bugün

ilk başkanı ufuk uras'tır. kurulduğu zamanlarda ülkede tatlı rüzgarlar estirmiş, coşkulu çıkışlarla ses getirmiştir. onca politik geleneği bağrında taşıması olumlu karşılanmıştır ancak bu daha sonra parti içindeki gruplaşmaların, partiyi kendi siyasetlerini yapmanın platformu olarak görenlerin sayesinde dezavantaja dönüşmüştür. nitekim sosyalist demokrasi partisi ödp'den ayrılan bir grubun eseridir.
özgürlükçü sosyalizm gibi bir tezin altını doldurmaya çalışmış, kısmen başarılı olmuştur. akademik dünyada, medyada, bilhassa reklam sektöründe yığınla ödp'li vardır. geçenlerde diğer sol partilerle son zamanlardaki gelişmelere dair ortak bir bildiri yayınladı.
bakalım ödp hangi mecraya akacak...
diğer sol partilerle uygun bir zeminde buluşup birleşmesi gereken partidir...türkiye
'yi kurtaracak fikirler üretmektedir ama birleşim şarttır...
ilk zamanlarında 'öp dede partisi' denilirdi. diğer yandan ufuk uras'ın ilk açıklamaları hiç gitmez aklımdan ' biz her şeyin sevgiyle çözüme ulaşabileceğine inanıyoruz' diyordu. * o zamanlar çok toz pembe gelmişti söyledikleri. şimdi benimsediği gidiş de yola ilk çıktığı bazı insanlar ve destekçileri tarafından eleştirilmekte.
eski dev-yol un olusturdugu partidir.Diger asiri sol partilerin aksine kurt milliyetciligini savunmazlar.
(bkz: ufuk uras)
turkiye lubnan macinda israil protestosu yaptığı için tebrik ettiğimiz gençlerin partisi.
üniversitede yılda iki kere olan eylemlerin sahipleri,hicbir zaman iktidar partisi olamayacağı bir gerçek olan parti *
bazı bazı oyumu atsam mnı diye düşündüğüm, ördekçiler de denilen * hopada belediye başkanlığını almış bulunan; şirin, ancak şirinliğin iktidar olmaya yatmediği, barajı aştığında elimde bayrağıyla dolaşacağım, sosyalist güruhun bol bulunduğu üç oda bir salon parti
çocukluğumun unutulmaz piknik maceralarimin yaşanmasina sebep olmuş siyasi oluşum.

(bkz: ödp günleri)
üye sayısından az oy alarak beni dumura uğratan parti.
kadim solcuların kadük partisi.

-devrim yolunda yedi yaşında yaşasın özgürlük dayanışma
-iyi abi sünnet vakitleri gelmiş bunların.
http://www.odp.org.tr/
Tembellik hakkı kavramından bahseden siyasi oluşum.
genel baskanligina yeniden ufuk uras in secildigi parti.
birgün gazetesinde sık sık haberi çıkan ve kısaltılmış hali ödp olan parti. ezilenlerin yanında olduklarını iddia etmekteler. yaptıkları bu iddiayı destekler niteliktedir.
(bkz: hic bir zaman bir yere gelemeyecek partiler)
'son seçenek sol seçenek, sol seçenek; ödp' tümdengelim sloganıyla varolan partilerden daha entellektüel olduğu su götürmez partidir.
sol partiler içersinde en kaliteli partidir, 3.dünya komünist teorilere saplanıp kalmamıştır, sosyalizm özgürlükle var olabileceğini görebilmişdir ama maalesef oda diğer sol gibi kitle partisi olamayacaktır.
türk siyasetinin gereksiz figürlerinden. aslında türk değil türkiye demeliydim. bu elemanların dağıttığı bir kaç el ilanını okumuştum, işte kürdü, ermenisi, lazı, çerkezi diye sayıp ülkemizi sentez çorbasına çevirdikleri gibi, 1 sayfalık bir ilanın hiçbir yerinde türk kelimesini görmeyince de ne bok olduklarını anlamıştım. mecbur kaldıkları zamanda türkiyeli falan diye geçiştiriyolardı. ayrıca türbanı da destekler bunlar, ne de olsa ''faşist'' tc'nin başındaki bir sorun değil mi? şimdi bazı aklı evveller tandoğan da başlayan sol rüzgarlı ulusalcı harekete bunların bir de shp'nin de dahil olması gerektiğini söylüyor. eğer böyle birşey olursa esas o zaman ulusalcılar kendi içerisinde parçalanır. bendeniz gibi bir çok insan bu ''türkiyeli'' soytarılara çok doğaldır ki oy vermez. o yüzden burdan kendilerine seslenip ''ne işiniz var ulusalcı cephe de, gidin dtp ile tkp ile birleşin'' demek istiyorum.
bir parti mi kurucaz adını özgürlük olmadı demokrasikoyalım mutlaka tutar diye düşündüren bir parti ismi.Bir diğeri için:
(bkz: özgürlük ve reform partisi)
(bkz: öp)
türkiye'nin belki de en düzgün siyasal söyleme sahip siyasal partisi ve fakat bir türlü kitleselleşmeyi başaramadılar.
parti programı şu şekilde olan sol çizgideki bir siyasal partimiz;

21. Yüzyıl'hem uluslararası düzlemde hem de Türkiye'de, sermaye egemenliğinin dışında ve bunun ötesine geçen bir çözüm aramak, bunun gerektirdiği mücadelenin sorumluluklarını üstlenmek, bir insanlık görevi olarak karşımızda duruyor.

Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana insanlığın özlemi olan, işçi ve emekçi sınıfların pratiğinde kendini yeniden üreten eşit, özgür, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya arayışı bu mücadelenin eksenini oluşturuyor.

Bu evrensel ve tarihsel özlemin taşıyıcısı olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi, kapitalizmin ve onun insanlığa dayattığı bütün baskı, sömürü, şiddet ve eşitsizlik biçimlerinin ortadan kalkmasını savunur.

