bugün

entry'ler (20)

kitabe i seng i mezar

Şiirin adı "Kitabe-i Seng-i Mezar"dır. Mezar taşı yazıtı anlamına gelmektedir. Şiirin başlığında ki mezar, mezar taşı kelimeleri okuyucuda olumsuz bir duygu değeri oluşturmaktadırlar. Mezar ve mezar taşı göstergeleri ölüm, soğukluk, ürperti duygularını ifade eder. Başlıkta geçen kitabe kelimesi ise bir kimse veya bir olayın anısını yaşatmak için mezarının başına yazılan yazı anlamına gelmektedir. Şiirin başlığı bize bir ölüm olayı olduğunu ve ölünün hikâyesinin anlatılacağını söylemektedir.

Mezar kitabelerinde genel olarak bu dünyadan ayrılmanın zorluğu, geride bırakılanlarına duyulacak özlem ve ölümün kaçınılmazlığı vurgulanır. Orhan Veli' nin şiirinde ise kitabelerin bu geleneksel ifadelerine karşı bir ironi görülür. Şiirin ilk kısmında göstergelerin göndergesel anlamlarını kullanır. Şiirde geçen kelimelerin ilk ve düz anlamlarına yer verir. Yalınlık ve içtenlik şiire hâkimdir. Şiir de "nasır" gibi insanlarda kötü çağrışımlar yapan bir göstergeyi kullanmaktan kaçınmaz. Son mısrada geçen Süleyman Efendi göstergesi de bize şiir dünyamızda yer bulmuş diğer Süleymanları hatırlatır.(Kanuni Sultan Süleyman, Süleyman Peygamber)

Şiirin ilk kısmını düz yazıya çevirirsek "Dünyada nasırdan çektiği kadar hiçbir şeyden çekmedi. Hatta çirkin yaratıldığından bile o kadar müteessir değildi. Kundurası vurmadığı zamanlarda Allah' ın adını anmazdı ama günahkârda sayılmazdı. Süleyman Efendi' ye yazık oldu." şeklinde olur. Aynı kelimelerin düz yazı ile şiir hali arasında büyük bir etki farkı olduğunu görürüz. Şiirin etkileme gücünün devrik cümleler ve şairin mısraları bölme şeklinde olduğu ortaya çıkar.

Şiirin ikinci kısmında şair Shakspeare' den bir alıntı yapar. "To be or not to be" ifadesi bir göstergedir. Hem Shakspeare hem de "olmak ya da olmamak" ifadesinin taşıdığı anlamlar işaret edilir. Süleyman Efendi' nin büyük ihtimal Shakspeare' ın bu sözünden hiç haberi olmamıştı. Şair bu kelimeleri ingilizce olarak şiirde kullanarak şiirinin teması ile ilgili bir atmosfer yaratmaya çalışır. Süleyman Efendi ve onun temsil ettiği sıradan insanlar için o kelimelerin ne kadar anlamsız olduğunu vurgular. Shakspeare' in sözlerinin anlamından ise Süleyman Efendi' nin yalnızlığı ne kadar kanıksadığını ve yaşayıp yaşamamak üzerine düşünmediğini anlarız. Şiirin ikinci kısmında da kelimelerin gündelik kullanımlarının dışına çıkılmaz.

Şiirin üçüncü ve son kısmında boş ekmek torbası ve matara göstergeleri ile Süleyman Efendi' nin fakir ve sade hayatı ifade edilir. Rüzgârın esip hafif nesneleri uçurup götürmesi gibi Süleyman Efendi' ye ait bu dünyada ne varsa hepsi bir bir dağılır ardında hiçbir şey kalmaz. Bir hatırlayanının bile olmamasından dolayı adı bile bu dünyadan unutulup gider. Şair, rüzgâr göstergesine ölümün insanı bu dünyadan alıp götürmesi yan anlamını katar. Süleyman Efendiden geriye sadece kahve ocağına el yazısıyla yazdığı yazı kalır. Burada el yazısının şiirde geçmesi şahsi ve taklit edilemez oluşuyla alakalıdır.
Orhan Veli' nin, şiirin Kanuni Sultan Süleyman' ların dışında sıradan vatandaş Süleyman Efendi gibiler içinde yazılabileceğini göstermeye çalıştığı bu şiirde Orhan Veli hikâyesini anlattığı Süleyman Efendi' nin yalın, içten dilini kullanır. Söz sanatlarına yer vermez.

Şiirin adında Eski edebiyattaki Farsça uzun tamlamalara yaptığı bir gönderme görürüz. Şiire "nasır, vuran kundura" gibi kelimeleri sokar. Gösterge bilim açısından bakarsak kullandığı göstergelerin çağrışımlarıyla da Süleyman Efendi' nin fakirliği, yalnızlığı ve hayata bakış açısını okuyucuya göstermiştir. Kullandığı göstergelerin işaret ettiği anlamlar ise çoğunlukla kelimelerin ilk anlamları olmuştur. Bu tercihi hem şairin şiir anlayışı hem de anlattığı şahısla şiirin uygunluğu olarak değerlendirebiliriz.

ağrı şiiri

Tanpınar "Ağrı" şiirini değerlendirirken "Ağrı için yazdığı büyük manzumede belki de asıl istediği şeye, geniş dil ve aydınlığa kavuştu" diyerek Dıranas' ın bu şiirde sanatının doruğuna ulaştığını teyit eder.

Dıranas vezin ve kafiyeye önem veren bir şairidir. Vezin ve kafiye şiiri doğuran iki ana unsurdur. Ağrı şiirinde kafiyelerin cümleye tesir ettikleri açık bir şekilde gözükür. Şair çok defa şiir cümlelerini kafiyeden hareketle kurar.
Ağrı şiiri baştan sona 12 heceli mısra yapısına sahiptir. Bu kalıp Türk şiir geleneğinde yoktur. Mısraların kendi içinde düzenli olarak aynı sayıda hecelere bölünmesi, yeknesak bir ritim doğurur. Cumhuriyet devrinde Cahit Sıtkı ve Tanpınar bu yeknesaklığı kırmak için sabit durakları kaldırmışlar, mısradan mısraya değişen duraklar kullanmışlardır. Dıranas 12'li heceyi kullanmakla Türk okuyucusunun alışkanlıklarını kıran yeni bir ritim oluşturmuştur.

Cahit Sıtkı gibi Dıranas da Nazım Hikmet tesiriyle serbest vezin veya vezinsiz, kafiyesiz şiir akımının hakim olmaya başladığı bir dönemde yazar.

Tercih ettiği birim, mısra veya beyit değil, cümledir. Dıranas' ın şiirlerinde cümle, servet-i fünuncularda olduğu gibi vezin ve kafiye ile savaşır ve çoğu defa onlara üstünlük sağlar. Türk şiir geleneğinde, şiiri nesir cümlesine yaklaştıran geniş cümle ve anjanbman (şiirde cümlelerin bir dize veya beyitte bitmeyip diğer dize, beyit veya bendlere kayması) yoktur. Fikret, bu cümle şeklini Fransız edebiyatından almıştır. Dıranas' ın da Fransız şairlerini örnek tutmuş olması muhtemeldir.
Ağrı şiirinde kelime ve ifade tekrarlarından doğan dil musikisinden çok hitabet edası hakimdir.

