bugün

entry'ler (60)

yaran diyaloglar

bir arkadaşım ve ailesi gene bir yaz hep birlikte bodrum'daki yazlıklarına gidiyorlar. bu arkadaşımın kendisinden bir yaş büyük de bir abisi var ve bu genç adam bazı sebeplerden ötürü o sıralar kendini iyice alkole vurmuş durumda. her neyse bir akşam iniyor gene bu yazlıklarının eğlence mekanına, başlıyor şişeleri ardı ardına devirmeye. oradan geçen bir arkadaşı da çocuğu görünce, haline acımış olacak ki, soruyor;

+abi, çok içiyosun sen, amatem'e gitsene..

sarhoş ve yarı cahil abimiz çocuğun suratına birkaç saniye boş boş bakıp cevap veriyor;

-niye? orda içki daha mı ucuz?

çocuğunun videosunu çekip internete koyan insan

eğer komik bir anını yakalayıp spontane bir şekilde çekmediyse; özellikle çocuğa bir şeyler söyletip ya da bir şeyler yaptırıp sonra da çocuğun saflığına gülünsün eğenilsin tıklama rekoru alsın diye youtube'a falan koyduysa, "napıyom lan ben?" diye bi düşünmesi gereken insandır. he evet o çocuk da sen koskoca adamsın lan ibiş, başka işin gücün mü yok?

kız başına yapılamayacak şeyler

artık çok da fazla uzamayan bir listeye sahip eylemler bütünü. eskiden kolayca yutturduğunuz sikimsonik maddeleri götünüze sokabilirsiniz. neymiş efendim? kız başına bir takım işlere kalkışılmazmış... hadi ordan. kız başımıza her bi boku yaptık lan, hepinize kapak olsun.

tebrikler kızınız hamile için ne dediler

ozan güven: lan dalyarrak, ben sana soruyor muyum kızını kim sikiyor diye?

(bkz: ben sana soruyor muyum kimi sikiyorsun diye)

ben bu yazıyı savaş çığırtkanlarına yazdım

götün yiyorsa git kendin savaş.

amerikan gençliği

Sanırım bütün suç Teoman'ındı.

