var olmuştur fakat bu türde en başarılılar olanlar ve türde öne çıkaranlar George A. Romero''nun "dead" serisidir. Özellikle bu serinin ilk filmi sinema tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptir. Yönetmen, filmini çok zor şartlarda çekmiştir. Renkli filmlerin ortaya çıkmış olduğu bir dönemde filmi maddi yetersizliklerden ötürü siyah-beyaz çekmiştir. Ayrıca filmde yer alan zombilerin çoğunu sette çalışanlar oynamış. Film tam olarak 114.000 dolara çekilmiş. Bu denli çalışmanın sonucunda ortaya bir başyapt çıkarılmış.

Filmde; mezarlık ziyareti yapan iki çiftin yaşayan ölülerin saldırmaya geçmesi ve Barbara'nın kurtulması, ardından da yaşayan birkaç kişi ile bir eve kapanmaların konu alınır. Bu filmle Romero zombi filmlerinin ana çizgilerini çizmiş olur. Filmdeki esas verilmek istenen duygu; hiçbir kurtuluşu olmayan bir mekana sıkışmış, çaresiz insanların hissettiği korku ve sıkışmışlık. Bu da film boyunca fevkalade verilmiş. Romero ustalık becerisini burada ortaya koyuyor. Filmde zombiler radyasyon sonucu ortaya çıkıyorlar. Bu da filmin oldukça politik mesajlar verdiğinin de bir göstergesi. Romero bu hususla kapitalizm ve modern toplumu eleştiriyor. Filmin finali de oldukça başarılı, aslında beklenmeyecek türde ve beklenmeyecek derecede karamsar. O yıllarda aslında günümüzde bile bu tarzda karamsar finalleri görmek gerçekten güç.

Bu denli bir yapım olan "Night of the Living Dead". Aslında günümüzde etkisini kısmen kaybetti, korku ve gerilimin hat safhada hissedilmesi açısından belirtiyorum bu hususu. Fakat çaresizlik duygusunun hissetirmesi, tüketim toplumunu eleştirmesi ve karamsar finaliyle izlenmesi gereken bir korku filmi. Romero efsanesinin doğuşu diyebiliriz.

"Seni öldürmeye gelecekler Barbara!"

the wizard of oz

Her çocuğun izlemesi gereken, her izlediğimde aynı tadı alabildiğim bir klasik. Ancak bazı yerlerinde küçükken de sıkılmıştım daha sonra izlediğimde de bazı yerlerinde sıkıldım.

Yapım yılına göre kostümler de oldukça güzel. Özellikle renkler cıvıl cıvıl. Film masal havasında geçiyor. Herkesin filmden alacağı ders, çıkaracağı öğüt kesinlikle mevcut. Bu dersler ise hayata dair dersler olması ve halen geçerli olması, filmi ölümsüzleştirmiş.

izleyin ve çocuklarınıza da izletin...

suspiria

Korku sinemasının babalarından biri olan Dario Argento'nun filmografisinden öne çıkan filmlerden birisi "Suspiria".

Film, harika bir başlangıç yaparak seyircinin tüm dikkatini ekrana vermesini sağlıyor fakat sonraki yarım saat biraz daha durağanlaşıyor. Neyse ki son 40 dakika. filmi başyapıt yapmaya yetiyor. Filmde kullanılan objeler, renk kullanımları, mekan tasarımları ve müzikler de muazzam. Argento'nun okulda oluşturduğu gotik ürkütücü atmosfer ise görülmeye değer. Özellikle ilginç sonuyla da seyirciyi hayretle büyülüyor. Ayrıca film -bildiğim kadarıyla- ses efektlerinin kullanıldığı ilk filmler arasında yer alıyor.

Film, beni çok korkutup, germese de filmi izlerken büyük keyif aldım. "Suspiria" bütün sinemaseverlerin seveceği türden bir yapım değil, bu yüzden herkese öneremeyeceğim. Fakat bence gerçek bir sinemaseverseniz kesinlikle izlenmesi gereken bir film.

platoon

Genellikle politik filmlere imza atan Oliver Stone'dan ismini en iyi savaş filmleri arasına sokmayı başaran 4 Oscar'lı klasikleşmiş bir savaş filmi. Belli bir kesime göre Stone'un en iyi çalışması.

