bugün

arkadaşlarımın sürekli beni evlendirmeye çalışmaları biraz canımı sıkıyor . hem biriyle olmak istiyorum aynı zamanda olmak istemiyorum . Şizofrenim galba ?
hiçbir zaman ölümü bu kadar ciddi bir şekilde kabullenmemiştim. yani herkes gibi benim de ölüme dair düşüncelerim oldu elbette ama daha çok istediğine ulaşamamış bir çocuğun ağlamaları gibiydi. fakat bu sefer... bu sefer farklı. kriz veya gel git durumlarındaki gibi değil, doğrudan, sakin bir şekilde ölümü kabullenmiş durumdayım. farklı dememin sebebi de sakin olarak düşündüğüm şeylerin doğru ve gerçekten istediğim şeyler olması. intihar değil bahsettiğim. intihar etme gibi bir durumum yok çok şükür. inançlı bir insanım. ancak hayattan istediklerimin bittiğini gözümle görüyorum. böyle hissetmeme sebep olacak çok çok büyük şeyler yaşamadım ama yaşadıklarım da bana bunları hissettirecek kadar büyük geldi. çünkü en zayıf noktalarımdan en zor zamanlarımda vuruldum hep. işin detayına inince suçlusu da ben oldum onu da biliyorum.

mahlasımı seçerken ne kadar doğru bir tercih yaptığımı anlıyorum. geçmişte kaldım ben. beden yaşlanıyor ama bir nefes alışverişinden ibaret. 3-4 gündür ölümü bekleyen bir halim var. bu halimin devam etmesini de istiyorum açıkçası. ölümümün yakın olduğuna dair işaretler gördüm. işaretler sadece ama bu işaretler karşıma çıkınca son derece razı bir şekilde ölümü istemiş olmak şaşırttı beni. telaşsız, korkusuz... "şöyle olsa ölsek nasıl olur hehe" diyen iş arkadaşıma istemsizce iç geçirip "keşke" dedim ve sonra durup neden böyle dediğimi düşündüm. bunu yaşayınca anladım ki yıpranmışım ben. sorunları gözünde büyütme değil, gerçekten varmış meğer. yaşadıklarım o kadar koparmış ki beni hayattan, geleceğe dair hayalim bile kalmamış. ümidi olmayan insanın ölüden farkı da yok zaten. insanlarla da konuşmayı kestim bir süredir. baktım ki kimse kimsenin sorunlarıyla ilgilenmek, duymak istemiyor ve hak da veriyorum zaten. ben de çok farklı değilim. eskiden beri de topluma çok yakın değildim gerçi.

velhasıl-ı kelam, ölüm eskisi kadar uzak ve korkutucu değil. intihar etmeyeceğim belki ama ölümün gelip beni almasına da itiraz etmeyeceğim. hayallerimi gerçekleştiremedim ve alternatif olarak düşündüğüm diğer hayalimi de 2 sene önce farkında olmadan kaybetmişim. zaten beni bitiren de 1 sene önce bunu öğrenmek oldu. 1 seneden fazladır devam eden sıkıntımın çözümü olarak işsizlik diye düşünüyordum. birkaç aydır güzel bir işte ve kendi mesleğimde çalışıyorum ancak o bile keyif vermiyor. kendimi bildim bileli bende olan özgüven eksikliğini bitirir diye bekledim en azından ama anladım ki onun da iş ile sahip oldukların ile bir alakası yokmuş. her şeyin sebebi karakterim ve o karakter de beni buraya kadar getirebildi ancak. uzun yıllar da yaşasam sonuç aynı olacak biliyorum. uzattım biliyorum ama uzun zamandır kimseye içini açmadım ben de buraya yazıyorum anonim olarak. hayattaki ve daha sonra gireceğim muhtemel tanımların son sözü olmayacak belki ama en azından bu satırların son sözü olsun bu.

