bugün

kardeş katlinin kaldırılmasıyla osmanlı padişahlarının teker teker tahttan indirilmesi ya da it kopuk tarafından öldürülmesi göz önüne alındığında ne zaman ki kardeş katli kalkmıştır o vakit osmanlı nın yükselme süreci durmuştur.

ayrıca sabah akşam osmanlı hanedanına küfredip sonra da yazık ama diyen iki yüzlülerinde ta alnına koyayım.
kendine müslüman de, sonra kundaktaki bebeyi boğdurt.

kendine müslüman de, haremdeki kızlarla halvete gir.

hepsi devletin bekası içinmiş. he anam he.
Osmanlı devletinde, hükümdar varisi şehzadelerin isyan çıkarıp devletin akıbetini teklikeye düşürmeleri karşısında alınan tedbir dir.

Şimdi bunu eleştirenler, milletin bekası için bırak haksızlık yapan kardeşine cephe almasını, kardeşi onbin askerin ölümüne sebep olsa onun kılına bile dokunmaz. Zaten by konuyu eleştirenler, paspası suya vermiş kemalistler ve ateistler dir.

Ne yani siz söyleyin. Topraklarınız içinde yüzlerce din ve etnik köken var. Müslüman nüfüs gayri Müslim nufustan az, ve devleti islam la yönetiyorsunuz. Siz olsanız, kardeşiniz isyan çıkarsa ve devleti bölmeye, bekasını tehlikeye düşürse, onbinlerce insanın ölümüne sebebiyet verse siz hangisini yapardınız?

Gerçi bu dallamalar bilmez ki. Bunlar osmanlı nın beşikteki bebekleri katlettiğini söylerler, ona inanır lar. Çünki ancak o şekilde idlamdan ve osmanlıdan kurtulup, gözden düşürebileceklerine inanırlar.
zorunluluktur. 21. yüzyılda yaşayıp 16. yüzyılda olan olayları eleştirmek ne kadar kolay diye düşündüren başlık. bırakın kardeşi bir insanı öldürmek kolay iş olmasa gerek bu adamlar devlet her şeyden üstündür fikriyle yapmışlardır bu eylemi sana göresi bana göresi olduğunu düşünmüyorum. olayları olduğu yıllara göre değerlendirmek gerekir. ayrıca kardeş katline çözüm bulunduktan sonraki osmanlı padişahlarının sürekli tahtan indirilip yerine başka birinin tahta geçirildiğine de hatırlamamız gerekiyor. zaten bu tahtan çıkıp inmelerin de sonucu devlet kötü yönetilmiş ve tarih sahnesinden çekilmiştir. tüm detaylar göz önünde tutularak değerlendirilmesi gereken konular bunlar.
Osmanlı hanedanı'nın soyunun tükenmesi tehlikesiyle yüzyüze gelmesine neden olan uygulama. Bu yüzden de kaldırılmıştır.

Tabii ki kendince olumlu sonuçları olmuş, merkezi otoriteyi güçlendirerek taht kavgalarını ve imparatorluk içi hizipleri azaltmıştır. Ancak...

O dönemde kaldırılmış olmasaydı da hanedanın soyu tükenseydi bugün osmanlı seviciler hâlâ över miydi acaba?
bir osmanlı geleneğidir.

burada ne kadar barbar ne kadar boktan bir millet olduğunu görebilirsiniz. kökümüz aha böyle ibneliklerle dolu. sonra vay neden memleket gelişmiyor.

bunlara cevaz veren atalarım da ta sülalesini sikeyim.
Ne objektifliği, ne savunması diyorsunuz.
Şu anki siyasi parti başkanları kardes olsalardı, Tayyip devletin bekası için diğer başkanları öldürseydi, ne yorumlar yapılırdı. Kaldı ki direk emir almadan, uygunsuzluk sebebi ile el koyulan şirketler için bile ne tepkiler verilirken, katillik nasıl tepki görürdü, siz düşünün.
görsel
merhametsizliğin adını fetva koymuşlar, cinayetlere, vahşete kılıf hazırlamışlar.
dövletin bekaası icin savunulan vahşet. "kardeş katli" diye kalıp olarak söyleyince kulağa çok nahoş gelmiyor heralde.