Dıranas, şiirinde kafiyeye bağlı olmakla beraber, yeknesak, basmakalıp kafiye kullanmamaya çalışır. Şiirlerinde kullandığı kelimeler içinde bulunan seslerle bir iç ahenk oluşturur.

Şiire mana bakımından bütün olarak Ağrı Dağı' nın yücelik ve ihtişamı ile şairin içinde duyduğu beşeri zaaf, şüphe, günah, boşluk duygusu arasındaki tezat hakimdir. Şiirde çok zengin bir çağrışımlar sistemi vardır.

Şiirin anafikirlerinden biri Ağrı Dağı' nın uyandırdığı yücelik ve "tanrısallık" tır. Daha ilk mısrada kullanılan "secdeye kapandım" kelimeleri, bu duyguyu dile getirir. Şemsettin Sami "secde" kelimesini şu şekilde açıklar:"namazda ve makam-ı tazim ve ubudiyette(kulluk) eğilip yüzünü yere sürme, yere kapanma". Ağrı şiirinde Dıranas bu manayı tabiata uyguluyor. Bu suretle, onda Tanrıya has bir özellik buluyor.

Şiirde hastalık kavramını ifade eden pek çok kelime ve imaj vardır. Ağrı şiiri bütünü ile bir kurtuluşun, içten dışa, insandan tabiata, sonsuzluğa ve Tanrı' ya, karanlıktan aydınlığa gidişin bir ifadesidir.
Dıranas' ın şiirinde tasvir ettiği "şüphe" daha ziyade felsefi bir mana taşır. O "iman" ın zıddıdır. Ağrı Dağı ile karşılaşan, onun telkin ettiği duygu ile sonsuza ve "tanrısala" ulaşan şair, kendisini hayat boyu rahatsız eden "şüphe" den kurtuluyor.

Dıranas' ın şiirinde, içi dışla ifade eden istiareler önemli yer tutar. Dıranas mısralarını kafiyelerine göre yaratır. Mısralarında önemli bir motif daha vardır: insanlık. Birinci parçada kendi içi ile dışı karşılaştıran şair, ikinci parçada çevreye geçer. Üçüncü parçada artık, şahsi ben unutulmuş, onun yerini "biz" veya "insanlık" almıştır. Şiirin dördüncü kısmında şair yeniden tabiata, hayata ve sevgiye döner. Üçüncü kısım ölüm ile biterken dördüncü kısım neşe, hareket ve güzellikle başlar. Şiirin dördüncü kısmında "çağrışımlar ağı" kelime, mısra ve cümle örgüsü daha karmaşıktır.
Dıranas' ın şiirlerinde dikkati çeken özelliklerden biri, gerek kısımdan kısıma geçerken, gerek her kısmın kendi içinde ani dönüşlerdir. Bunlar şiire bir hareketlilik ve zenginlik kazandırır.

ağrı şiiri

Bir Ahmet Muhip Dıranas şiiri

AĞRI

Vardım eteğine,secdeye kapandım;
Koşup bir koluna sımsıkı abandım.
Karlı başın yüce dedikleyin yüce,
Sükûn içindeki heybetin gönlümce.
Devce yapında ilk rahatlığı duydum.
Şifası mı ne ki ruha bu ilk yudum
Hayâl arkasında boş çırpınışların
Sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
Sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
Bir gemisin göklerde demirli
Ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu...
Düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
Açan o ağulu çiçek delilikte,
Gir sır mezara cesetle birlikte,
Şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi,
Yılan ağzındaki elma... Ey, ateşi
En derin yerinde gizli gizli yanan!

Seyrediyor ruhum kar balkonlarından
insanın göresi olmaz manzarayı
Ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
Yıkılıyor... Duygu bir kartal hızıyla
Fırlıyor engine sevinç avazıyla
Bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
Hep öyle başımın üstünde dursunlar
Menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi...
Asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
Dünyayı saran bu gece ne gecedir,
Yıldızlardan yağan ışık ne incedir!
Yansın o yıldızlar, bitinceye kadar
En derin uykular, en tatlı uykular.

Ey, gökperdelere şahlanan tanrısal!
Eteklerindeyiz işte. Ve bir masal
içinden gelmişiz sana, atlı yaya,
Attığımız okta kısmeti bulmaya.
Yitik, perişandır elbet bencileyin
Pişmanlığın ırgat olup geceleyin
Günle bahtın çağrısına koşan kişi.
Ah, iç sıkıntısı! sen ettin bu işi.
Zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
Ayaküstü günah işlenen gecede
Bir susuzluk kadehi sunmuştu bana:
Yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
Yel alsın götürsün bütün o geçmişi,
Büyülü kadehin zehrinden içmişi
Serin yalanında kandırmaz her pınar.
Dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
Bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
Bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
Ya da bir teknede açılmış bir delik;
Hangi pencereye koşarsan ahretlik
Bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
Her adım attığın yeri basan bir sis.
Hangi yana baksam onu görüyorum:
inancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
Günah kapılarının aralandığı,
Tanrıların bile avaralandığı
Şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
Güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
Sana tapınanlar kardeşimdi benim;
Güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
Kucakla beni, tanrıça, sev, sar beni,
En yırtıcı, en aç hayvanların ini
içimin göz görmez mağaralarıma gir
Senin girmediğin yerde haset, kibir
Dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
Çakal seslerinden örülmüş bir gece,
Teneşir başında oynaşan çirkinler
Engerek düğümü doğuran gelinler,
Zina şöleninde beynin nöbet nöbet
Cehennem halayı çeken bin iskelet
Ve yaprak indiren ağaçlar baharda...
Senin bağışından yoksun kucaklarda
Çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
Ağrı' ya eş bir dağ olsaydı içimde
ilkin şu gönlüme doğardın her sabah,
Daha her yer geceyken sarardın, gümrah
Sarı saçlarınla benim varlığımı,
Kendimde taşırdım kendi taptığımı...
Ağrı' ya eş yüce bir dağ yok içimde
Ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
Kaplamış gözümün gördüğü her ufku
Umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.

Ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
Ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
Bu yalnız inilti esen manzaradan
Bir çaresiz ay'dır sallanan aradan;
Işık tuttuğu her şey bir taze yara.
Onmaz bu gece. Bırak karanlıklara!
Can yiğitliği yitirmiş, kalp aşkı
ilenişlerinden insanın bir şarkı
Tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski...
Ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
Üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
Altında her kalbe esenlik payı var;
Bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
Vurup alnımıza serin gölgesini,
Bizimdir bu koku, bu renk dolu sini
Üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
Bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
Şu aydın, ferah ve rahat gök altında
Her kazazedenin müjdesi bir ada,
Her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
Koparırken elin taze meyvaları
Öyle kolaydı ki yaşıyorum demek;
Soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
Niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
Ağrı! başına boz bulutlar inmede.
Ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk,
Kim bu vurulmuş yatan, ova boyunca,
Bir kan çeşmesine açık durup avcu?
Çile pazarında cana pey sürümü
Çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
Korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
Yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
Ölümsüz barışa gülen şafakları,
Lezzet ve esenlik tüten ocakları,
Ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
Tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
- Dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
Vuran bir toz parçası değilse eğer
Küçük gövdesine budur giren ölüm,
Onun yüzünü bizden çeviren ölüm...

