bugün

hbbia 'da sık rastlanan bir fenomendir.
ısparta'nın bir köyünde bir yanda bir davar, iki koyun, bir anne, yarım koltuk, bir döşek ve bir çoban köpeği ile bir göz odada yaşamaya çalışan sersefil mahmut; öbür yanda üç traktör, bir gaddar baba, bir çirkef anne, dokuz hizmetkar, yüz yirmi ırgat, beş ev, otuz iki cep telefonu, üç ambar, üç çiftlik, bir yarı olimpik yüzme havuzu ile yaşayan mehtap. daha yanda kişiler var ama sizleri sıkmamak adına onların mal varlıklarını ve değerli ziynet eşyalarını saymaya gerek olmadığı kanısına vardım. şu işaretle arada yirmi sekiz sayfa olduğunu anlarsınız(...)

mehtap bir gün çeşmeye hizmetkarıyla beraber iner. hizmetkarı su testilerini doldururken mehrap, bir gencin ferdi tayfur'dan ''çeşmenin başına bir güzel geldi'' şarkısını işitir. hiç umursamaz, kafasını kaldırma gereği bile duymaz. ama için için merak eder: bu sesin sahibi de kim ola? kim bir şarkıyı bu kadar yanık, bu kadar abazan, bu kadar kamışı yağlamış söyleyebilee?

arkasını dönmessiyle yağız delikanlı, amansız yiğit, büyük cengaver, deli boğan, eşek siken, yere bakan, yürek yakan topal ayşe'nin oğlu deli mahmut'u görür. o anda desti izdivaç programlarındaki elektriklenmelerden daha büyük bir elektriklenme yaşanır. tüm köyün elektrikleri gider ve jeneratörler devreye girer. görür görmesine de davul bile dengi dengine...

hizmetkarın adı sultandır. sultan, mehtap'ın hem sırdaşı, hem hizmetgarıdır. yüzüne bir köyün delisi baksa da, bakım görse o da en az seda sayan kadar güzel olur. çeşmeden dönerken sultan:

-hanımım pek suskunsunuz bir şey mi oldu.
+çok garip duygular hissettim sultan.
-nasıl garip hanımım.
+böyle bir göz odada bir davar, iki koyun, bir anne, yarım koltuk, bir döşek ve bir çoban köpeği kalırcasına garib.

(2 ay sonra)

genç delikanlımız deli mahmut, mehtap'ı bir an olsun aklından çıkaramıyor, çıkarsa da çok az soluklatıp içeri sokuyordu. o yeşil gözlerin sahibi, ceylan bakışlı, keklik sekişli kızın, köyün en zengin seksen üçüncü ailesinin kızı olması onu çok üzüyor, soyal tabakalaşmanın en alt tabakasının bir üst tabakasından olmak da ayrı bir elem yüklüyordu.(...)

mahmut daha fazla dayanamayıp annesi elizabetin elini öpüp ''hakkını helal et ana''der. mahmut mehtap'ın kaldığı yalıya gidip mehtap'a ne pahasına olursa olsun aşkını söylemeyi planlar. nitekim gider de... o sırada sultan'a rastlar:

-selamın aleyküm bacım?
+vealeykümüsselam buyrun?
-mehtap'a bakmıştım ben.
+mehtap hanım kısa bir süre önce..
-kısa bir süre önce ne?
+mehtap hanım kısa bir süre önce..
-kısa bir süre önce ne?
+müsade et kuzum.
-dinliyorum.
+kısa bir süre önce beni kapıya gönderdi. ve sizi gördüm ve dediniz ki selamın aleyküm...
-mehtap hanımı çağırın ne olur.
+bir şartla.
-nedir?
+şartı daha sonra söyleyeceğim ve ne olursa olsun yapacaksın.
-tamam ulan.

sultan mehtap'ı dışarı çağırır. mehtap, sultan'a ''beni niye dışarı çağırdın, beyfendiyi içeri alsana'' der. tam mehtap'ı muhasebeciye yollayıp hesap kestirecekken, mahmut ''olur mu öyle şey'' der.

içeride babası hayrullah bey ''hoş geldin oğlum''der. mahmut ''hoşbulduk bey amca'' diye karşılık verir. ardından hayrullah bey ''siz rahatınıza bakın'' diyerek kahveye gider. hayrullah beyin bu kadar relaks olması mahmutu ürkütür.