"Savaşla ilk kaybedilen masumiyettir."

Taylor: Vietnam'da öleceksen ilk günlerde ölmelisin, çünkü fazla acı çekmemiş olursun.

Konusu beklendiği üzere Vietnam'ı anlatıyor fakat; film oradaki savaştan çok askerlerin arasındaki ve içlerindeki savaşı anlatıyor. Süregelen savaş sırasında askerilerin psikolojilerini film çok iyi yansıtıyor. Bunun yanında savaş olgusunu sert bir dille eleştiriyor. Ayrıca savaşta yer alan askerilerin hangi sınıftan olduğunu ve sınıfsal ayrılıkların her yerde var olduğunu da gösteriyor. Bunları bu kadar başarılı yansıtılmasını da filmin yönetmeni Stone'un Vietnam'da hiç de kısa
olmayacak bir süre yer almasına bağlayabiliriz.

"Savaş böyle bir şeydir, sözlerin bittiği yerde kurşunlar konuşmaya başlar."

Fimdeki oyunculuklar çok başarılı, bunu birçok savaş filminde görememiştik. Psikopat asker rolündeki Tom Berenger muazzam bir performans çıkarmış, diğer yandan emektar oyuncu Willem Dafoe da öyle. Charlie Sheen'i de unutmamak gerekli, en iyi performansını bu filmde göstermiş.

"Biz aslında düşmanla savaşmamışız, kendimizle savaşmışız."

Barnes: Benim gerçeklerden kaçmaya ihtiyacım yok, ben gerçeğin ta kendisiyim.

Filmde iyi asker ve kötü asker diye ayırabileceğimiz iki grup ortaya çıkıyor. Savaşın insanları doğruyla yanlışı ayıramayacak duruma getirdiğini etkileyici bir görsellikle görüyoruz. Filmde yığınla izleyiciyi etkileyen sahneler yer alıyor. Özellikle Elias'ın vurulduktan sonra adeta çırpınarak Vietconglardan kaçmaya çalışması filmin en çarpıcı sahnesi. Zihinlerde uzun süre yer edinecek bir sahne.

Savaş karşıtı filmler arasında önemli bir yere sahip, izlenmesi gereken bir yapıt. Sıradan Vietnam filmlerinin çok üzerinde...

cache

Zor filmlerin yönetmeni Michael Haneke'den yine zor bir film. Yine kendine has sinema diliyle, farklı konulara farklı pencerelerden bakan klasik bir Haneke filmi diyebiliriz "Saklı" için. Haneke bu filmiyle bizlere alışılmışın dışına çıkarıyor, bu açıdan özgün film arayanlara da duyurulur.

Yaratıcı senaryosu, izleyiciyi içerisine alan kurgusu ve sakin gözüken atmosferiyle bambaşka bir film "Saklı". Belki izledikten sonra herkes kendisinin içlerinde sakladıklarını hatırlayacak ya da hatırlamak istemeyecek...

Oyunculukların filme katkısı çok büyük. Binoche ve Auteuil'in performansları çok başarılı. Ayrıca filmde Haneke müzik koymamış. Sakin, bol diyaloglu, mat renklerin hakim olduğu, çok doğal ve insanın iç yapısına yolculuk yaptıran bir film. Politik ve sosyal eleştirileri de cabası... Tüm izleyenlere farklı bir deneyim sunuyor.