Sen ey, oyununu en güzel oynayan!
Hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
Bir gün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
Ey sen! ölümden çok hayatın kardeşi
Dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
Her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
Ve geri getirdin o sürgünlerini?
Nerde buldun tekrar eski günlerini
Zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
Ve en güzelini sönmüş ateşlerin,
Kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
Ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
Evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
Bizden gidenlerin bir gün en yakını
Ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
O aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
Ey boş gecelerin dadı ayışığı!
Salla, salla hüzün uyuyan beşiği
Söğütlerin nazlı dalları içinden
Ki o altın saman yolları içinden
Bir sabahı özleyen şu taze kadın
Yatsın başyastığına anılarının;

Bir makine sesiyle işleyen kalbi
Alıp gezdirsin onu bir gemi gibi
Düşlerinin durgun, mavi denizinde.
Beni de hep kendi kendimin izinde
Fenerinle yolumu aydınlatarak
Barış çeşmesini aramaya bırak,
Budur yaşadığın sürece görevin;
Gecelerin birinde, solgun alevin
Güne yenilmeye başladığı zaman
Üstüne başımın düştüğü kitaptan
Eser Mevlânâ'nın üflediği rüzgâr...
işte, gam türküsü söyleyen kamışlar
Rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
Bu bir düştür belki, insan uyanınca,
Gözlerinde kalır serabı bir ömür,
Her şey bu ışıltı ardından görünür
O insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
Seni uykuya çekip götüren elim
Kadınım, ayışığı içinden şu anda
Aldanış diye ne varsa bir insanda
O daldan tutuyor...Böyledir bu. Kader
Kavuşur sabaha en uzun geceler
Ve serin durur her avunuş testisi.

Rüzgârlar başladı. Sonsuzluk gemisi
Önünde köpürüp şahlanmada engin;
Yolcusu olduğun nihayetsizliğin
Bir ucu Allah'ta ve sende bir ucu.
Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
Barıştıran sınır geceyle gündüzü;
Ey sonuca doğru ilkuçtan gelen Dağ!
Göğü perde perde delip yükselen Dağ!

ahmet muhip dıranas

(bkz: ağrı şiiri)

yeni lisan

Yeni lisan makalelerinden birincisini özetlemeye çalırsak:

Eski Lisan
Eski lisan artık asla konuşulmayan Latince ve ibranice gibi dillere denir. Bizim de Asya' dan Anadolu' ya geçmemizle dilimize Arabi ve Farisi kelimeler girmiştir. Bunun zararı olmamasına karşın zamanla bu dillerin fikirleri ve kaideleri dilimizi işgal etmiştir. Bu da dilimizi tabiata muhalif ve yapmacık bir hale getirmiştir. Ancak Türkçe fiillerimizi ve kiplerimizi saklayabilmişizdir. Onların sayesinde bugün Türkçemizi eski doğallığına getirme şansımız vardır.

Edebiyatımız
Eğer edebiyatımızı devrelere ayırmak istiyorsanız 1.Şarka doğru: iran' a 2.Garba doğru: Fransa' ya devrelerini görürsünüz. Dün nasıl şarka gidilmişse bugünde garba gidilmektedir. Eskiler sözde Türkçe yazdıkları divanlarının yanına şöhret kazanmak ve güç sahibi olmak için farsça divanlar eklerlermiş. Şairler, hâkimler Arapça yaza gelmişler. Padişahlarımızın Farisi bilmeleri şart gibiymiş hatta farsça divanlar düzüyorlarmış bazıları.

Milli Edebiyatımız
Yokmuş. Hala da yoktur. Olanlar da muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden, şarkılardan ibarettir. Peki, niçin bizim milli edebiyatımız yok? Sebebi basittir. Edebiyat şiir ve hayal sanatıdır. Yazılan aşk şiirlerimiz peki ne kadar gündelik hayata uygundur? 15 yaşındaki bir kızı ebe beyinleri dışında kimse göremez. Aynı şekilde kocalı ya da dul bir kadını da kimse göremez. Bunları edebi gelişmemizin önünde ki engeller olarak görmek ise ukalalık olur. Bu yasaklar bizi zevk ve zaaf girdabına düşmekten alıkoymuş, başımızda hissi sersemlik fırtınaları kopmasını engellemiştir.

Şarka Doğru
Araplar çöl hayatından dolayı kadınlarla görüşme imkânına sahiptirler. Bu yüzden yakıcı ve etkili şiirler yazabilişlerdir. Bizim medeni islamiyetimiz kadınla erkeği birbirinden ayırdığından gerçek ve hastalıklı aşklara meydan kalmamıştır. Gerçek aşklar olmayınca şairler hayalleriyle sevişmeye başlamışlardır. Bu da şiirdeki hakikatin sade güzelliğini baltalamıştır. Samimi hareket edenler, gerçeği yazmak isteyenlerde ahlaksızlıkları kaleme almışlardır.

Garba Doğru
Şark devresini Muallim Naci ile bitirir. Fikret'le Cenab'ı güzel fakat milletimizin his ve zevklerine aykırı Fransızca şiirler meydana getirmekle itham eder. Halit Ziya'nın Fransız romanlarını sayfa sayfa naklettiğini söyler. Eser isimlerinin bile Fransızcadan çalıntı olduğunu söylemiştir. S.Fünun' u 35 sene evvel başlayan sadeliği öldürmekle suçlar. Eski edebiyatın yaptığının aynını S.Fünun' un da yaptığını belirtir.

Bugünküler
Yani Fecr-i Ati.. Bu grubuda S.Fünun taklitçiliği ve henüz eser ortaya çıkaramamakla suçlar. Tüm hatalarına rağmen yine de vatanın tüm ümidinin onlarda olduğunu söyler onlar gençtirler, zekidirler. Onların eskiyi taklit etmeyi bıraktıkları gün büyük işler başaracaklarına inanır.

Hastalıklar
Edebiyatımızın geçmişi hakkında kısa ama oldukça açık bir kroki yaptık. Görülüyor ki şimdiye kadar milli bir edebiyat meydana getirememişiz. Yeni bir döneme giren Türklere yeni bir lisan lazımdır. Milli bir edebiyata ancak milli bir lisanla ulaşabiliriz. Eski lisan hastadır. Hastalıkları taşıdığı lüzumsuz ve yabancı kurallardır. Bu hastalıktan ötürü ülkemizde kitaplar satılmaz, dergi satılmaz.