"güle güle dünya. tanıştığımıza hiç memnun olmadım."
Üzerimde bir yorgunluk var, canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Kontrol edemediğim bir isteksizlik bu. Tamam şimdi geçer halledilir de ya devam ederse?
Yok yok etmeyecek. Yapmak istediğim birkaç şey var, onları da yapmıyorum. Böyle olmayacak, bu akşam temiz bir uyku çekeceğim ve yarından itibaren düzeltmek istediklerimi düzeltmeye başlayacağım. Bahar yorgunluğu falan filan, sen kimsin ya?
bir biriktirme, tutarlı olma ve aynı zamanda zayıflama yöntemi olarak öğlen iş arası molalarında 50 kuruşluk krakerler yediğim doğrudur. hatta birisi yanımda bu markasını unuttuğum puro görünümlü çikolatalardan vardı paket halinde ondan yiyordu, bana fakir der gibi.
eskiden insanların bencilce davranışlarına , kabalıklarına şaşırırdım. artık ne yapsalar şaşırmıyorum. ben bu insanlardan her şeyi beklerim var ya.
Bütün aşık olma belirtilerini taşıyorum ama o kadar yabancılaşmışım ki hala nitelendiremiyorum. Kendimi nasil sartlamissam Tam böyle güzel bir sıfatla hitap edicem bir otokontrol geliyor susuyorum falan. Sanarsın ilk defa oluyor. Tuhaf.
Yazılmamış kaderleri kaç beden taşır? Ağır gelmez mi o tuğlalar onlara?
içimde büyük sıkıntılar var. Genelde bir süredir stresliyim ama bu başka bir şey. Huzursuzluk. Uzun bir aradan sonra bu hisle uyumak, uyumaya çalışmak...
Bu hafta fazla mesai yapmadım ve kazanmam gereken paranın daha çeyreğindeyim. Önümde 3 gün var belli olmaz, yeterince çalışırsam toparlarım hafta sonunda ama diğer huzursuzluk yaratan şey de sanırım şehitlerimiz. Geçenlerde askerlik kağıdı geldi ve ardından böyle kötü, acı bir durum yaşayınca içimde kötü hisler uyandı. Valla bu sene başka bir sene. Hadi hayrlısı.
Huzursuzluk, endişe ve stres. Manyak üçleme.
Bugün büyüdüm. onlarca yıllık acı, yorgunluk bugün çöktü üstüme.
alışıyorum sözlük, alışıyoruz.

ölüme, onlarca ölüme, insanların ölümüne...
maalesef alışıyoruz ve bu beni kahrediyor.
okadar karısık ki kafam neyi nereye koydumda, bukadar kolay unutabiliyorum inanın hiç bilmiyorum.
Bir kac saat önce büyük bir heyecanla sabah erkenden kalkip otobüsüme yetismek icin otogara geldim. Yapim geregi gülec birisiyim. Bagaji verirken host arkadas monoton bir sesle “beyfendi, siz neden bu kadar hayat dolusunuz?“ diye sordu.
“otobüsümü buldum, bagajimi veriyorum ve sag salim gidecegim yere gidebilecegim“ diye cevap verdim. Koltuklari kontrol ederken “abi sen neden gülüyorsun sirrin ne?“ diye tekrar sordu.
“hayattan beklentin ne kadar az ise; o kadar da hayattan zevk alirsin.“ diye cavpladiktan sonra konuyu idlib'den gelen sehitlere bagladi ve hayattan ne bir beklentisi oldugunu ne de zevk almak istedigini belirtti.

Simdi kara kara bu konuyu düsünüyorum. Gülec yüzüm su an durgun ve hostla her karsilastigimizda o gülümsüyor ve ben durgunum.

Gülümsemenin bulasici oldugu kadar, yüz asmanin da bulasici oldugunu bilmiyordum.
seviyorum seni bobby sands. *
aptalca şeyler yapıyorum ve bunun farkındayım. neler yaptığımın ve yapmamam gerektiğinin. ama inadına yapıyorum. aptal kedi.
Bir kez daha samimiyetsizlikle itham edilirsem korkunç derecede can sıkmaya yemin ettim.

Hasta olsam da iyiyim, yorgun olsam da değilim, aç kalsam da tokum, yalnız kalsam da değilim, mutsuz olsam da mutluyum dediğim tüm anların hıncını da bunları görmeyenden ama bir anda ama bir ömür boyunca alacağım.

