bugün

"Dedim ya, bu belge kitapta anlatılanların binde biri bile doğruysa bugüne gelebildiğimize şükretmemiz gerekir.
PKK nasıl oldu da bu kadar insafsızlaşabildi, o kadar vahşi yöntemlerle nasıl oldu da bu kadar büyüyebildi, bunca halk desteğini nasıl sağlayabildi; merak ediyorsanız, onun "Diyarbakır 5 Nolu"da nasıl doğurtulduğunu okuyun.
Ve hem insan vicdanı hem toplumsal adalet adına, devletin bu katliamı soruşturması talebine destek olun"

can dündarın bugünkü yazısıdır efenim! diyarbakır cezaevinde işkenceyle öldürülen çoğu kürt vatandaşlarımızın öyküsü!

http://www.milliyet.com.t...7/09/13/yazar/dundar.html
(bkz: diyarbakır cezaevi)
Aziz nesin'in burda işkence gören kürtlere " siz kürtlerin hayal gücü benden daha genişmiş" demesine neden olan işkencelerin yapıldığı cezaevinin kitabı!
Diyarbakır 5 nolu cezaevi türkiyenin karanlık tarihinin belgesidir, 1980 - 1984 yılları arasında burada yapılan uygulamalar ya da daha doğrusu işkenceler türkiye'nin 23 yıllık sosyal hayatını tekilemiş ve terörün tohumlarının atılmasının nedenlerinden biri olmuştur! terör kendi kendine yoktan var edilmemiş, ülkenin sıkıyönetimi tarafından zorla doğurtulmuştur!

Haluk Yıldızhan (Diyarbakır doğumlu): Gözaltından gelenleri genel olarak sinema salonuna değil de, o zaman 37 olarak adlandırılan, daha sonra 36 adını alan hücrelere götürürlerdi. Burada, "Banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?" diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.

Osman Karavil (Diyarbakır doğumlu): Koridorda sıra dayağından geçirildikten sonra hücrelere dağıtıldık. Tek kişilik bu yere yedi kişi sığdırıldık. Askerler göründü, 'Ellerinizi uzatın' dediler. Hücrenin, kapı ve penceresinden ellerimizi uzattık. Yoruluncaya kadar dövüp gittiler. Bu dayaklar, tahminen her yarım saatte bir tekrarlandı. Sonra hücre dayağı düzenine geçildi. Günde üç fasıl, sabah, öğlen, akşam.

K.Y. (Diyarbakır doğumlu, 16 yaşında tutuklandı): Bana cop sokmaya çalıştılar, çok direndim, kafamı duvarlara vurdum, kendime büyük zarar vereceğimi gördüler, benden vazgeçtiler. Ama arkadaşlarımdan yaklaşık 200-250 insana cop soktular. Aslen Ermeni olan Garabet Demircioğlu arkadaşımız vardı. Maşallahlı sünnet elbisesi giydirerek, törenle sünnet ettirdiler, ismini de Ahmet olarak değiştirdiler.

Nazif Kaleli (Şanlıurfa doğumlu): Üzerinde 40 çivi olan bir sopa vardı, onunla vuruyorlardı. Bir tane 'kuzu' dedikleri sopa vardı, bir de 'koç'. Biz her zaman copu tercih ediyorduk. Cop korkunç acıtıyordu, ödem oluşturuyordu, ama daha sonra geçiyordu. Ancak sopalar kemikleri eziyordu.

Cevdet Baran (Diyarbakır doğumlu): Bişar Akbaş adında bir arkadaş vardı. Gardiyanların emrine karşı çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. Bir gün gardiyan kolumdan tuttu ve "Çık" dedi. Bişar'ın yanına götürdüler. Onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, "Ağzına işeyeceksin."
"Yapmıyorum" demedim. "Gelmiyor komutanım" dedim. Beni dövmeye başladı. Epey dövdü, karın içinde sürdürdü, tabanlarıma vurmaya başladı. Ne yaptıysa "Gelmiyor" dedim. Sonunda beni de Bişar'ın yanına yatırdı.