Tasfiye
Saflaştırmayı nasıl yapıcaz tabi ki Buhara' da ki kavimdaşlarımızın yanına dönerek değil. Bu büyük bir hata olur. 5 asırdan beri konuştuğumuz Arapça ve Farsça kelimeleri dilimizden atamayız hatta aruz yerine heceyi bile şairlerimize sevdiremeyiz. Konuştuğumuz lisan istanbul Türkçesi en doğal lisandır. Klişe terkiplerden başka lüzumsuz hiçbir deyiş ona girmemiştir. işte yazı lisanıyla konuşma lisanını birleştirirsek büyük iş başarmış oluruz. O zaman sanatımız ve zekâmızı kısıtlı bir edip kümesi değil büyük kitleler anlayıp takdir edebilecektir.

Nasıl?
Kolay ancak biraz fedakârlık istiyor. Türkçe kaidelerle her terkip yapılabilir o zaman Arabî Farisi kaideleri bırakalım. Süsten kaçalım. Fikre, hisse önem verelim. Sade, beyaz, muhteşem mermerden abideler üretelim. Bunu eskiler yapamaz onlar yeninin düşmanıdırlar.

Milliyete Doğru
Düne ve zevke aldanarak maddiyata düşmeyelim. Dilimizi böyle dağınık hale getiren bir ihtiyaç sonucunda dilimize gelen Arabî ve Farisi kelimeler değildir. Sırf süs sırf ziynet için dile eklediklerimizdir. Dilimizin üzerindeki yabancı kuralları kaldırmalıyız. Terkipleri Türkçe kurala uygun yaparsak bazı Arabî ve Farisi kelimeler kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Dilbilgisinin Temizlenmesi
Arabî ve Farisi terkipler atılacak. Türkçe cem edatından başka katiyen ecnebi cem edatları kullanılmayacak. Diğer Arabî ve Farisi edatları da atacaksınız. Yalnızca Türkçeleşmiş olan kelimeleri kullanacaksınız.

isimler ve Sıfatlar
Farisi kelimeleri, Arapça mastarları, Türkçemizdeki manalarına göre isim veyahut sıfat kabul edicez. Lisanımızda yalnızca Türkçe kaideleri hükmedecek. Yeni lisana ilmi, fenni, edebi yazılar yazacağız. Hikâyeler, telif şiirler düzenliycez.

imla
Arabî ve Farisi kelimelerin imlaları şiddetle: dini bir taassupla muhafaza olunacak.

Gaye
Bu ırki hastalığı tedavi edelim. Bunu başaracak olan gençlerdir. Gayemiz milli bir lisan, milli bir edebiyat vücuda getirmek olacaktır.

Netice
Savaşları ordular yapsa da zaferi düzen kazanır. Düzen ve gelişme ise bilimin fennin edebiyatın yükselmesiyle olur. Dünü taklit etmek bize kötülük olur zekâmızı emeğimizi yeni lisan için harcayalım. Hedefimiz istikbaldir gençler. Sizden sonra gelecek nesil eskiye bağlı olduğunuzu görürse size lanet okuyacaktır.

fecr i ati

Bu grubun ortaya çıkış sebebini hemen Meşrutiyet'in ilanı günlerinden itibaren başlayarak, bulaşıcı bir hastalık gibi ortalığa yayılan ve her türlü estetik zevkten, sanat endişesinden mahrum bir yığın dergi ve gazetede görülen edebiyatsız edebiyat mahsullerinde aramak doğru olur. Toplulukları için Fecr-i Ati (yarının şafağı) adını seçerler. Teklifi yapan Yakup Kadri olmuştur. Topluluğun kurulma haberi ve bahis konusu beyanname, hatta daha sonra mensuplarının yazı ve şiirlerinin çoğu Servet-i Fünun dergisinde çıkar.

Topluluktakiler batılı manasıyla bir edebiyat derneği(kulübü) karakteri kazanmak istemişlerdir. Memleketin ilme ve sanata son derece muhtaç olması ibaresiyle de, politikaya karşı bir tavır almışlardır diyebiliriz. Fecr-i Ati beyannamesinde, kendilerinden önceki Edebiyat-ı Cedide grubuna saygılı bir dil kullanıldığı dikkati çekmektedir. Edebiyat-ı Cedide' ciler gibi sanat ve estetiğe bağlı, fakat yeniliğe daha çok açık, özellikle Batı edebiyatını daha iyi anlayan bir grup oluşturmak istemektedirler. Ayrıca bir yayınevi kurarak, Batılı ve yerli eserleri halka yaymayı hedeflemişlerdir.

Fecr-i Ati mensuplarının eser verdikleri edebi türler ve bağlı oldukları edebiyat mektepleri tam manasıyla ortak bir karakter göstermez. Batı edebiyatından teorik olarak şiirde kısmen parnas mektebine ve sembolist-empresyonist eğilimlere dayananlar olmuştur. Roman ve hikayede de genel olarak realist ve natüralist bir yol tutmuşlardır. Bu bakımdan Edebiyat-ı Cedide yazar ve şairlerinden fazla farklı bir tarafları yoktur.

Topluluğun şiirdeki temsilcileri Tahsin Nahid, K.Mehmed Fuad, Faik Ali, Mehmet Behçet, Emin Bülend, Fazıl Ahmed ve Ahmet Haşim'dir. Şiir konusunda ortak prensipleri genel hatlarıyla, şiirle topluma faydalı olmanın mümkün ve doğru olmadığı, şiirin ancak duyguları dile getiren bir sanat vasıtası olduğudur. Topluluk dağılana kadar geçen birkaç yıl içinde yazdıkları şiirler de Edebiyat-ı Cedide şiirini hatırlatır. Umumiyetle aşk ve tabiat temleri üzerinde, derinliği olmayan duyguları ifade eden bu şiirlerde yaygın olan vezin aruzdur. Kendilerinden önce başlamış olan serbest müstezat örnekleri çoğalmış, giderek serbest nazım denilebilecek değişik ve zengin şekillerle yaygınlaşmıştır.

Roman ve hikayede Refik Halid, Yakup Kadri, Cemil Süleyman ve izzet Melih' le aynı şekilde Servet-i Fünun romanını hatırlatan temaları işlemişlerdir. Konu ve tema olarak Edebiyat-ı Cedide romanını izleyen bu eserlerin roman dili, edebi değer ve roman tekniği açısından ise o seviyeyi tutturamadıkları görülmektedir.

