bugün
- said nursi neden evlenmedi11
- okumalık kitap önerisi9
- sevgili olmadığı herife aşkım diye hitap eden kız12
- 7 aralık 2024 beşiktaş fenerbahçe maçı32
- kadınsızlık11
- her sabah ceviz muz bal yemek8
- geceye bir şarkı bırak8
- alexander djiku9
- ben bu yazıyı sana yazdım11
- metro ve toplu taşımada kitap okumak11
- türk milletinin suskunluğunun sebebi29
- sevgili bulamayan erkeklere tavsiyeler24
- günahların takımı galatasaray10
- arkadaşlar kombinim nasıl18
- 1 senede ne değişebilir12
- acun ılıcalı9
- kadınların kibar ve fedakar erkek sevmeme nedeni14
- yetkililer maaş alıyor mu9
- true'nun yetkili olması22
- sözlüğe yön veren 3 yazar16
- iremga32
- alkol23
- evli barklı erkeklerin sözlükte çapkınlık yapması9
- 6 aralık dünya özür dilerim günü33
- sahte alkolden ölenlerin vebali ahirette sorulur16
- 0070 cabbar baba9
- akp'nin ali koç'u sevmeme nedeni11
- yılbaşı gecesi yapılacaklar18
- karınıza range rover alır mısınız9
- yıllar sonra sözlüğe dönen yazar15
- dursun özbek ibrahim hacıosmanoğlu kavgası58
- yaşım 14 ve hepinizden akıllıyım13
- 2025 asgari ücret tahminleri8
- bir daha kumar oynamayacağım10
- 22 kişinin sahte alkolden hayatını kaybetmesi22
- eve yaşlı dede fotoğrafı asmak9
- esad rejiminin sonu9
- hepimiz küresel hanımın bebekleriyiz10
- kuresel ikinma hanım günaydın neredesiniz yahu11
- karısının bir dediğini iki etmeyen erkek8
- tayt giyen kızlar üşümüyor mu sorunsalı9
- 190 boyunda kaslı yakışıklı zengin erkek cin10
- insan olmaya ceyrek kala14
- bir oturuşta 10 bira içemeyip erkeğim demek12
- kısır seven erkek9
- kapadokya8
- ali imran suresi9
- kıçımın yetkilisi27
- tc numarasını unutmak9
- felsefeden anlayan gitar çalan kaslı zengin erkek14
entry'ler (798)
memelerini açma heveslisi olmadığı için buralardan gidecek yazardır. veda yazısı olsun bu da. ne iğrenç bir sözlük burası, nereden geldim ben be... kendi kendime şiir miir falan koyup eğleniyordum, güzeldi her şey yine de. midem artık varoşluğa dayanamıyor ama, kimsenin umurunda değil gerçi, size ne, size de diyen yok. hoşça kalıyorum, çok öpüyorum.
valideleri icra-i sanat ile meşgul zevatın ustasının katrilyonluk sarayının değil de öğretmenlerin iki bin beş yüz liralık maaşının ülkeyi kalkındıracağını düşünen önerme. eğitimin bu kadar hafife alındığı bir yerde daha ne olsun...
asaf halet'in mariyya'ya bir başka şiiri:
"Lizbonlu Maria Barbasa
lizboa
boa
simsiyah saçlı kadın
mariyya
bir masal söyle bana
kan nasıl çıkmadı baştan
o ölen kimdi
mariyya
öleni bilmem
buna şarkı derler
lizboa
ben bir şarkıyım
atlas denizlerinden geldim
önümde dalgalar vardı
arkamda dalgalar
dalgalar bitince
ben de biterim"
"Lizbonlu Maria Barbasa
lizboa
boa
simsiyah saçlı kadın
mariyya
bir masal söyle bana
kan nasıl çıkmadı baştan
o ölen kimdi
mariyya
öleni bilmem
buna şarkı derler
lizboa
ben bir şarkıyım
atlas denizlerinden geldim
önümde dalgalar vardı
arkamda dalgalar
dalgalar bitince
ben de biterim"
ahmet haşim şiiri:
"Hicrân-ı muhîtât ile solmuş, sarı, çıplak,
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak
Sessizce nasıl izler açar sîne-i mâda,
Ey tûde-i nûr-ı elem, ey çehre-i sâde!
Bir göl gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun
Aktıkça, o sâkin suda her lem'a-i dûrun
Bir çîn-i felâket gibi ra'şeyle genişler...
Ey eski kamer, ey ezelî rûh-ı münevver,
Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken,
Nûrunda tesellî, bütün âlâma koşarken,
Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler,
Bir gizli gamın şehka-i seyyâlini gizler.
Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne sâye
Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye.
Gençlik ve emel, hüzn-i civârında dikendir,
Üstünde esen nefhada bir girye nihendir.