Mehmet Ece (Van doğumlu): Bir gün gardiyan çağırıp dövdükten sonra ağzıma cop sokup "Dişle" dedi. Copu dişlediğimde hızla çekti ve önden iki dişim kırıldı. Kırılan dişlerimin kökleri kaldı. Bir hafta sonra yüzüm, gözüm balon gibi şişti. Aynı gardiyan, "Niye yüzün şiş" diye soruyordu.
"Ranzadan düşerken dişlerim kırıldı komutanım" diyordum.

edit1 : efenim eksileyen arkadaş, neden eksiledin bi de bakam bana yaw! hele bi de, hayır anlayayim neden eksilediğini!
http://www.milliyet.com.t.../14/yazar/temelkuran.html
Diyarbakir Askeri Cezaevi, yani o meshur adiyla 5 no lu zindanı!

insanlığın en büyük ayıbı olan işkencenin, vahşetin ve faşist uygulamalarin doruklarda seyrettiği cehennem karanlığı...
Yurdumun o güzel insanları, yaşlısıyla genciyle, erkeğiyle, kadınıyla dönemin en yetenekli ve duyarlı insanlarının toplanip işkence tezgahlarından geçirildigi cezaevi.

ihanetle var olma mücadelesinin kıyasıya çatıştığı direnişler kalesi 5 nolu askeri cezaevi!
uludağ sözlük faşistlerine her ay tekrar tekrar okutulması gereken kitap. belki üç beş tanesi adam (insan) olur...

geri kalanı eksilemeye devam eder...
faşist köpeklerin vahşet yuvalarından sadece biridir. türkiyenin 5 nolu cezaevlerinden her yerde vardır.
http://www.milliyet.com.t.../14/yazar/temelkuran.html
diyarbakır beş nolu, mehdi zana'nın "vahşetin günlüğü" adlı kitabıyla aynı konuları işleyen ve diyarbakır cezaevinin soğuk duvarları arkasında yaşanan acımasızlığın ve vahşetin gözler önüne çıkarıldığı "deng" yayınlarından çıkan bayram bozyel kitabıdır.

--spoiler--

bayram bozyel, "Disko" denilen işkencehanede çırılçıplak Filistin askısına asılışını, cinsel organından ve serçeparmağından elektrik verilişini, kalaslarla öldürülesiye dövülüşünü, tabanları yarılıncaya dek falakada yatırılışını ayrıntılarıyla anlatıyor.

Kış soğuğunda üzerlerine hortumla basınçlı soğuk su fışkırtılan mahkûmların neden zatürre olup öldüğünü kestirmek zor değil.

Lağım çukurlarında yüzdürülüp başları postallarla suya batırılanların, makatına cop sokulanların, "Co adlı köpeğe" esas duruşta tekmil verdirilenlerin, eğlence için canlı kurbağa, fare dışkısı ya da kusmuk yedirilen, sidik içirilenlerin, niye intihar ettiklerini tahmin etmek de zor değil.

Falakadan sonra arkadaşını sırtına alıp durmaksızın koşması istenirken dövülenlerin, niye "ölüm orucuna" yattığını, sonra niye "dağa çıktığını" düşünebilmek de zor değil.

Hele istiklal Marşı'nın bütün kıtalarını ezberleyemediği veya koğuş sorumlusunun cümle cümle okuduğu Atatürk'ün hayatını yeterince yüksek sesle tekrarlamadığı ya da koşarken "Her Türk asker doğar" diye haykırmaya mecali kalmadığı için öldüresiye dövülenleri öğrenince, bu toplumun cumhuriyetten, Atatürk'ten neden, nasıl soğutulduğunu anlamak da zor değil.

can dündar...

--spoiler--
bunun böyle olduğu zaten bilinmiyor muydu? kenan evren zamanında "işkence yok." dese de bu ülkede binlerce kişi işkence görmüş ve bazıları da ölmüş. bu da onun bir türevi. ancak her işkence görenin devlet düşmanı olup binlerce kişiyi öldürmesi mi gerekiyor? gerekmiyor. işkence dahi terörü haklı göstermez.
12 Eylül le hesaplaşmak için, Diyarbakır Askeri Cezaevi dosyası açılmalı. Bu cezaevinden sağ-salim kurtulanlar, artık ortak bir belleğe sahiptirler. Tıpkı Gulag gibi, bu belleğe, kolektif, geleceğe taşınabilen ve hak talep eden bir bellek olması nedeniyle Beş Nolu Bellek'de diyebiliriz. Beş nolu cezaevinde kısa sayılmayacak birkaç yıl kaldım. Burada yaşananları, yazıya dökmek çok zordu, yine de birçok arkadaşımız bu zorluğu denedi.
Hasan Cemal Kürtler kitabına yazdı. Bir bölümünde beş nolu cezaevinin de anlatıldığı, bir anı-roman yazdım . Ama bu mekânla ilgili tanıklığımın ve yazacaklarımın bu kitapla bittiğine hiçbir zaman inanmadım. Beş nolu belleğe borcum var hâlâ. Burada okuyacaklarınız bu borca bir sadakatten ibarettir:

Gözlerimizi, kalın bezlerle bağladılar. Gözaltında tutulduğumuz Kurdoğlundaki koğuşlardan bizi bekleyen cezaevi aracına bindiriliyoruz. Basamakları teker teker çıkıp cezaevi aracının içine giriyoruz. Hiçbir şey görünmüyor. içerisi karanlık ve sıcak. Son tutukluyu da içeriye alıyorlar ve aracın çift kanatlı kapısı üstümüze gürültüyle kapanıyor.
Karanlıklar içinde başlayan yolculuğumuz çok sürmüyor, cezaevine varıyoruz. Ancak binlerce kişiden duyulabilecek bir insan uğultusu karşılıyor bizi. Aracın motoru susuyor. Teker teker aşağıya indirildikten sonra, karanlık koridorlardan geçip sıraya diziliyoruz. Göz bağlarımızı burada çözüyorlar. Koğuşların koridorlara bakan gözetleme mazgallarından aralıksız marş sesleri yükseliyor. Binlerce kişi, bir ağızdan ama farklı marşlar söylüyor. Hiç durmuyor, bir marş bitince bir diğerine başlıyorlar. Artık her şey emirle. Durmak, yürümek, öksürmek ve kaşınmak, her şey emir-komutayla. Kısa süren bir sessizlik anından sonra grubumuz yeni bir komutla harekete geçiyor:
- Koğuşşş! Yerinde sayyy!
Cezaevi bu komuttan sonra gümbür gümbür yankılanıyor. Binlerce ayak beton zemine durmadan inip kalkıyor. Sorguda teypten dinletilen çığlıklara ve feryatlara çok benzeyen ama onlardan daha sahici ve canlı feryatlar duyuluyor. Çok geçmeden cezaevinin bütün gardiyanları başımıza toplanıyor. Bizi çok bekletmiyorlar. Bir gardiyanın elinde boksörlerin giydiği eldivenlerden var, sert bir emir veriyor:
- 6. koğuşa! Marş marş!
Burası hücrelerin olduğu koğuş, 35 var bir de. Her koğuş dört katlı ve her kat on hücreden ibaret. Gardiyanların arasında asteğmenler ve teğmenler var. Ama askeri bir hiyerarşi yok gibi aralarında. Ellerinde, Kristin Haydar, Ajda Pekkan, Müjde Ar gibi adlar taktıkları düzgün kalaslar, coplar ve yeşil ağaçtan kırbaçlar var.
Arama için, üstümüzdeki her şeyi çıkarıyoruz. Soyup çıkardığımız paltolar, gömlekler, ceketler, pantolonlar, ayakkabılar astarlarına varıncaya kadar sökülüyor. Gardiyanlar birinin çantasından traş sabunu ve diş macunu çıkınca -yasak bunlar- önünü kesip yakalıyor. Domalması emrediliyor. Sonra da yüzüne macunları sıkmaya başlıyorlar. Yüzü farklılaşıyor bir anda, bir sirk palyaçosuna dönüşüyor. Kalan macunları, yere, beton zemine sıkıyorlar. Onu yüzüstü yatırıyorlar ve yalamasını emrediyorlar. Tutuklu, beton zemine sıkılan diş macunu ve traş kremini bir anda yalayıp bitiriyor.
Sonra uzun bir dikkat sesi duyuluyor. Feryatlar, yalvarmalar, canhıraş bağrışmalar o anda bıçak gibi kesiliyor. Esas duruşa geçip gözlerimizi 36. koğuşun kapısına dikiyoruz.
Güvenlik amiri, Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran giriyor kapıdan. Parmaklarını şakırdatıp duruyor. Üstünde hafif ıslanmış bir yağmurluk var. Tutuklulardan tekmil almaya alıştırılmış Co adındaki köpeği önde, yüzbaşı arkada, çırılçıplak ve esas duruşta bekleyen tutuklulara doğru ağır adımlarla yürüyorlar.
Yüzbaşıya tekmiller veriyoruz sırayla. Adımızı ve memleketimizi yüksek söylüyor, sonra da onun 'emir ve görüşlerine' hazır olduğumuzu haykırıyoruz.. Tekmiller bitince Çocuklara banyo yaptırın! diyor yüzbaşı. içi lağım sularıyla doldurulmuş hücreye yatırılmak anlamına geliyor banyo. Herkesi sırayla pislik dolu hücreye ağzı yüzü görünmeyecek şekilde yatırıyorlar.
Öğle vakti başlayan cezaevine hoşgeldin merasimi nihayet akşam saatlerinde bitiyor. Utançtan kimse kimsenin yüzüne bakamıyor.
Gardiyanlar hiçbir şekilde gerçek bir ad kullanmıyorlar ve aralarındaki iletişimi kod adlarıyla sağlıyorlar. Bizimle olan tümüyle emir-komuta ilişkilerinde ise zaten bir ada gerek yok. Çünkü onlar bizim için emirleri yerine getirilen birer komutandılar. Kod adlarını ise kısmen biliyorduk artık: Mekânsız, Gaddar, Boksör, Maykıl, Pele, Gestapo, Abla Çocuğu Ferdi.