Tiyatro türünde, aynı zamanda Tiyatro tenkitçisi de olan Müfid Ratib başta olmak üzere Tahsin Nahid, Şahabettin Süleyman, Refik Halid, izzet Melih, Ali Süha gibi isimler sayılabilir. Şahabettin Süleyman dışındaki yazarların oyunları ve özellikle o yıllarda "fanteziye" denilen kısa piyesleri dergi sayfaları arasında kalmıştır. Şahabettin Süleyman' ın oyunları da toplum ve ahlak meseleleri açısından epey tenkide uğramış eserlerdir. Fecr-i Ati tiyatrosu oyun tekniği bakımından da başarılı eserler ortaya koymuş değildir. Konuları da, romanlarında olduğu gibi çok defa hissidir ve çoğu basit aşk ilişkileri üzerine kurulmuştur. Tiyatro edebiyatı açısından daha başarılı sayılacak olan teorik çalışmalarıdır.
Topluluktan pek çok yazar ve şairin tenkit usulü, Türk ve Batı edebiyatları hakkında, sanat ve estetik üzerine yazdıkları yazılar önemlidir.

Teşebbüs ettikleri halde bir dernek kuramamalarının, fazla faaliyet gösterememelerinin sebebini, kuruluşlarından hemen sonra vuku bulan 31 Mart Vakasına ve bunun doğurduğu yeni sıkıntılı şartlara bağlamak mümkündür. Ancak temelinde sanatı şahsi ve muhterem kabul eden Fecr-i Ati mensuplarının her birinin şahsi bir yol tuttuğu ve dernek halinde çalışma disiplinine yanaşmadıkları da anlaşılmaktadır. Bu yüzden topluluk 3,5 yık gibi kısa bir süre sonunda tamamıyla dağılmıştır.

refik halit karay

Refik Halid, hikâye yazmaya Fecr-i Ati edebi topluluğu içerisinde başlamıştır. hikâyeciliğe batı edebiyatında Maupassant' ın Türk Edebiyatında ise Halid Ziya ve Hüseyin Cahid' in mahalli karakter arz eden eserlerinin tesiriyle başlamıştır. Onun, bu edebi türdeki ilk yazılarında yerli konu ve tiplerin işlendiğini görürüz.
Refik Halid daha Anadolu' ya sürgün edilmeden okuduğu eserlerin tesiriyle hikâyelerinde yerli hayatı işlemeye başlamıştır. ilk hikâyesini yayınladığı 1909 yılından 1913'te Anadolu' ya gönderilinceye kadar yazdığı hikâyelerde realist hikâyede görülen özellikleri görürüz. Yazar bu hikâyelerde cinsel ihtiyaçlar ve buna bağlı namus kavramını, geçim derdi ve iş hayatını, istanbul insanının kötümserlik ve bezginliğini konu almıştır.

Yazı hayatının ilk yıllarında yerli tipler ve mahalli konuları hikâyeleştiren Refik Halid, 1913 yılında Mahmut Şevket Paşanın vurulması üzerine Sinop' a sürülür. Bu sürgününde ittihat Terakki hakkında yazdığı mizahi ve hicvi yazıların payı büyüktür. Yazar bu yıllarda Anadolu insanı ve tabiatını yakından görme ve onların içinde yaşama fırsatını elde etmiştir.
Hikâyelerinin bütününde şu özellikler dikkati çeker; Olaylar, istanbul' un kenar semtlerinde, kasabada veya köyde geçmektedir. Kahramanlar genellikle, orta sınıfa mensup insanlarla, memurlar arasından seçilmiştir.

Hikâyeler uzun ve dikkatli gözlem neticesi tespit edilmiş, halkın orta sınıfa mensup insanların yaşayışını verecek tipler üzerine kurulmuştur. Bu yazılarda, insanları harekete sevk eden cinsel hisler ve maddi menfaat endişesidir. Peyzaj, dekor ve portreler genellikle olayın akışını, kişinin ruhsal yapısını ortaya koyacak tarzda kaleme almıştır. Genellikle hikâyelerde anlatılan olaylar, üzücü bir akıbetle son bulur. Kadınlar, orta sınıf halk tarafından cinsel arzuları ve cazibeleriyle tanınır.

Refik Halid hikâyelerinde realist yöntemle, herkesin baktığı eşya, tabiat ve insanda gizli olanı görme ve sezme arzusunu görüyoruz. Yazar batıdan aldığı teknikle yerli problemlerimizi ve Anadolu insanının hayatını hikâyeleştirmiştir.
1930-1939 yılları arasında kaleme aldığı eserleri Gurbet Hikâyeleri adındaki kitabında toplamıştır. Bu yıllarda yurt dışında sürgün hayatı yaşayan Refik Halid, bu hikâyelerde gurbet yıllarına ait hatıralarını ve memleket hasretini aksettirmiştir.

Yazar yurda döndükten sonra (1938-1939) gurbet hatıralarından hareketle hikâyeler kaleme alır.
Refik Halid neşredilen ilk yazısından itibaren Maupassant' a ait tekniği kullanır. Bu tarzda kaleme alınan hikâyelerin bariz özelliği, eserin aslını teşkil eden olayın başlangıcının belli, sonunun şaşırtıcı olması; okuyucularda ıstırap duygusunu tahrik edecek konuların işlenmesi ve sağlam kuruluşlu olmalarıdır. Bu yazıların planları küçük bir romanı düşündürür. Vak'alar, cemiyet ve insan karakterine ait hususiyetleri aksettirecek tarzda seçilmiş; akli bir sıraya göre tanzim edilmiştir. Kahramanların bütün karakterlerinin anlatılmak istendiği bu hikâyelerde, vak'anın akışı bir yerde okuyucuyu merakta bırakır, eserin devamında bu düğüm çözülür. Gözleme özel surette ehemmiyet verilmiştir.

Yazarımız bu türdeki eserlerinin hepsinde, yüksek sosyete muhiti haricinde hayat süren halkın yaşayışı ile ilgili olayları konu etmiş; onların ıstırap dolu hayatlarını hikâyeleştirmiştir. Eserlerde kahramanların karakterlerine ait özellikleri, başlarından geçen olaylar karşısında takındıkları tavırlardan; münasip tarzda anlattıkları hatıralardan ve diğer insanlarla kurdukları münasebetlerden anlıyoruz. Memleket hikâyelerinde kahramanlar arasında tezat hissedildiği halde, Gurbet Hikâyelerinde bir benzerlik görülmektedir. Hikâyelerin büyük çoğunluğu kötü sonu ifade eden bir cümle veya kısa bir paragrafla biter.

Refik Halid' in hikâyelerinde hüviyetleri belirtilen genç kız ve kadınlar; ya çeşitli cinsel duygularının tesiri altındadırlar; ya da, kasabada vazifeli memurların ve eşrafın zevkine yarı gizli hizmet ederler. Refik Halid'in hikâyelerinde, erkekler, kadınlardan hem sayı bakımından fazladırlar, hem de çok farklı zümrelere mensup olarak bulunurlar. Buna rağmen erkekleri, memurlar, ağalar din adamları, ticaretle uğraşanlar, bir harbin hatırasını taşıyanlar çevrelerindeki halktan bazı yönleri ile çok farklı karakteristik özelliklere sahip olanlar, olmak üzere gruplara ayırmak mümkündür.