- Spoiler -

Film, dışarıdan mutlu gibi gözüken ama birbirinden kopuk, tüm aile fertlerinin aslında kendi yaşamını sürdüğü bir aileye, gönderilenin bilinmediği kasetlerle başlıyor. Bu bakıma Lynch'in "Lost Highway" filmini anımsatıyor fakat; filmin anlatmak istedikleri açısından baktığımızda bu filmle pek de benzer bir tarafı yok. Aile, aslında dışarıdan mükemmel gibi gözüken bir hayat sürüyor-belli bir kariyer sahibi baba, iyi bir anne, ev ziyaretine gelen dostlar ve sosyal bir çocuk- ama hayatları hiç de gözüktüğü gibi değil. Zamanla bu gönderenin belirsiz olduğu kasetler her geçen gün ürkütücülüğünü artırıyor aile üzerinde ve tabi ki de her dakika izleyici üzerinde etkisi artıyor. Film izleyici adeta filmin içerisine sokuyor, olayları karakterlerle birlikte yaşatıyor. Baba Georges'un nasıl bir karaktere sahip olduğunu sokakta bisikletli siyahi adamla yaşadığı tartışmayla anlıyoruz. Ayrıca buradan kasetlerin ve gönderilen resimlerin Georges üzerindeki etkisini anlayabiliyoruz. Bu kasetler Goerges'u eski yaşadığı yere, annesinin yanına gitmesini sağlıyor. Gittiğinde annesinin hasta olduğunu görür ve o bunu bilmemektedir. Çünkü, onun tek düze ve fazla zamanı olmayan bir hayatı vardır, annesiyle bile ilgilenmeyen bir hayatı... Kasetler daha sonra ise onu, çocukluğundan tanıdığı Majid'le karşı karşıya getirir. Bu kasetler Georges'un bilinçaltına, beyninde saklı kalmış yerlere götürür. Cezayirli Majid'i sebepsiz yere küçüklüğünde evden attırmıştır ve kötü bir hayata adım atmasına yöneltmiştir. Yıllardan sonra gördüğü Majid'i kasetleri göndermesiyle suçlar, o ise haberi olmadığını söyler. Georges burada da ırkçı bir tavırla ve saldırganlıkla o modern toplum insanından çıkar ve ona tehditler savurur. Georges'un gözünden Majid'i evden attırdığı günü izleriz. Majid onun gözüne bir canavar görünümüyle gözükür. Bu da Georges'un içinde bulunduğu toplum yapısını açıklar. Tek Georges'un değil, dünyanın birçok yerinden bulunan batı-doğu çatışması gözler önüne serilir. Kötü bir hayat süren Majid'i o kültür-kariyer sahibi Georges'tan daha insancıl görürüz. Daha sonra Majid'in intiharı ortaya çıkar. Bu hiç beklenilmeyen anda gelen intihar, izleyici üzerinde onun hemen yanında bulunan Georges kadar etki yaratır. Bu sahne beni en fazla etkileyen sahneler arasına girdi. Bu intiharın devamında Georges'un üzerinden kısa bir zaman geçmesi sonucunda hayatına devam etmesi, tıpkı telefonla konuşurken televizyonda savaş ve dünyadaki kötü olayları gösteren haber programına gözlerinin ucuyla bakmadıkları gibidir. Her zaman etrafımızda, dünyamızda kötü olaylar olup giderken hiçbirimiz umursamayız. Majid'in intiharından sonra onun oğluyla konuşan Georges çok tedirgin ve ona kendisini rahat bırakmasını söyler. Georges her zamanki hayatına devam etse de kafasının içerisine sakladığı vicdanı onu hiçbir zaman rahat bırakmayacaktır. Majid'in oğlu babasının zor durumda olmasına rağmen kendisini çok iyi yetiştirdiğini belirtir, burada da akıllara Georges'un oğlu gelir. Eve bir gece gelmeyeceğini ailesine haber bile vermemiş, annesinin babasını aldattığı düşünen, ailesiyle iletişim sorunu olan oğlu... Başta birbirlerine güvenen mutlu bir çift olarak gözüken Georges ve Anne aradan zaman geçtikten sonra birbirlerine güven duymadıklarını ve birbirlerine ne kadar uzak olduklarını onlarda farkına varıyorlar. Georges, filmin sonlarına yaklaşırken, çırılçıplak, perdeleri örtüp, kendisini dış dünyadan soyutlayıp yatağına giriyor. Belki de hiç yapmadığı bir şeyi yaptıklarını düşünmeye, sorgulamaya koyuluyor. Filmin son sekansında da Majid'in oğluyla Georges'un oğlunu konuşurken görürüz. Filmin sonunda kasetin kimin gönderdiğini halen merak ediyorsanız Haneke size seslenememiş demektir ama; bunun çok da önemli olmadığını ve filmin anlatmak istediklerini yorumlamışsanız Haneke size seslenebilmiş demektir.

takva

ilgi çekici dizilerle ismini öne çıkaran Özer Kızıltan'ın ilk sinema filmi "Takva". Film, oldukça farklı ve aslında işlenmesi gereken bir konu üzerinden gidiyor. Kendi halinde yalnız diyebileceğimiz bir hayatı olan ve dindar biri olan Muharrem'in öyküsünü anlatıyor, film.