Merasim bitince, en fazla üç beş kişinin sığabileceği bir hücreye 27 kişi balık istifi sığdırıldık. Giysilerimizin, ayakkabılarımızın her bir parçası bir yerde kaldı. Gardiyanlar hücrenin kapısını tekme tokat zorlukla kapattılar. Çıplak bedenlerimiz birbirine temas ettikçe ahlar vahlar başlıyor, kimse kalçalarının üstüne oturmak istemiyordu.
Gece yarıları bazen çaresiz insanların çığlıklarıyla uyanırdık. Ama kimse korkudan gözlerini bile açmazdı. Olup biteni, kulak kabartır dinlerdik. Bir gece birini tek başına getirdiler. Hücreye gelmeden önce olan olmuştu ve sesi bir hırıltı gibi çıkıyordu. Galiba ellili yaşların üstündeydi Uyuşturucu ticareti yapmakla suçlanıyordu ve bir gazetede Ermeni asıllı olduğu yazılmıştı. Oysa Liceli bir Kürt'tü. Bir ara kendine gelir gibi oldu ve inlemeye başladı:
-Xwedê, Xwedê ma qey me Mehemed kuştiye? (Tanrım, suçumuz Hz. Muhammed i öldürmek mi!)
Onu ikinci hücreye koydular. Sabah mesai başladığında başına geleceklerden habersizdi. Gün ışırken bütün blok gardiyanları kaldığı hücrenin önüne üşüştüler. ME -adı buydu- , titrek ve yorgun sesiyle tekmil veriyor, her tekmilde ağlamaklı oluyordu. Soyunmasını emrettiler. Önce pantolonunu sonra da donunu indirdi. Yüzbaşı Esat Oktay da geldi onu görmeye ve dedi ki, bakın yüzlerce PKK lı burada, ama hiçbiri bu adam kadar tehlikeli olamaz. Bu sözler ME için ölüm fermanı gibiydi. Ne yapacaklardı acaba, merakla bekliyorduk. Kısa bir ip bulup getirdiler. Bir ucunu ME'nin cinsel organına bir ucunu da hücrenin demir parmaklıklarına bağladılar ve ona emirler vermeye başladılar:
- Sağaa dön! Solaa dön! Geriyee dön!
ME hiçbir yere dönemiyor, sadece ağlıyordu. Gardiyanlardan biri duvarlara sloganlar yazmak ve tablolar yapmak için kullanılan yağlı boyalardan getirdi. Kırmızı, beyaz, yeşil, mavi ve sarı renkli boyalarla ME'nin parmaklıklara iple bağlı cinsel organını fırça darbeleriyle boyamaya başladılar. O günün eğitimini böyle bitirdi ME. Sabaha kadar inledi ve Allah ı çağırdı durdu. Yazık ki bunun ME'ye hiç yararı olmadı. Sabah onu hücreden çıkardılar. ikinci kata bir zincir fırlattılar. Zinciri ikinci kattaki hücrenin demirlerine bağlayıp öbür ucunu aşağıya sarkıttılar ve ME'yi ayaklarından bu zincire başaşağı astılar. Sonra da ME'nin boşlukta ölü gibi sallanan çıplak bedeninin başına toplandılar. Bazı gardiyanlar onu V harfine bazı gardiyanlar da T harfine benzetip bu minval üzere bir tartışma başlattılar.
(radikal 16-09-2007)

Dıjwar-Onlara Dair Her Şey (Avesta Yay. 2004) bu yazı, kitabın 116 ve 126. sayfaları arasında yer alan bölümün yeniden kaleme alınmış hali. *
insanlık onurunun düştüğü yerdir.
zaten bu cezaevinde işkence görenlerin alayını da bir ramazan ayında teravih kılan cemaatten seçmişlerdi.
hakkinda suan disarida olan mahkumlarin da icinde bulundugu bir belgesel izledigim ceza(iskence)evidir. bir mahkumun ben buraya girerken bu devleti seviyordum ama artik sevemem beni dusman etti benligimi kisiligimi her seyimi karaladi demesiyle gerceklerin biraz daha farkina varmamizi saglamistir.
insanlığın öldüğü yer. insana insan olmanın gereklerini her seferinde sonuna kadar hatırlatan işkencehane. verilen ifadeleri her dinlediğimde, bir insana bunları yapabilenlerle nasıl aynı topraklarda aynı havayı soluyoruz diye sorgulatıyor. yaşananları duydukça düşükdükçe her seferinde bir kez daha irkiliyorum.
(bkz: insanlık onuru işkenceyi yenecek)
çayan demirel tarafından 5 nolu cezaevi belgeseli ile anlatılan yer.