Sene 2000'di. Yeni Milenyum'a, televizyonda gördüğümüz çılgın eğlenceler eşliğinde girme hayallerimiz tabi ki çok uzaklardan bize el sallamakla yetindi. Ben henüz yeni yeni büyüyor, yeni yeni farkına varıyordum gözüme sokulmaya çalışılan "dünya"nın. Şansa bakın ki Cnbc-e de aynı sene girmişti hayatımıza ve ben televizyonda Dawson ve Joey'i izliyor *, kendi kafamda yavaş yavaş bir "gençlik" tanımı oluşturuyordum. Gelin görün ki bu yeni "gençlik" tanımı, benim yaşadığım gençliğin kilometrelerce uzağına düşüyordu ve ben kendimi bütün hayatım boyunca sürecek o eksiklik hissinin kollarına bırakıyordum.
Yeni keşfettiğim bu "gençlik" o bir saat boyunca bana umut ve heyecan veriyor, fakat kendi realiteme döndüğüm zaman bu heyecan kıskançlığın getirdiği korkunç bir öfkeye dönüşüyordu. Ben o zaman başladım sanırım kendimi yaşlı hissetmeye. Aslında yaşlı hissetmek de denemez buna belki, genç olmadığımı hissediyordum sadece. Ve çok istiyordum genç olmayı, karşı konulamaz biçimde istiyordum. Fakat günün sonunda içimdeki yontulmamış duygular ve öfkemle, kafam alabildiğine karışmış, gençliğimi bana yaşatmayan dünyaya öfkem dağlar kadar kabarmış, ellerim bomboş ve gözlerim yaşlı kalıyordum.
Aynı sene Teoman "On yedi" şarkısını çıkardı attı önümüze. Orda anlatılan bir gencin ölümüydü ama benim dikkatime takılan tek şey o rakamdı, ölü ya da diri, on yedi... Ben o zaman on dokuz yaşındaydım ve on yedi olmadığım için kendimden nefret etmeye başladım.
Zaman geçti. Bazılarına iyi, bazılarına kötü... Ben ve benim gibileriyse sadece es geçti.
gün geldi Yirmi iki yaşıma geldim. on dokuz yaşımdan beri beynimin içinde haldır haldır inşa edilen o başka dünya gençliği, artık kafamı her kaldırdığımda üstüme üstüme gelen koskocaman bir ütopya haline gelmişti. Yukarı baksam bu ütopik hayat altında eziliyor, aşağı baksam kendi hayatımdan tiksiniyordum. Kendimi geri dönülemez biçimde yaşlı, geri dönülemez biçimde geç kalmış hissediyordum. Sadece yirmi iki yaşındaydım, ve yaşlanıp ölmekten deli gibi korkuyordum.
Geçenlerde buldum o yazımı. "paula yirmi iki yaşında". Düşündüm, aradan altı koca sene geçmiş. Ve ben hala yaşlanıp ölmekten korkuyorum. Hala kendimi her şeye geç kalmış hissediyorum. O zaman anladım ki benim durumumun yaşla en ufak bir alakası yok. Bu başka bir şey. Bu, televizyonlardan, dergilerden, kitaplardan fışkırıp yüzümün tam ortasına tüküren o Ütopya'nın bana yaşattığı eziklik ve eksiklik hissi. On dokuz yaşında Dawson ve Joey izlemekle başlayıp, seninkinden farklı bir hayatın mümkün olduğunu farkettiğin andan itibaren büyüdükçe büyüyen bir kıskançlık hissi.

Amerikan Rüyası denen şeyi, sadece ekranların ardından izlemeye mahkum bir gençliğin, ömrü boyunca üstünde taşıdığı o eğretilik sanırım bundan. Çünkü kendimizi o dünyanın bir parçasıymış gibi sunmaya çalıştığımız her an, o televizyon camına tosluyor ve kendi gerçek hayatlarımıza geri dönüyoruz. Kaldığımız yerden, ütopik hayallerimizi kimbilir bir daha ne zamana kadar bastırıp, içimizde duyduğumuz o hiç kapanmayacak boşluk hissiyle yaşamaya devam ediyoruz. *

tebrikler kızınız hamile

ardından da "tanımadığınız numaralardan gelen 'kızınız hamile' gibi smsleri evlat katili olmamak için dikkate almayınız" içerikli turkcell mesajı gelmezse darılırım.

the stoning of soraya m

biz burda oturuyoruz.
biz burdayız.
biz burda konsere gideriz akşam.
doğumgünümüzde mum dikeriz, pasta keseriz.
işlerimizden nefret ederiz.
arabamıza benzin alırız.
arabamıza benzin almak için bütün ay çalışırız.
mac'ten allık almak için. nine west'ten topuklu, mango'dan dekolte, bi de evimize cicili bicili tuzluk ve biberlik...
çalışırız bütün ay. bunun için. ne yaptığımızı ve niye yaptığımızı bilmeden.
biz burda oturuyoruz.
burdayız.
oturuyoruz.

dünyanın başka bir yerinde bir kadın,
elleri kolları bağlı,
bir çukura sokuluyor.
ve taşlanıyor.

biz burda yaşıyoruz.
kendimizden utanmadan.
burdayız.
saklanıyoruz.

öyle küfürler edesim var ki bize, kitlenip kalıyorum. silip silip duruyorum.

hiç bi şey yapamazsam soraya adına, allah benim de belamı versin, soktuğumun dertlerimin de...

utanıyorum.

babanın evlenmesi

Babam Cumartesi akşamı nişanlandı. istanbul'da.
Hiçbir şey hissetmiyorum.