Muharrem, çevresi tarafından son derece güven kazanmış, dünyevi ihtiyaçları bulunmayan biridir. Yaşantısı da tek düzedir. Bu tek düzelik, devamlı gittiği dergahın şeyhinin ona dergahta iş vermesi üzerine değişir. Bu iş, dergaha ait ev ve işyerlerinin kiralarını toplamak ve onları düzenlemektir. Bu işi Muharrem'in kabul etmesiyle eline bir sürü, dünyevi eşyalar geçer. Muharrem, her geçen gün kendini kaybetmeye başlar. En sonunda harama elini uzatır... Bu haram sonrasında büyük ikilemde kalır. Aslında film de Muharrem gibi izleyiciyi ikilemde bırakıyor, beğenmek ya da beğenmemek arasında. Daha sonra bu günahtan sonra tövbe eder, daha sonra dükkana haram para elde etmesini sağlayan Erol bu sefer arkadaşlarıyla gelir. "Çuval önemli değil önemli olan senle tanışmak" der. Bu kafa karıştırır ama; burada Muharrem'e tekrar haram para elde etmesini sağlamak amacıyla geldiklerini belirtir. Film aslında tamamen insan psikolojisi üzerine kurulmuş. iç dünya ile dış dünya arasında yalnız kalmış olan Muharrem, önce küçük günahlarla başlar günah işlemeye daha sonra ise harama kadar gider. Verilen çok ince mesajlar mevcut filmde, seks sahnesi gibi. inanç ve ticaret kavramlarımı gibi birçok konuyu da arka planda eleştiriyor.

"Biliyorum kafan karışık şimdi. Hadi topla kendini, hadi biliyorum. Aklını oynatacak gibisin. Günahın çirkin olmayan tek yanı, ona edilen tövbedir. Tövbe mi? Tövbe et. Beni de yabana atma. cevapsız soruları kendine sormaktan vazgeç. Bırak, koyuver gitsin. Başta, sonu bilmek yeter sandım. sonda ne var? Ölüm. ölümden sonra? işte bunu bilince tamam sandım. Yaratanın korkusu, -onun korkusu- beni düzene sokar sandım. Ben sadece iyi bir insan olmak istedim. sadece iyi bir insan... O, her zaman ve her yerde var. Yaradan, her zaman ve her yerde var; onun dediklerini yaparsan. Onun istemediklerini yapmazsan, hem bu dünyada iyi bir insan olursun, hem de öbür dünyada rahat edersin ama olmadı, olmuyor. Şeytan her zaman var. Belki de şeytan dediğimiz, bizzat kendimiz."

Film, bu denli farklı bir konuya sahip ama film kimin yanında olduğunu pek göstermiyor. Ne dergahı kötülüyor ya da diğerlerini... Filme genel olarak objektif bir hava hakim. Bu bakıma yönetmenin etkisini filmde pek göremiyoruz. Genel olarak Muharrem'in iç dünyasına dalıveriyoruz. Özer Kızıltan ve ekibi bu film için büyük hazırlıklardan geçmişler. Özellikle olumsuz eleştiri almamak ve yanlı olmamak için, gerçek dergahları gözlemleyen ekip, o zikir sahneleri de gerçekte olmayan şekliyle çekilmiş. Ama bu pek göze batmıyor.

Filmdeki oyunculuklar çok başarılı. Erkan Can harika bir oyunculuk sergiliyor. Filmi zaten götüren de o oluyor. Bir de bu oyunculuğun yanında sahnelerle uyumlu çarpıcı müzikler eklenince film akıp gidiyor. Yönetmenin arka planda bulunduğu bir film olan "Takva"da bunlar olmasa başarısız bir film olurmuş. Ayrıca şeyh rolünü üstlenen Meral Ülgen de çok başarılı. Rolüne çok yakışmış. Filmin takdir edilmesi gereken bir diğer özelliği de sanat yönetimi. Renk kullanımı ve kamera açıları mükemmel. Göze de hitap eden bir film aynı zamanda.

"Çok alametler belirdi vakit tamamdır
Haram helal oldu, helal haramdır
Kendi kendimize yarışmaktayız gülüm
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya da dünyamıza inecek ölüm..."