ÖDP, özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, ekolojist, militarizm karşıtı ve feminist bir sosyalizm doğrultusunda, sermaye güçlerinin egemenliğini ve emperyalizmin tahakkümünü ortadan kaldırarak emek güçlerinin siyasi iktidarının kurulmasını amaçlar.

Ancak siyasal ve toplumsal alanda devrimci bir değişimin, emekçilerin partisinin herhangi bir biçimde hükümet olmasıyla değil, bizzat işçilerin ve emekçilerin kendilerini yönetmesiyle gerçekleşeceğini bir an bile gözden yitirmez.

Bu nedenle emekçilerin daha bugünden, toplumsal yarar doğrultusundaki faaliyetlerini geliştirecekleri, eşitlikçi, dayanışmacı ve demokratik ilişkileri yaşamın her alanına yayacakları, siyasetin toplumsallaşması yönünde çaba ve girişimlerini sürdürecekleri, yaratıcılıklarını geliştirecekleri bir mücadele hattına ve siyaset tarzına sahip olmayı vazgeçilmez sayar.

işçi ve emekçileri sermayeden, sermayenin politik parti ve akımlarından ve devletten ideolojik, politik ve örgütsel olarak bağımsızlaştırmayı başlıca işlevlerinden biri olarak görür.
Bu anlamda işçilerin, aydınların, kamu emekçilerinin, köylülerin, kısacası tüm emek güçlerinin deneyimlerinin, örgütlenmelerinin, karar alma, denetleme ve yürütme yeteneklerinin geliştirilmesini öngören, tüm toplumsal yaşam alanlarında üretenlerin yöneteceği bir dünyanın şekillenmesine öncelik veren bir eylem planına sahiptir.
DÜNYAYI DEĞiŞTiRECEĞiZ!

Dünya 21. Yüzyıl'ın başında hem bloklar ve devletler arasındaki jeopolitik güç mücadelesinin, hem de çok uluslu şirketler arasındaki ekonomik rekabetin öne çıktığı bir dönemi yaşıyor. Günümüzün emperyalizmi, kapitalist birikimin sorunlarını tüm dünya emekçilerinin sırtından çözmeye çalışan bir siyasi egemenlik biçimi şeklinde ortaya çıkıyor. Bu yeni emperyalizm biçiminde topraklar üzerindeki doğrudan denetim, piyasaların denetimi karşısında ikinci planda kalıyor. IMF, DB, DTÖ gibi uluslararası kurumlar tarafından tasarlanan yeni egemenlik ilişkileri, borçlandırma mekanizmaları, enerji yollarının kontrolü, fikri mülkiyet ve patent haklarıyla kendini gösteren bilimsel ve teknolojik hâkimiyet, kitle iletişim araçlarının muazzam gücüyle desteklenen kültürel hegemonya ile pekişiyor.

insanlık dünyanın hemen her yerinde, farklı düzeylerde de olsa yoksulluk, sosyal dışlanma, ekonomik krizler, ekolojik tahribat ve savaş gibi kapitalist sistemin doğasından gelen sorunlarla yüz yüze kalıyor. Diğer bir deyişle, "tarihin sonu" tezleriyle 20. Yüzyıl'ın sonunda nihai zaferini ilan eden kapitalizm, iç çelişkilerinin faturasını tüm insanlığa ödetiyor. Öte yandan emperyalistler arası "ekonomik rekabetin damgasını vurduğu" kapitalist küreselleşmenin bir dönemi, ABD ve ingiltere emperyalizmi başta olmak üzere yandaşlarınca yapılan müdahale ile sona ererken, Irak ve Afganistan'da tarihin en haksız, adaletsiz, akla, vicdana ve uluslararası hukuka aykırı işgallerinden biri gerçekleştiriliyor. ABD politikalarının gerçek yüzü ortaya çıkıp işgal güçleri bir bataklığa sürüklenirken, fatura gene Ortadoğu halklarının kanı, canı, maddi ve kültürel varlıklarının kaybıyla ödeniyor.

ABD'nin Balkanlar'a askeri müdahaleyle başlayan 11 Eylül saldırısının ardından Afganistan ve Irak işgalleriyle süren hamlesinin, henüz ona "süper emperyalizm" kavramlaştırmasını taşıyacak bir dünya imparatoru statüsü kazandırdığı söylenemez. Çok uluslu şirketler arasındaki rekabet dünya ekonomisinin temel bir dinamiği olsa da, ulus devletler arasındaki çatışmaların önemi de göz ardı edilemez. Ulusal ya da bölgesel çekişmeler, sınıf mücadelelerinin, etnik çatışmaların zaman zaman öne çıkması, "ultra emperyalizm" tezindeki uluslar üstü istikrarlı bir düzenin en azından şimdilik geçerli olmadığını gösteriyor. Klasik emperyalizm ise, büyük güçler arasındaki ciddi gerilimlere karşın, topyekün bir askeri çatışmanın ufukta görünmemesi ve uluslararası sermayenin entegrasyonu yolunda mesafe alınması nedeniyle günümüzün emperyalizmini tam olarak açıklayamıyor. Bu nedenle anti-emperyalist mücadele direniş stratejisini üç boyuta da nüfuz edecek kapsamda tasarlamak zorundadır.

ABD emperyalizmi'nin Irak'ı köprübaşı seçerek, dünya petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip Basra Körfezi'ni kontrol etme, buradan Hazar Denizi Havzası'nı da denetim altına alma stratejisi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yönelik jeopolitik amacı oluşturuyor. Bunun ekonomik boyutu da, Ortadoğu'da serbest piyasa ekonomisini derinleştirerek, eğitimi destekleyerek, kadının işgücü piyasasına katılımını özendirerek dünyanın ciddi ekonomik potansiyele sahip, ama küresel ekonomiye tam eklemlenememiş bölgesini kapsamak, bölgenin ucuz işgücünü kullanmanın yanında burada kitlesel bir tüketici talebi oluşturmaktır.

