bulantı

Bir Deniz Özbey Akyüz şiiri.

yol gibi bir şeyde yürüyorum
yol?
yol yabancı, asfaltın meşei ne?
yürür gibiyim, gider gibi...
sabah niye uyandığımı bilmiyorum, sabah kalkıp nereye gittiğini herkesin.
ben de gidiyorum bazen işte
dikkat çekmemek için.

neden sabah ve sonra akşam olması gerektiğini ve bunun nasıl bir rüya olduğunu
bilmiyorum...
niye rüya gördüğümü
ve rüyamda seni neden öptüğümü bilmiyorum.
neyi bilmem gerekiyor?
niye bilmem gerekiyor?
her şey uç uca alakasız
her şey uç uca saçma ve yabancı...
ev gibi bir şeyler var yolun üstünde
ve iddia edildiği gibi görünmüyor bana hiçbir şey.
cevap vermeye hızım yetmez bu iddia silsilesine.
burun buruna devam etme mecburiyetinden.
nefes alıyorum zorla
ve hiç olmazsa kendime göre bir anlam çıkarana kadar şu evlerden.
dikkat çekmemek için devam ediyorum.

bak, tam dedikleri gibi değil hiçbir şey.
tam öyle olmadığını biliyorum.
ve belki yakında kendime göre isimler bulup gördüklerime -rahatlıycam biraz.
ama o kadar gürültüyle ısrar ediyor ki odadaki ışık:
''git, ekmek al, bakkala günaydın de.''
heyecan.
panikle başa dönüyorum.
telefonla halletsem siparişi?
ama arada yapıyorum tavsiye ettiklerini gün ışığının...
dikkat çekmemek için.

kapı dışına adım atınca...
aslında hava güzel -içerde üşümüşüm.
evler apartmanlar dizi dizi, köşede bakkal.
güvenle sarkıtılan bir sepet.
üst katlarda bir ailenin ihtiyaçları.

bakkal 'bir dakika' deyip yüklüyor sepeti
beni bir dakika bekletmeyeceksin.
bekleyince yine yabancılaşıyorum.
panik.
midem kıpır kıpır...
ve başa dönüyor her şey yine...
bu sepet ne? bakkalın üst katında oturan aile ne?
evler-yollar-aileler, şaka mı bu?
gece olunca ışıkları yanıyor, perdeleri var, yaptırmışlar. ne inanç ama!
o inanç bende yok.
kıskançlık mı hissetmem gerek yok diye?
bir şey hissediyorum, herhalde kıskançlık.
bir de neyi kıskandığımı hatırlasam sonra.
iki saniyede başını sonunu kaçırıyorum, karıştırıyorum.

bastır paniğini.
önce bir adım, sonra ikinci -hızla kaç bakkaldan.
evlerin yanlarından koşarak, nefes nefese.
sanki heyecanlanmış gibi ama inançsız, kaçıyorum.
inançsız bir heyecan nasıl olursa.
ürperdim; kokuları var, burnuma geliyor.
ev kokusu, merdiven kokusu, perde-kapı kokusu.
yuvarlan, dön eve.
barınmak zorundayım
dikkat çekmemek için.

kayıp olma hissini hiç atamadım içimden
şahane bir bahçede boş küme bir çocuk
böyleydim.
diğerlerinin arasına gazeteden kesilip yapıştırılmış...
ve düşünsene, bu bulantı bir çocuk için ne kadar ağır
sebebini sormadım
herkese dair olduğunu
sandığım bir sıkıntı.
daha sekiz yaşındaydım, süreceğini bilmiyordum
ama sürdü işte.
neden çocuktum o zaman?
niye zaman geçti?
büyümek nedir?
hatta yaşlanmak ve arkadan gelenlerin bitmemesi?
taş yağmuru gibi...
ve ben hepsi aynı iken vücudumun değişmesi...
annemin kokusu, babamın gözleri...
kardeş kavgası -tatlı kardeşim...
bu kadarı yeterdi bana
öyle kalması gerekirdi
sebep aramadan kabul ettiğim ilk ve son kavramlar bunlar.
ve daha yeni alışırken gözlerime -altları kırıştı.
bu da şaka herhalde.

ve yeni kırışmış gözlerimi de almış yürüyorken
perdelerini, pencerelerini, sokaklarını, sokak lambalarını kabul edenlerin ev dedikleri şeylerin yanından geçerken
ben de biriymişim ve biliyormuşum ve ordan bile bile belirli bir yöne gidiyormuşum
gibi
nefes alıyorum.
''pencereden bakan beyefendi... göremezsiniz bulantımı.''
sıkı bir fren istiyorum.
durup aniden kusmak istiyorum.
boğazımdan geldiğince...
hazmedemediğim her şey çıksın
tek tek veya güruh halinde.
uzun sürsün ve kısa sürsün farketmez
tümüyle terkedin midemi...
ama yapamıyorum,
dışarı kusamıyorum
dikkat çekmemem gerekir.
kendi dikkatimi çekmemem gerekir.
tek seyirciye oynarsın,
rolüne kaptırırsın kendini ve başka kimsenin haberi olmaz...
daha yeni tanıştım taze kırışıklı gözlerimle.
onlara oynayamam -utanırım...