Aslında filmin sorunlu olan kısmı, senaryosu. Muharrem'in yaşadığı ruhsal çöküntü çok çabuk gelişiyor ve bu tam olarak açıklanmıyor. Bu kötü bir özellik mi, aslında tartışılır. Birçok örneği görülmüş bir kullanım aslında. Ama filmin finali de zayıf ve çabuk olunca bu kötü bir özellik teşkil ediyor. Filmin ve Muharrem'in çıkış noktası tam olarak belirlenmemiş ve sanki havada kalmış.

Kısacası Takva, yüzeysel anlatımı olsa da verdiği mesajlar, oyunculuklar ve sanat yönetimi açısından yılın başarılı filmlerinden.

dolls

Daha çok şiddet içeren filmler çeken bir yönetmen olan Takeshi Kitano'dan şiirsel bir aşk filmi. Yine bazı sahnelerde şiddet gösterisi olsa da bunlar mümkün olduğunca azaltılmış.

Film iç içe geçmiş üç aşk hikayesini anlatıyor. ilk hikaye; sevgilisini iş dünyasındaki etkinliğini artırmak için terk etmiş olan bir adam ve bu terk ediş üzerine intihar edip, akıl sağlını yitiren kızı anlatıyor. ikinci hikaye; sevdiği insanı yıllar önce işleri için, geri dönmek üzere, gitmiş olan bir yakuza ve onu her cumartesi yemeğiyle bekleyen kadını anlatıyor. Üçüncü hikaye ise; bir Pop yıldızı ve bu Pop yıldızının hayranının arasındaki sevgi anlatılıyor. Bu üç hikaye birbiri içine geçmiş ve bazı sahneler aynı mekanlarda geçiyor. Bu hikayelerinin dışında da günümüz Japonya'sına dair de bilgi sahibi olabileceğimiz insan manzaralarına tanıklık ediyoruz. Manzara demişken, filmdeki manzaralar da harikaydı. Kitano, arka fon olarak sararmış, dökülmüş yapraklar, gün batımı gibi görsel öğeler kullanmış. Görselliğin bu kadar harika aktarıldığı fazla film yok. En azından da "Dolls"un bu filmler arasındaki yeri çok sağlam gibi. Bu arka fon ile uyumlu ve şiirselliğin son derece yüklendiği müzikler de muazzam. O kadar muazzam ki müzikleri melodram izliyormuş hissi veriyor bizlere zaman zaman. Filmin senaryosunun filmin etkileyiciliği açısından da önemi büyük. Anlatılmak istenenler son derece başarılı bir şekilde izleyiciye aktarılmış. Bu şiirsel anlatımın karşısında izleyiciyi düşüncelere sürükleyen, az sözle çok şey anlatan mistik bir aşk filmi diyebiliriz "Dolls" için. Filmde sadece aşk vurgusu yapılmıyor, pişmanlık ve zaman olgusu da sorgulanıyor. Kitano bazı şeyleri izleyicinin gözüne sokmuyor, izleyicinin farkına varmasını istiyor. Bu da Kitano'nun imgelere yüklediği manalarda gizli. Filmdeki renk kullanımı da mükemmel. Kullanılan renkler göz kamaştırıyor 114 dakika boyunca. Her açıdan harika bir film. Son yıllardaki klişe, birbirini tekrarlayan filmlerle dolan sinemada özgünlük açısından da çok önemli bir film. Yalnız Japon kültürüne de fazlaca değinen film bizlere biraz sıkıntı verici gelebilir. Ama öyle bir film ki ne kadar yavaş ilerlese de ne kadar Japon kültüründen bahsetse de her kesimden izleyiciye kendisine çekmesini başarıyor. Çünkü; günümüz insanın, aşklarının insan ruhuna yaptığı darbeyi ve de tüm dünyanın içerisinde bulunduğu ruh hali ekrana tüm etkileyiciliğiyle yansımış durumda.

Sinemanın estetik yönünün, metaforla süslenmiş ve müzikleriyle de mükemmeliyete ulaşan, izlenilenlerin dışında bir aşk filmi. izleyen ve izlemeyenlere izletin.

the new world

Terrence Malick... Yapıtlarını büyük zaman aralıklarıyla ortaya koyan usta yönetmen... Diğer yandan düşüşe geçen Colin Farrell ve ustalığını bir anlamda kanıtlamış Christian Bale... Bu isimlerin buluşması gerçekten de merak uyandırıcı.