"kardeşim öldü ciğerim yandı, evladım öldü yüreğim yandı" demiş anadolu insanı. taht için bu acıyı göze alabilen insan normal olamaz. devlet bekaası için kan gerekiyorsa da batsın o devlet.
devlete bağlı şehzadeler yetiştiremeyen bir imparatorluğun ''o dönemin şartları altında gerekliydi rererörö'' şeklinde savunulan uygulaması.

efenim neymiş, her şehzade doğal hakkı olarak iktidarda hak iddia edebilirmiş, zaten iktidarı elde eden şehzadenin kardeşlerini katletme hakkı ancak fetva ile veriliyormuş.

21. yy'da bir başbakan bir kurumun başına atadığı müdür ile yolsuzluklarını kapatabiliyorsa, 20. yy öncesi padişaha fetva vermeyecek şeyhülislam'ın bağımsız karar verebileceğini kimse iddia edemez.

meselenin kaynağı uçkur. evet padişah'ın uçkuru. düzinelerce ülkeden toplama cariyelerden onlarca çocuk sahibi olmak. çocuklar hayatları boyunca kardeşleri ile yarış içerisinde ve içten içe nefretle büyüyor. sonuç ise saraydan sıra sıra çıkan cenazeler. böyle bir devlet yapısının bekasının mümkünatı olabilr mi?

oysa şehzadeler o çok bahsedilen devlet, vatan sevgisiyle büyümüş olsalar, iktidarları için devletin karşılaşacağı tehlikeler umrunda olsa, zaten taht kavgasına girmezlerdi.

yani padişahlar züklerinin keyfini, kardeşlerinin ve de çocuklarının hayatlarına tercih etmişlerdir. mesele bu kadar basit.
devlet felsefesini bilmeden tarih okumadan, ağzıyla götü yer değiştirmiş halde yorum yapan cahil haysiyetsiz güruh yine saçmalamıştır bu başlık altında.
Devletin bekası ile islam bekası arasında seçim yapmaktır. Her ne sebeple olursa olsun islamda kıssas vardır. Hem öldürenin daha iyi yöneteceğini kim tayin eder? En azılı katil ve en acımasız kardeş mi en iyisidir? Kısacası osmanlı'nın dinle alakası olmayan bir devlet olduğunu gösterir.
(bkz: akp)
(bkz: cemaat)

kolay gelsin.
vicdanın kabul edemeyeceği bir şeydir bence ama öyle ruh halleri var ki öldürmem dersin ama öldürürsün.

tabi siyasi çıkarlar, kişisel rantlar üzerine beka diye yutturulan bir yanı da var ama vicdansızlığı neyle örtersen ört seni rahat bırakmaz bu.

bide o kadar ucuz hayatlar var ki, arazi sınırında anlaşamadıkları için bile kardeşine kıyıyor. la toprak parçası bu diyorsun ama işin ucunda gene para var.

ne diyeyim, umarım böyle bir vicdansızlığa dahil de şahit de olmam.
Anlaşılan konuyu açan osmanlı hakkındaki fikirlerini almak için yazarlarına olta atarak genel çıkarım yapıyor.

Osmanlıyı islamdan ayırırsak bunu anlamayacakğız ve devletin bütün sistemini tarumar edeceğiz ve şuan osmanlıca kelimeleri pek kullanmadığımız ve yeni kelimeler üretilmiş diyerek osmanlıdan eser kalmamış diyerek çok sevineceğiz.

Osmanlıyı din ile ve ayrıca bunun getirdiği cihat ile anlamak istersek bunu korumak için kardeş katlinin bütün ilimleri bilen herşeyi ile hesap eden şeyhülüslamca karar verilmesi son tercih olarak doğru kabul edilmiş ve osmanlının bekasına çok fayda sağlamış ve dahası vardır.

