bugün

zeki demirkubuza teşekkürler ;sanatı oyuncak hale getirenlere karşın hala sanatsal eser üretebildiği için.
Şu saatlerde eksik olmayan, güneşin doğum sancısı sanki.
diğer filmleri ile karşılaştırdığımızda vasat olan film. ben büyük beklentilerle gittim ve hayalkırıklığına uğradım. genel itibariyle ile güzeldi, etkileyiciydi ama diğer filmler gibi vurucu ve derin değildi. zaman zaman gereksiz sessizlikler, duruşlar ve esler vardı. zeki demirkubuz'u başrolde görmek çok güzel olur diyordum ama, oturmamıştı, eğreti durmuş.filmdeki ahmet karakteri dışarıya,özellikle kadınlara, fazlasıyla itici ve kasıntı. ama içten içe bir şeyleri kurtarma peşinde.dışavurumda başarısız,ama içine öyle güzel atıyor ki, gözleri açık rüya bile görebiliyor. en etkileyici sahnesi son sahnesiydi muhakkak.yine de, sonlara doğru, filmi yeraltı'ya çok benzettim.film boyunca da ahmet'i birine hareketleri olsun, tipi olsun, konusması olsun birine çok fena benzettim ama çıkaramadım.

bu arada kimse zeki demirkubuz'a bok atmasın.yok bulantı adını kullanmıs, yok prim yapıyormus,yok sevişme sahnesi için oynamış.filmde aman aman sevişme sahnesi yoktu, ki bu sahneleri oynacak dünden razı oyuncular var.zeki demirkubuz'un da sevişme sahnesi için başrolde oynamayacağı aşikar.

velhasıl, güzel filmdi, zeki demirkubuz'u ekranda görmek de çok güzeldi ama vaaoovv diyemedik.olsun.
sıfır kilometre zeki demirkubuz filmi. filmi henüz izlemedim izleyenlere bi sormak istiyorum, arkadaslar bulundugum yerde bu film tek bir sinemada yayınlanıyor. akşam 9 seansı. 9 da başlayan filmin.bitişi haliyle 11 i bulur. 11 den sonra ulasim sorunu yasayabilirim . metrobus bulamazsam yarim saat 45 dk bi.yürüme yolu var, sizce deger mi.
Mis gibi bir demirkubuz filmi. Doktor sahnesi için bile izlenmeye değer. Önerilir.
zeki demirkubuz un baygınlık geçirten yeni filmi.