Malick yine bambaşka bir filme imza atmış. Bence Malick ne yapsa izlenir. Hele bir de bu yönetmenin yorumuyla bir aşk filmi izlemek daha farklı olsa gerek. Daha da farklı olmuş. Filmi çoğu izleyici skıcı bulmuş. Ben filmden genel olarak sıkılmadım fakat bu kadar uzun tutulmaya da bilirmiş. Hatta film bildiğim kadarıyla daha uzunmuş gösterime girmeden önce belli bir kısmı makaslanmış.

Filmi ben beğendim. Güzel bir aşk hikayesi farklı bir yolla anlatılmış. Filmde farklı yapıda karakterlerin kullanılması ve bunların iç sesleri eşliğinde gelişen olaylar oldukça başarılı bir şekilde ilerliyor. Filmde ayrıca yer alan doğa betimleri harika, bütün bir film boyunca doğayla iç içe oluyorsunuz. Bu bakımdan görüntü yönetmenini de kutlamak gerekli. Filmi izlerken Malick sizi alıyor farklı düşüncelere farklı yerlere götürüyor ve doğaya doğru dönüp düşünmenizi sağlıyor. Tek olumsuz yanı ise bu film için biraz falan olan süresi ama o da bu tarz filmleri sevenlere sıkıntı oluşturmuyor.

Malick bu sefer sinemaya bir başyapıt vermese de yine başarılı bir film yapmış. Filmografisinin en zayıf filmlerinden olsa bile yine başarılı bir film. Şiir gibi bir film...

tony montana

Sinema tarihinin en psikopat kadarkterlerinden. Al Pacino'nun muhteşem oyunculuğuyla hayat bulması da farklı bir güzelliği.

amores perros

Inarritu'nun Meksika'da çektiği ve tüm dünyada ün kazanmasını sağlayan başyapıtı "Amores Perros".`

Köpekler, insanlar kısacası paramparça hayatların buluşması "Amores Perros".

Mexico City'de farklı üç hayatın korkunç bir araba kazasıyla kesişimini harika senaryo, kurgu ve özgün anlatımıyla filmi Inarritu adeta efsaneleştiriyor. Kazanın öncesi, sonrası ve geride bıraktıları tüm çarpıcığı gözlerimizin önüne seriliyor.

Filmin soundtracleri de filme yakışacak şekilde ve filmi etkileyiciliğini de artırmış. Ayrıca filmin çekildiği dönemin ödül rekortmeni olduğunu da hatırlatırım. Esaslı bir dram.

"Biz aslında kaybettiklerimiziz."

dead man

Kendi tarzını ortaya koymuş bağımsız yönetmen Jim Jarmusch'dan yine özgün bir film.
Siyah-beyaz olarak çekilen film; kızılderelilerin aziz, beyaz adamların suçlu olduğu bir dünyada geçiyor. Filmin genelinnin de western koktuğunu da hatırlatayım.

Filmin olay örgüsü de şöyle; William Blake yeni bir hayata başlamak amacıyla geldiği kasabada bir cinayete karışır ve de burada ciddi bir yara alır. Filmin genelini Blake ölümle yaşam arasında giderek baygın bir şekilde ilerliyor. Blake'in bir kızıldreliyle karşılaşmasıyla ölü adamın yolculuğu başlıyor. Bu tarz filmde oyuncunun performansı çok önemki çünkü izleyinin onun bir bakışından bile farklı anlamlar çıkarabileceği bir film. Depp de harika bir peformonsla Jarmusch'un anlatmak istediklerini izleyiciye anlatmasında aracı olmuş. William Blake hikayenin ilerleyen bölümlerinde masum yapısından kurtulur ve kendisini bulur. Bir başka deyişle William Blakein yaşamdan ölüme geçişini görürüz.

Filmin bütününe şiirsellik hakim. Bir başka deyişle Dead Man için varoluşu anlatan bir yapım olarak da tanımlayabiliriz.

"Her gece ve her sabah, doğar bazıları acıya. Her sabah ve her gece doğar bazıları tatlı hazza. Doğar bazıları sonsuz geceye..."