Şahsen şuanki bu konudak cehaletimle ancak keşke başka yolu olsaydıda daha kundaktaki bebeğe biçilen ölüm fermanı engellenebilseydi keşke bir yolu olsaydıda şu güzel dünyayı oda sezebilseydi ve belkide kardeşinden daha iyi yönetici olurdu gibi düşünceler geçebiliyor aklımızdan ve vicdanımız bu olaya doğru diyemiyor ve hala bir yolu olsaydı diyebiliyoruz ama bir taraftanda osmanlının gayesini düşününce hakda veriyoruz, sonuç olarak yeterli bilgin olmadan ancak bu kadar kendince çıkarım yapabiliyorum.
Milletin anası ağlayacağına, varsın anam ağlasın.
taht hırsı ve göt korkusunun karışımı bir duyguyla, "yüce ecdadımız" tarafından uygulanan ivrenç bir gelenek.
tabi devletin bekası falan, yersen.
ottomanların yaptığıdır. vahşettir, terördür.
osmanlıda fatih sultan mehmed tarafından legal hale getirilen devletin bekası için hanedanın kendini feda ettiği bir uygulamadır.
Satrançta mat olmamak için taşını feda etmeye benzeyen durumumsu.
"Yavuz Sultan Selim, idareyi ele geçirdiği zaman, düşmanları sindirilmiş ve hudutları sağlama bağlanmış bir Rumeli'ye karşılık, devletin geleceğine göz dikmiş Sark (Doğu) düşmanlarıyla yüz yüze gelmişti. Fakat iç emniyet sağlanmadan dışarı ile uğraşmak mümkün değildi. Her saltanat değişikliğinde oldugu gibi, yine taht rakibi birkaç şehzâde çıkabilirdi. Bunlar, tahtı ele geçirmek için komşu bazı devletlerle anlaşmalar da yapabilirlerdi. Böyle durumlarda üzerinde ittifak edilen konu, genellikle kendileri ile anlaşılan devletlere bazı bölgelerin terk edilmesi şeklinde oluyordu. Bu yüzden, bazı şehzâdelerin başının gitmesi gerekiyordu. Ne çare ki, onlar gitmeyecek olsa, memleket gidecek veya memlekette kan gövdeyi götürecekti. Memleketi ve bütün bir tebaayı (vatandaşı) böyle bir duruma sokmamak için Osmanlı hükümdarları gözlerinden yaşlar aka aka kardeşlerini ortadan kaldırmayı adeta bir vazife biliyorlardı. Zira bu, memleketin selâmeti için gerekliydi. Bununla beraber, daha önce de belirtildiği gibi Yavuz Sultan Selim, zararlı bir faaliyete girişmedikleri takdirde kardeşlerine bir fenalık yapmayacağına dair babasına söz vermişti. Bu söze rağmen o, ağabeyleri olan şehzâde Ahmed ile şehzâde Korkut'un durumları ile yakından ilgileniyordu. Zira elde ettiği devlet idaresinin ve tahtının temellerinin sağlamlaşması bir bakıma bu ilgiye bağlıydı. Aksi takdirde tahtı ile birlikte devlet de elden çıkabilirdi. Devletin elden gitmesi bir tarafa, zarar görmesi dahi bütün bir Müslüman toplumun yok olması veya başka din mensuplarının idaresine girmesi demekti.