Annem fazla abartılı davranıyor. Gerekirse ben ona abla olurum demiş babama. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Bize de hiç değilse biriniz gitseydiniz, babanızın yanında olsaydınız gibi laflar etti arada. Ablam da ben de kaale almadık.

Babamı düşünüyorum. Mutlu olmasını istiyorum. Arada kaldığını, bir tarafının çok endişeli olduğunu biliyorum. Bundan sonra eskisi gibi, yani şimdiki gibi olmayacağından korkuyor. Biliyor çünkü endişesinde haklı olduğunu. Bir takım şeylerin değişeceğini biliyor. Ama bir yandan da yalnız yaşamak istemiyor. Eve gittiğinde yemek yapmış biri olsun istiyor. Senelerdir aynı döngünün içinde yaşlanıp duruyor adam. ceylan sitesindeki o eve adımımızı bile atmıyoruz biz artık. Dört beş sene oldu o evden ayrılalı. Ayrıldığımızda mutfaktaki ocak kırıktı. Hala kırık. Salondaki perdeler eskiydi. Hala eski. Odalardaki dolaplar neredeyse yirmi senelik. Bıktı adam. Aynı eski, boş, kimsesiz eve dönmekten sıkıldı. ordan taşınmamızla başlayan bir durum da değil bu. Biz o evde aile olmayı çok önceden bırakmıştık. O kadar önceden bıraktık ki, en son ne zaman aynı evde yaşayan bir aile olduğumuzu hatırlamıyorum. En son ne zaman kavga etmeden, sıkılmadan, odalara kapanmadan bir arada oturduğumuzu hatırlamıyorum.
Babama hak veriyorum. Mutlu olmasını istiyorum.
Bu kadar. Başka birşey düşünmüyorum.

Çocukluk diye birşey vardı. Ne olmuştu orada? Hatırlayabilen var mı?
Önceki gece ablamlarda kaldım. Sabah yiğit geldi yanıma, yeğenim. "Kahvaltı zamanı" dedi. Normalde hayatta öptürmez ve kendisi de öpmez. Sabah yattığım kanepeye gelip saçlarımla oynadı. "Ne güzel saçların var" dedi. Sonra bütün yüzümü öpücüklere boğmaya başladı. inanamadım. Kalakaldım öyle. Alnımı öptü, yanaklarımı öptü, burnumu öptü, bütün yüzümü öptü yani. Hiç bu kadar güzel uyandırılmamıştım.
Biz de öyleydik muhtemelen çocukken. Annemiz sinir krizi geçirip bize saldırmadan önce, babamız eve geç geldik diye ağzımıza sıçmadan önce. Biz de çocuktuk. Biz de güzeldik. yiğit gibi.

Feci şekilde düzensiz bir hayatım var. Gece üçlere dörtlere kadar uyumuyorum. Sonra sabah saat 11de yataktan sürüklenerek kalkmaya çabalıyorum. Odam dağınık. Bedenim bakımsız. Beslenme alışkanlığım iyice bozuldu. Mideme ne giriyor ne çıkıyor takip bile etmiyorum. Kitap okuyamıyorum. Film izlemiyorum. Bilgisayarda oyun oynayıp duruyorum. Baya baya bozuldu düzenim. Bir iş güç sahibi olmam gerek artık. Ama bir yandan elim hiçbir şeye varmıyor. Uyuşmuş gibiyim. Düşünmüyorum. Hissetmiyorum.

Evet çocukluk diye birşey vardı eskiden. Orda yaşadık biz bir devir. Orda büyüdük. Orda insan olduk. Orda yeşerdik. Serpildik. Hayat değişti, biz değiştik.
Sonra annemiz sinirimize dokunmaya başladı. Ablamız evlenip gitti, bizi bıraktı. Babamız bir Cumartesi akşamı istanbul'da nişanlandı.