Hikâyelerde, Türkiye' de vazife yapan memurların müşterek özellikleri; hem tembel, hem de her türlü eğlenceye düşkün oluşlarıdır. Anadolu' da çalışanlar her türlü resmi imkânı zevklerini tatmin etmek için kullanırlar. Kısacası memurlar, hikâyelere komik yönleri ile girmişlerdir. Memurlarda sebebi izah edilmeyen kayıtsızlık ve iş başında uyuşukluk müşterek özelliklerdendir.

Refik Halid, memurların komik yönlerini ortaya koyduğu gibi; hocaların da yüklendikleri mesleğin ulviyeti ile bağdaşmayan kararlar verdiklerini, tavırlar takındıklarını hikâye eder.
Yazar birkaç kalem darbesiyle tabiata ait unsurları belirttikten sonra, olaya sahne olan yeri anlatmaya başlar. Refik Halid, tasvirlerde günün çeşitli saatlerinde gökyüzünün aldığı şekle çok ehemmiyet verdiği için, dekora ait hususiyetleri kaleme alırken tasvir ettiği yerin tabii manzarasını da anlatmıştır. Yazar, tabii manzaraları anlatırken daha çok görme duyusundan faydalanıyor. Renk ve şekil, Refik Halid’in en çok kullandığı unsurlar arasındadır. Hikâyeci, peyzajların zihninde uyandırdığı hayalleri de anlatıyor.

Refik Halid'in hikâyelerinde şehir ve kasaba, köy, ev, dükkân, hastane dekorlarına rastlamaktayız. Bunlar genellikle geçimini güç temin eden insanların bulunduğu çevrelerdir. Hikâyelerde tasvir edilen Anadolu kasabalarında kasvet ve zevksizlik hemen hemen değişmez unsurdur.

Refik Halid hikâyelerinde şehirlerin genel görünüşünü anlatırken göze ait ihsasları ifade eden kelimeleri çok kullanmıştır. Görülen çevreye ait ses ve kokular da belirtilmiştir. Yazar, müşahedeye dayanan bu unsurların düşündürdüklerini de anlatmaktadır. Hikâyelerde, şehirlerin imar edilememiş kenar semtleri ile kasabalar kasvetli, zevksiz ve ışıksız halleri ile tasvir edilmiştir.

piyale mukaddimesi

"Şiir hakkında bazı mülahazalar" ya da daha çok bilinen adıyla "piyale mukaddimesi" nin bir reaksiyon poetikası olduğu bilinir. Şiir hakkında bazı mülahazalar yazısı "Bir günün sonunda arzu" şiiri için yapılan tenkitlere karşı müdafaa karakterinde bir yazıdır. Zaten bu yüzden yazının ilk iki paragrafı, bu şiirin tenkidi vesilesiyle, bizde edebi tenkit denilen türün nasıl sübjektif ve şahsi hatta keyfi olduğundan, tenkitlerin hakarete kadar vardığından şikâyete ayrılmıştır.

Haşim, pek çoklarının şiirde mana ararken varlığını gerekli gördükleri şeyleri şöyle sıralıyor: Fikir, hikâye, mazmun. Onun bu yazıyı ilk defa 1921' de yazmış olduğunu hatırlarsak, kimleri hedef aldığını tahmin etmek güç olmaz. ikinci meşrutiyetin ilanından(1908) 1920' lere kadar edebiyatımızda siyasi ve ideolojik şiirlerin ne dereceye kadar hâkim olduğu bilinmektedir.

A.Haşim' e göre adi idrak sahipleri şiirin muhatabı değildir. Onun şiir okuyucusu karşısındaki bu mağrur davranış tarzı, makalenin birçok yerinde değişik ifadelerle tekrar edilir.

A.Haşim şiirin, tarih, felsefe, nutuk vs. ile de karıştırılmasından şikâyetçidir. Burada da hedef yine 2. meşrutiyet sonrası şairleridir. Şair bir hakikat habercisi değildir, öyleyse şiirde gerçekçilik söz konusu olmamalıdır.

Haşim, şiirle nesri birbirinden kati olarak ayırır. Nesrin kaynağı için akıl ve mantıktan bahsederken buna mukabil şiirin kaynağı belirsizdir, fakat idrak(algı) bölgelerinin dışındadır, yani bilinemezdir. Sadece ara sıra, o kaynaktan bir takım pırıltılar duyularımızın ufkuna yansır. "Pırıltı" kelimesinin A.Haşim' in sembolizminde özel bir manası ve değeri vardır. Fransız sembolist şairi Rimbaud' nun ilk şiir kitabına verdiği isim "ıllumanitions" (pırıltılar)' dur.

Şiir nesre, nesir şiire yaklaştırılmamalıdır. Tersi olursa her ikisi de kendi hüviyetlerinden sıyrılıp sahteliğe düşeceklerdir. Nesrin sağlam ve mantıki bir yapısı vardır, şiirde bunlar aranmaz. Haşim' in ikinci meşrutiyet sonrası didaktik, fikri ve sosyal muhtevalı şiirin karşısında kaldığını söyledik. Bu bahisteki şiir-nesir ilişkisi de, Servet-i Fünun hatta kendisinin de dahil olduğu Fecr-i Ati şiirinde geçerli olan bir tarzın karşısına çıktığını gösteriyor. Nesrin şiire, şiirin nesre yaklaşması hadisesi, Servet-i Fünun' culara ait bir teoridir. Haşim' in yukarıdaki ifadeleriyle mensur şiire karşı çıktığı görülmektedir.

A.Haşim' gölgesiz bir nesrin hazin çıplaklığı cümlesinde ki hazin çıplaklık sözüyle realizmi kasteder. Haşim' in şiir anlayışında Mallarmé' den, sembolizmden ve empresyonizmden gelen prensipler vardır. Makalede geçen Rahip Brémond' a göre şiirin kaynağı akıl değil sezgidir.(Böylece sembolizm-empresyonizm ortak felsefi temeli olarak Bergson sezgiciliği de devreye girmektedir.)

Ahmet Haşim' le Yahya Kemal' in "saf şiir" teorisi etrafında yakın görüşlere sahip olduklarını belirtelim.
Şiirin musiki ile ilgisini ise A.Haşim, "Şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır" cümlesinde açıklar.

Haşim şiirde manayı tamamıyla reddetmez. O, yalnız manayı aramanın veya manayı ön plana almanın aleyhindedir. Mananın değerini kabul etmekte, fakat her şeyden önce kelimelerin telaffuz değeri, yani musikisi üzerinde durmaktadır.

Haşim' e göre şairin bütün endişesi, kelimelerin gündelik kullanımdan bir takım değişmelere uğramasına gayret etmek ve ahengi bulmaktır. Bunu yaparken mana kararmış anlaşılması zorlaşmış olabilir. Okuyucu bu belirsizliği şiirdeki ahengin lezzetiyle telafi edecektir.