Çin, çok ucuz emek gücü, devlet müdahaleciliğine dayanan büyüme stratejisiyle önemli bir dünya ekonomik gücü haline geliyor. Rusya ise petrol ve doğalgaz başta olmak üzere, ekonomik kaynaklarını daha etkin kullanarak, uluslararası bağlantılarını güçlendirerek ve askeri varlığını hissettirerek dünya gücü statüsünü yeniden kazanma çabasını sürdürüyor. Pekin ile Moskova arasındaki jeopolitik rekabetin varlığına karşın, ABD'nin Orta Asya ve Kafkaslar'a yerleşme planını boşa çıkarmak amacıyla bölge ülkeleriyle işbirlikleri önem kazanıyor. Önümüzdeki dönem iran ve Hindistan'ın da gözlemci üye olduğu Şanghay işbirliği Örgütü üyeleriyle Latin Amerika ve Asya'nın geri kalan ülkelerinin ekonomik işbirliğinin gelişmesi bekleniyor. ABD ile Hindistan arasında yapılan, Yeni Delhi'nin nükleer ihtiraslarına tavizleri de içeren geniş kapsamlı son anlaşma söz konusu güçlerin ABD ile ilişkilerini sağlam tutma isteğiyle, rakip bir dünya ekonomik ekseni oluşturma çabaları arasındaki gerilimin gelecek on yıllara damgasını vuracağı öngörüsünü doğruluyor.

21. Yüzyıl'da hem uluslararası düzlemde hem de Türkiye'de, sermaye egemenliğinin dışında ve bunun ötesine geçen bir çözüm aramak, bunun gerektirdiği mücadelenin sorumluluklarını üstlenmek, bir insanlık görevi olarak karşımızda duruyor.

Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana insanlığın özlemi olan, işçi ve emekçi sınıfların pratiğinde kendini yeniden üreten eşit, özgür, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya arayışı bu mücadelenin eksenini oluşturuyor.

Bu evrensel ve tarihsel özlemin taşıyıcısı olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi, kapitalizmin ve onun insanlığa dayattığı bütün baskı, sömürü, şiddet ve eşitsizlik biçimlerinin ortadan kalkmasını savunur.

ÖDP, özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, ekolojist, militarizm karşıtı ve feminist bir sosyalizm doğrultusunda, sermaye güçlerinin egemenliğini ve emperyalizmin tahakkümünü ortadan kaldırarak emek güçlerinin siyasi iktidarının kurulmasını amaçlar.

Ancak siyasal ve toplumsal alanda devrimci bir değişimin, emekçilerin partisinin herhangi bir biçimde hükümet olmasıyla değil, bizzat işçilerin ve emekçilerin kendilerini yönetmesiyle gerçekleşeceğini bir an bile gözden yitirmez.

Bu nedenle emekçilerin daha bugünden, toplumsal yarar doğrultusundaki faaliyetlerini geliştirecekleri, eşitlikçi, dayanışmacı ve demokratik ilişkileri yaşamın her alanına yayacakları, siyasetin toplumsallaşması yönünde çaba ve girişimlerini sürdürecekleri, yaratıcılıklarını geliştirecekleri bir mücadele hattına ve siyaset tarzına sahip olmayı vazgeçilmez sayar.

işçi ve emekçileri sermayeden, sermayenin politik parti ve akımlarından ve devletten ideolojik, politik ve örgütsel olarak bağımsızlaştırmayı başlıca işlevlerinden biri olarak görür.

Bu anlamda işçilerin, aydınların, kamu emekçilerinin, köylülerin, kısacası tüm emek güçlerinin deneyimlerinin, örgütlenmelerinin, karar alma, denetleme ve yürütme yeteneklerinin geliştirilmesini öngören, tüm toplumsal yaşam alanlarında üretenlerin yöneteceği bir dünyanın şekillenmesine öncelik veren bir eylem planına sahiptir.
Neo liberalizm tahrip ediyor

Günümüzün kapitalizmi, evrensel niteliğini tüm yeryüzüne taşıyor. Kendi toplumsal ilişkilerini dünyanın her köşesine yayıyor. Kapitalizmin kâr mantığı, sermaye birikim sürecinin gerekleri her toplumsal ilişkiye, yaşam pratiğinin her adımına nüfuz ediyor. Kapitalizmin bugünkü ideolojisi neo liberalizm, bir anlamda piyasayı toplumsal ve politik kontrolün dışına taşımayı hedefliyor. Bu tasarım kapitalist küreselleşmeyi doğal gelişmelerin bir sonucu gibi sunuyor, arkasında uluslararası sermayenin bir politik projesi bulunduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor.

Neo liberal tasarımda devletin işlevi de yerel ekonomileri dünya ekonomisinin gereklerine uyarlamak yönünde değişiyor. Devlet artık ulusal ekonomi ile uluslararası ekonomi arasında bir volan kayışı haline geliyor ve dışarıdan içeriye doğru uluslararasılaşıyor. Bundan böyle ulus devletin görevi, kendi egemenlik alanı içerisinde sınıf, mülkiyet ve piyasalara ilişkin toplumsal ilişkileri kurmak ve yeniden üretmek, uluslararası sermaye birikiminin taleplerini yerine getirmek olarak şekilleniyor.

Neo liberalizmin atağı demokrasinin krizini de derinleştiriyor. Neo liberal zihniyet, kapitalizmin öncüllerine dönüşle, siyaset ve iktisadı farklı kuralları olan iki ayrı alan şeklinde tanımlayarak birbirinden iyice koparıyor. Böylelikle iktisadı toplumsal ihtiyaçlardan, insanların sorunlarından bağımsız, kendini düzenleyen piyasanın sinyallerine göre şekillenen bir özerk alan olarak tanımlıyor. iktisat teknik, alternatifsiz, yargıları sorgulanamaz, "halkın talepleri"nden korunması gereken bir faaliyet alanına dönüşüyor. Siyasi düzlemdeki biçimsel eşitlik görüntüsü, iktisadi eşitsizliklere, sömürü ve dışlanmaya müdahale olanağını perdeliyor.

