bugün

aslında daha evvel de dedim buralara saçma sapan entryler girmek , itiraflarda bulunmak hiç de hoşuma gitmiyor. fakat hani olur da kader bir gün tekrar karşılaşmamızı sağlarsa işte o zaman sen yokken sana neler anlattım bunu bilebilmen için yazıyorum buraya ve sırf bu yüzden silmiyorum diğer ağlak entrylerimi.

bugün çok yazmıyorum.yazamıyorum.windows update sıkıştırıp duruyor. yeniden başlat yapmam lazımmış. o bile anladı benim problemimi.

neyse özledim sadece onu bil.
bir de bugün sizin evin önünden geçtim.
kafamı çevirmedim.
olmaz ya belki de oralardasındır. korktum karşılaşmaktan.
şimdilik çıkma karşıma , hazır değilim tamam mı?
damarlarımda gezen alkol miktarıyla orantılı sana olan hislerim. sarhoşken istiyorum seni. çünkü biliyorum yine beni avutacak olduğunu. gündüzleri arama beni, çünkü gün ışığında fark ettim parfümün kokusunu... arkandan odamı havalandırdım, senle beraber gitmesi için.

ben geceleri anlıyorum hayatta olduğumu, yemekten sonrası için değil ayıltmak için yap kahvemi... iyi niyetine ihtiyacım yok benim. ben alışkınım hırpalanmaya koymaz. içten sarılma bana, özledim de deme. doğru da olsa inanmam sana, bunu kendime yapamam.

tek başına film seyrederken, yemek yerken getirme beni aklına, çağırma da. bırak istediğim de geleyim. yorma beni köylü kızı. ne yapıyorsam seni üzmemek için...
yorulduğum sen değilsin kendi yok oluşlarım.
yeni bir ekimoz daha.
ekim'in getirdiği tüm kahve renklerini birer birer ait olduğu yerlere geri göndermiştin, hafif bir sarsıntıyı takip eden ufak çaplı depremler. hemen öncesinde içime çektiğim ıslak asfalt kokusu ve gri göz kaleminin kirpiklerinde bıraktığı hoş kokuyla daldığım uyku.
uyanmıştım.
zihnin o aptal oyunlarından kaçıp, olanları sonsuza dek hayatımdan çıkarmaya çalışmakla geçirdiğim on iki uzun gece. biraz uykusuzluk, gerisi ismin ve ikliminden ibaret. aslında beklediğimden soğuk, kar yerine gök yüzünden düşen güneş parçacıkları, sararmış gri bir perde, perdeye yansıyan koyu renkli ışık, ortasında -uzaktan bakıldığında yıldızların, bir meteor çarpmasından sonra vücutlarında açılan derin yaraları andıran- üç el hareketiyle çizilmiş bir harf. yalnızdı.
uzun zaman geçmişti, senin terk edişlerinden kurtarabildiğim tüm parçaları aklımı kaybetme riskini düşünmeden göğüs kafesi ve çevresinde birleştirme eğilimimden ayrılalı. olmadı.
peki sen o'na ne yaptın?
sıradan bir geceydi ve sen gitmek üzereydin. belki birlikte biraz daha yürürsek vazgeçersin, burada kalırsın, benim değil belki ama benimle olursun diye düşünmüştüm. yürümek. gülümserdin belki, sonra belki biraz kızardın bana ama fazla sürmezdi, en azından sen içinde bulunduğun yaralara hiç bir zaman el sürmezdin.
evet, işte tam da o geceye denk gelmiştii ve kalabalık caddenin şofbenden sızan karbonmonoksit gazını andıran kokusu arasında hayatımda karşılaşabileceğim en karmaşık cümleyi kurdun.
" -sana git diyorum, ama kalman için ölebilirim."
kuşkusuz buna verdiğim en riskli ve en doğal ilk tepki, senin o an ölmen gerektiği gerçeğiydi. kalmalıydım.
bu olamaz.
beni öyle bir yola sürükleyip bırakmıştın ki, aslında ben ölmeli ve sen kalmalıydın. ya da kendimizi chapelle köprüsün'den, etlerimiz çürüdüğünde dahi birbirine karışmayacak şekilde o serin ama anlamsız sularına bırakabilirdik luzern'in.
kahrolmuştu ki dünya, senin ismin ve benim kalbimin aynı anda var olduğu bir zaman eşleniği kaybolmuştu, her 12 yüzyılda bir meydana gelen bu doğaüstü olayı kaçırmıştık ve en kötüsü de ekim ayının sonu gelmişti. bu sefer her yeri kaplamıştı kahverengi ve ilk kez gerçekte olmadığına inandığım birinden, bir avuç beyaz ve hayran olduğum ten renginden bir tutam alıp buğulu penceremden her gece izlediğim siyah elbiseli yansımasıyla karıştırmasıydı.