Nitekim kısa bir süre içinde cereyan eden hadiseler, Yavuz Sultan Selim'in bu ilgi konusunda ne kadar haklı olduğunu ortaya koyacaktır. Gerçekten, şehzâde Ahmed, kardeşi Selim'in, babasının yerine tahta geçmesini bir türlü kabul edememişti. O, gerek babasının, gerekse devlet adamlarının vaatleriyle kendisini Osmanlı tahtının tek varisi olarak biliyordu. Tahtı ele geçirmek için de her şeyi yapmaya hazırdı. Onun, devletin yönetimini ele geçirme faaliyetleri yüzünden Sultan Selim, Ahmed gailesini bertaraf etmek üzere hazırlanmak zorunda kalır. Zira Ahmed, babası II. Bâyezid'in sağlığında hükümdar olmak üzere harekete geçmiş, Üsküdar'a kadar gelmiş, fakat yeniçerilerin müdahalesi sonunda geri dönerek Konya'ya çekilmiş ve orada hükümdarlığını ilan ederek her tarafa hükümler göndermeye başlamıştı. Ahmet. Konya'da padişahlığını ilan etmekle kalmamış, aynı zamanda oğlu Alaeddin'i göndererek 19 Haziran 1512'de Bursa'yı da ele geçirmişti. Alaeddin, Bursa Subaşısı'nı öldürterek Hutbe ve Sikkeyi babası Sultan Ahmed adına çevirtmek ister. Fakat Bursa halkı buna karşı direnerek Selim'e bağlı olduklarını göstermeye ve ona itaat etmeye devam eder. Lütfi Paşa, Alaeddin'in Bursa'da yaptıklarını çok özet bir şekilde şu ifadelerle nakleder: "Sultan Alaeddin, Bursa'ya gelüp ve Bursa'yı zapt edüb subaşısını ve Sultan Selim'e tabi olanların ekserin (çoğunu) kılıçtan geçürüp ve mîrîye müteallik emvâli (malları) zapt edüp ve şehirlisinden dahi nice mal ve menal alub ve babası Sultan Ahmed adına Hutbe okudub"