burçlarının uyumlarına kadar uzun uzun konuşurlar, yükselen burçlarını aşağı indirirken, mahmut'un aklına mehtap'ın elini tutmak gelir. elini uzatır mehtabı elinden tutar, şöyle bir sıvazlar. mehtap ''o may gattt'' diye bağırır.

sorun ten uyuşmazlığı...

mehtap, ''mahmut sende ten uyuşmazlığım varmış'' der. mahmut ''s.kerim tenini'' duygusunda olsa da ''o ne ola?'' der. mehtap norveçli balıkçılardan bahseder. sonra kibarca ''artık uyku vaktim geldi'' der, mahmut ''siktir git'' anlar.

gel zaman git zaman mehtap'a başka talip çıkar. iki gökdelenli, beş plazalı, yarım holdingli, bol paralı, çok paralı, süper paralı...

konuşurlar anlaşırlar...

sonra mehtap içinden ''nerede o mahmut nerede bu'' derken, mehtap mahmut'la elele tutuştuğu gün eline beyaz eldiven taktığını farkeder.

düğün gününden bir önceki gün akşam kına gecesi olacaktır. mehtap hint kınası almaya çarşıya iner. bunu gören mahmut bir sinsi plan kurar ve dönüş yolunda mehtap'ı pusuya karşı yatırır ve ''ya benimsin ya toprağın'' diyerek mehtap'ı oracıkta öldürecekken ten uyuşması olur; ama mehtap ''tenimiz uyuşuyor, seninim tek göz odada kalsam da seninim'' derken mahmut mehtap'ın ağzını sıkıca kapamıştı bile. mahmut içinden ''la açayım şunun ağzını ne diyo yarramın antifirizi'' der ve açar. sonra mehtap'ın yanlışlıkla nefessizlikten öldüğünü farkeder. mahmut sonrasında harakiri yaparak kendi infazını vermek isterken karnına sapladığı bıçakla kan kaybından ölür.
Yazsakta okunmayan hikayeler. Sol frame de akar gider.
ne yazık ki okuduğum hikayedir birisi. son anlarda "ya benimsin ya toynağın" bekledim ama olmadı. sana puanım 3 kanka.
yazarken yer çekimine tabi değilmiş gibi uçanlara bak anlarsın. yazmak yer çekimi tabiyetini hafifletir. Bu yüzden bir çok manda uçtuğuna inanır.
şu hayat nasıl da acımasız diye sızlananlar, dönüp doğanın diğer canlılara neler yaptığına bir baksın.. irili ufaklı türlerin yaşamında ne büyük trajedilerin saklı olduğunu görebilirse görsün..

bir depremle, kasırgayla milyonlarca insan canlısı silinip gidiyor yaşam tarlalarından, tıpkı küçük bir su birikintisinde ağzında buğday tanesiyle boğulan bir karınca gibi..

insan mı, karınca mı..?

hangisinin daha değerli olduğunun ne önemi var..

bana öyle geliyor ki doğanın muhteşem bir adaleti var.. onun taraf tuttuğunu sananlar, yanılıyorsunuz! o diğer hayvanların safına geçmedi, ya da ihaneti nedeniyle insanlara düşmanlık beslemiyor.. umurunda mıyız onun ? sen istediğin kadar özenle sula çiçekleri, istediğin kadar okşa kedi yavrusunu.. çok içli, duygusal, doğa canlısı birşey ol, ne farkeder.. bir de bakmışsın yağmurlu bir günde bir şimşek çakmış tepende.. oracıkta yanıp gitmişsin..

sonra da küllerinden bir cenaze töreni düzenler ve ardından yas tutarlar.. seninle birlikte o çiçeği sulayan sevgili, tüm bulutların ve şimşeklerin, doğanın düşmanı olmuştur artık..

elinde olsa! ah, bir elinde olsa doğanın çatısını başına yıkacak.. o derece kin ve nefretle doludur kalbi..

bu bile umurunda değil doğanın..

zaten karıncanın da umurunda değildi doğanın ona yaptıklarının..

ama insan öyle mi..?

insana çok şey yüklüyor, çok fazla değer biçiyorlar.. çok görmüyorum aslında.. çünkü bunu yapan da insan.. insan insanı tutuyor.. kendi kendine coşuyor.. tuhaf erdemleriyle sarhoşluk içinde yüzüyor..

oysa bilgenin bilgeliği, karıncanın karıncalığından daha erdemli birşey değil..