futurefallen/bursa
1/5
yanağındaki çukur, kırmızı rujun, eyeliner'ın, burnun, burnundaki hızman, ok gibi kirpiklerin, saçının rengi, saçını toplama şeklin, çenenle burnunun kesiştiği yerde; o ipeksi teninin altında görünen taptığım damarlar, boynundaki benler, burnundaki nokta, ellerin, tırnakların, dudakların, özellikle o kalkık üst dudağın, dudaklarını ıslatma şeklin, o dilinin anlık görüntüsü, dişlerin, güldüğün zaman bana neşe veren o güzel ve büyük dişlerin, teninin rengi, boynun, ah o boynun, boyun damarlarının belirginleştiği anlar, gözlerin kapalı ve suratını yana çevirdiğin dakikalar, ayakların, ayakların, ayakların ve ayakların ! dünyanın en güzel ayakları.. ne zaman yetebilir ne de sonu gelir hoşuma giden her şeyini yazmaya kalksam.

ve hepsinden önemlisi ruhun, karakterin ve beni seven kalbin. işte vazgeçemeyeceğim şeyler bütünü, hayata dair. bugün iyi geceler şarkın the drugs dont work olsun.. iyi geceler hayatımın ta kendisi ve hayatın dışında kalan herkes.
--spoiler--
varsın eller gönül yarası kapanır sansın, kabuğun altında sevgili sen kanayansın.
--spoiler--
biz birbirimize doyamazken, istanbul nasıl da izledi bizi yana yana, hasretle...
bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur...
*
sen aşırı derecede sevimli bir şeysin,
yani öyle tarif edilecek gibi değil..
ve benim prenses süreyyam.
dünya güzeli.
ben öyle herkes göremiyor tabii.. ben görüyorum.
müthiş güzel, çok güzel zeytin yeşili gözleri. böyle acayip güzel.
huyu da güzel kendi de güzel.
muuuunis,
tatlı..
beni de çok seviyo.
doğru mu ?
çiğ köfte bir insanın zihninde ancak bu denli uzak anlamlı çağrışımlara sebep olabilirdi, kabul ediyorum ki normal işlemeyen duygularım var. henüz üçüncü seansta psikolog kafayı sıyırmasaydı ben de her normal insan gibi bir demet gül ile çağrıştırabilecektim aşkı zihnimde ama olmuyor işte.

hayatımızdaki herşeye anlam yüklemek, hukuk fakültesini bitirememiş bir raporlu delinin de geçenlerde dediği gibi bizlere has bir yetenek. aslında boş, alabildiğine anlamsız bir kürenin üzerine terk edilmiş bir türüz. aslanların pençeleri, fillerin hortumları var inanmazsın kertenkelenin, doğuştan sigortalanmış kuyruğu var. bizim, bütün servetimiz yansıma ve anlamlarımızdan ibaret.

aklımdasın, kalp atışlarım hızlanıyor ismin, zihnimde dönüp durdukça. ve son günlerde yeniden vaktimi alıyorsun. sevmeyi unutmadım ben, kavga etmeyi unutmadım. aklına takılan her neyse oturup da gözlerine bakıp uzun uzun anlatmayı unutmadım. yemek yapmayı unutmadım, aç bırakmadım hiç bir zaman umudu ve yalnızlığı.

bir çiğ köfte ancak bu kadar ağzına sıçabilirdi bir insanın. ama biliyorum, iyisin. iyi olduğunu söylediğinde duyabiliyorum sesini ve ben, bununla zaten iyi olabiliyorum. çingene karılarının ellerindeki çiçekler, duaları ve sülük beddualarını umursamadım hiç. iyi olduğunu bilmek, iyi olduğunu tâ senin ağzından duymak...

hadi ama allasen dudaklarımızı kavurup da ateşini hissettiren bir aşkı, nasıl olup da bir papatya, gül veya lâleden çağrıştırmasını beklersin ki? birara yeniden çiğ köfte yiyelim, özlemişim...
behey gerizekalı! hayatının tek bir anında keşke bir kere adam olmayı deneseydin.
Öyle bir gittin, karanlık daha bir kör buralarda.
Faili belli bir intiharsın şimdi.
Avazım çıktığı kadar bağırsam ne değişir.
iç kanamalı susmalar düştü payıma.