Tülden ve buluttan ve bütün sîm ü semenden
Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden,
Sen her suda bir başka güzellikle doğarsın,
Sen her suda bir başka ziyâ, başka kamersin.
Ormanların âgûş-ı sükûtundan akan âb,
Senden alır âhengine bir girye-i bîtâb.
Göller ki öper hüsnünü yalnız leb-i sâye,
Feyzinle dalar hâb-ı şeb-âvîz-i semâya.
Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller
Altında senin, hüsn-i esâtîr ile titrer...
Rûhumda, fakat, her dökülen katre-i nûrun,
Yalnız bir ölüm, bir ebedî mâtem-i dûrun
Nîlüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver,
Ezhâr-ı leyâlî gibi rûyâ ile besler."
"Hicrân-ı muhîtât ile solmuş, sarı, çıplak,
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak
Sessizce nasıl izler açar sîne-i mâda,
Ey tûde-i nûr-ı elem, ey çehre-i sâde!
Bir göl gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun
Aktıkça, o sâkin suda her lem'a-i dûrun
Bir çîn-i felâket gibi ra'şeyle genişler...
Ey eski kamer, ey ezelî rûh-ı münevver,
Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken,
Nûrunda tesellî, bütün âlâma koşarken,
Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler,
Bir gizli gamın şehka-i seyyâlini gizler.
Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne sâye
Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye.
Gençlik ve emel, hüzn-i civârında dikendir,
Üstünde esen nefhada bir girye nihendir.
Tülden ve buluttan ve bütün sîm ü semenden
Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden,
Sen her suda bir başka güzellikle doğarsın,
Sen her suda bir başka ziyâ, başka kamersin.
Ormanların âgûş-ı sükûtundan akan âb,
Senden alır âhengine bir girye-i bîtâb.
Göller ki öper hüsnünü yalnız leb-i sâye,
Feyzinle dalar hâb-ı şeb-âvîz-i semâya.
Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller
Altında senin, hüsn-i esâtîr ile titrer...
Rûhumda, fakat, her dökülen katre-i nûrun,
Yalnız bir ölüm, bir ebedî mâtem-i dûrun
Nîlüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver,
Ezhâr-ı leyâlî gibi rûyâ ile besler."
ahmet haşim şiiri:
"muzlim şeceristân arasında
esrâr ile yekpare münevver
bir yoldur açılmış sana derdim.
kâri', bu kitâbın gecesinde
mehtâbı seninçün yere serdim."
"muzlim şeceristân arasında
esrâr ile yekpare münevver
bir yoldur açılmış sana derdim.
kâri', bu kitâbın gecesinde
mehtâbı seninçün yere serdim."
şükürler olsun ki onunla aynı dili konuşuyoruz.
ahmet haşim şiiri:
"Su değil, mevsimin havâsı akan,
Duyduğun; yaprağın, dalın sesidir.
Suda yıldızların parıltısıdır
Bu karanlıkta bâzı bâzı çakan."
"Su değil, mevsimin havâsı akan,
Duyduğun; yaprağın, dalın sesidir.
Suda yıldızların parıltısıdır
Bu karanlıkta bâzı bâzı çakan."
ahmet haşim'in bağdat'ı, çocukluğunu, annesini anlattığı, piyâle'deki şi'r-i kamer'den biri:
"Akşam Sarı bir hasta semâ Bir gam-ı mechûl
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl.
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rûyâlara hacle.
Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Gûyâ ki uyur kalb-i tabîatte bir efsûs!"
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bîfer,
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler
Çıkmıştık o gün Dicleye, sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
Serperdi o bîkes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Diclenin üstündeki mâtem
Âfâka sürükler sarı güller, kırizantem
Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni
Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken.
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan,
Dalmıştı o gözler ebediyyetlere Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı melûlun
Akşam gibi âsâbı geren reng-i garîbi
Gûyâ ki, kamer, sendin onun rûh-ı necîbi
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih,
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih,
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîydi.
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi
Bîtâb uzanırken dönüyordun Yine sâkin
Mübhem, sarı yıldızları bir leyl-î hazânın,
Tenhâ sular üstünde açıp titreşiyorken
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!
Ey sen, ey onun rûhu ve ey mâtem-i seyyâl
Ey şimdi bakan hüznüme, âh ey kamer-i lâl."
"Akşam Sarı bir hasta semâ Bir gam-ı mechûl
Sisler gibi tutmuş yine sahilleri eylûl.
Bir hüzn-i müzehheb gibi durgun yine Dicle,
Sessizliği olmuş yine rûyâlara hacle.
Faslın yeni lerzişleri her sâyede mahsûs,
Gûyâ ki uyur kalb-i tabîatte bir efsûs!"