Her tür eşitsizlik biçimini yeniden üreten neo liberal program, tüm dünyada büyüme temposunun yavaşlaması, işsizliğin ve toplumsal dışlanmanın yaygınlaşması, sosyal devletin ve kamu hizmetlerinin gerilemesi, finansal krizlerin olağanlaşması gibi sonuçlar doğuruyor. Özellikle üretken faaliyetlerin kâr oranlarındaki düşüşler, uluslararası sermayenin spekülatif alanlara yönelmesine yol açıyor. Finansal liberalleşmeyle bu olağanüstü spekülasyon dalgası tetikleniyor. Borsalar, mali piyasalardaki değer artışı; fiziksel sermaye, insan kaynağı, araştırma-geliştirme faaliyetleri gibi reel göstergelere yansımıyor.

Böylelikle finansal varlıkların değeri reel varlıklar aleyhine artıyor, uluslararası rantiye sınıf servetine servet katıyor. Bu gelişmeler kaynakların adaletsiz dağılımına yol açıyor, yatırım eğilimi düşüyor. işsiz ve yoksullar yavaşlayan büyümenin faturasını öderken, yerel temsilcileri de dâhil uluslar üstü sermaye sınıfı finansal yatırımlardan nemalanıyor, bir anlamda üretim finansın yedeğine sokuluyor.

Kapitalist küreselleşme sürecinde malların, hizmetlerin, sermaye akışlarının önündeki kısıtlamalar ve kontroller hızla ortadan kaldırılıyor. Sermayenin güvenini kazanabilmek kaygısıyla ücretler, çalışma koşulları, istihdam ve sosyal güvenlik standartları, çevre düzenlemeleri aşağıya doğru çekiliyor. Ülkeler arasındaki bu rekabet "dibe doğru yarış" olarak da adlandırılıyor.

Sermaye, sendikaları, taşeronlaştırma ve üretimi başka ülkelere kaydırma tehdidi ile geriletmeye çalışıyor. Esnek üretimde geçici, kısmi zamanlı, parça başı işler yaygınlaşıyor, özellikle kadınlar neo liberal düzende daha fazla sömürülüyor, daha yoğun baskıyla karşılaşıyor. Böylelikle kadınlar yoksullaşıyor, kadınlar kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin gittikçe daha önemli bir dinamiği haline geliyor.

Kapitalist küreselleşme tüm insani değerlerin üzerinden bir silindir gibi geçiyor. Yoksullaştırıyor, yalnızlaştırıyor, çaresizleştiriyor. Dar milliyetçiliğin etki alanına girenler bir yana, daha kapsayıcı "kolektif kimliklere" dini referanslara sarılmak bir çıkış yolu gibi görünüyor. Ortak paydası Batı karşıtlığı, modernite korkusu olan milliyetçilikten beslenen kökten dincilik veya dini de referans alan bir ırkçılık boy gösterebiliyor. Aynı neoliberal rüzgâr, Batı'da işini, yaşam standardını kaybetme korkusuna kapılanları kendi mağduriyetlerinin sorumlusu gibi gördüğü Müslümanlar'a, "ötekilere" hınç biriktiren bir kitle haline getirebiliyor. Giderek demokrasi, insan hakları, hoşgörü, kadın eşitliği gibi değerlerin Batı'ya, Hıristiyanlık'a ilişkin olduğu tezleri kabul görüyor. Bu ortamda bir kültürel grubun, bir dini inancın açıkça şiddet ve terörle özdeşleştirilmesinin kültürel ırkçılık olduğunun, dinler ve kültürler arası düşmanlığı körüklediğinin altını çizmek büyük önem taşıyor. Diğer yandan hoşgörü, eleştiriye saygı gibi değerler çerçevesinde düşünme ve düşünceyi ifade özgürlüğüne kıskançça sahip çıkmak gerekiyor.

Bilim ve teknikteki ilerlemeler yeni teknolojilerin kullanımının, böylelikle insani ihtiyaçların tatmininin ve üretici güçlerin gelişmesinin olanaklarını yaratıyor. Ama kâr mantığı, bilginin belli ellerde toplanmasına ve bilgi iktidarını pekiştirerek, bu kazanımların insanlık yararına kullanımının engellenmesine neden oluyor.

Tüm insani etkinliklerin metalaştığı bir dünyada kültürel ve sanatsal yaratıcılık da ticari boyut kazanıyor. Serbest ticaret kurallarına tabi tutulan kültür ürünleri zengin müşterilerin egemenliğine giriyor. Büyük şirketlerin sponsorluk ağları dışındaki sanat eserleri sesini duyurmakta zorlanıyor. Bu durum kültürel çeşitliliği baltalıyor, muhalif sanatçıları dışlıyor, yaratıcılığı piyasa taleplerine tabi kılma tehlikesi doğruyor.

Medya hegemonyasıyla, reklâm bombardımanıyla pompalanan tüketim ideolojisi insan-doğa dengesini gözetmiyor. Dev barajların, nükleer enerji üretiminin, ulaşım sistemlerinin doğurduğu hava kirliliğinin, genetik değişime uğramış gıdaların ve tüm bunlara bağlı iklim değişikliklerinin insanlık için oluşturduğu risklere karşı ekolojik güvenliğin savunulması, küresel adalet mücadelesinin en yakıcı taleplerinden biri haline geliyor.