Haşim' in şiirinde ve şiir anlayışında mana yok değildir. O,okuyucusunun seviyesine göre farklı derecede, iç içe kapalı daireler halinde manaların varlığını kabul etmektedir. Bu daireleri, okuyucusunun şiir hassasiyeti ve kültürü teşkil eder. Onun, şiirde mana için kullandığı bal istiaresi de buna işaret eder. "Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu...." Bu paragrafta kanat vızıltısı dolayısıyla yine musikiyi ön plana çıkarır. Fakat her şeye rağmen bal dolu bir kavanoz yani mana mevcuttur. "Her göze görünmez" se de, bazı gözlere görünür, demektir. işte burada manayı, önce kristal kavanozda, sonra onu çeviren sıkı defne ormanında gizleyen çemberler gibi, bu çemberleri kıracak okuyucu zekâları yahut duyarlıkları da bahis konusu olmaktadır.

Haşim aristokrat bir şiirin peşindedir. Haşim' e göre herkes şiirden anlamaz, esasen buna gerekte yoktur. Burada eskilerden Nedim'i, çağdaşlarından da Abdülhak Hamid'i, kalabalıkların anladıklarını zannedip de gerçekte ancak birkaç kişinin anlayabileceğine iki örnek şair olarak gösterir.

A.Haşim&' e göre şiir okuyucusunun dışında, olumsuz olarak nitelediği iki tip edebiyatla ilgilenen insan grubu daha vardır. Tenkitçiler ve edebiyat öğretmenleri. Edebiyat öğretmenlerine derslerde şiiri düz yazı haline getirmeye çalıştıkları için kızmaktadır.

Haşim; bir şiirden anlamak, daha doğrusu zevk almak için belli bir zevk seviyesinde bulunmak lazımdır. Çünkü şairin kullandığı dil alelade bir dil değildir der.

A.Haşim, şiirde ahengi yakalamak için kullandığı kelimenin Farsça, Türkçe, Arapça olmasına bakmaksızın sadece fonetik değerlerini dikkate alarak karar verirdi.

Haşim' e göre eserin açıklığı her okuyucuya göre değişecektir. Haşim' e göre okuyucu sanatkârın gönderdiği mesajı aynen almayacaktır. Bu hem mümkün değildir hem de gereği yoktur. Her okuyucu şiiri kendi zekâsına, hazırlığına, hatta zamana ve çevresine göre farklı değerlendirecektir.

Çeşitli yorumlarla anlaşılabilen, yaklaşılabilen şiiri resullerin sözlerine benzetir. Mehmet Kaplan; Haşim'in de Servet-i Fünun' cuların çoğu gibi dini inanç ve duygularını kaybettiğini, dinlerin vaat ettiği ölüm sonrası ebedi hayata mukabil, bu boşluğu psikolojik olarak uzak ve hayali ülke tasavvurlarıyla telafi ettiğini söyler. Gerçekten Servet-i Fünun' cularda da Ahmet Haşim' de de bu dünyanın dışında ve ötesinde ütopik alemlerin hayalleri bir çok şiirin temasını teşkil etmiştir. Haşim' in sembolizme bağlılığı ise bu bakımdan ona adeta yeni bir mistisizmin, sanat mistisizminin kapılarını açmıştır. Haşim' de sanat özellikle şiir, din yerine kaim olacak mistik bir karakter kazanmaktadır.

dtcf

Atatürk' ün kurduğu, "Türk dili, edebiyatı ve tarihinin daha çok aydınlanmasında" aracılık, yardımcılık etmek üzere, içinde pek çok filoloji bölümüne yer veren fakülte. Bugün ise araç, amaç haline gelmiştir o ayrı.

aka gündüz

Asıl adı Enis Avni' dir.
Aka Gündüz Ömer Seyfettin' in kendisini yazmaya teşvik ettiğini açıkladığı konuşmada, kendisini milliyetçi edenin sevdiği bir bulgar kızı olduğunu söyler: "Bir gün herkes çay kenarında toplanmış havaya bakıyordu. Sevgilimle beraber bizde gittik. Ne var? dedik. Gündüz, havada bir yıldız görünüyor dediler. Güzel Bulgar kızı ellerini çırparak oh, oh; diye sevindi. Neye seviniyorsun, dedim. -Ben mi, dedi. Ne zaman güpegündüz havada bir yıldız görünmüşse, çok sürmez Türklerin başına bir felaket gelir. Ona seviniyorum... O anda yılduz bütün cüssesi ile, bütün ateşten savleti ile beynime indi ve o saniyeden itibaren Osmanlılıktan Türklüğe avdet ettim" Bu olayı Ömer Seyfettin' e anlattığında, Ömer Seyfettin onu hikaye halinde yazmasını söylemiştir. Ne yazık ki bu hikayeyi, gönderdikleri irtika basmamıştır. *
Ömer Seyfettin nakarat adlı hikayesinin konusunu Aka Gündüz' ün bu macerasından almıştır.

* Mecdi Sadrettin, Sevdiklerimiz 1, istanbul Milliyet Mat. 1929 s.43- 44

yeni lisan

Yeni Lisan makalesi kişiye değil bir kitleye mal edilmek istendiği için imza yerinde büyük bir soru işaretiyle çıkmıştır.(bu makaleler derginin ilk 12 sayısı boyunca sürmüştür. ) ilk makalenin Ömer Seyfettin' e ait olduğunu Ali Canip açıklamıştır. ikinci Makaleyi Ali Canip ve Ziya Gökalp birlikte yazmışlardır.

genç kalemler

Genç Kalemler, 11 Nisan 1911' de Ali Canip ve Ömer Seyfettin'in önderliğinde, Ziya Gökalp'ın desteğiyle "dilde ve edebiyatta milli benliğe dönüş" anlayışını benimsemiş bir süreli yayındır. Kısa sürede genç kuşak arasında ilgi odağı olup, edebi çevrelerde geniş yankılar uyandırmıştır. Bir edebi hareket yaratarak bunu "milli edebiyat" söylemi ile pekiştirmişlerdir. Derginin oluşumunda ilk izlerini Şinasi de "safi Türkçe" söyleminde gördüğümüz Türkçülük hareketinin rolü büyük olmuştur. Buna bir de dilde ve edebiyatta yalın söyleyişi yeğleyen, halkın özündeki değerlere yönelen; üstelik 1897 Yunan Harbi zaferini simgeleyen ve o dönemin birçok şairine ilham kaynağı olan ve,

Ben bir Türküm dinim, cinsim uludur

dizesiyle başlayan Anadoludan Bir Ses yahud Cenge Giderken adlı şiirin sahibi Mehmet Emin Yurdakul’un edebi çevrede yaratmış olduğu coşkuyu ve heyecanı da eklemek gerekir. 1910- 1912 yılları arasında toplam 33 sayı çıkmış olan Genç Kalemler dergisi, Milli Edebiyat akımının hem teorik ilkelerini ortaya koyması hem de bu ilkeler doğrultusunda somut ürünler vermesi açısından oldukça önemli bir dergidir. Yazar kadrosunda Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Canip Yöntem, Aka Gündüz, Akil Koyuncu, Hakkı Süha, Celal Sahir gibi isimler bulunmaktadır. Genç kalemler dergisi esas itibariyle bir dil ve edebiyat dergisi olmasıyla birlikte tarih, siyaset, felsefe, sosyoloji, antropoloji, tasavvuf gibi konulara ilişkin yazılar da yayınlamıştır. Ayrıca Daha Küçüklerin Yazıları üst başlığıyla daha genç yazarların ürünlerine de yer vermiştir.