Lütfi Paşa'nın verdiği bu bilgi, Şehzâde Alaeddin'in, Bursa'da yaptıklarını ortaya koyup sergilediği gibi, babasının, hükümdar olarak vazifeyi deruhte etmesi halinde yapabileceği işler hakkında da bir ip ucu vermektedir. Şehzâde Ahmed, böyle bir hareket karşısında Selim'in sessiz kalmayacağını kestirmiş olmalı ki, yanında bulunan ve kendisini destekleyen devlet adamlarının teşviki ile yardım talebinde bulunmak üzere oğlu Murad'ı da Şah ismail'e göndermişti. Şah ismail'in izniyle etrafında 20 bin civarında asker toplanır. O da gelip Tokat taraflarında halka eziyet etmeye başlar. Ordusunda bulunan Kara iskender, onun hem komutanı hem de akıl hocası idi. Öbür taraftan şah ismail'in adamı Nur Ali de etrafı yakıp yıkıyor ve " il ü gün şah ismail'indir" diye ilan ediyordu. Şehzâde Ahmed ve oğullarının hareketleri, halk üzerinde çok kötü tesirler meydana getirmeye başlar. Zira halk, daha önce alışmış olduğu sükûnet, devlete güvenme ve haksız bir şekilde vergi vermeme prensipleri artık ortadan kaldırılmış, idareyi ele geçirmek isteyen bu insanların keyfine göre vergi vermek ve onlara hizmet etmekle yükümlü tutulmuştu. Öbür taraftan Yavuz Sultan Selim, Kefe'de bulunan oğlu Süleyman'ı istanbul'a çağırıp onu, yerine Kaim-i makam (Kaymakam) bıraktıktan sonra askerini toplayıp durumun enine boyuna tartışılması için müzakere açar ve der ki: " Babama söz vermiştim, kardeşlerim rahat durdukları müddetçe onlara dokunmayacaktım. Fakat görüyorsunuz, memleket ne hale geldi? Benim arzum sonuna kadar bunlarla savaşmak ve memleketi bunlardan kurtarmaktır." Bu arada kardeşi Ahmet'e de bu durumdan vazgeçmesi için bir mektup yazıp ileri gelen devlet adamlarından biri ile gönderir. Fakat Ahmed, başına toplamış oldugu Turgutlu ve Varsak askeri ile Selim'in bu barış teklifini kabul etmeyip isyana devam eder. Bundan sonra, devlet erkânının tamamı, Selim'i destekler. Selim'in arzusu üzerine istanbul'dan Anadolu'ya geçilir. 15 Cemaziyülevvel 918 (29 Temmuz 1512)'de Bursa üzerine gidilir. Halk tarafından şehri terk etmeye mecbur bırakılan Alaeddin, çekilmek zorunda kalmıştı. Bu esnada Ankara'da bulunan Ahmed, Amasya'ya geri dönmüş ise de Amasya Sancakbeyi Mustafa Paşa'nın, şehrin kapılarını açmaması ve bu arada Ankara'ya kadar ilerleyen Yavuz Sultan Selim'in kuvvetleri tarafından takip edildiğinden doğuya doğru kaçmaya devam eder. Darende ve Malatya'yı geçip oradan Mısır Sultanı veya Şah ismail'e sığınmak ister. Yavuz Selim'in, takibi için gönderdiği Malkoçoğlu Tur Ali Bey, peşinden Darende ve Malatya'ya kadar gelir. Tur Ali Bey, buradan Yavuz Selim'e bir mektup yazarak Memlûk topraklarına girip girmeme hususunda fikrini sorar. Bunun üzerine Yavuz Selim, Memlûk topraklarına girmeden geri dönmesini