sadelik burada zenginliği barındırır.. diğer türlüsü üstünkörü bir makyaj.. sen, aynadaki sana bakıp hoşlanıyorsun bundan.. diğerleri de hoşlanıyor aynadaki kadından..

hepsi bu işte..

tüm maharetin bir ayna, bir makyaj çantası,,

bir de yüzün..

sana anlatacak çok şeyim var sevgili.. ama insana dair değil, beni hayvanlar da pek ilgilendirmez.. esasen doğa tutkunu da değilim.. aslında beni biraz ukala, kendini beğenmiş bulacaksın ama asıl, doğanın kendisi bana aşık.. her fırsatta şakalaşıyor benimle, sevdiğinden yani.. yağmuruyla ıslatıyor, sonra da sırılsıklam halime bakıp yukarıdan gök gürültülü kahkahalar atıyor bana.. arada güneşe çıkardığı da oluyor beni.. dünyanın en büyük havuzuna dalıyorum onunla.. yavrularıyla, balıklarıyla oynaşıyorum..

bir gün,

tıpkı bir zamanlar senin bana yaptığın gibi omuzlarımdan tutup şiddetle sarstı evimi,,

beni yerle bir etti..

ne kızmıştım ona..

“lanet olası kadın! senin yüzünden tüm sevdiklerimi, herşeyimi kaybettim!” diye söylendiğimde,
ve yapayalnız kaldığımda bile onun yanımdan hiç ayrılmadığını farkettim..

“ olur böyle şeyler.. “ dedi sakin ve tatlı rüzgârıyla..

“arada bir esip geçerim.. yağar ve gürlerim.. sanma ki tek sevdiğim sensin!”

“nasıl! başkaları da mı var hayatında?”

“evet ya! ne sandın.. çok eşliyim ben.. milyarlarca sevgili uyuturum koynumda, her gece bir başkasıyla sevişirim..”

“ seni şıllık!”

çekildi birden köpüklü dalgalar ayaklarımın altından..

kızgınlığımın geçmesi için beni yalnız bırakıp bulutların ardına kadar çekildi.. fakat uzaklardan gözlerini kısarak beni izlediğini biliyordum.. gerisin geri döndüm ve ayaklarımı sürüyerek yürümeye başladım..

tepeden tırnağa titriyordum..

çok kızmıştım, tanımadığım diğer bütün canlıları bir bir kıskanmıştım ondan..

“hey! nereye gittiğini sanıyorsun?.” dedi.. “beni bırakıp nereye gidiyorsun..”

“ ben çok eşli değilim senin gibi.. hayatımda sadece bir tek kadına yer vardı, o da sendin..”

“evet doğru.. işte bu yüzden seninleyim.. “ dedi sevgili rüzgârım..

“hadi çıkar gömleğini..”

“ama üşüyorum..” dedim..

kaşlarını çattı.. “çıkar, üşümezsin..”

çıkardım üzerimde ne varsa.. çırılçıplak kaldım.. o an gündüz gece oldu.. tatlı bir sıcaklık ve karanlık bir örtü üstümüze kapandı.. yıldızların altındaydık..

“ ne o, kıskandın mı beni.. “ dedim.. “ neden yol verdin güneşe.. kalsaydı ya! eğlenirdik birlikte! “

şaka yapmıştım ama doğa kızdı bana.. soğuk soğuk esiverdi, yeniden üşümeye, titremeye başlamıştım ..

“ evet.. ilk kez birisini böylesine kıskanıyorum..” diye fısıldayarak sokuldu her yanıma.. tüylerimde hafif bir ürperti, ensemi terleten bir sıcaklık.. gözlerimi zevkten açamıyordum, iniltilerim rüzgârın uğultusuna karışıyordu..

o gece sabaha kadar seviştik doğayla..

kendime geldiğimde heryerim çizilmiş, kızarmış ve yer yer soyulmuştu..

“ ..sonrasını biliyorum.. “ dedi tıpkı doğa gibi kaşlarını çatarak..

“ teşekkür ederim giysiler için.. sen olmasaydın deli diye beni hastaneye götüreceklerdi..”

“evet..onu da biliyorum..” dedi başını pencereden dışarı uzatıp ufukta bekleşen bulutlara kıskanç bir bakış atarak; “keşke beni de onun kadar sevseydin..”

kalkıp arkasından sıkıca sarıldım, tüylü ensesini öptüm..