"Kalbinin yanında beyaz adamın metali var. Kesip çıkarmaya çalıştım, ama çok derinde. Bıçak kalbini kesebilir ve ruhunu özgürleştirebilir. Aptal beyaz adam..."

"Birbirine benzer şeyler, doğada birbirine benzemek için büyür ve konuşan kayalar uzun süre güneşe bakarak uzandılar. Bazıları onların şimşekle birlikte indiklerine inanıyor ama ben yerde olduklarına ve aşağı doğru fırlatıldıklarına inanıyorum."

"Pencereden dışarı bak. Bu sana sandalda olduğun zamanı anımsatmadı mı? Ve sonra o gece, uzanmış tavana bakıyordun, kafandaki su manzaradan farklı değildi, kendi kendine düşünüyorsun. Nasıl oluyor da manzara akıp giderken sandal hareketsiz kalıyor."

the godfather

Yıl 1972'dir ve sinema ortaya çıkalı tam 77 yıl geçmiştir ama sinema daha en önemli mafya filmine, aynı zamanda da en iyi diyebileceğimiz filmine kavuşmamıştır. Bizler için kadar güzel bir olaydır ki 1972 yılında bu film ortaya çıkarılır.

Mario Puzo'nun romanından Francis Ford Coppola tarafından uyarlanan epik mafya filmi; "The Godfather". 1972 yapımı olan film, bazı sinema otoriteleri tarafından sinema tarihinin en iyi filmi olarak nitelendirilir. Benim şahsi fikrim ise en iyi film olmasa da en iyilerden olduğudur. Bu milat taşı çekildiği yılda tüm dünyadan çok ses getirmiştir. Yönetmen Coppola gibi birçok oyuncunun da kendilerini tüm kitlelere kanıtladıkları filmdir. Filmin kitaptan senaryoya haline uyarlanmasını da kitabın yazarı olan Mario Puzzo ve filmin yönetmeni Francis Ford Coppola yapar.

Filmde zamanının yıldızı Marlon Brando, bu filmle dikkatleri üzerine toplayan Al Pacino ve şu anda ismini yazmadığım birçok harika oyuncu yer alıyor. Baştan aşağı yıldızlar geçidi. Film hem yönetim hem oynanış hem de hikaye açısından yapılabileceğin en iyisi durumunda yer alıyor. Oyuncu performansları baştan aşağı harika. Tüm bu yukarıda belirttiğim oyuncular mükemmel oynamışlar. Filmin çekimlerine başlanmadan önce oynamayı düşünmeyen ve Mario Puzo'nun ısrarı üzerine oynamayı kabul eden Marlon Brando şu ana kadar gördüğüm en iyi performanslardan birini sergilemiş. iyi ki de oynadı ve de sinemanın babası oldu. Özellikle oğlu Sonny'nin cesedinin başında durduğun sahnede öyle bir performans sergiliyor ki o da film gibi destansı. Brando o sahneyi o denli gerçekçi oynamış ki yüzündeki ifadeden bunu anlıyoruz. işte bu ünlü damar çıkartma sahnesidir. Aslında bu bile "The Godfather"ın neden sinema klasiği olduğunu açıklıyor. Ayrıca Brando'nun canlandırdığı Don Vito Corleone karakterinin sesi de rolünle harika bir uyum içindedir. Filmi izleyeceklere filmin orjinalini izlemelerini öneririm. Film, 11 dalda Oscar'a aday olurken sadece 3 dalda ödüle kavuşabildi. Bunlardan biri de Marlon Brando'ya aitti. Yalnız Brando Oscar'ın verildiği yıllarda Amerika'da yapılan kızıl dereli soykırımına karşı ödülü reddetti(Brando da bir kızıl dereli).