http://www.beyazperde.com...-239376/fragman-19539114/

(bkz: bu film bu izleyiciye fazla)
--spoiler--
Bütün bu insanlar birbirlerine açılmakla, aynı fikirde olmanın verdiği mutluluğu bölüşmekle geçiriyorlar zamanlarını. Anlamıyorum Tanrım, hepsi birden aynışeyleri düşünmeye neden bu denli önem veriyorlar. Balık gözlü, içe dönük görünen, uzlaşamayacakları bir insan geçmeye görsün aralarından, başları çevriliyor hemen. Sekiz yaşındayken Lüksemburg parkında
oynardım. Bir adam gelir, Au-guste-Comte Sokağı boyunca uzanan demir parmaklıkların karşısındaki bekçi
kulübesinde otururdu. Kimseyle konuşmazdı ama, zaman zaman ayağını uzatır ve korkuyla bakardı
ayağına. Bu ayağında potin vardı, ama öteki ayağında terlik. Bekçi, amcama, bu adamın vaktiyle
öğretmenleri denetleyen, müfettiş gibi bir şey olduğunu söyledi. Karne notlarını okuyacağı gün sınıflara
akademi üyesi kılığında girmiş, bu yüzden de emekliye ayrılmışlar. Adamın yalnız olduğunu anlayınca
korkmaya başlamıştık. Bir gün, uzaktan ellerini uzatıp Robert'e gülümsemişti: korkudan düşüp bayılacaktı az
kalsın, Robert. Bizi korkutan ne adamın yoksul hali, ne de yakasına sürünüp duran, boynundaki urdu. Bizi
korkutan yalnızlığıydı. Kafasında çağanoza, istakoza benzeyen korkunç düşünceler kurduğunu sanıyorduk
Bekçi kulübesinin, çemberlerimizin, çalılıkların üstünde, çağanoza benzer düşünceler kurulabilmesi
ürkütüyor, dehşete salıyordu bizi.
Benim sonum da bu mu yoksa? Yalnız olmanın ilk kez sıkıntısını duyuyorum. iş işten geçmeden, çocukları
korkutan bir insan durumuna düşmeden, başıma geleni birine açmayı ne'kadar isterdim, Anny şimdi burada
olsaydı.
--spoiler--
Isim babasinin sarte oldugu bir demirkubuz filmi. Pera sinemasinda tek basima izlemistim. Yine mi yalnizlik. Yalnizlk kocaman.
bir zeki demirkubuz filmi. oyunculukları gerçekten sevdim ama müstehcen sahneler rahatsız ediciydi. normal bir filmde bu kadar akılda kalmaz ama özellikle bütün şapur şupur öpüşme seslerini duymak hiç hoş değildi.
albert camus'un yabancı'sına, dostoyevskiye göndermeler vardı. bunlar güzel şeyler. insanı düşünmeye sevk ediyor.
kadıköy rexx'te izlemiştim. 2 saat hiç ara vermeden zeki demirkubuza maruz kaldım ve sonunda fularım çıktı. ben bir fikrim olması için gittim. bu film için beğendim beğenmedim gibi bir yorum yapamam. bu filme dair bir eleştiri için belli bir bilgi birikimi olması lazım. yoksa işte benim gibi sıradan film izleyen seven biri için çok da beğenilecek bir yanı yok.
şuan midemde olan şeydir.
jean paul sartre'ın zamanında bir çok kişinin intihar etmesine sebep olan romanıdır.
Bugün tüm günümü mal mal etrafımı seyrederek geçirmemin sebebi olan his. 4-5 gündür yeniden başladı. Böyle anlarda komik gelecek ama soda limon bir şeyler içerim sonrasında da geçmiyorsa ha tamam derim yine o his. Kalbimin orta yerinde bu nasıl varoluşçu bunalım özerk cumhuriyeti. Aynı mide rahatsızlığı gibi, bir şey de yiyesiniz gelmez. Tuhaf bir his gerçekten. Yeniden yazabilirsem geçer belki de. Tanımlayabilirsem içimdekileri. Looney Tunes çizgifilminde şöyle bir şey vardı yer çekiminden habersiz olan biri boşlukta düşmeden yürüyebiliyordu. Sonra bosluktayken ona kitap uzatılır ve yer çekiminin ne olduğu okutulduğunda birden yere düşer. Ne olduğunu bilmediğimiz bu hisler de keşke boşluğa düşürmeseydi bizi.
spoiler içerir !!
nasıl bu kadar korkak aynı zamanda nasıl böyle zalim olabiliyorsun ? diye ilginç bir tespiti barındıran zeki demirkubuz filmi.
aklımda kalan bir kaç cümleden ilk hatırladığım bu olduğundan girizgah böyledir.
bunun yanı sıra filmde bekleme odası tadı sezdim ahmet karakteri her iki filmde de aynı kişilikte benim için.
zeki bey bu karakterle o kadar bütünleşti ki tıpkı erol taş gibi başka rolde sırıtır algısı oluşturdu.
her filmde akılsız ideali olmayan ya da boşluğuna denk geldiği kızlarla seks yaşayıp sonra da ne istediğini bilmeyen adamı oynamak bir dahaki filmde sıkar. yeter da anladık şunu; dışardan bi bok zannedilen ama aslında kapıcısının ayaklarına kapanıp günah çıkaran dangalozlar sürüsü var bu hayatta.
zeki beeey hiç bir şey masumiyet ve kader tadında olmadı.
eğer dünyadan,insandan umudunuzu kesdiyseniz bu kitabi okumayin derim.ciddi manada insani intihara sürükleyen bir psikolojisi var tipki tutunamayanlarda ki gibi.
ados'un vertigo albümünde bulunan efsane bir parça.

" bedeli ödenen her yara için inan suratına uzun uzun bakıp tüküreceğim. "
sonunda kadını sevecek sandım sandım!

görsel
Bir kitap.

Günce tutmak ancak bir tek halde ilgi çekici olabilir: O da... Delilik hali midir? Evet.
Eğer Bir beyniniz varsa ve siz bunu yakmak istiyorsanız o zaman kesinlikle bu kitabı okuyun.