ister. Tur Ali Bey, oradan Sivas'a gelir. Bursa'dan Ankara'ya gelmiş olan Yavuz Selim de kışın yaklaşması üzerine Bursa'ya döner. Ahmed, Darende'den Yavuz'a bir mektup gönderir. Mektubunda kendisinin yabancı bir devlete iltica etmesinin Osmanlı Devleti için büyük bir utanç vesilesi olacağını bildirerek anlaşma teklifinde bulunur. Bu mektuba karşılık veren Yavuz Sultan Selim, onun bu teklifini red ederek sadece Müslüman bir devlette kalabileceğini bildirerek bu şartla her türlü ihtiyacının karşılanacağını söylemişti. Bu sıralarda, Amasya'yı zapt eden Ahmed'i ani bir baskın ile ele geçirme teşebbüsü de sonuçsuz kalmıştı. Bununla beraber Yavuz Sultan Selim, Ahmet'e olan meyli yüzünden Vezir-i Azam Koca Mustafa Paşa'yı Ahmet'le haberleşiyor diye Bursa'da idam ettirerek onun yerine Hersekzâde Ahmed Paşa'yı dördüncü defa olarak sadarete getirir.

Yavuz Sultan Selim, devletin bekası ve halkının selâmeti için şehzâdeler gailesini bütünüyle bertaraf etmek zorunda idi. Tarihî bilgi ve tecrübeler, hayatta kalan şehzâdelerin devamlı olarak devlet için bir problem olduklarını, dış güçlerin, bunların saltanat hırsından devamlı surette yararlandıklarını gösteriyordu. Bunun içindir ki, Yavuz Sultan Selim, Şehzâde Mahmud'un oğulları Kastamonu Beyi Musa ile Orhan ve Emir han, Âlemşah'ın oğlu Çankırı Beyi Osman ve Şehinşah'ın oğlu Niğde Beyi Mehmed'i de ortadan kaldırmak zorunda kalır. Selim, ilmi, irfanı ve cömertliği ile her sınıf halkın, bu arada yeniçerilerin sevgisini kazanmış bulunan ağabeyi Korkut'un saltanat hakkındaki görüşlerini öğrenmek için, kendisine devlet ricali ağzından mektuplar yazdırır. Bu mektuplara kanan Korkut'un, hâla saltanata gelme arzusunda oldugunu "derûnunun saltanat havası ile" gören Yavuz Sultan Selim, Bursa'dan hareketle Saruhan (Manisa) üzerine yürür. Maksadı onu kendi sarayında ansızın bastırmaktı. Bu haberi alan Korkut, yanına Pervâne (Piyale) adli lalasını alarak Rodos şövalyelerine veya Avrupa devletlerinden birine iltica etmek gayesiyle gizlice Antalya'ya doğru kaçmaya muvaffak olmuştu. Bu kaçış esnasında onun Teke ili'nde veya Hamim ili'nde bir mağaraya gizlendiği bildirilmekle birlikte onun Bergama civarında bulunan bir mağaraya gizlendiği anlaşılmaktadır. Sultan Selim, gelip ağabeyi Korkut'u bulamayınca, onun Frenk veya Mısır'a gitme ihtimalini düşünerek denizler dâhil olmak üzere her tarafı kontrol altına alır. Ağabeyini yakalayamayan Yavuz Sultan Selim, geri dönerken Anadolu'dan kuş uçurtmaz olur. Bu esnada Korkut Çelebi, yerini keşfeden Türkmenlerin ihbarı üzerine Piyâle ile birlikte yakalanır. Bursa'ya getirildiği bir sırada Eğrigöz'de 9 Mart 1513'te Kapıcıbaşı Sinan Ağa tarafından uykuda iken yay kirişi ile boğulmak suretiyle öldürülür.

Daha önce Muhafızlar tarafından Korkut'un yanından uzaklaştırılmış bulunan Piyâle, döndüğünde efendisinin öldürülmüş oldugunu görerek büyük bir teessüre kapılır. Artık hiçbir şey kendisini avutamaz. Onun tek tesellisi, ölünceye kadar, Bursa'da Sultan Orhan türbesine defnedilen Korkut'un türbedârlığını yapmak olur. Gerçekten Sultan Selim, Şehzâde Korkut'un nedimi (lala) olan Piyale'yi efendisine sâdıkane hizmet ettiği için takdir edip mükafatlandırır. Bol ve külliyetli miktardaki bir tahsisatla onu türbedarlığa tayin eder. Korkut Çelebi'nin ölümü üzerine üç günlük genel bir matem ilan eden Yavuz Sultan Selim, biraderinin saklandığı yeri haber veren Türkmenlerden bazılarını öldürtür. Korkut, Osmanoğulları'nın kıymetli bir mensubu idi. Âlim, fâzıl, şair ve musikişinastı. Bahriye (denizcilik) işleriyle ilgilenmekten büyük bir haz duyduğu gibi denizcileri de himaye ederdi. Devletin, denizcilikle ilgili gelecekteki hedeflerini derin bir vukufla görüp takdir ettiği rivayet edilir. Keza Barbaros biraderlerin onun himayesini gören denizcilerimiz olduğu söylenir. Yavuz'un hükümdar ilan edildiği sırada istanbul'da bulunan Şehzâde Korkut, ona sadık kalacağına ve saltanat dâvasına kalkışmayacağına dair söz vermişti. Selim de muhalefet edilmediği müddetçe rahat ve müreffeh bir hayat geçirebileceğini kendisine vaad etmişti. Bununla beraber Korkut'un büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı içinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Çünkü her şeyden önce Yavuz'un verdiği söze sadik kalıp kalamayacağı belli değildi. Ayrıca onun sert ve haşin tabiatını da biliyordu. Belki de bunları dikkate aldığı içindir ki, istanbul'dan ayrılıp sancağına hareket ettiği zaman Yavuz'dan Midilli Adası'nı istemişti. Bu talebi yaparken elbette bir düşüncesi vardı. Bunu sadece gelir bakımından mı istemişti, yoksa başına nasıl olsa bir felaket geleceğini düşünerek, buradan Mısır'a veya amcası Cem gibi başka bir ülkeye kaçmayı mı düşünmüştü? Bunu şimdilik kesin olarak söylemeye imkân yoktur. Ancak onun bu arzusu, ne padişahça ne de henüz o tarihlerde sağ olan II. Bâyezid tarafından olumlu karşılanmıştı. Bununla beraber Yavuz Sultan Selim, istediklerinden daha çoğunun verilebileceğini ancak biraz sabırlı olması lazım geleceğini kendisine bildirir. Bu vaadi samimi olmasa bile tam zamanında yapılması bakımından dikkate şayandı. Çünkü Şehzâde Ahmed isyanının devam ettiği bu sıralarda Korkut'un da ayaklanacağına dair söylentiler çoğalmıştı. Öyle bir an geldi ki bizzat Şehzâde Korkut bir mektupla Yavuz'a "taife-i ehl-i nifakın" boş durmadığını ve aleyhinde birçok şeyler uydurduğunu, bunlara inanılmaması gerektiğini ve kendisinin tam bir sadakat içinde bulunduğunu bildirmek zorunda kalır. Selim'in, bu mektuba verdiği cevapta kısaca "sen sözünde durdukça bu cânipten asla endişe etmemelisin" denilmişti. Korkut'un şüpheli bir hareketi de, Midilli'yi elde edemeyince Teke ve Alâiye taraflarının kendisine verilmesini istemesi idi. Halbuki vaktiyle kendisine ait olan bu yerlerden o, sıhhatine elverişli olmadığını söyleyerek ayrılmış bulunuyordu. Onun, yeniden bu topraklara sahip olmak istemesini, bir tehlike vukuunda, deniz yolu ile başka bir tarafa kolayca kaçma maksadına bağlamak mümkün oldugu gibi idare ettiği toprakların biraz daha genişletilmesi şeklinde yorumlamak da mümkündür. Ancak, şehzâdenin bu gibi istekleri, Yavuz'un şüphelerini artırmaktan başka bir ise yaramadı.

Yavuz Sultan Selim, Ahmet'e karşı kesin sonuç almak için harekete geçme zamanının geldiğine karar vererek, devlet ricali ağzından ona da mektuplar göndertmiş, geldiği takdirde bu ricalin kendisine iltihak edecekleri bildirilmişti. Bu mektuplardan cesaret alan Ahmed, topladığı kuvvetler ile Bursa üzerine yürümüştü. iki kardeş Yenişehir Ovası'nda karsılaştıkları zaman Ahmed, kendisine gönderilen mektupların uydurma oldugunu anlamış ise de artık savaşı kabul etmekten başka çare bulamamıştı. Burada mağlup olan Ahmed kaçarken atından düşerek yakalanır. Yakalandıktan sonra kardeşi Selim'e adam gönderip özür diler ve kendisini affedip küçük bir yer vermesini ister. Fakat Selim, şah kulu olayında askerinin başında olup onlarla savaşmadığı ve birçok Müslüman'ın ölümüne sebep oldugu için kendisini bağışlamaz. Bundan sonra Selim, fitnenin ortadan kalkması için, daha önce Korkut'u öldürdüğünü gördüğümüz Sinan Ağayı gönderip 8 Safer 919 (5 Nisan 1513)'da onu da boğdurur. Tahnit edilen cesedi, Bursa'da II. Murad türbesi dâhilinde bulunan Şehinşah'ın türbesi yanına defnedilir. Bununla beraber Selim, bu olaydan dolayı çok üzülmüştü. Selim, bu üzüntüsünün bir nişânesi olmak üzere Bursa'da bin koyun kestirecek ve fakirlere de 700.000 akça dağıtacaktır. Şehzâdelerin sebep oldugu iç karışıklıkları sona erdiren Yavuz Sultan Selim, yukarıda görüldüğü gibi kardeşlerini ortadan kaldırmaya muvaffak olur. O, kardeşleri arasında en çok Korkut'u severdi. Kaynaklar, Yavuz Selim'in, Korkut'un idamı esnasında adeta çocuklar gibi ağladığını kaydederler. Onun, bu esnada "nesi-i Osman"ın bu garip kaderine âh-u vah ettiği de nakledilir. Yavuz'un bu şekildeki davranışları, kardeşleri ve yeğenleri hakkındaki mülahazaları, onun iki yönünü açıkça ortaya koymaktadır. Biraderlerinin ölümüne karşı derin ve insanî bir acı duymakta ve bunun için ağlamakta, onlarin kadın, kız, ana ve hizmetinde bulunanlara en büyük lütfü gösterip elinden gelen iyiliği yapmaktadır. iste bu, onun kardeşlik tarafıdır. Bununla beraber, Osmanlı mülkünün parçalanmaması ve milletin rahat etmesi (nizâm-i âlem için) de kardeşlerinin katlini emretmekteydi. Bu, onun devlet reisliği vazifesidir. Bu vazife kendisine, devletin selâmetinin, akrabalık, şahsî alaka ve muhabbetinden daha üstün oldugunu devamlı olarak hatırlatıp duruyordu. Bunun için, birbirine zıt gibi görünen bu iki hareketi, gelecekteki nesillere ve tarihe, bu isleri isteyerek yapmadığını, kardeşlerini isteyerek ortadan kaldırmadığını, bunu yaparken de büyük bir ızdırap ve acı çektiğini, buna rağmen devletin devam ve tekâmülü için buna mecbur oldugunu anlatan beliğ ifadelerle doludur. nesi-i Osman'ın müşterek ızdırabı olan bu acıyı duyanların hareketlerini takdirle karşılamak gerekir. Devletin selâmeti için kardeşlerini ve onlarin çocuklarını ortadan kaldırmayı bir vazife bilen Sultan Selim, idam ettirdiği kardeş ve yeğenlerinin servetlerini hazineye mal etmeyerek tamamını ölenlerin zevcelerine, kızlarına, analarına, başka bir ifadeyle kanunî mirasçılarına vermişti. O, bu kadarla da kalmayarak bunların tamamına maaş bağlatmıştı. Ayrıca o, ağabeyi Korkut'un iki kızı hakkında pek lütufkâr davranmıştı. Sultan Ahmet'in pek büyük olan mal ve servetini, son kurusuna kadar hayatta bulunan yaslı anası Bülbül Hatun'a vermiş, oğlunun şanına layık hayır eserleri yaptırmasını da tavsiye etmişti. Bu durum göz önüne alındığı zaman, daha önce sözü edilen idamlardan, Yavuz'un sorumlu tutulamayacağını, devletin birlik ve beraberliği ile yüksek menfaatlerinin bunu gerektirdiğini söyleyebiliriz. babasının son saltanat yıllarını ve memleketin şah ismail'in propagandası sonucunda düştüğü durumu bir süre vali bulunduğu Trabzon şehrinden endişe ile takip eden Yavuz, sonunda babasını tahttan indirerek devletin işlerini ele almıştı. II. Bâyezid devri sona ererken, gevşemiş olan idareden türlü şekillerde faydalanmak isteyenler, kendi emellerini, ideolojilerini ve çıkarlarını gerçekleştirmek üzere harekete geçip halkın huzurunu bozmuşlardı. Bu hâle sebep olanlar arasında, vezirden devletin en küçük görevlisine kadar olanlar vardı..."

alıntıdır.
Kardeş, devlete ve millete zarar verecek hareketlerde bulunuyorsa, zarar verme tehlikesi varsa katli vaciptir.
Kuranda insan öldürmenin ahirette çok büyük günah oldu yalnızca yanlışlıkla öldüren kişinin allahın tövbe ederse affedecegi yazılmıştır buda demek oluyoki vacip falan degil fetvaymış yerim öyle fetvayı ALLAH ın bizzat dünya malına kapılmayın dedigi bi dünyada taht için can almak vacip degildir bunlar fetvayı neye ve kime göre vermişlerki günah degil diyorlar kuranda yazanamı inancaz bu sözde hoca bozuntularınamı tabiki kuran.
Osmanli devleti'nde tahtin otoritesini korumak icin mesru gorulmus bir yontem. Halkin ve devlet adamlarinin destegi ile yapilmistir.

(bkz: fatih sultan mehmet)
Kendini osmanlı soyundan gören kişilerin mensup olduğu imparatorluğun bolca yaptığı eylem.