Yeni küreselleşme dalgası üçüncü dünyadaki geçimlik tarım üreticilerini bile uluslararası pazara bağlıyor, topraklarını ve hayvan varlıklarını kaybetmelerine, yoksullaşma ve çözülmeye yol açıyor. Aslında neo liberalizm döneminde dünya gıda üretimi tüketme kapasitesinin üzerinde. Buna karşın açlıktan ölümler her yıl artarken, yetersiz beslenme sorunu da gittikçe yaygınlaşıyor. ABD gibi en zengin ülkeler dahi en temel insani gereksinimleri bile karşılanamayan azımsanamayacak bir nüfus barındırıyor. Tarım üreticilerinin yaşamlarını sürdürebilmesinin yanı sıra, tüketicilerin yeterli ve sağlıklı beslenme ihtiyacının karşılanmasını da içeren taleplerle, çok uluslu gıda şirketlerine karşı mücadele kapitalist küreselleşmeye direnişin başlıca dinamiklerinden biri haline geliyor.
Küresel adalet mücadelesi gelişiyor

Tüm bu gelişmelere karşın, içinde emekçileri, sendikaları, tarım üreticilerini, kadın ve çevre hareketlerini, savaş karşıtlarını, farklı kültür ve kimlik taleplerini, diğer bir deyişle küreselleşme mağdurlarını barındıran alternatif küreselleşme hareketi, 21. Yüzyıl başı sistem karşıtı direnişin önemli bir olgusu olarak karşımıza çıkıyor. Kasım 1999'da Seattle'da varlığını hissettiren küresel adalet hareketi, o günden bu yana IMF ve DB toplantıları, G-8, AB zirveleri, Davos toplantıları gibi dünyanın efendilerinin her biraraya gelişinde itirazlarını yükseltiyor, başka bir dünya özlemini gündeme getiriyor. Bir yandan evrensel barış adına savaşlara karşı çıkılırken, öte yandan dünyada kaynakların adil paylaşımı halinde insanlığın tüm temel ihtiyaçlarının giderilebileceği; aç, açık kimse kalmayacağı; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel toplumsal hizmetlerden herkesin yararlanabileceği bir dünya umudu yeşertiliyor. Kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin, "barış olmadan adalet, adalet olmadan barış olmaz" ilkesi üzerinde yükselmesi gereği bir kez daha anlaşılıyor.

Bu süreç hem yeni bir enternasyonalizm anlayışını geliştiriyor, hem de örgütlenme şansını artırıyor. Sermayenin küreselleşmesinden yaşamı ve çıkarı zarar görenlerin, örgütleriyle kapitalist küreselleşmenin karşı kutbunu oluşturma sorumlulukları kendini hissettiriyor. Irak benzeri açık işgaller karşısındaki bağımsızlık talepleri bir yana bırakılırsa, çağın çelişkilerine ancak insan hak ve özgürlükleri, sosyal haklar, emek ve çevre standartlarına ilişkin evrensel taleplerle yaklaşmak etkili oluyor. Emperyalizme karşı mücadelenin enternasyonalist ve kapitalizm karşıtı bir perspektifle, tüm dünyadaki ezilenlerle ortak bir ruhla verildiği zaman anlam kazanacağı bir kez daha doğrulanıyor.

Öte yandan emek ve demokrasi güçleri enternasyonal mücadelede kendi ülkesindeki hükümetleri, parlamentoyu, yerel yönetimleri, kendi talep ve çıkarları doğrultusunda değiştirmek sorumluluğunu taşıyor. Her şeyden önce enternasyonal mücadeleye katkının kendi halkının özlem ve taleplerini seslendirebilmek, onların sorunlarını sahiplenebilecek bir devrimci pratik sergileyebilmekle ve toplumun öz örgütlenmeleriyle bu mücadelenin mümkün olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Ancak kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin başlıca mevzii olarak sermayenin emekçiler üzerindeki baskı aracı ulus devlete sahip çıkmayı işaret eden bir stratejinin çıkmaz sokak olduğu da görülüyor. Yerel sermaye çevrelerine çapını aşan misyonlar atfeden, dış mihrak saplantısıyla sürekli bir düşman arayışı içinde bulunan, silahlı kuvvetler başta olmak üzere otoriter eğilimlerden medet uman "milliyetçi sol"un dönemin ihtiyaçlarına cevap verme potansiyeli bulunmuyor. Sol, tanımı gereği milliyetçi olamayacağı gibi, sınıfsal perspektiften, emekçi taleplerinden kopuk zihniyetin kendine sol yaftası takması da bir aldatmaca olmaktan öteye gidemiyor.

Bugün neo liberal tasarımı dağıtmanın yolu kamusal alanı demokratikleştirmekten, halkın geleceğini ilgilendiren her kararın yurttaşların katılımı ve onayıyla alınmasını sağlayacak örgütlenmeleri yaygınlaştırmaktan geçiyor. Feminist, ekolojist, savaş ve ırkçılık karşıtı hareketler, insan hakları ve sosyal hakların savunulması, katılımcı politikanın yaygınlaşması temelinde yükselen inisiyatifler kapitalizme karşı mücadeleyi zenginleştiriyor. Bu hareketlerin yeni fikirler, farklı örgütlenme modelleri, alışılmadık mücadele tarzlarıyla toplumsal mücadelelerin ufkunu genişlettiklerini mücadele pratikleri kanıtlıyor. Önümüzde, bu hareketlerin farklılık, özgüllük, özerklik taleplerini ihmal etmeden; yereli, ulusalı, küreseli topyekün değiştirme çabasına eklemlenmelerini sağlamak, onları bütünlüklü muhalefetin bir öznesi yapma görevi duruyor.

Sendikalar ve taban inisiyatifleri gibi katılımcı demokrasinin özneleri olan toplumsal hareketlerin de, toplumu bütünlüklü biçimde değiştirmenin, farklı talep ve beklentileri bir programda birleştirmenin önemine özen göstermeleri gerekiyor. Toplumsal hareketler emek hareketinin teori ve pratiğine katkıda bulunma perspektifini, kendi özgün hedefleriyle kaynaştırdıkları ölçüde, toplumsal muhalefeti güçlendiriyorlar. Böylelikle emekten yana partilerin, çeşitli toplumsal hareketlerin, yurttaş inisiyatiflerinin karşılıklı anlayış, uzlaşma, dayanışma içerisinde, göreceli özerkliklerini koruyarak bir arada bulundukları bir zemin ortaya çıkıyor. Bu zemin ancak farklı muhalefet dinamiklerinin çok renkliliğini yansıtan, emek eksenini kaybetmeden sendikal, ekolojist, feminist, savaş karşıtı hareketlerle köprü kuran, tarım üreticileri hareketlerinin taleplerini kavrayan, çoğulcu ve demokratik bir anlayışla güçleniyor.