Kitabı okudun mu derseniz okumadım. Geçen dünya kadar para verdim kitaplara Ramazan'a kadar veremem daha. Para basmıyorum sonuçta demi.
jean paul sartre'ın yayınlanan ilk romanıdır.varlık ve hiçlik ,özgürlüğün yolları ve duvar ile beraber en önemli eseridir.kısaca özetlemek gerekirse ana karakter roquentin'in anlam bulma çabası ve dış dünyaya duyduğu tiksinti ayrıca roquentin için bu yetersiz kalıyor ve iç dünyasınada tiksinti duymaya başlıyor.kitaptan bazı bölümler;
ben geçmişimi nerede saklayacağım? geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. onu koyacak bir eviniz olmalı. gövdemden başka şeyim yok benim. yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. anılar üzerinden geçip gider onun. ama yakınmamalıyım. çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim...
düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. düşünceler her şeyden daha tatsız. yaşayan etten bile tatsız. uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar...
birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. enerji, kendini veriş, körlük ister. hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum...
işin garibi;deli olduğuma inanacak halde de değilim;hatta böyle olmadığımı kesin olarak biliyorum.bütün bu değişmeler nesneler ile ilintili.hiç değilse bunun böyle olduğuna inanmak istiyorum...
tek bir cümle ile roquentin'in görüşünü açıklamak gerekirse;
her şey göründüğü gibi görünmek zorunda değil...
"yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim..."
jean-paul sartre'ın 1938 yılında yayımlanan edebiyat alanındaki ilk eseri. öyle oturayım okuyayım biraz kitaplardan değil, oturup yoğunlaşılması gereken, okudukça üstüne düşünülmesi gereken kitaplardan. hayat ve varoluşla ilgili incelemelerini genel olarak zevkle okudum ve okurken sonunu nasıl bağlayacağını merak ettim. kitabın sonu da kitaba yakışır bir biçimde bitti ne eksik ne fazla..
görsel
kusmanın habercisidir.
Bir Deniz Özbey Akyüz şiiri.

yol gibi bir şeyde yürüyorum
yol?
yol yabancı, asfaltın meşei ne?
yürür gibiyim, gider gibi...
sabah niye uyandığımı bilmiyorum, sabah kalkıp nereye gittiğini herkesin.
ben de gidiyorum bazen işte
dikkat çekmemek için.

neden sabah ve sonra akşam olması gerektiğini ve bunun nasıl bir rüya olduğunu
bilmiyorum...
niye rüya gördüğümü
ve rüyamda seni neden öptüğümü bilmiyorum.
neyi bilmem gerekiyor?
niye bilmem gerekiyor?
her şey uç uca alakasız
her şey uç uca saçma ve yabancı...
ev gibi bir şeyler var yolun üstünde
ve iddia edildiği gibi görünmüyor bana hiçbir şey.
cevap vermeye hızım yetmez bu iddia silsilesine.
burun buruna devam etme mecburiyetinden.
nefes alıyorum zorla
ve hiç olmazsa kendime göre bir anlam çıkarana kadar şu evlerden.
dikkat çekmemek için devam ediyorum.

bak, tam dedikleri gibi değil hiçbir şey.
tam öyle olmadığını biliyorum.
ve belki yakında kendime göre isimler bulup gördüklerime -rahatlıycam biraz.
ama o kadar gürültüyle ısrar ediyor ki odadaki ışık:
''git, ekmek al, bakkala günaydın de.''
heyecan.
panikle başa dönüyorum.
telefonla halletsem siparişi?
ama arada yapıyorum tavsiye ettiklerini gün ışığının...
dikkat çekmemek için.

kapı dışına adım atınca...
aslında hava güzel -içerde üşümüşüm.
evler apartmanlar dizi dizi, köşede bakkal.
güvenle sarkıtılan bir sepet.
üst katlarda bir ailenin ihtiyaçları.