“seni çok seviyorum.. seni en az onun kadar çok seviyorum!” dedim perdeyi kaparken..

kendimizden geçmiştik.. çılgınlar gibi sevişiyorduk..

perde aralandı, puslu bir rüzgâr titreyerek odaya doldu..

gördüğü bu manzara karşısında, çok değil birkaç dakika sonra bulutlar toplanacak,güneş korkusundan kaçacak, doğanın gözleri yağmurla dolacaktı..

sevişmenin verdiği o tatlı yorgunlukla ben, yağmurunda ıslanmak için dışarı çıkacaktım..

tepemde kızgın bir şimşek çakacaktı o an..
sana dönecektim küllerimle..

ve bir kadın,,

ölümüne nefret edecekti senden..
iki bölümden oluşan ve yazmaya devam edeceğim absürd hikayem;

bölüm-1 : http://mbsadam.tumblr.com...m-i-supermarkette-patlama

bölüm-2 : http://mbsadam.tumblr.com...i-yavru-fillerin-intihari
meyhaneye son giren bendim. üzerime çevrilen bakışların, bana bakan gözlerdeki şaşkınlığın nedenini buraya girdiğimde anlamamıştım.

karşı masada iki kişi oturuyor. iki yaşlı adam. iki çirkin. bin yıl içki içmesi yasaklanmış iki ayyaş. ve yasaklarının süresini bilmemekle cezalandırılmışlar. yedi yüz sene tek damla içmemişler. bir o kadar sene önce çiğnemişler yasağı. bir o kadar senedir lanetliler. ve hararetle sıkıyorlar rom şişesini derinden, yedi yüz senedir. tam arkamda bir aile oturuyor. küçük bir kızları var. kızın yüzüne bakmayı deniyorum. diğer herkesin yüzü gibi bulanık bir çift gözden başka bir şey yok. yalnız sesi, tiz ve derinden. bana en uzak masada bir koca karı oturuyor. kendi kendine bir şeyler anlatmakla meşgul, utanç verici şeyler... anlattıkça, yüzü kızaracakken, burnu kızarıyor. çünkü bu koca karı içmeden anlatamaz. buradaki herkes gibi.

bir gıcırtıyla irkiliyoruz hepimiz. bulanıklıktan gözlerimin göremediği yerlerde bir sessizlik beliriyor: kaç zamandır göremediğim, yalnız seslerinden tanıdığım kimliksiz insanların sessizliği... ve şimdi, bütün meyhane, açılan kapıya bakıyoruz.

hatırlamaya başlıyorum. bir vakitler ben de o kapıdan girmiştim. o zamanlar henüz saatlerin tik-takları durmamıştı. ya da ben yeterince içeride değildim bunu fark ettiğimde. işte şimdi yeniden dönüyor akrep ve yelkovan, kaybettiği zamanı yakalamak istercesine. ve açılan kapıyla gelen ışık edepsiz koca karının üzerine vuruyor. aynı anda kapının önünde kısa boylu, sakallı bir adam beliriyor. hepimiz bir adama bir koca karıya bakıyoruz. koca karı eriyecek. yıllardır güneş görmeyen bedenlerimiz yalvarıyor un ufak olmak için. seslerini yalnız açılan kapılarla duyuyoruz.

bütün meyhane yeni gelen adama bakıyoruz. bütün meyhane şaşkınız. çünkü adam bize kendisiyle beraber zamanı da getirdi. adama bakıyor ve hatırlıyoruz. ve bütün yaşadıklarımızı zihnimizde canlandırırken bakışlarımızı adamın üzerinde unutuyoruz. adam tedirgin ve şaşkın. üzerindeki bakışların nedenini kestirmeye çalışırken kapıyı kapatmaya yelteniyor. kapatma! diye bağırıyoruz hep bir ağızdan. ve adam kapıyı kapatıyor. bana en uzak masaya bakıyorum. kısa boylu, sakallı bir adam oturuyor.
internet kafede arkadaş grubuyla counter strike oynuyoruz. nostalji yapalım dedik. arkadaşlardan biri adını taner koymuş. ulan taner diye biri de yok aramızda. neyse başladı oyun "kim ulan bu taner" falan hafiften sesler çıkıyor. arkadan elemanın biri de bizi kesiyor. en son dayanamadı biri "kim amk bu taner malı" diye bağırdı. sözlük arkadaki eleman survivor taner çıktı. hani şu 3t taner. şansımıza olay çıkarmadı.

(bkz: taner tolga tarlacı)
(bkz: survivor taner)
(bkz: 3t)
ufacık mini minnacık bir hikayede benden. bir kesit.

(bkz: kızlardan duyulan en şok edici sözler/#23741398)
(bkz: absürd)
Kanal D'nin bütün tatillerde futbol oynayan köpek, beyzbol oynayan maymun, basketbol oynayan kedi filmlerini dayayıp evin Aynalı Tahir, Deliyürek izlemek isteyen kesimine karşı ilkokullu ağlamasını kullandığı, televizyon kavgası yaşattığı yıllardı. Kanal D aile içerisine nifak tohumları ekip ocaklar söndürürken ben daha ortaokula gidiyordum. Okulda nedendir bilinmez ama subay polis çocuklarına çok ilgi duyulurdu. Aramızda yeni oldukları ve henüz ne angut insanlar olduklarını anlayamadığımız için diğer kişilerden üstün görürdük. Apple'ın aynı telefonu azıcık değiştirip piyasaya sürme yönteminin sosyal hayata uyumlu hali gibiydi. O sene sınıfa iki yeni polis çocuğu gelmişti. Biri kızdı öteki de erkek. Kız olan sarışındı ki bu onu 1-0 önde başlatıyordu. Kaldı ki sınıftaki diğer kızlar Bülent Ersoy esmerliğinde ve bıyık almaktan henüz bihaber de oldukları için yeni kız birkaç fark daha atmış o da yetmemiş rövaşataya kalkıp kuvvetlice bir şut çekmişti. Şutu da tam kalbimize isabet etmişti. O yaşlarda erkekler arasında müthiş bir birlik ve beraberlik duygusu çok yoğun olduğu için hepimiz birden aşık olmuştuk. iyi resim çizenler resim derslerinde hep ona yardım ederdi, dersleri iyi olanlar hep ona kopya verirdi, sınıfta sözü geçenler hep ona artizlik yapardı, biz alt tabakadakiler ise götüne bakardık. Sınıfın erkek popülasyonu yeni dişiyi elde etmek için bütün hünerlerini sergiliyordu. Ama ne var ki hiçbirimiz hiçbir çabamıza rn ufak bir karşılık alamamıştık. Gerçi benim ufak bir zaferim vardı; bir keresinde beni işaret edip "Necip'in fermuarı açık!" diye bağırmıştı. Pipime bakması gururumu haklı olarak okşamıştı. Ama ne var ki bu ufak zaferim dişiyi elde etmeme yetmemişti. Sonraki günlerde dişinin hep sınıfa gelen diğer polis çocuğuyla takıldığını gördük. Sürekli beraberlerdi, sürekli konuşuyorlardı. Çoğumuzun varlığından bike haberi olmayan dişinin bu çocukla bu kadar yakın olması sinirimize dokunmuştu. Nazif'e karşı kollektif bir nefret birikti içimizde. Nazif'in en yakın arkadaşlarımdan olması bu durumu değiştirmedi çünkü Nazif dişiyi elimden alarak çok yanlış yapmıştı çook. Sınıfta erkekler arasında Nazif karşıtı hareket çığ gibi büyüyordu. Öğretmene söylenek için en ufak yanlışını gözetleyenlerden toplaşıp Nazif'i dövmek isteyenlere kadar pek çok ayrı fraksiyona bölünmüştü Nazif karşıtı hareket. Ben karakterime en uygun olan safı seçmiştim; pasifistler. Ama Bazif'e bir şey yapamamak da sinirime dokunuyordu. Silahsız devrim olmayacağını anlayıp pdikolojik mücadeleye giriştim. Dişinin yanındayken Nazif'in göt hacminin uzayda hoytatça ve haddinden fazla yer kapladığından Nazif'in bir savaşçı dilbet gibi çılgın ama bir o kadar da tehlikeli osuruklarından söz ettim. Göt konusunda bu kadar takıntılı olmamın çok derin psikolojik sebepleri olabilirdi ama ilgilenmiyordum. Ne yazık ki bununla ilgilenen birisi vardı; Hayallerimin Dişisi! Dişi artık benden ve psikolojik savaş tekniklerimden iyice iğrennişti bana tiksintiyle bakıyordu. Artık olacağı varsa da olmazdı. Fakat o kadar kolay pes edecek değildim. Nazif ve Dişi'nin konuşup gülüştüğü birgün Nazif'e "Koca göt!" diye bağırıp kaçtım.
Sıradan bir pazar sabahı rahatsız uykusundan homurdanarak uyandı.söyle bir etrafına bakındı her şey yerli yerindeydi.sıkıcı bir hayatı vardı. düzeni tertibi her şeyin önünde tutar,düzenin tertibin önemine dair nutuklar atmaktan keyif alırdı.tek kişilik odasında bir elbise dolabı,bir kitaplık,kırık bir yatak ve bir bacağı diğerlerinden daha yüksek eski bir masa dışında hiçbir eşya yoktu.yüzünü yıkamak üzere koridordaki lavaboya doğru gitmeye başladı.ağır adımlarla lavaboya girdi ve yüzünü yıkamaya başladı.yüzünü kuruladıktan sonra şöyle bir aynaya baktı ve gördüğü manzara karşısında adeta dili tutuldu.kulakları yerinde yoktu!nasıl olmuştu ? Kim almış olabilirdi ? Bu bir rüya mıydı yoksa birisi ona kötü bir şaka mı yapıyordu ? Kafasını hızlı hızlı salladiktan sonra bir kez daha aynaya baktı manzara aynıydı resmen kulakları yoktu.sanki gece uyurken uçup gitmişlerdi.telaşla odasına doğru koşmaya başladı bir de telefonunun ön kamerasından bakmak istiyordu kulaklarına.odaya girip telefonunu yastığının dibinden alarak ön kamerayı açtı.aman yarabbim hala kulakları yoktu hala! Nasıl bir kabustu bu ? Hemen fotoğrafını çekip arkadaşlarından birine yolladı.arkadaşından gelen resimle ise şaşkınlığı bir kat daha artmıştı,onun da kulakları gitmişti! iki ayrı insanın başına aynı gecede böyle bir olay nasıl gelebilirdi ? Hemen arkadaşını aradı ve nasıl olduğuna dair sorular yağdırmaya başladı.arkadaşının durumu da kendisininkinden farklı değildi,onun da bildiği pek bir şey yoktu.ilk şoku atlattıktan sonra sokağa çıkmaya karar verdi belki bunun nasıl olabileceğini bilen insanlar çıkıp nedenini söyleyebilirlerdi.bu düşüncelerle sokağa fırladı.aman allah o da neydi ? Sağından solundan kulaksız insanlar geçip gidiyordu ! Ne olduğunu bir türlü anlayamamıştı. Bu insanların ve en önemlisi kendisinin kulakları nerdeydi ? Nasıl,bir gecede hepsi yok olup gitmişti ? Bu düşüncelerle sokağın başından sonuna doğru yürümeye başladı. Her taraf kulaksız insanlarla doluydu ve işin tuhaf yanı bu insanların kulakları yerindeymiş gibi normal hayatlarına devam ediyor olmalarıydı. Kimisi alışverişini yapıyor kimisi sevgilisiyle tartışıyor kimisi de kahvesini yudumluyordu. Kimsenin bu tuhaflığa aldırdığı yoktu sanki hep kulaksız yaşamışlardı. Eskisi gibi konuşuyor, tartışıyor gündelik hayatlarına devam ediyorlardı. Şaşırdığı bir diğer nokta ise insanların kulakları olmadığı halde konuşmaya devam ediyor oluşuydu. Birileri bir şeyler söylüyor birileri onaylıyor birileri ise itiraz ediyordu. Bütün bunları nasıl oluyor da kulakları olmadan yapabiliyorlardı ? Yoksa karşılıklı konuşmalarda kulak o kadar da önemli değil miydi ? Ne gerek vardı ki kulağa zaten ?Kulakları olmadan da insanlar birbirlerini anlayabiliyordu ne de olsa. Konuşmayı seviyordu belki de insanlar dinlemekten çok ya da dinlemek onlara zaman kaybı gibi görünüyordu. insanlar zorluk çekmemişti yani kulaksız yaşamaya alışma konusunda. Kimse sormuyordu diğerinin kulakları hakkında. insanın bir diğerini en az yargıladığı konu buydu bana kalırsa. Kimse birbirini dinlemiyordu ve kimse bu durumda bir anormallik sezmemişti. Kahramanımıza ise , zaman içinde bu duruma alışmak düşmüştü. O da normal hayatına döndü ve kulakları olmadan bir ömür mutlu yaşadı.