Biz hiçbir şey hissetmedik.

uludağ sözlük

sanırım yazarlar ele alındığında ekşi sözlük'ten en büyük farkı buradaki yazarların oylama kültürünün çok gelişmemiş olması. ekşi sözlük'te bir entry girdiğiniz anda iyi/kötü o entry dakikalar içinde onlarca kez oylanır. çok az entry oylanmadan sol frame'den düşer. burda ise yazarlar oylamak konusunda biraz cimriler galiba. oysa iyi veya kötü insanı yazmaya iten önemli bir etken yazılana verilen tepkidir. belki okuyucusu daha az olduğundan olabilir ama yine de bu kadar az oylanmayı açıklayabilecek kadar az bir okur kitlesi olduğunu düşünmüyorum buranın.

sevgilinin gözündeki çapak

ayrılıkların besin maddesidir.

(bkz: çapağını yiyim gitme)

şevval sam ın başörtüsüne tekstil parçası demesi

"parça" kelimesine anlam yüklemeden bakılırsa kimsenin hassasını kutsalını falan zedelemeyecek bir söylemdir. söz konusu kelime burada "seni pis fakir garson parçası" tanımlamasındaki parça anlamında değildir. kadın direkt, kendi, gerçek anlamında parça demiş; "tekstil sektörü ürünlerinin bir parçası." kapiş?

türk kızlarının yüzde 90 ı çirkindir

maalesef doğru bir tespit. erkeğimizle kadınımızla çirkin bir ırkız vesselam. ama allahtan kadınlar için daha kolay aşılabilir bir problem bu. saçını yaptırırsın, değişirsin. kaşını aldırırsın, değişirsin. kirpiklerine rimel yanaklarına allık sürersin, değişirsin. acaip şık giyinirsin, değişirsin falan filan... oysa erkekler öyle mi? ben en çok onlara üzülüyorum.

yaşamsal tespitler

ömrünü toplu taşıma araçlarında geçirmiş ve halen geçirmekte olan biri olarak şunu söylemek isterim ki, bizim halkımızın yarısı sosyopat yarısı psikopat. ben henüz bu ikisinin dışında bir vatandaş görmedim.

kimi yanında arıyorsan önce içinde bulacaksın

uzaktan bakarsan görürsün, bu cümlenin karşılığı: hayat.
bu cümlenin karşılığı: bütün yolların çıktığı o son durak.

Hayat garip. Hayat'ı garip bulmayan insanlar garibime gidiyor. Hayat, hiçbir şey olmasa, sadece garip. Ve ben hep unutuyorum. Belki hiçbir zaman tam olarak ikna olmadığımdan, hayatın bu garip yanını hep unutma eğilimindeyim. Zihnimin oyunlarını, göreceliliğin değişmezliğini, yakından baktığın zaman, hiçbir şeyin asla, net görünmediğini.. unutma eğilimindeyim. Ben zaten hep bunun için yazdım. Hatırlamak için. Oysa galiba, neyi hatırlamam gerektiğini, hiçbir zaman tam olarak bilemedim.

Şimdi mesela biliyorum. Çünkü şu içtiğim sigara kadar net. Moleküller avucumun içindeymiş gibi. Yaşadığım, deneyimlediğim, vücut bulmuş, atomları varmış, kokusu, dokusu, ağırlığı, maddesel bir bütünlüğü varmış gibi, kuşku götürmez biçimde net. Hayatta, herhangi bir ağaç, herhangi bir hayvan, herhangi bir kaya parçası gibi somut bir yer kaplarmış gibi, net. Katı. Yaşadığım, öyle katı ki, nasıl unuttuğuma bazen hayret ediyorum. Ama dediğim gibi, belki de hiçbir zaman emin olamadım. Olduysam da kabul etmedim. Hoşuma gitmedi bu gerçek. Sıkıcı geldi, sıradan geldi. Ne saçma. Bundan daha muhteşem bir şey olabilirmiş gibi sanki.

Görecelilik.
Birbiri içine dokunmuş hayatlar.
Anılar.
Geçmiş.
Geçmişin enerjisi.
Zihnin hilesi.
Vazgeçmek istemediğimiz doğrularımızın, sıkı sıkıya sarıldığımız, aksini bir türlü kabullenmediğimiz inançlarımızın, halüsinasyonlarımızın, aldatmacalarımızın, hepsinin bir mesafe işi olması. Bunlar beni yoruyor. Ama anlıyorum. Farkına varıyorum. Ve farkına vardığım her an, biraz daha büyümüş olarak çıkıyorum. Arkamda döküntü halinde düşünceler. Hepsi ne de temelsizmiş. Arkamda koca bir dağınıklık. Hepsi ne de boşunaymış. Boşu boşuna, kendi ruhumu yağmalamışım. Neden? Unuttuğum için. Ya da işte belki de.. Her neyse.

Yakından baktığın zaman, hiçbir şey net değil. Biraz uzaklaş. Biraz dışına çık. Biraz başka havalar solu. Biraz başka yollar tep. Ve bir bakıyorsun, aman yarabbi, burdan her şey ne kadar da net. Kaybedecek ne varmış? Korkacak ne varmış? Sadece biraz uzaktan bak. Her şey ne kadar da farklıymış.

X kişisi konuşuyor. Beni göklere çıkarıyor. Ve ben göklerdeyim.
Y kişisi geliyor. Beni yerin dibine sokuyor. Ve ben yerlerdeyim.
Hangisi doğru? Hangisi ben'im?
X kişisi beni sevdi. Ben çok değerliyim.
Bir dakika, X galiba vazgeçti..? Ben çok değersizim.
X şimdi Z'yi seviyor. Artık değerli olan o. Ben Z değilim. Ben Z olmak istiyorum. Değerli olmak istiyorum. X'i kim değerli yaptı bu arada? Y vardı bir de, beni yerden yere vurmuştu. Ben zaten değersiz değil miydim o halde? Ben zaten Z de değildim. Hiç değildim. Hiç olmadım. Hiç olmayacağım. Beni kim değerli yapacak? Beni kim sevecek? Biri severken bir diğeri nefret edecekse, kim doğruyu söylüyor? Ben kime güveneceğim? Ben kimi seçeceğim? Ben kimi seveceğim? Ben Z değilim. Hep Z gibi olmaya çalışacağım. Ama kendim olarak öleceğim. Birinin değer verdiği, birinin umrunda bile olmayan, birinin kardeşi, birinin arkadaşı, birinin çocuğu, ve belki de kimsenin sevdiği değil. Ben hangisi olacağım? Herkesin birbirinin peşinden koştuğu, herkesin birilerini delicesine sevdiği bir dünyada ben, böyle, tek başıma mı kalacağım?

Biraz dışarı çıksan, biraz hava alsan..

Kimse vermeyecek o değeri. Kimse de alamaz geri.

Her şey bir aldatmacadan ibaret. Her şey yanlış yerlerde çare aramandan itibaret. Senin dışındaki her yer, senin, dışındaki, her, yer, aldatmaca. Hepsi geçici sarhoşluklar. Dışarıda bir yerde, bir anda en tepeye fırlaman, bir an sonra dibi boylacağının garantisi. Dışarıda hep çakılacaksın. Hep Z olmaya çalışacaksın. Oysa kendin geldin, kendin gideceksin. Ve zaten Z konumuzun o kadar dışında ki...

içinde bulamazsan dışarıda istediğin kadar ara. Bulamayacaksın. Yemin ederim sana, bulamayacaksın. Kafanı aynı yere gömdüğün sürece, aynı boktan çamura bulanacaksın.

Biraz dışarı çık, biraz başka havalar solu...

kendine ait bir hayatı olmayan insan

başkalarına mecburdur.

Basit aslında.
Kendi hayatları olmayanlar, başkalarının hayatına dahil olmaya çalışıyorlar.
Basit anlatıcam, Çünkü basit aslında.. Ne de olsa "her şey mümkün olduğu kadar basit olmalı, ama asla daha basit değil."

Pazar günleri basketbol oynamaya gitmeyen insan, pazar günleri halı saha maçına giden adamdan nemalanmaya çalışacak.
Mecburen gittiği ve aslında sevmediği bir işi yapan insan, işine değer veren adamdan motivasyon kopartmaya çalışacak.
Akşamları eve geldiğinde içki içmek dışında zevk alarak yaptığı bir şey olmayan insan, akşamları evde kendi kendine senaryo yazmaya çalışan adamın vaktini çalmaya çalışacak.
Parasını umarsızca sokağa atıp gününü kurtaran insan, parasını ruhunu tatmin etmek için saklayan adamı satın almaya çalışacak.
Ailesine verdiği değeri ancak kriz anlarında gösteren insan, ailesini saatlerce anlatabilen adamın ailesi olmaya çalışacak.
Güzelliği öznel gücü olarak gören ve başkasına güzel olduğunu söylemenin kendi güzelliğinden götüreceğini düşünen insan, güzelliği aynada değil de karşısındakinde bulabilen adamın "en güzel"i olmaya çalışacak.
Mutfağa girip kendine yemek hazırlamaktan zevk alamayan insan, bi gün mutfağına girip daha önce hiç yapmadığı halde ona yemek hazırlayan adama karşı kendini borçlu hissedip borcunu başka türlü ödemeye çalışacak.
Boş kaldığında kendini iyi hissetmek için başkalarına koşan insan, boş kaldığında sadece "boş" olmaktan keyif alabilen adamın her boşluğuna kendini yerleştirmeye çalışacak.

Kendi hayatı olmayan insan, kendi hayatını hiç ekleme çıkarma yapmadan sevemeyen insan, kendi hayatında kendiyle ilgili bir şeyler bulamayan insan; kendi hayatını kendisiyle doldurabilen adamın hayatına girmeye çalışacak. Israrla. Ve bence o insan, kendini hayatının ortasına koymadığı sürece, hep yalnız olacak.

Basit.
Olması gerektiği kadar basit.
Ama asla daha basit değil.

iyi hissetmek

bir yerlerde iyi bir his olmalı. ben hep onu arıyorum.

bir sabah kalkmalı ve kendimi iyi hissetmeliyim. bu hayat bu kadar zor olmamalı.

iyi hissetmek, mutlu olmak, uyanır uyanmaz kendinden sıkılmamak, bu kadar zor olmamalı.

ama her seferinde farklı taşların altında arıyorum ilacımı. inatla. yoruluyorum ama durmuyorum. sıkılıyorum ama pes etmiyorum. her seferinde farklı kişiler, her seferinde farklı işler, her seferinde farklı dünyalar. açıp bakıyorum, burda değil, kapat. açıp bakıyorum, burda da yok, kapat. kapaklar hep farklı, ama içinde bulmayı umduğum şey belli. aynı. her seferinde, kendimi iyi hissetmeye çalışıyorum. inatla.

biliyorum. bir sabah kalkmalı ve kendimi iyi hissetmeliyim. mutlu olmak, neşeli olmak, sevmek, sevilmek, her sabah uyandığında umudunu biraz daha kaybetmemek, bu kadar zor olmamalı.

iyi hissetmek.

iyi hissetmek biraz da, yada belki çokça, iyi hissetmek için bu kadar yırtınmamakla alakalı olmalı.

rakı sofrasında dinlenecek şarkılar

(bkz: bir kızıl goncaya benzer dudağın)

yavşak kız

her genç erkeğin hayali.

25 kasım 2010 uludağ sözlüğün ekşi ye savaş açması

(bkz: 25 kasım 2010 ekşi nin uludağ sözlük ü siklememesi)