Çoğunuzdan çok yıllık ömründe bir kez bile yemin etmemiş birinin ilk yemini.
''bu hayatta beni dış etken olarak korkutabilen tek şey siren sesidir. insanın içinde kanını donduran, kulaklarını işgal eden, yüreğini patlatan siren sesi. savaşın siren sesi.''

sene kaçtı tam anımsamıyorum. esasen hesaplamak da istemiyorum. 7-8 yaşında falan olmalıyım. 99 depreminden sonra ailecek bir kararla (benim kararım hariç) babamın memleketine, ırak kerkük'e gitme kararı aldık. her ne kadar macera bağdat'ta başlayıp sonlansa da amaç kerkük'tü. bu kararı takip eden o günün ertesinde okuldan aç aç döndüğümde annem o zamanların çocuklarının en hit yemeğimini yapmıştı. ''salçalı sosis'' işte ya. çocuktuk eşsiz geliyordu falan.. onu da yemeyip aç karnıma moral bozukluğu çekmeye devam ettim. boru mu lan ülke değiştirmek? ben hâlâ gitmememiz için bir umut var sanıyordum. ta ki bavulları görene kadar..

biz annemle yola koyulduk, babam burada kaldı. totalde yaklaşık 3 gün süren kara yolculuğuyla ırak sınırına gelmeyi başardık. zaho'da ırak askerlerinden evvel peşmerge karşıladı bizi. kimliklerimize baktılar ve türk olduğumuzu anladıklarında aralarından birinin suratı değişti. faşizan her yerde faşizan işte.. cama doğru eğildiğinde boynundaki tahminen g3 hadi olsun ak47 tüfeğinin namlusu ondan evvel arabaya girmişti. sorun çıkartmadılar ve biz yolumuza devam ettik..

anneme yaslanıp araçtaki iğrenç benzin kokusundan kusmamak için kendimi zorla uyutmuştum. daha sonra gözlerimi açtığımda bağdat'taydık, akrabalarımızın triplex villasının önünde. ilk buna şaşırmıştım zaten. macera orada başladı işte.

herkes köşklerde, en olmadı villalarda yaşıyordu. esas pahalı olan hayatlar rezidanslarda oturanlarınmış ama. bizim son yıllarda revaçta olan rezidanslarımız var ya, işte onlar tahmini 1998 senelerinde ırak'ın birçok yerinde yapılmıştı. hareketli yaşam ve eğlence alanları, henüz türkiye'de o yıllarda şahit olmadığım kadın özgürlükleri.. geceleri kadınlar eğlenmeye çıkabiliyor, istediklerini giyip çıkartıp istedikleri gibi süslenip arabalarına atlayıp geziyorlardı. kozmetikten istedikleri kadar faydalanıp tırnaklarına kadar bakımlıydı kadınların neredeyse çoğu. bazıları da peçeli, daha farklı hayatlar yaşıyorlardı. ama gördüğüm kadarıyla toplum içinde çok iyi anlaşıyordu hepsi. erkeklerin zaten bir şeye karıştığına şahit olmadım. çoğu işinde gücünde, bahçeleriyle ilgilenen tipler. varoşlarında da bu durum böyleydi. en azından ben olumsuz bir şeye denk gelmemiştim.

biz de bir ev tuttuk sonra. ev dediğim de 4 katlı bir villa. bahçesi, garajı, kocaman bir kapısı, çiçekleri olan bir villa. ucuzu o çünkü. ha bu arada, komşularımız kürt, türkmen, arap, ermeni, hristiyan, şii, sünni.. hepsi de birbirleriyle görüşen asla saygısızlık yahut ayrımcılık yapmayan insanlardı. en azından o yıllarda..