Dünya Sosyal Forumu'nun öncülük ettiği sosyal forumlar, toplumsal muhalefet hareketlerinin, neo liberalizme karşı antikapitalist örgütlenmelerin, savaş karşıtı hareketlerin buluştuğu, sorunları ve çözüm alternatiflerini tartıştıkları en önemli zeminlerden biri olarak gelişiyor. Bir bölgesel izdüşüm olarak Avrupa Sosyal Forumu da giderek etkisini genişletiyor. Antikapitalist Sol Partiler Topluluğu, Avrupa Sol Partisi, işsizliğe karşı Avrupa Yürüyüşü, Üçüncü Dünya'nın borçlarını silme kampanyası, anti-semitizme, yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa, sosyal kazanımların, göçmen haklarının çiğnenmesine karşı çeşitli örgütlenmeler "Avrupa'yı değiştirme ve başka bir Avrupa" mücadelesinin verilebileceği zeminler olarak şekilleniyor. Aynı zamanda Latin Amerika'da yükselen toplumsal hareketler ve bu toplumsal hareketlerin desteği ile seçim başarıları kazanan sol partiler neo liberalizme ve emperyalizme direnebilen bütün dünya halklarının umudu oluyor.

Bu enternasyonal örgütlenmeye kendi coğrafyamızda, kendi insanlarımızın birikimlerinden, deneyimlerinden, mücadele pratiklerinden, ülkemizin çok kültürlü, çok kimlikli yapısından katkıda bulunmak; kendi halkımızın başta kapitalizm olmak üzere tüm baskı ve sömürü biçimlerine karşı direnişini örgütleyebilmek; sadece kendi toplumumuza değil, tüm insanlığa sorumluluklarımızın gereğini yerine getirmek gerekiyor.
21. YÜZYIL iÇiN ÖZGÜRLÜKÇÜ SOSYALiZM

Sermaye egemenliğine ancak kapitalizmi aşmayı hedefleyen ve kapitalizme karşı alternatifini ortaya koyan adil, demokratik, katılımcı bir anlayışla karşı çıkılabilir. Bu yaklaşımda, sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana insanlığın özlemi olan, işçi ve emekçi sınıfların pratiğinde, eşitlikçi toplumsal muhalefetin vicdanında kendini yeniden üreten sömürüsüz bir dünya arayışı mücadelenin eksenini oluşturur. Temel amaç, insanın özgürlüğü; tüm insanların her türlü baskı, sömürü ve dışlanmadan özgürleşmesidir.

Özgürleşme, Marx'ın tanımladığı biçimde, insanların yaratıcı potansiyellerinin tam olarak ortaya çıkmasıdır. Her bir kişinin özgürce gelişmesi, başkalarının da özgürce gelişmelerinin önünü açar. insanın üretim sürecinde yeteneklerini seferber etmesi, kendini geliştirip gerçekleştirebilmesi, özgürlüğün ilk adımıdır. Böylelikle ihtiyaçlar dünyasında, gittikçe gelişen ve çeşitlenen ihtiyaçları karşılanabilir. Ama asıl özgürlük, zorunluluklar dünyasının bittiği yerde, insanların kendi yeteneklerini geliştiren etkinliklere zaman ayırabildikleri noktada başlar. Bu bağlamda bireysel özgürlüğün savunusu neo liberalizme terk edilmemeli, kolektif yapıların yanı sıra bireysellik ihtiyaçlarına da sahip çıkılmalıdır. Ancak özgüveni gelişmiş, inisiyatif kullanabilen, farklılıkların eşdeğerliliğine sahip çıkan, bireycileşmemiş bireylerle geleceğin toplumu tahayyül edilebilir.

insanın potansiyelinin tümüyle açığa çıkmasına izin veren bir topluma ancak sermaye mantığından koparak varılabilir. Bu ise tepeden inme, kitlelerin öz inisiyatiflerine dayanmayan bir öncünün çabasıyla gerçekleşemez. Yalnızca çalışanların kendi kendilerini yönetme kapasitelerinin artışıyla; toplumda demokratik ve katılımcı özyönetim pratiklerinin yaygınlaşmasıyla; insanların başkalarının özgürlüğünü tamamlayıp, zenginleştirdikleri dayanışma ağlarının kurulmasıyla mesafe alınabilir.

ÖDP, bu yaklaşımını özgürlükçü bir sosyalizm tahayyülüne dayandırır. Özgürlükçü sosyalizm derken, eşitlikle özgürlüğün solun iki temel değeri olduğu ve birbirini tamamlayıp güçlendireceğinden hareket eder. Toplumun maddi kaynaklarının paylaşımında, istihdam olanaklarına erişimde, parasız ve nitelikli eğitim, sağlık, sosyal güvenlik haklarının kullanımında tam bir eşitlikten yanadır. Bölüşüm sorunlarının ve sosyal hak taleplerinin ötesine geçen; özyönetimci, demokratik katılımcı bir planlamayı amaçlayan; bireyin karar alma süreçlerine aktif olarak katıldığı, doğrudan demokrasinin uygulandığı, üretenlerin söz, yetki ve karar sahibi olduğu bir toplum tasarımını savunur.

Bu anlamda bireysel hak ve özgürlüklerin, her türlü sömürü, ezilme, ayrımcılık, dışlanmaya tepki olarak yükselen kimlik taleplerinin karşılanmasının eşitlikçi bir toplumun da önünü açacağına inanır. Demokratik, çoğulcu, katılımcı bir iktidar olmadan dünyayı değiştirmenin bir hayal olduğu bilincine sahiptir. Ama siyasal ve toplumsal anlamda devrimci bir değişimin kendinin hükümet olmasıyla değil, geniş halk kitlelerinin kendini yönetmesi ve denetlemesiyle oluşacak bir iktidarda gerçekleşeceğini bir an bile gözden yitirmez.

Bu nedenle; siyasalın toplumsallaşmasından, toplumsalın siyasallaşmasından, siyasetin gündelik yaşamın bir parçası, toplumdaki insanların politik süreçlerin öznesi olmasından yanadır. Kendini temsili demokrasi ile sınırlamayan; referandumlar, plebisitler yanında, yaşam ve üretim alanlarında halkın içinde örgütlendiği meclisler aracılığıyla, katılımcı, doğrudan demokrasinin değişik uygulamalarına gerçeklik kazandıran bir anlayışa sahiptir.