TDK, Genç Kalemler dergisinin bütün sayılarını toplu olarak yayınlamıştır.

sahnenin disindakiler

Tanpınar'ın bu eseri Fethi Naci'nin Türk Edebiyatında en beğendiği yirmi roman arasındadır.

poetika

Türk Edebiyatında poetika sahibi bazı şairlerimiz:
Ahmet Haşim (bkz: Piyale Mukaddimesi)
Orhan Veli (bkz: Garip Önsözü)
Necip Fazıl (bkz: Poetika Yazıları)

torun

Polonya'da bir şehir. http://www.torun.pl/index.php?lang=en

leh

+ 966-1792 yılları arasında büyüyen bir devlet: Çok uluslu, farklı kültürler, farklı din mensuplarının barındığı ve Osmanlı imparatorluğ'uyla 300 yıl boyunca ortak sınıra sahip olan ülke;
+ 1791 Avrupa'da ilk demokratik anayasayı kabul eden ülke;
+ 1795-1918 yılları arasında (yani 123 yıl boyunca) Avrupa siyasi haritasından silinmiş bir ülke komşuları Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından paylaşılmıştır. Taksimi Osmanlı imparatorluğu kabul etmemiştir;
+ 1918-1939 yılları arasında tam bağımsız genç bir cumhuriyet olarak hem yeni bir ülke altyapısını hem Polonya vatandaşlık ruhunu, yani yeni bir analyışı ve hem de demokratik sistemi kurmaya çalışan egemen devlet;
+ 1939/45-1989 2.Dünya Savaşı ve Yalta, Poçdam'daki "üç büyükler" tarafından alınan karar üzerine Sovyet Bloku'na zorunlu şekilde bırakılan ülke;
+1980 yılında "Dayanışma" hareketiyle başlayan bağımsızlık ve egemenlik yolunda 1989 yılından itibaren dünyayla tam bütünleşme yolculuğunu seçen ve başlayan ülke: 1999'dan itibaren NATO, 2004 yılından itibaren AB üyesidir. *

* Bu bilgiler irfan Ünver Nasrattınoğlu'nun "Bir Türk'ün Gözüyle Bugünkü Polonya" kitabından alınmıştır.

sinasi

Namık Kemal Şinasi ile tanışmasını Talim-i Edebiyat Üzerine Risale'sinde şöyle anlatır:
"Hangi senede olduğu hatırımda değildir, fakat zannıma göre yetmiş sekiz sene-i hicriyesinde olacak, bir ramazan günü kitap aramak için Sultan Bayezit camii avlusundaki sergilere girdim. Elime talik yazı litoğraf basma ile bir kağıd parçası tutuşturdular, yirmi de para istediler. Parayı verdim, kağıdı aldım. Üstünde 'ilahi' ünvanını gördüm. Derviş Yunus ilahisi zannettim, bununla beraber okumaya başladım. O ilahi neydi bilir misin, neydi? Beni yazdığım yazının şimdiki derecesine isal etmeğe, milletin lisanını şimdiki haline getirmeğe sebeb-i müstakil olan ilahi bir ilahiydi. Sade fikre ne kadar da yakışıyor. Mebadisi şudur:

Hak Taala azamet aleminin padişehi
Lamekandır olamaz devletinin tahtgehi
.Nesren yazdığı şeyleri gördüğüm, hatta beğenmediğim Şinasi'nin ilahi bir kelim olduğunu o şiirinde anladım. Fakat fikrimi edebiyat arkadaşlarıma anlatamadım. Gittim, gazetesinde muin oldum. Mesele sade fikirlerdedir. Adem gibi gözümü açıp da yanımda bir nedime-i vicdan gördüğüm eyyamı mebdei o gündür. Merhum Şinasi Tasvir-i Efkar'iyle edebiyatı sahihaya Osmanlı lisanında tesis etti." *

* Onan,Necmettin Halil, Namık Kemal'in Talim-i Edebiyat Üzerine Bir Risalesi, Ank.1950, MEB Yayınları s.53-56

Şinasi'nin Namık Kemal'in divan edebiyatı ve dil konularındaki fikirlerinin değişmesinde nasıl etkin bir rol oynadığını burada görürüz.

dikmen yildizi

Aka Gündüz'ün romanı(1928). Milli mücadele dönemini anlatan romanlarımızdandır.

aka gündüz

Hitabet üslubuyla yazdığı tezli romanlarında milli heyecanlara ve sosyal tenkide ağırlık verir.
(bkz: dikmen yıldızı) (bkz: bir şöförün gizli defteri)

hep o sarki

Abdülaziz döneminin (1861-1876), gelir düzeyi olarak hali vakti yerinde ailelerinin konak yaşamını anlatır. Eserin üslubu Vecihi ve Ahmet Mithat Efendi'nin romanlarını anımsatır.(anlatıcının bir hikaye anlattığını okuyucusuyla paylaşması, sık sık araya girmesi... gibi) Zaten romanın (ben)anlatısıcı bu yazarları zevkle okuduğunu belirtir. Eseri Tanzimat Dönemi konak yaşantısından önemli ayrıntılar veren bir aşk öyküsü şeklinde okuyabileceğimiz gibi Vecihi ve Fransız Romantik yazarlarının aşk romanları ile Ahmet Mithat Efendi'nin roman üslubunun gizli eleştirisi olarakta okuyabiliriz. Eserin baş kahramanı Münire hem anlatıcı hemde olayların etrafında geliştiği kişidir. Romandaki her şahsı Münire'nin gözünden tanır, yaşanan her olayı Münire'nin ağzından dinleriz. Münire'nin Cemil Bey'le yaşadığı aşkı algılayışı ve anlatışıda gençken okuduğu Fransız Romantiklerinin aşk anlayışlarına benzer. Romanda Münire hayali, Cemil Bey hakikati temsil eder. Yakup Kadri eserinin bu yönü ve kahramanlarının isimleri yoluylada Mai ve Siyah romanına bir gönderme yapar. Ahmet Cemil&Cemil Bey, Lamia (parlayan demek) & Münire (Münir:nurlandıran demek). Mai ve Siyah'ta ise Ahmet Cemil hayali Lamia hakikati simgeler. Hayale sarılarak yaşamaları bakımından Ahmet Cemil ile Münire birbirlerine çok benzemektedirler. Romanın leitmotif unsuru esere adınıda veren Şarkı'dır. Yakup Kadri'nin (ben) anlatıcısının bir kadın olmasına karşın onun duygularını ve düşünce dünyasını ustalıkla anlatmış olması ise eserin en büyük başarısıdır.