bakkal 'bir dakika' deyip yüklüyor sepeti
beni bir dakika bekletmeyeceksin.
bekleyince yine yabancılaşıyorum.
panik.
midem kıpır kıpır...
ve başa dönüyor her şey yine...
bu sepet ne? bakkalın üst katında oturan aile ne?
evler-yollar-aileler, şaka mı bu?
gece olunca ışıkları yanıyor, perdeleri var, yaptırmışlar. ne inanç ama!
o inanç bende yok.
kıskançlık mı hissetmem gerek yok diye?
bir şey hissediyorum, herhalde kıskançlık.
bir de neyi kıskandığımı hatırlasam sonra.
iki saniyede başını sonunu kaçırıyorum, karıştırıyorum.

bastır paniğini.
önce bir adım, sonra ikinci -hızla kaç bakkaldan.
evlerin yanlarından koşarak, nefes nefese.
sanki heyecanlanmış gibi ama inançsız, kaçıyorum.
inançsız bir heyecan nasıl olursa.
ürperdim; kokuları var, burnuma geliyor.
ev kokusu, merdiven kokusu, perde-kapı kokusu.
yuvarlan, dön eve.
barınmak zorundayım
dikkat çekmemek için.

kayıp olma hissini hiç atamadım içimden
şahane bir bahçede boş küme bir çocuk
böyleydim.
diğerlerinin arasına gazeteden kesilip yapıştırılmış...
ve düşünsene, bu bulantı bir çocuk için ne kadar ağır
sebebini sormadım
herkese dair olduğunu
sandığım bir sıkıntı.
daha sekiz yaşındaydım, süreceğini bilmiyordum
ama sürdü işte.
neden çocuktum o zaman?
niye zaman geçti?
büyümek nedir?
hatta yaşlanmak ve arkadan gelenlerin bitmemesi?
taş yağmuru gibi...
ve ben hepsi aynı iken vücudumun değişmesi...
annemin kokusu, babamın gözleri...
kardeş kavgası -tatlı kardeşim...
bu kadarı yeterdi bana
öyle kalması gerekirdi
sebep aramadan kabul ettiğim ilk ve son kavramlar bunlar.
ve daha yeni alışırken gözlerime -altları kırıştı.
bu da şaka herhalde.

ve yeni kırışmış gözlerimi de almış yürüyorken
perdelerini, pencerelerini, sokaklarını, sokak lambalarını kabul edenlerin ev dedikleri şeylerin yanından geçerken
ben de biriymişim ve biliyormuşum ve ordan bile bile belirli bir yöne gidiyormuşum
gibi
nefes alıyorum.
''pencereden bakan beyefendi... göremezsiniz bulantımı.''
sıkı bir fren istiyorum.
durup aniden kusmak istiyorum.
boğazımdan geldiğince...
hazmedemediğim her şey çıksın
tek tek veya güruh halinde.
uzun sürsün ve kısa sürsün farketmez
tümüyle terkedin midemi...
ama yapamıyorum,
dışarı kusamıyorum
dikkat çekmemem gerekir.
kendi dikkatimi çekmemem gerekir.
tek seyirciye oynarsın,
rolüne kaptırırsın kendini ve başka kimsenin haberi olmaz...
daha yeni tanıştım taze kırışıklı gözlerimle.
onlara oynayamam -utanırım...

seni gördüğüm gün -yani görür görmez- hissetmiştim sende aynı bulantıyı
istemeden hissetmiştim.
ve bir filtreden geçiremiyorum hislerimi
mecburen bak
mecburen nefes al ve bulan
senin de bulantının da yaşı yok
başı sonu yok ve yorulmuşsun...
ve artık dinlenmen imkansız
cevapların sabırsız.
menşeini bilmiyorsun müziğin
gelişiyle şaşırdın
müzikten yapılmışsın
sana nefes alıp verdiriyor
benzeri değilsin bildiğim bir şeylerin
belki biraz benim....
kontrol edemeden hissediyorum
ve filtresi yok bunun.
tanıdım mı seni?
şimdi ben burdayım
ve sen de ordayken başka bir şey diyemem -yalan olur-
ben burdayım ve hiç evden çıkmıyorum
evlerin yanından geçersem bulanıyorum.

sen ordasın -evinde değil-
kimse görmesin diye
kalabalık içinde, hareket halinde
biliyorum neden evde değilsin...