Dayanışmayı sadece işçiler, emekçiler arasında değil, şehir ve kır yoksullarını, işsizleri, topraksızları, evsizleri, emeklileri de kapsayan bir toplumsal dayanışma şeklinde yorumlar. Toplumsal dayanışmanın bir hayırseverlik faaliyeti şeklinde değil, kamu kaynakları seferber edilerek hiç kimsenin aç, açık, temel insani gereksinmelerden muhtaç kalmayacak biçimde, insan onuruna uygun tarzda yaşamasının anlaşılmasını amaçlar.

Bu anlamda her bireye, geçmişte ve şu anda üretim sürecine yaptığı katkıya bakılmaksızın kayıtsız şartsız "yurttaşlık hakkı" ödenmesini savunur. Böylece kişinin eğitim, sağlık gibi temel sosyal hizmetlerden yararlanması yanında, bir insanlık hakkı kapsamında temel malları alabilecek asgari bir satın alma gücüne sahip olmasıyla toplumda hiç kimsenin sefalete sürüklenmemesi sağlanmış olur. Ayrıca bireyleri birbirine adaletli davranmaya, yani dayanışmaya teşvik eden bir anlayışı benimser.

Böylece içinde farklı dünyalara yer olan, kamusal çıkar, ortak refah, sosyal hakları da kapsayan evrensel haklar üzerinde yükselen bir dayanışma uygarlığına ulaşmayı amaçlar. Bu uygarlıkta, kapitalizmin yarattığı insanın kendi emeğine yabancılaşmasının yanı sıra insanın doğaya ve nihayet insanın insana yabancılaşmasının aşılması da hedeflenir.

ÖDP'nin özgürlükçü sosyalizm anlayışı enternasyonalisttir; kapitalist küreselleşmeye karşı mücadelenin yerel, ulusal, bölgesel ve küresel ölçekteki mücadele ve direnişlerin birbirini tamamlaması ile gerçekleşeceğini savunur. Tüm yerküreye eşit, eşdeğer bu çerçevede ekonomik ve kültürel alışverişte bulunmayı zenginlik sayan bir anlayışla yaklaşır. Bu anlamda kapitalist küreselleşmenin işgücünün serbest dolaşımını engelleyen, vize engelleriyle kültürel alışverişlerin önüne kaleler diken tasarımını teşhir etmeyi görev sayar.

Özgürlükçü sosyalizm özyönetimcidir; üreten-yöneten toplumsal işbölümünün aşılmasını, sadece üretim sisteminde değil, tüm çalışma ve yaşam alanlarında yaşamı o karardan etkilenenlerin karar süreçlerinde etkin olmasını savunur.

Özgürlükçü sosyalizm demokratik planlamacıdır; kişilerin üreten, tüketen kimlikleriyle; meslek kuruluşları, sendikaları, tüketici örgütleri ve taban örgütlenmeleriyle planlama süreçlerine aktif biçimde katılacakları, kaynak tahsisi ve kullanımının çoğunluğun ihtiyaçlarına öncelik verilerek "demokratikleştirilmiş kamusal alanda" kolektif temelde gerçekleştirileceği bir sosyalist planlamadan yanadır.

Özgürlükçü sosyalizm ekolojisttir; kapitalizmin toplumsal yararın önüne kar maksimizasyonunu koyan anlayışı, "ne kadar tüketebiliyorsan o kadar insansın" sloganıyla ifadesini bulan tüketim ideolojisi karşısında insan-doğa uyumunu temel alan bir dünyayı amaçlar. Çevre sorumluluğu kapsamında yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık veren, yaşamın sürdürülebilirliğini, doğal dengenin korunmasını gözeten, kalıcı sayılabilecek bir doğa tahribatına yol açması nedeniyle nükleer enerji kullanımına kesinkes karşı çıkan bir tavır benimser. Yenilenebilir kaynakların kullanımını; yenilenemez kaynakların kullanımının ise alternatif sürdürülebilir kaynakların geliştirilmesine bağlanmasını savunur.

Özgürlükçü sosyalizm feministtir; toplumsal cinsiyet çelişkilerinin sınıf çelişkilerine indirgenemeyeceğinin farkında olarak, kadınların "farklılıkların eşitliği" ilkesi temelinde sosyal haklarını ve politik alan dâhil toplumsal yaşamın her kademesinde temsilini, bu anlamda pozitif ayrımcılığı savunur, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı tavır alır. Gerek parti zemininde, gerekse yaşamın her alanında pozitif ayrımcılık uygulamalarının gereğini yerine getirir.

Özgürlükçü sosyalizm militarizm karşıtıdır; silahlanma yarışının gezegenimiz için büyük bir tehlike olduğunun farkındadır. Askeri harcamalar, kaynakların toplumsal gereksinmeler için kullanımını engelleyerek, dünyadaki yoksulluğun ve çevre tahribinin en önemli bir nedenidir. Bu nedenle NATO‘nun dağıtılması, evrensel ölçekte ayrımsız bir nükleer, kimyasal, biyolojik silahsızlanma, mayınların tasfiyesi, silahlanma harcamalarında ciddi bir kısıntı, askeri-sınai kompleksin sivil amaçlar için kullanımına dönüştürülmesi dâhil anti-militarist tüm çabaları destekler.

ÖDP çoğulculuğa dayanan bir özgürlükçü sosyalizm tasarımıyla, toplumsal hareketleri kolektif iradenin asli bir öznesi kabul eden anlayışıyla, emek eksenli yönelimiyle, yeni enternasyonalizmi Türkiye'de temsil eden başlıca partidir. Devrimci siyasetin önünün açılabilmesi, sadece fikirlerin doğruluğu ile değil, doğru fikirlerin gerçek hareketle bütünleşmesine; neo liberal politikalardan yaşamı ve çıkarı zarar görenlerin, yani küreselleşme mağdurlarının örgütlenebilmesine ve geniş kitlelerin güvenini kazanıp onların umudu olabilmeye bağlıdır.
TÜRKiYE'Yi DEĞiŞTiRECEĞiZ!