seni gördüğüm gün -yani görür görmez- hissetmiştim sende aynı bulantıyı
istemeden hissetmiştim.
ve bir filtreden geçiremiyorum hislerimi
mecburen bak
mecburen nefes al ve bulan
senin de bulantının da yaşı yok
başı sonu yok ve yorulmuşsun...
ve artık dinlenmen imkansız
cevapların sabırsız.
menşeini bilmiyorsun müziğin
gelişiyle şaşırdın
müzikten yapılmışsın
sana nefes alıp verdiriyor
benzeri değilsin bildiğim bir şeylerin
belki biraz benim....
kontrol edemeden hissediyorum
ve filtresi yok bunun.
tanıdım mı seni?
şimdi ben burdayım
ve sen de ordayken başka bir şey diyemem -yalan olur-
ben burdayım ve hiç evden çıkmıyorum
evlerin yanından geçersem bulanıyorum.

sen ordasın -evinde değil-
kimse görmesin diye
kalabalık içinde, hareket halinde
biliyorum neden evde değilsin...

gece olunca ben burdan ışıkları görüyorum
ışıklar yanınca perdeler çekiliyor...
ve panik
başa dönüyorum:
perdeleri var, yaptırmışlar, ne inanç ama.
yine başlayalım sormaya...
kıskançlık mı hissetmem lazım o inanç bende yok diye?
niye doğduğumu bilmiyorum ki
merakı, inancı nerden bulup ekleyeyim?

sevgini nasıl ekledim peki?
neden oluyor bunlar birtanem?
niye bulantını biliyorum?
içimize sinmeyen ne?
deli işi o evlerin bir de kaldırımları var birtanem
yani bir de altları çiziliyor o evlerin kaldırımlarla.
ve o kaldırımlardan utanıyorum
utanıyorsun.
dışarı kusamayız.
işte böyle birtanem...

biri soruyor bana
yumuşacık biri:
''nerde uyumak istersin küçük kız?''
uyumak istediğin yeri seçmek buğulu bir zevk
uyuma!
yeri seç önce.
aslında hep aynı yer hayallerimdeki:
bir orman, gölgede bir kale
'uyuyan güzel' kedisi ile aynı anda dalmış uykuya
ve uyuduğunu bilmiyor
burası o orman.

çocukken resimlerine bakarken sayfalarını kokladığım o masalı yazan,
sanki şimdi bana bu soruları soran aynı yumuşak kişi:
''nerde uyumak istersin küçük kız?''
tereddütsüz tarif ediyorum ona:
''masalınızdaki aynı orman... kale de orda ama göremiyorum, üç masal günü mesafede yani uzak, tamam mı?'' diye soruyorum
''olabilir mi?''
o kadar yumuşak biri ki, masalı bin masal kadar uzun ve o kadar
uçsuz bucaksız ki; bana da yer varmış zaten.

bir patika gösteriyor
gözlerim kapalı
yürüyorum,
ve ağacımın kokusu geliyor birazcık uzaktan
hem çok derinlerde, hem de sanki burnumun tam ucunda...
bu ormanda gözlerin kapalı yürüyebiliyorsun; kokuları ve nemi izleyerek...
dal çıtırtıları, karınca fısıltıları benim ninnim olacak...
çocuk gibi mutlu ve uykulu, yürüyorum...
birazdan gelince ağacımın gölgesine; yavaş yavaş dizlerimin üstüne ineceğim...

sanki bir dileğim daha olduğunu biliyor ve soruyor aynı yumuşak kişi:
''seni kimin uyutmasını istersin küçük kız?''
isteyerek tekrar başa dönüyor ve anlatıyorum heyecanla:
''o orman ama uyuyan güzelin kalesi ve kedisi ile daldığı uyku üç masal günü uzakta, olur mu?
onu bir prens gelip öpüyor ya, sevgiyle uyandırıyor ya... işte aynı o masal.
ama ben uyandırılmak değil, uyutulmak istiyorum.''

soruları soranın sesi o kadar yumuşacık ki
izin veriyor, biliyor zaten.
''seni kimin uyutmasını istiyorsun küçük kız?''

diyorum ki:
''buğday rengi saçları, orman rengi gözleri olsun, olabilir mi?''

''devam et küçük kız.''

ve ben dilemeye devam ediyorum:
''sevdiğim gibi koksun, hatta sevdiğim olabilir mi?''

''devam et, seni nasıl uyutmasını istiyorsun?''

hiç düşünmeden cevap veriyorum:
''saçlarımla oynasın ama o istemez, olabilir mi?
yani saçlarımla oynayarak beni uyutabilir mi?
saçları buğday rengi, gözleri dağ yeşili olabilir mi?
sevdiğim olabilir mi?
ama o istemez!''

dizlerimin üstünde bekliyorum birkaç masal saati
sen geliyorsun masala, ormana, ağacıma...
sonra saçlarıma...

''uyumayı bu kadar istediğini bilsem gelirdim, geldim.'' diyorsun
ve serin bir öpücük veriyorsun
saçlarıma değip rüzgar oluyorsun; buğdaylardan gelen, dağlara giderken saçlarımdan geçen
ve sevdiğim gibi kokuyorsun.