kırgınım sana güzel insan..
hani şimdi gitme diyorsun ya.. nereye gideceğini bilmeyen garip bir yolcuyum ben.. bir ışığım vardı önümde, karardı..kalbim çok kırıldı.. herşeyi göze alıyordum halbuki.. hiç yanımda olmamışsın..şimdi nasıl kalayım, nerde kalayım.. yokmuşsun.. geç öğrendim.. yazamam artık sana.. kelimelerim sınırlı.. yüreğimi çok acıttın..
yine sana yazıyorum ey "bigünkalbimdekiraftanbirvazogibidüşüpdağılan"
her kelime içimdeki her mana zenginliğini daraltan kalıp...her düşündüğünü manaen kırpıyorsun ifadeye çalıştıkça...
bana göre beni haketmeyen sen, sana göre seni haketmeyen ben...
her ne ise söylenen her şey boş varılan bu noktada, gene varılan sonucun tek müsebbibi benim!e bunca hayırı evete çeviridm de bunca duygusuzluğa duygu ile cevap verdim ya,tartmadan biçmeden karar verdim ya,ah özgürlük...ah kişilik... kendin gibi zannetme karşındakini bundan böyle... sen de ben de!
güneşlerin bizi geç terkettiği günlere götür beni anne. günlerin sıcak ve kurak, gecelerin ılık ve ıslak olduğu günlere.

biraz da okey takımı şakırtısı.
ben bu yazıyı sana yazdım sevgilim. soğuk gecelerde yalnız uyuyorum ve kendimi hala avutabiliyorum. nedendir bilmiyorum sana yaklaştıkça bir ateşe giriyorum ama kavurucu bir ateş bu. aşk desem değil çekim desem değil , bir tuhaf boşluktayım. günlerim sallantıda geçiyor.
türk kahvesi içildiğinde fincanın kapatılması farzdır, bilirsin benden.
kapadım fincanımı, aylardan sonra ilk kez.
"kalp var" dedi arkadaşım, "koskocaman, sen tutmuşsun bırakmıyorsun".
"sallama kızım ya" dedim "ne kalbi allahaşkına"..."al bak dedi kocaman bir kalp sen bir ucundan tutmuşsun karşısında da o, bırakmıyorsun o'nun kalbini.gelmek istiyor ama gelemiyor, sende bırakırsan o kalp düşecek.."
o kalp düşeli çok oldu, kırıklarını ben yapıştırdım.
fallar doğrumudur bilmiyorum ama, fincanımda bile hala hüküm sürüyorsun ya helal olsun sana. ya da bana helal olsun, nasıl bir aşk taşıyorsam yüreğimde bir türlü nihayetlenmedi. en sevdiğim bela gibi taşıyorum sen'i.
tehlikeli bir durum. Yazıyorsunuz, yazıyorsunuz ardından ulaştırmıyorsunuz ama sanki yazdığınız bunları biliyormuş gibi davranmaya kalkabiliyorsunuz, etmeyin...

Şimdi ben yazıyorum ama bu sefer son. Çünkü artık yönümü değiştiriyorum sevgili. hiç başlamamalıydı ya da hiç bitmemeli. ikisi de oldu ama istemediğim bir şekilde. geçen yıl bugün konsere gitmiştik. Onlar vardı ve sen vardın. Onlar olmamalıydı işte. Ta o zaman belliymiş aslında bir şeylerin pek yolunda olmadığı. ben seni anlamıyorum, sana anlatamıyorum. bu çok kötü bi durum aslında, sahiden. Ben iki şeyi aynı anda düşünemiyorum ve çok uzun bir süre seni öyle çok düşündüm ki her şeyden geri kaldım. Bugün anladım ama bitmiş çoktan. Bugün anlamam da ne komik, ne acı... ne diyeyim ki ben kendime?
sevgili sevgililer günü,

ben bu yazıyı sana yazdım. biliyorsun aramızda 1000 kilometre var. bizim yaklaşık 3 senedir, seni kutlamaktan anladığımı 2 cümlelik bir telefon konuşmasından ibaret:

-sevgililer günümüz kutlu olsun bitanem.
-senin de hayatım.

ve tabi daha sonrasında yüreğimiz burkula burkula birbirimize teselli veriyoruz:

-ya bu sevgililer günü çok saçma
-bence de öyle canım. ne o öyle herkes bi sevgi pıtırcığı falan.

ticari bi olaysın, biliyorum. güzel bir pazarlama stratejisisin, saygı duyuyorum.

ama benim gibi sevgilisini 3 4 ayda bir gören biri için tam bir eziyetsin biliyor musun?

nasıl yani diyecek olursan, hemen anlatayım:

biliyorsun biz tanımadan sevdik bibirimizi. başlarken de ayrı şehirlerin havasıydı aldığımız nefes. 2 sene içersinde alıştın mı diye soracak olursan, "elbette yapraaam" demek yerine, "olmadı hocu," der, kestirip atarım. ne zaman göreceğim gün gelip çatsa, gideceği de düşer aklıma, sevemem o yüzden yarimi gönlünce. her bakışın, her gülüşün, her öpüşün arkasından "zaman dursun" diye emirler yağdırırım da içimden, bi bok olmaz. gider gitmez başlarım ya susup günleri saymaya, kimse anlamaz. gözümden akan yaş, içimdeki koca çağlayanın bir kısmıdır, kimse görmez. yüreğim de onunla birlikte bir parça daha azalmış, oluk oluk kanıyordur da, acısını kimse bilmez. o yara her buluşmamızda kapanır, her gidişinde tekrar açılıp dağlanır ha dağlanır.

sonra herkes geldiği yere geri döner. sanki hiç buluşmamışız gibi, ya da sanki iş seyahatine çıkmış gibi düşünüp, sabrımın bana verdiği yetkiye dayanarak kafayı yememeye çalışırım.

neyse sevgili 14 şubat, sadede gelelim.

şimdi bu zor, bir o kadar elim ve vahim durumda, etrafımda yanyana, elele, gözgöze, dizdize oturan ne kadar çift görsem gözüm dönüyor haliyle. kıskanıyorum. evet, ben, hiçbir şeyi kıskanmayan ben, onları kıskanıyorum. yapmacık gülüşlerle birbirlerine bakıp, kızın "ay sana inanmıyoroaam berkecuaan! bana vakko'dan 600 liraya çanta almış, ay canım aşkitom beni yhaa" demesi ve oğlanın gözlerinden okunan "aha bu sefer kesin verecek" ifadesini takındığını görücem yine yarın. her 5 çiftten 1'i böyle olucak eminim. Devlet istatistik Enstitüsünden aldım bu oranı olm, boru mu? şaka lan şaka. kaynağı yazardım ama bu güzelim entry silinir diye korkuyorum. yazmıycam o nedenle.

neyse sevgililer günü kardeşim,

demem o ki sen çok ahlaksız ve şerefsiz bir günsün. bunu yarın okulun her köşesinde, sokakta her 5 adımda bir göreceğim yekvücut olmuş insanları görüp kıskanacağımı bildiğimden yazmıyorum.

sadece sana duyduğum nefretin ve ona duyduğum hasretin bir dışavurumunu yapmak istedim bu yazıda. hani her gün daha çok özlüyorum ya onu, yarın daha da çok özleyeceğim. ve sen de yaramın üstüne limon tuzu olacaksın.

bu yüzden bir an önce bitmen dileğiyle.

caylakgeldimcaylakgidicem
Biriciğim
bugün 14 şubat, yeni ders dönemimiz hayırlı olsun. erken yat, erken kalk.

şaka bir yana çok özledim seni, gözlerinin içinde kendimi görmeyi, ciğerlerimi dolduran kokunu, her saç telini.
şimdi ise başka kollarda gidişini, başka ellerde eriyişini izliyorum.

desem gel beraber olalım.
gelir misin?
sana yazdığım bir şiiri okusam.
sen de sever misin?
özlem yüklü bulutlar gibiyim.
benim seni sevdiğimi bildiğini biliyosam bilmediğim tek şey senin beni sevdiğini bildiğimi bilmediğimdir.çünkü biliyorum.*
bugün sevgililer günü.

özlüyor muyum seni? hayır!

bu kadar basit bir ilişkimiz olduğu için üzülüyorum sadece. keşke daha önce farkına varsaydım bazı şeyleri. gelmezsin biliyorum da, bu sefer tek taşı bırak zen pırlantayı satın alsan da affetmem seni.
sevgilim,

bu akşam, bu sevgililer gününde ikimizi ayırmak için her şey denendi, her şeyi yaptı kader. peki sonuç? kaderimin de amına koydum, saat 19:00 gibi sana geliyorum. her zamanki yerimiz maraton d blokta buluşalım, sevgilerle.
toshiba netbookunu alıp vescafeye oturduğun ilk an bu sayfaya girip "mavi yesil alg" yazacağını biliyorum.*
hayatıma, fikirlerime, geçmişime, nüktelerime, itiraflarıma, eğlendiğim, üzüldüğüm, zevk aldığım şeylere olan o çocuksu, içten hevesine ölesiye minnettarım.

sen şimdi penceremden baktığımda gördüğüm denizin diğer kıyısında uyuyorsun, ben ise zeytin yeşili gözlerini göreceğim bir kaç saat sonrayı iple çekiyorum.

ben bu yazıyı da tüm yazılarımı da senin için, sana dair yazmışım meğer.

not: seni seviyorum.