bugün

the maltese falcon

---olası spoiler ibaresi---

sinefillerin bildiği üzere klasik dönem film noir’ ın ilk filmi kabul edilen bu klasiğin, bugün baktığımızda tüm kara film öğelerini içermese de, konturları kalınca çizerek türün rölyefini oturttuğunu rahatça söyleyebiliriz. 1941’ deki gösteriminden sonra dönem gangster ve polisiye filmlerini etkileyen bu harika atmosfer orson welles’ ın 1958’ de çektiği touch of evil’ a kadar dönemin en popüler janrı olmuş ve en azından klasik döneminde neredeyse 20 yıl hollywood sinemasını avucunda tutmuştur. bunları söylemenin amacı elbette genel bir kara film tarihsel tablosu oluşturmak değil the maltese falcon’ un başarısını ve sinema dünyasında (ağırlıklı olarak hollywood sineması tabi) tuttuğu önemi belirtmek içindir…

daha sonraları klasik sayılabilecek eski usul gölgelendirmeler, karakter odaklı ve çizgi roman biçemli diyalog stili, tam şeytani sayılamasa da (marlene dietrich’ in önünde saygı ile eğilirim!) belirgin bir femme fatale profili, ve tabi tüm filmi bir maestro edasıyla yöneten taş surat humphrey bogart…

filmin getirdiği temel yenilik olan üslup ve mekan karakteristiğinin dışında, the public enemy ya da scarface gibi filmlerle yumuşatılmaya uğraşılan izleyicinin kendisini ahlaki olarak ayıplanabilecek niteliklere sahip karakterle özdeşleştirebilmesi uğraşı burada evrimini tamamlayıp yaratılan anti-kahraman ile katharsis’ e dönüşüm sağlanıyor. filmin sonlarındaki ahlaki birkaç mesaj ile bunu yumuşatma çabasının sektörel kaygıları gidermek için olduğu kabul edilirse natural born killers’ a kadar varan çizginin sıfır noktasında durduğumuzu söyleyebiliriz.

konu olarak bakıldığında hitchcock’ un ingiltere döneminde çektiği polisiye-gerilim filmlerinden çok farklı görünmese de anlatım, ışık-gölge oyunlarının tüm filmi kaplaması ve kahramanın odaklanışı açısından yenilikler görülüyor.

tüm film dedektif samuel spade’ in doğru olmayan bir sebeple bir davaya karışması, ortağının ölümü ve bir şahinin peşinden koşan, birbirinden korkan ama kopamayan suç adamlarının üzerine kurulu. başlangıçta verilen sorunun yanında filmin ortalarında şahin ile ilgili ikinci bir problem verilip olayların girift bir hal alması sağlanıyor. iki ayrık konunun birleşmesi tabi şaşırtıcı değil ama çizgisel kurguyu zorlayan bu senaryo yapısı filmi ortasında tekrar ateşleyerek dinamizm katıyor. her durum karşısında sakin duruşu ve konuya hakimiyetinden zerre fire vermeyen bogart, sonrasında 20 yıl sürecek kolektif id’ in alter egosu olacak taş suratı kullanarak tam da dönemin yıldızı olduğunu kanıtlıyor. fakat mary astor’ un oyunculuğunun filme çok katkısı olduğunu söyleyemeyeceğim açıkçası.

ha, tabi bir de peter lorre var. şahsen benim favori oyuncularımdan biri olduğu için objektif yaklaşamıyor olabilirim. ama bu filmdeki oyunculuğu o kadar doğal ve kırılgan ki bana kalırsa filmin oyunculuk anlamındaki başarısı bogart’ dan çok onun gibi sanki. ilk göründüğü sahnedeki beyefendi tavırları ile burjuvatik-illegal adamı çizerken, bir anda yediği tokat ve yumruklarla çocuklaşıp her şeyi unutması, çocukça kin gütmesi ve en güzeli, şahinin gerçek olmadığını anladığında şişko adam gutman’ a nevrotik tepkisi, koltuğa çöküp çocuk gibi ağlaması, tüm film boyunca yarattığı sahte beyefendi karakteri bir anda parçalaması ile mükemmel oyunculuk! günümüzde lorre’ nin yarattığına benzer oyunculuk görülemiyor maalesef. hatta taklidi bile yok…

sam’ in sahnelerinin çoğunlukla kameranın bel altı civarında odaklanıp çekildiğini ve çoğunlukla yukarıya doğru hafif eğimli tutularak (bu karakterlerin psikolojik olarak yüceltilmesi için wilmer’ ın uyandığı sahnede daha da abartılı kullanılıyor) ve yer yer daha da aşağıdan çekilerek hem boy(!) ve dahi anti-kahramanın izleyici gözünde yücelmesi amaçları içerdiğini de söylemek yerinde olur.

---olası spoiler ibaresi bitti---

söylenecek çok şey olsa da kısa keselim. ilk fitili yakıp sonradan double indemnity, lady from sahnghai, sunset blvd., the big sleep ve hatta chinatown’ dan coppola’ ya, david lynch’ in sürreel gerilimle sosladığı işlerine dek her yerde etkisini gösterecek etki yaratan the maltese falcon’ un nihilist yapıda çekilen ilk filmlerden olduğunu, 2 eski versiyonu bulunduğunu, john huston’ un ilk yönettiği film olduğunu (wilmer’ ı feda etmeyi kabul edip birlikte sabahlamaları gerektiği konusunda anlaştıktan sonra, sam’ in koltuğa oturduğu sahnede devamlılık hatası olduğunu da belirtip uyuzluğumu yaparım.)ve harika olduğunu tekrar belirtel