Film, 40'lı ve 50'li yılların Amerika'sında gangster ailelerin yer aldığı bir dönemde geçiyor. Bu ailelerden birisi olan italyan Corleone ailesini yakın çekimden izliyoruz. Film harika bir açılışla başlar ve karşımıza Don Vito Corleone çıkar. Yardımına ihtiyacı olan bir adamla konuşur hem de kızının düğününde. Aralarında şu konuşma geçer:
- iki ay önce kızım, sevgilisi ve diğer bir genç ile gezmeye gitmişler. Kızıma viski içirmişler ve sonra onu kullanmaya kalkmışlar. Karşı gelmiş ve şerefini korumuş. O zaman onu hayvan gibi dövmüşler. Hastaneye gittiğimde onu burnu ve çenesi kırılmış buldum. Çenesini bir arada tutabilmek için telle bağlamışlardı. Acıdan göz yaşı dahi dökemiyordu. Ama ben göz yaşı döktüm neden mi? Hayatımın ışığıydı, güzel kızdı ama artık asla güzel olamayacak. Dürüst bir Amerikalı gibi polise gittim. O iki oğlan adaletin huzuruna çıkarıldı. Hakim onları üç yıl hapise mahkum etti ama cezayı erteledi. Daha o gün serbest kaldılar. Kendimi bir budala gibi hissettim. O iki piç kurusu bana gülümsedi. O zaman karıma şöyle dedim, adalet için Don Corleone'ye gitmeliyiz.
- Neden önce polise gittin? Neden önce bana gelmedin?
- Benden ne istersen yaparım ama ricamı yerine getir.
- Neymiş o?
- Ölmelerini istiyorum.
- Bunu yapamam. Seni yıllardır tanırım ama benden ilk defa yardım istiyorsun. En son beni ne zaman bir kahve içmeye davet ettiğini hatırlamıyorum. Karım çocuğunun vaftiz anası olduğu halde. Şimdi samimi olalım. Asla arkadaşlığımı istemedin ve bana borçlu kalmaktan korktun.
- Başımı derde sokmak istemedim.
- Anlıyorum. Cenneti Amerika'da buldun. iyi bir yaşamın oldu, mahkemelere ve polislere güvendin. Bana ihtiyacın yoktu. Fakat şimdi bana gelip diyorsun ki: "Don Corleone bana adalet ver." Ama bunu saygıyla rica etmiyorsun. Dostluk önermiyorsun bana "baba" demek bile aklına gelmiyor. Kızımın düğünü olduğu gün bana gelip para karşılığı cinayet işlememi istiyorsun.
- Senden adalet istiyorum.
- Bu adalet değil ki. Kızın hayatta.
- O zaman onların da kızım gibi acı çekmelerini sağla. Sana ne kadar ödeyeyim?
- Bonasera, Bonasera. Bana bu kadar saygısızca davranmana sebep olacak ne yaptım? Eğer bana dostça gelseydin, kızını mahveden o pislik daha bugünden acı çekiyor olacaktı. Senin gibi dürüst bir adamın düşmanlarını ben de düşman belleyecektim. Ve o zaman, senden korkacaklardı.
- Dostum olur musun? Baba?
- Güzel. Bir gün ki o gün asla gelmeyebilir, senden bir hizmet isteyeceğim. Fakat o gün gelene kadar kızımın düğünü dolayısıyla bunu hediye olarak kabul et.

Bu sahneden sonra film izleyiciyi oturduğu yere çiviler. Aslında bu sahnede anlaşılmıştır ne denli bir film izleneceği. Film diğer gangster filmlerinde olduğu gibi çatışmalar ve şiddet üzerine kurulmuş bir film değil. Aslında tam bir aile dramı. Filmin tamamına harika replikler hakimdir. Bunlardan en ünlülerinde biri ise "Ona reddetemeyeceği bir teklif yapacağım."Öncesinde ailenin avukatı Tom Hagen yönetmene şunları söyler: "Bu Vito Corleone'nin teklifidir ve o bir teklifi reddedildiğinde asla ikinci bir teklifte bulunmaz."

Film; Amerikan rüyası, adalet, dönemin toplumu ve aile yapısı gibi sosyal eleştirilerde de bulunur. Ekonomik amaçlı bir filmin bu denli beğenileceği -ta ki sadece beğenilmekle de kalmadı bir efsaneye dönüştü- tahmin edilemeyecek bir husus. Filmin o unutulmaz müziği de en az film kadar üne sahip oldu. Halen dinlediğim dinlerken bana harika duygulara yükleyen muazzam bir parçadır. Halen izlemeyen varsa kesinlikle izlemelerini öneririm ve otoritelerin söylemiş olduğu bir sözle yazımı bitireyim: "Eğer 'Godfather'ı izlemediyseniz sinema hakkında hiç bir şey bilmiyorsunuz demektir."