Türkiye, kapitalist küreselleşme tasarımının hegemonyasını en belirgin hissettirdiği ülkeler arasındadır. Türkiye'yi neo liberalizmin laboratuarlarından biri haline getiren 24 Ocak 1980 ekonomik kararları, 12 Eylül 1980 darbe dönemi koşullarında zahmetsizce uygulanmaya başlandı. Bu süreç gelgitleriyle, sınıf mücadelesinin iniş çıkışlarıyla, zaman zaman işçi ve emekçi sınıfların kopardığı tavizlerle sürüyor. 21. Yüzyıl'la birlikte, özellikle 2001 ekonomik krizinin ardından Türkiye'nin uluslararası sermayeyle bütünleşme süreci hız kazanıyor. Ticaretin ve finansın liberalleşmesi ülkeyi dünya piyasalarına ve uluslar üstü sermayeye iyice bağlıyor. Kuralsızlaştırmayla kamunun ekonomik karar süreçlerindeki etkisi budanıyor. Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, sosyal hizmetlerin piyasa sistemine tabi kılınmasıyla kamu çıkarı yerini piyasa mantığına bırakıyor. Elbette bu saptamalar eskiden devletin ekonomik rolünün uluslararası sermayeden bağımsız olduğu, ulusal devletin ezen ezilen sınıflara eşit mesafede bulunduğu anlamına gelmiyor. Ancak artık karşımızda iyice kurumlaşmış bir hegemonya; ekonomik, politik, kültürel tüm insani faaliyetleri uluslararası sermaye birikiminin gereklerine teslim etmeye çalışan neo liberal tasarım bulunuyor.

Hiçbir şeyin eskisi gibi kalamadığı bir ortamda, politik sistem, sivil toplum, toplumsal sınıflar, kültürel yaşam sermayenin küreselleşmesinin gereklerine göre şekilleniyor. Siyaset bu ortamda gitgide toplumsal taleplerden, sıradan insanın iş, aş, hizmet gereksinimlerinden uzaklaşıyor; bir umutsuzluk, güvensizlik kapısına dönüşüyor. Seçimler adeta neo liberal programı kimin daha iyi uygulayacağını belirleme yarışı haline geliyor.

Neo liberal politikaların kıskacındaki Türkiye ekonomisinin bir gelecek ufku; yüksek teknolojiye yatırım yapmayı, araştırma-geliştirme fonksiyonlarını geliştirmeyi önüne koyan bir kalkınma stratejisi yoktur. Uluslararası işbölümünde kendine biçilen rolü kabul eden, vasıfsız veya düşük vasıflı emek-düşük ücrete dayanan bir figüran konumundadır. Halkın ihtiyaçlarından kopuk, borç ödemeye, eğitim, sağlık dâhil sermayeye kaynak aktarmaya odaklanmış bütçesi; bağımsız Merkez Bankası adı altında mali sermayenin disiplin arayışına tabi, üretim, istihdamdan kopuk para politikası; tarımdan enerjiye birçok alanı siyasetin dışına taşıyarak uluslararası sermayenin taleplerine göre düzenleyen "bağımsız kurulları" neo liberal tasarımın köşe taşlarıdır.

Merkez sağ partiler bir yana, siyasal islamcı, milliyetçi, sosyal demokrat partiler de değişik dönemlerde, uluslararası sermaye programını uygulama güvencesi verdikleri ölçüde koalisyon ortağı olarak hükümet etme fırsatı buldular. Yeniden yapılanma döneminin partisi aranırken, siyasal islam'ın 28 Şubat sürecinden kendi açısından ders çıkaran, kendi güvencesini ABD'nin liderliğindeki Batı ittifaklarında arayan temsilcileri bu boşluğu doldurmada en yüksek başarıyı gösterdi; toplumsal ve cemaat bağları bulunan bir siyasi özne büyük medya desteğinin de etkisiyle, halka küreselleşme politikalarının sorgulanamazlığını tekrarlamak yoluyla teslimiyetçilik, çaresizlik aşılayan "muhafazakâr neo liberal" bir anlayışla tek başına hükümet oldu.

Türkiye'deki sosyal demokrasi de, dünyadaki reform vaatlerini terk eden, kapitalist küreselleşme politikalarının yörüngesine giren benzer partiler gibi emekçilerden uzaklaşarak "sosyal liberalizm"den etkilendi. IMF ve Dünya Bankası ile ilişkiler, NATO ve savunma politikası gibi konularda kendini merkez sağ partilerden ayrıştıramaması; "yaşam tarzı" modernizmi dışında belirgin bir hat tutturamaması sonucu siyasetteki etkisini şehirli orta sınıf seçmenle sınırladı. Demokrasi ve özgürlükler konusunda zaman zaman merkez sağ partilerin dahi gerisine düşmesi nedeniyle kitlelerin bilincinde sağ/ sol ayırımını yapma noktasında fikri bulanıklığa neden olurken, siyasetin itibar kaybına da katkıda bulundu.

Bu gelişmeler, piyasa eksenine sıkışmamış, insan ihtiyaçlarını temel alan, gelirin ve servetin adil dağıtıldığı, eşitlikçi ve katılımcı bir ekonomide insanca yaşayabilmenin önemini bir kez daha öne çıkartırken, bunun mücadelesini örgütlü bir toplumda, katılımcı, demokratik bir sendikal anlayışla emekçilerin ortak örgütlenmesi hedefiyle; emekçilerle, emekliler, işsizler, tüketici örgütleriyle vermeyi gerektiriyor. Ekonomide demokrasi, özelleştirmeden değil, güçlü bir kamu sektörü üzerinde emekçilerin denetleyebildiği, en geniş toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek, ekolojik kısıtları dikkate alan, demokratik planlamaya dayalı bir ekonomi çerçevesinde, çalışanların özyönetiminden geçiyor.
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar