bugün

mart ayında albümü çıkacak olan grup heyecanla bekliyoruz.
http://www.facebook.com/eskiciofficial
edit: gün itibari ile albümü çıkmış, birbirinden keyifle dinlenilebilir 6 parçasıyla dinleyicilerine ce ee yapmış gruptur.
albümde üç isimli şarkısını demet sağıroğlu ile düet yaparak gerçekleştirmiştir. hayırlısı olsun diyelim.
tam olarak şu şekilde bağıran kimse "eğğğkssiiiler alınıyorpewwpoeee eğssikiciii yeah."
kaybolmuş bir kentin eskicisiydi
makineleşmeye karşı duyguları topluyordu
kaybolmuş bu kentin sokaklarında
torbasında umut, torbasında insana
dair ne varsa
istanbul'un en eğlenceli mekanlarından biri tereddütsüz. 90larda çocuk olmak neydi öyle net hatırlatıyorlar ki. severek beğenerek mümkünse haftada en az iki gün bulunmaya çalıştığım yerdir.
ismini "seviyesiz bar" olarak değiştirmek istediğim mekan. müzikler hoş, mekan ve insanlar boktan.
bir metin kemal kahraman şarkısıdır. sabah ak kirli ve uzun sakallı bir dilenci gördüğümde aklıma geldi, tuhaf bakıyordu. sonra dinledim;
http://www.youtube.com/watch?v=6eFGG0TmaEw
beyoğlun da bulunan hoş bir atmosferi olan bardır efenim.
Bir Sabahattin ali hikayesi.
Alman malı sağlam çamaşır makinesine 6 lira veren kişi.
istanbul beyoğlu'ndaki, genelde insanların "eskici yapalım mı yeaaa" diye kafaları güzelken uğradıkları mekandır. inanılmaz eğlencelidir eğer çok sarhoş değilsen. yurdum sarhoş ritimsiz kızları ve hayatında hiç bir kızla dans etmemiş sudan çıkmış balık erkeklerini izlemek başlı başına yeterli bir sebep gitmek için. kendisi hakkında erkek arkadaşımın temelde tehdit içerikli tehdidi:

"bir şey olur, ayırılırsak, seni burada görürsem bacaklarını garanti kırarım"
eski eşyalardan kurtulmamızı sağlayan , üç kuruş için akşama kadar kapı kapı dolaşan emekçi kardeşlerimizdir.
ankara konurda bulunan barımsı bir mekan. muzikleri guzeldir icki fiyatlari konumundaki diger barlara gore azicik fazladir zannimca. duvar kagitlarini da film afisleri olusturuyor mekanin.
bir arkadaşımın içki içmediği için temel isimli gözlerinin altı mor maddeciye benzeyen barmen tarafından kovulduğu bar.

içki içmeyip kola içiyorsanız çıkın dışarı diyen bar.
refik halid karayın bir hikayesinin adı.
okumanız tavsiye edilir.
Taksimde asla damsız almayan cafe. Bu Yüzden de içeride pek sarkıntılık yapan tipler bulunmuyor. tAvsiye edilir.
Kahraman hüseyin hikaye boyunca hiç konuşmaz adeta boykot eder yerini Yadirgar git zaman gel zaman sonra eve gelen ve aynı zamanda esere isim olan diğer kahraman eskici gelir. Bir ayakkabı tamircisi olan bu zat ve çocuk (hüseyin) yakınlaşir zira içine kapalı olarak yaşayan hüseyin birden konuşmaya üstelik türkçe konuşmaya başlar hikayenin kırılma noktası da burasıdir çocuk Türkçeye ve Türke hasret kalmıştır eskici ona giyim kuşamiyla evini hatirlatmistir.
Eskici De tabiri caizse attan düşenin halinden yine attan düşen anlar modunda o da çocuğa karşı ilgilidir hikayenin en baba kismi burasıdir.

Bu kadar spoiler yeter detayı için ali Nihat Tarlandan makale okuyunuz. En olmadı mesaj atın spoilere devam ederim.
dream tv'de eski, nostaljik parçaların çalındığı güzel programdır. Güzel müzikler var playlistte.

80'ler Saçları, uzun bel pantolonlarla çekilen klipler falan. insanlar ne güzellermiş eskiden. Çok hoş.
dream tv de şu anda izleyebileceğiniz hoş programdır.
Refik halit karay ın bir zamanlar ilkokul 7. Sinif türkçe kitaplarında bulunan hikâyesi..

Öyle etkileyicidir ki yillar sonra bile duygulandirir insani..
-Sus Olric düşünüyorum.
-Düşünmek ne haddinize efendim.
-Descartes düşündükçe var oluyor.
-O düşündükçe var olur, siz yok olursunuz efendimiz.
Refik halit karay ın muhteşem hikâyesi.

Bir zamanlar türkçe ders kitaplarında bulunurdu.

__________________________

eskici

Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

-Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.

Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi:

-Hasan gel!
-Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen,
diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen...
derlerse uzaklaşıyordu.

Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
-Ya habibi! Ya ayni!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul'dan geldim.
-Ben de o taraflardan... izmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu?
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

-Ağlama be! Ağlama be!

Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

-Ağlama diyorum sana! Ağlama.

Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
Gecenin bir yarısı okumamla beni çocukluğuma götüren hikayedir.
Yaş:9-10. Her cumartesi sabahı ailen ile birlikte kahvaltı yapacağın zaman, ailenin ekmek almaya giden çocuğu sensen; eskici, senin için diğer aile fertlerinden çok daha farklı bir kişidir. Tabii bu her zaman iki yönlü değişebilir. iyi ve kötü olarak. Yine aynı yaşlardayken mahallende arkadaşların ile birlikte; bisiklet, bilye, simit, seksek tavuk zamanındaysan sağda solda demir parçası bulup, eskiciye götürüp, karşılığında sakız alınabilecek meblağda para isteyeceğin kişi.
Not: babaannelerin ilgi ve odak noktasıdır.
alan memnun veren memnun. evinizde gereksiz yer kaplayan hatta çöp gözüyle baktığınız eşyalardan kurtuluyorsunuz, üstelik 10 lira 20 lira gibi paralar da kazanabiliyorsunuz. öte yandan bunları alıp ilgili yerlere götüren eskici de 3-4 katı fiyatına okutuyor. hoş benim annem hiçbir zaman garibanın üç beş kuruşuna göz dikmediğinden hep bedavaya verirdi.

artık sokaklarda eskisi kadar göremediğimiz, bana göre kutsal bir iş yapan insanlar.
güncel Önemli Başlıklar