okula yazdırdılar beni sonra. hiç unutmam, saddam'ın marşı okunurken direnip bağırarak istiklâl marşı okumuştum. bir kez olsun okumadım saddam'ın marşını. saddam'a düşman olduğumdan değil, kendi vatanıma ihanet gibi geldiğinden. hatta bir keresinde televizyon kanalından çekim için gelmişlerdi. tek tek çocuklarının yüzlerini yakın plan çekip marşı kaydediyorlardı. yüzlerce öğrencinin arasında istiklâl marşı okurken çekmişlerdi beni de. hey gidinin. velhasıl türk olduğum için enteresan bir saygı görüyordum orada. buna babamın da kerkük türkmeni olması eklenince hem araplar hem de diğer tüm ırklardan herkes büyük bir özen gösteriyordu bana okulda. öğretmenler, öğrenciler. hatta birinin adı tanya, diğeri basil'di. bir de ralf vardı. en iyi arkadaşlarımdı. bağdat'ın geniş sokaklarında deli gibi bisiklet sürerdik. annem hep başıma bir şey gelmesinden korktuğu için engel olmaya çalışsa da kaçardım bisikletle dolanırdım bağdat sokaklarını elimden geldiği kadar. en çok mansur'a gitmeyi severdim. bazen dilim pasta alırdık oradan, taptaze yumuşacık keki şu an bile gülümsetiyor beni.

her şey çok ucuzdu ırak'ta. zaten saddam insan ayırmaksızın her eve yardım kumpanyaları gönderiyordu her ay. sütünden etine, pirincinden şekerine kadar her şeyi karşılıyordu devlet. yanlış anımsamıyorsam temel ihtiyaçlar da ücretsizdi. su, elektrik vs gibi şeylere para ödemiyordu halk. petrol desen zaten su gibiydi. o esnada türkiye'de ise ''ırak'ta ambargo! açlıktan ölüyorlar! saddam yönetimi halkı sefalete sürükledi!'' gibi manşetler atılıyordu. oysa durum hiç de burada televizyona yansıtıldığı gibi değildi. zaten ney öyle oldu ki?

olaylar böyle sürüp giderken ben de okuluma devam ediyordum. öğretmenim fatma okulda geri kalmayayım diye özel ders için eve geliyordu. ingilizce, arapça, türkçe karışık anlaşmaya çalışıyordum insanlarla. zamanla arapçam da ilerledi. sınıfımdaki insanlarla daha düzgün anlaşabiliyordum en azından. sınıfımızda benle yaşıt olup tesettürlü olan kızlar da vardı, açık olanlar da, farklı inançlardan olanlar da. hepsi birbirleriyle mükemmel arkadaşlıklar kurmuşlardı. keza büyükleri de öyleydi. birbirlerine hayırsızlık etmedikleri gibi bir de koruyup kolluyorlardı.

o süreçte babam bağdat'a gelmişti. bundan daha güzel bir şey düşleyemiyordum. zaten normalde de çok özlerdim ben babamı ve aylardır görmemiştim. mis gibi kokusuyla, takım elbisesiyle geliverdi bir gün. sonra bol bol gezdik onunla. kerbelâ dergâhları, aldülkadir geylâni türbesini, ülkenin yönetildiği er reşid otelini, saddam'ın sarayını, burç saddam kulesini.. sonra türkiye'ye döndü babam. biz yine kaldık bağdat'ta. ne diyordu ümit ilter abim? bağdat'tayız, bağdat'lıyız. onu da şimdilerde terörist diye arıyorlar ya neyse..

gel zaman git zaman bir gün akşam amcamlarda otururken gök gürlemeye başladı. yani amcam ve yengemin söylediği buydu. annem ve ben şaşkınlıkla bunun nasıl bir gök gürültüsü olabileceğini sorduk. mevsim böyle burada dediler. anormal ama nemsiz sıcağı olan bir ülke ırak. haliyle bunun da olabileceğine inandık. ve bu tuhaf bu sesler arasında uyumaya çalıştık.

ertesi sabah kalktığımızda dışarıda askerlerin şarapnel parçaları topladığını gördük. tabii o zamanlar onun ne olduğunu bilmediğimden suladığım çiçeklerin arasındaki garip garip nesneler olarak değerlendirmiştim. dışarı çıkmak istediğimizde müsade etmediler.

sonraki gece amcamlarda kaldık. gece yine aynı gök gürültüleri. ama annem tedirgin. ne olduğunu o anlamıştı ama ben çözemiyordum. sabah olduğunda okula gitmek için bahçeye çıkmak istediğimizde yine askerler vardı. uranyumlu parçacıklar varmış etrafta. onları topluyorlardı. tabii ben bunu da çok sonradan öğrendim. ve yine akşam oldu. yine gök gürültülü bir akşam..

en sonunda pes edip yanımda konuştular ne olduğunu. bir gariplik olduğunun farkındaydım ülkede ancak kafam basmadıysa demek ki. ya da sanırım düşünmekten kaçındım bunu. ama en sonunda yanımda konuşuldu her şey. savaş dediler. amerika dediler. annem ne yapacağını bilmez şekilde panikledi. ben de korkmaya başlamıştım. benim korkumu bastırabilmek için annem paniğini içinde yaşamaya evrildi sonra. ırak halkı ise gündelik yaşamına devam ediyordu. sanırım hatayı burada yaptılar.

günler geçtikçe paniklemeyelim diye gök gürültüsü dedikleri bomba sesleri giderek artmaya başladı. her gece ama her gece sesler geliyordu. bazen yakınlaşıyordu bu sesler, her yakınlaştığında yüreğimiz ellerimizde birbirimize sarılıyorduk. sonra yeniden sabah oluyordu ve askerler yine sivil halka zarar gelmemesi için çabalıyorlardı. sonra yeniden gece ve gök gürültüleri.

türkiye'de soğuk savaş olarak geçiyordu durum. ama bu basbayağı savaştı işte. artık sivil halktan da ölüler yaralılar vardı, askerler çatışıyordu, bombalar yağıyordu, durmadan jetler geçiyordu ve siren sesleri çalıyordu. durmadan bitmek bilmeyen siren sesleri. hatırladıkça bile kanım çekiliyor. hiçbiri beni bu ses kadar korkutmadı. hayatta hiçbir şey bunun gibi etki edemedi zihnime. o ses demek, önündeki 5 dakika içinde sevdiğin herkesin ölebilme ihtimali demek. o ses demek, önündeki 5 dakika içinde bu hayatta kıyamadığın neyin varsa yok olması demek. o ses demek, zaten senin muhtemel ölümün demek. sığınacak hiçbir yerinin olmaması demek. yan sokağın bombalanırken usûl usûl sıranı beklemek demek. çığlıklar, paramparça insanlar, feryatlar demek. gökte gezen senin milyon katın bir demir yığınının, minnacık bedenine isabet etmesi demek. acı demek, kimin olduğu fark etmez, senin ya da başkasının, acı demek. bütün bunlarla tüm gerçekliğiyle saniyeler içinde sürekli ama sürekli yüzleşmek işte o ses.

şimdi bana sorsalar, bağdat'ta tecavüzün eşiğinden dönmüş olmaktan bile daha ağır bu ses bana. gerçi bunu yapmaya kalkan kişi de öldü sonra, ermeni olduğu için kafasını kesmişler. üzülmüştüm. haksız bir sebeple öldürülmüş. keşke imkânım olsaydı ve haklı sebebimle ben öldürseydim. ama bu çok da umrumda değil. bu ses daha çok umrumda. ölen tonlarca insan daha çok umrumda. birçok çatışma arasında kaldım şimdiye dek, hiçbirinde kılım deprememiştir. ama bu ses beni öldürmeye bile yeter. bu ses senin ölmen değil, sevdiğin herkesin ve her şeyin yok olup ölmesi demek çünkü. jet ve yakın geçen uçak seslerini de sevmem. tepemde ışığı üstümde helikopter gezerken bile sakindim. hedefken bile sakindim. ensemde tüfek namlularıyla ders verirken de sakindim. silah çatmalarda sakindim. ama jet seslerinde elim ayağım dolanır birbirine. bir de bu siren sesinde. yine de en kötüsü içinde birçok korkuyu barındıran bu siren sesi.

ama en çok anlamadığım, o gördüğüm insanlara ne oldu? ne oldu da böyle oldular? birbirlerine düştüler? gerçi çok da sorgulamama gerek yok. yıllar geçti ve aynı gidişatları kendi ülkemde görüyorum. aynı aldanışları, aynı iç savaşların başlangıçlarını, aynı canavarlaşmayı.

neyse işte. biz döndük sonra. zor da olsa dönebildik. o seslerden, görüntülerden, ırak'tan döndük. savaş devam ediyordu, her gün haber ajanslarında izliyorduk. bir bir gittiğim yerleri bombalıyordu amerika. canlı canlı seyrediyorduk çöküşünü. babamın kaynaklarından savaşın en kötü yüzünü de görüyorduk. çok sonradan ayyuka çıkmıştı yapılan işkenceler, tecavüzler, insan onuruna aykırı ne varsa hepsini yapmışlardı amerika askerleri. çok sonradan öğrendi insanlık bunu. çok geç kalındı demek isterdim ancak biliyordum ki vakitli öğrenilseydi de bir şey değişmezdi. tıpkı şu an değişmediği gibi.

en çok burç saddam kulesinin bombalanması kalmış zihnimde. oranın en tepesinde babamla elele dondurma yemiştik. çok yüksekti ve manzarası çok güzeldi. tek hamleyle yıktılar koskoca kuleyi, koskoca kenti, koskoca ülkeyi.

aradan yıllar geçti, 27 yaşımdayım artık. ama halen bir filmde dahi duysam yine donar ruhum. halen 10 kasım sabahlarında atamız için çalınan siren sesinde tıpkı 8 yaşımdaki gibi donup kalırım. herkes donup kaldığı için 10 kasım'da çok dikkat çekmem, o ayrı. gözlerimde birer damla birikir ama düşmez, donar kalır içinde. sonra kendimi toparlamaya çalışır bir fatiha okurum mustafa kemâl atatürk'e.

https://www.youtube.com/watch?v=7CAwx0ZX_uM

ap arşivlerinden çıkmış. senesi olsa olsa 1999-2000 olmalı, kaynakta yazmıyor. ama ben bu sesleri de bu görüntüyü de tanıyorum. bomba seslerine karışan ezanları tanıyorum. gece yarıları gerçekten tıpkı şimşek gibi çakan ışıkları biliyorum. bombalarla aydınlanmayı biliyorum. bunu yaşadığımı biliyorum. savaşı birçok insandan biraz daha yakînen tanıyorum. savaşta cephede olmanın farkıyla halkta olmanın farkını biliyorum. bir şey yapılırsa karşılığı verilir, savaşılır elbet. ama savaşı sevmek farklıdır. savaşmakla savaşı sevmek farklıdır.

en çok da bu yüzden şu günlerde savaş desen savaşamayacak savaş sevici sivillere acıyorum.
bu hem bir itiraf, hem yardım çağrısı, hem de bir vicdan muhasebesi olacak.

annem öleli 1 yıl oldu; ilk itirafım bu. şu an yalnız yaşıyorum; bu ikinci itirafım. babam çalışmaya devam etmek için istanbul'a, ömrünün 41 yılını geçirdiği, anne babasını toprağına gömdüğü memleketine döndü; ben, ömrümüzün kalanını yaşamak üzere taşındığımız şehirde okuduğum için kaldım. şimdi "aile" evine dönmek istemiyorum; bu üçüncü itirafım. babamı yalnız bırakmaktan korkuyorum.
ne zaman kendim için bir şey yapmak istesem kendimi çok bencil hissediyorum.
babam hislerini söylemeyen biri ama evlenene dek onunla yaşayıp onun tabiriyle "hayatı beraber göğüslememiz gerektiğini" düşünüyor. ben tv karşısında çukur izlerken koltukta uyukladığım bir hayat istemiyorum. sürekli çay koyduğum, evi temizlediğim, yemek vaktinden önce evde olduğum bir hayatı yaşayabileceğimi düşünmüyorum. buna rağmen ne yapacağımı bilmiyorum; bu bir yardım çağrısıdır. bu bir tavsiye çağrısıdır. çünkü kendimle ne yapacağımı bilmiyorum.
görsel
Egoları uğruna gemileri yakan, şuurunu kaybedecek kadar hırsa sahip, gözleri, kendinden ve hedeflerinden başka her unsura kapalı varlıklarla aynı havayı solumak, hayret ve kaygıyla izlemek ve en fenası eli kolu bağlı olmak, aklı selim insanların başına gelebilecek en büyük vehamettir.

Susan, susmayı marifet sayan, üç maymunu oynayan, rahatsız olmayan, herşey yolundaymış gibi yaşayabilen öteki varlıklar da, vehametin arka yüzüdür.

Çıldırmak işten değil!
Camı açıp avaz avaz imdaaat diye haykırasım var...
"Adım Reşat. insanoğluyum. Hayatım boyunca herhangi bir mesleğe bağlı kalmadım. Hastası da olmadım. Benim hastalığım başka. Yılın 365 gününün 100 gününü bomba yaparak geçiririm. 35 gününü all the time pompa desek. 45 gününü de kuzenlerimle beraber geçiriyorum. Aile saadeti hesabı. 60 gününü de alışveriş desek. Geriye kalır 125 gün. 125 günde ne yapılabilir? Evlenilebilir. Dünya turuna çıkılabilir. Profesyonel aşçı olunabilir. Borsa, bahis, at yarışı, futbol turnuvaları. Sıkı çalışılırsa inceden fit bir vücuda sahip olunabilir. Herhangi bir siyasi partiye girip, başka bir partiye geçilebilir. Kullandığın arabadan sıkılıp bir üst modele geçilebilir. Kilo alıp verilebilir. Her şey yapılabilir.

Varoş bir ailenin tek erkek evladıydım. Rahmetli babamın en büyük mirası hayalleriydi. iyi kötü bir evimiz, iyi kötü bir arabamız olacaktı, geçinip gidecektik. Allah rahmet eylesin. Eylesin de, ne oldu? Hı? Sıfıra sıfır elde var sıfır. Erkek çocukları babalarını örnek alırlar. Onun gibi yürür, onun gibi durur, onun gibi konuşurlar. iyi de ben şimdi rahmetlinin nesini örnek alayım? Cin başka. Peri başka. Benim en büyük hayalim nedir biliyor musunuz? Bu bankayı soymak!"
itiraf etmeliyim ki denedim. Olmadı ama ben denedim. Ne gerek vardı diyorum bazen ama demek ki denemek istemişim inanmak istemişim. Şimdi bakınca bile bile lades aslında ama ben bilememişim. Çok zor ama bunu da atlatırız napalım.
Başıma gelmesini istemediğim şeyleri ilahi adaletin tecelli etmesinden dolayı yapmazdım bu güne dek. Çok ahlaklı ya da ehli namus timsali olduğumdan değil. Tamamen korkudan.

Şimdi üzerimde yarını düşünmemenin ve başıma gelecek şeyleri umursamamanın hafifliği var. Her an her şey yapabilirim. Sınır göremiyorum "şunu asla yapmam" diyeceğim.

Bu hal hiç hayra alamet değil.
Işime Eskisi gibi Konsantre olamıyorum, sik kırığı kadar bi böceğin yaptığı zararı kestiremiyorum 3 gündür
Ben bugün en büyük itirafımı sana yaptım. Gurur yapmadan, gocunmadan her şeyi anlattım. Ama yine bir şey hissetmedin ya yine bana hissettiremedin ya... şimdi daha büyük bir itirafı kendime yapıyorum; bir insana bu kadar değersiz hissettiriyorsa sevgilisi, her şeyden çok sevdiği insan, ya başkasını seviyorsun ya da başkasına gerek kalmadan benden vazgeçmişsin.
Yeğeniminin hoşlandığı kızla instagramdan yazışıyoruz. kız bunu eklemiş falan, ama ben seni tanımıyorum ayakları yapıyor, en son benim sevgilim var dedi, blöfünü gördük, mutluluklar diledik. Bakalım ne olacak. Asıl itiraf; bu hisleri Özlemişim lan, hem komik hem heyecanlı:)