gece olunca ben burdan ışıkları görüyorum
ışıklar yanınca perdeler çekiliyor...
ve panik
başa dönüyorum:
perdeleri var, yaptırmışlar, ne inanç ama.
yine başlayalım sormaya...
kıskançlık mı hissetmem lazım o inanç bende yok diye?
niye doğduğumu bilmiyorum ki
merakı, inancı nerden bulup ekleyeyim?

sevgini nasıl ekledim peki?
neden oluyor bunlar birtanem?
niye bulantını biliyorum?
içimize sinmeyen ne?
deli işi o evlerin bir de kaldırımları var birtanem
yani bir de altları çiziliyor o evlerin kaldırımlarla.
ve o kaldırımlardan utanıyorum
utanıyorsun.
dışarı kusamayız.
işte böyle birtanem...

biri soruyor bana
yumuşacık biri:
''nerde uyumak istersin küçük kız?''
uyumak istediğin yeri seçmek buğulu bir zevk
uyuma!
yeri seç önce.
aslında hep aynı yer hayallerimdeki:
bir orman, gölgede bir kale
'uyuyan güzel' kedisi ile aynı anda dalmış uykuya
ve uyuduğunu bilmiyor
burası o orman.

çocukken resimlerine bakarken sayfalarını kokladığım o masalı yazan,
sanki şimdi bana bu soruları soran aynı yumuşak kişi:
''nerde uyumak istersin küçük kız?''
tereddütsüz tarif ediyorum ona:
''masalınızdaki aynı orman... kale de orda ama göremiyorum, üç masal günü mesafede yani uzak, tamam mı?'' diye soruyorum
''olabilir mi?''
o kadar yumuşak biri ki, masalı bin masal kadar uzun ve o kadar
uçsuz bucaksız ki; bana da yer varmış zaten.

bir patika gösteriyor
gözlerim kapalı
yürüyorum,
ve ağacımın kokusu geliyor birazcık uzaktan
hem çok derinlerde, hem de sanki burnumun tam ucunda...
bu ormanda gözlerin kapalı yürüyebiliyorsun; kokuları ve nemi izleyerek...
dal çıtırtıları, karınca fısıltıları benim ninnim olacak...
çocuk gibi mutlu ve uykulu, yürüyorum...
birazdan gelince ağacımın gölgesine; yavaş yavaş dizlerimin üstüne ineceğim...

sanki bir dileğim daha olduğunu biliyor ve soruyor aynı yumuşak kişi:
''seni kimin uyutmasını istersin küçük kız?''
isteyerek tekrar başa dönüyor ve anlatıyorum heyecanla:
''o orman ama uyuyan güzelin kalesi ve kedisi ile daldığı uyku üç masal günü uzakta, olur mu?
onu bir prens gelip öpüyor ya, sevgiyle uyandırıyor ya... işte aynı o masal.
ama ben uyandırılmak değil, uyutulmak istiyorum.''

soruları soranın sesi o kadar yumuşacık ki
izin veriyor, biliyor zaten.
''seni kimin uyutmasını istiyorsun küçük kız?''

diyorum ki:
''buğday rengi saçları, orman rengi gözleri olsun, olabilir mi?''

''devam et küçük kız.''

ve ben dilemeye devam ediyorum:
''sevdiğim gibi koksun, hatta sevdiğim olabilir mi?''

''devam et, seni nasıl uyutmasını istiyorsun?''

hiç düşünmeden cevap veriyorum:
''saçlarımla oynasın ama o istemez, olabilir mi?
yani saçlarımla oynayarak beni uyutabilir mi?
saçları buğday rengi, gözleri dağ yeşili olabilir mi?
sevdiğim olabilir mi?
ama o istemez!''

dizlerimin üstünde bekliyorum birkaç masal saati
sen geliyorsun masala, ormana, ağacıma...
sonra saçlarıma...

''uyumayı bu kadar istediğini bilsem gelirdim, geldim.'' diyorsun
ve serin bir öpücük veriyorsun
saçlarıma değip rüzgar oluyorsun; buğdaylardan gelen, dağlara giderken saçlarımdan geçen
ve sevdiğim gibi kokuyorsun.
"Şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum, ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum."
Şu an "ben" derken garip bir boşluk var içimde, nedir "ben" ? Kendimi eskisi gibi hissedemiyorum, öylesine unutulmuşum.