Her şey o kadar gamlı, soluk, mübhem ü bîfer,
Gûyâ ki ölür hüzn-i sevâhilde perîler
Çıkmıştık o gün Dicleye, sessizce kürekler
Nehrin zehebî sîne-i emyâhını yırtar,
Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,
Serperdi o bîkes sese akşam sarı bir renk,
Gûyâ ki o gün Diclenin üstündeki mâtem
Âfâka sürükler sarı güller, kırizantem
Solmuştu onun hüzn ile simâ-yi berîni,
Bir ince tül altında duran zülf-i zerîni
Akşamları enfâsına düşmüş uçuşurken.
Sarmıştı o sâkin yüzü bir gölge semâdan,
Dalmıştı o gözler ebediyyetlere Yorgun,
Yorgundu o gözlerle bakan rûh-ı melûlun
Akşam gibi âsâbı geren reng-i garîbi
Gûyâ ki, kamer, sendin onun rûh-ı necîbi
Sendin ki eden hüznünü mehtâba müşâbih,
Her şey o nazarlarda semâlarla müşâfih,
Her şey sana bir parça yakın, sâf, ebedîydi.
Sâhilde ezân seslerinin aks-i medîdi
Bîtâb uzanırken dönüyordun Yine sâkin
Mübhem, sarı yıldızları bir leyl-î hazânın,
Tenhâ sular üstünde açıp titreşiyorken
Artık daha vâzıhtın o gözlerde kamer, sen!
Ey sen, ey onun rûhu ve ey mâtem-i seyyâl
Ey şimdi bakan hüznüme, âh ey kamer-i lâl."
ahmet haşim'in 1901'de mecmua-yı edebiye'de yayımlanan ilk şiiri:
"Münfail bir semâ-yi giryânın,
Zerdi-î iğbirârı altında
Münkesif bir hazân-ı nâlânın
Girdbâd-ı gam-nisârında
Soluvermiş, perîde reng-i bahâr,
Mestî-î inkisâr içinde nihân;
Bir çiçek gördüğüm zamân güzelim!
Ufk-ı uryân ömr-i târımda,
Bir sehâb-ı siyâh içinde ıyân,
Sarı bir çehre ararım Âh, o dem görürüm,
Sarı bir çehre, bir hayâl-i besim.
Dest-i bî-tâb ü râşedâriyle
Rûh-ı gam-bârıma eder takdîm:
Sarı, pejmürde bir soluk zühre!..
Oh, ey yâr-i bî-vefâ bilmem,
Bu soluk renkli, münkesir, ebkem
Bu hayâli tanır mısın acaba?!.
Dest-i bî-rahm-ı levh ü lubunla,
Kırdığın, sonra attığın, ey mâh!
O, benim aşkımın hâlidir, âh!.."
"Münfail bir semâ-yi giryânın,
Zerdi-î iğbirârı altında
Münkesif bir hazân-ı nâlânın
Girdbâd-ı gam-nisârında
Soluvermiş, perîde reng-i bahâr,
Mestî-î inkisâr içinde nihân;
Bir çiçek gördüğüm zamân güzelim!
Ufk-ı uryân ömr-i târımda,
Bir sehâb-ı siyâh içinde ıyân,
Sarı bir çehre ararım Âh, o dem görürüm,
Sarı bir çehre, bir hayâl-i besim.
Dest-i bî-tâb ü râşedâriyle
Rûh-ı gam-bârıma eder takdîm:
Sarı, pejmürde bir soluk zühre!..
Oh, ey yâr-i bî-vefâ bilmem,
Bu soluk renkli, münkesir, ebkem
Bu hayâli tanır mısın acaba?!.
Dest-i bî-rahm-ı levh ü lubunla,
Kırdığın, sonra attığın, ey mâh!
O, benim aşkımın hâlidir, âh!.."
yaptığı katliamı elbette yüceltecek halim yok, ama kolu kanadı kırılmış, zavallı almanya'yı, bütün dünyaya kafa tutacak bir imparatorluk yapmış, burnu havada devletlerin dizlerini titretmiş, ulusunu diriltmiştir. ne derseniz deyin, inandıkları uğruna öldü bu adam, hollywood filmleriyle eleştirmeye gelmez. her ihtirasla yanan imparator gibi rusya'da gömdü kendi kendini.
"Bütün gün kırlarda, deniz kenarlarında dolaştık. Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi vazıh ve berrak gösterdiği için yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik.
Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soyulan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç nâşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli geçen bir gezinti gününden sonra, akşamüstü eve mahzun ve nevmid dönmemenin mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim. Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışığında eğlenmenin ve mes'ut olmanın hiç imkanı var mı?
Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: iki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem ve nâtamam bir âlem içinde idik. Artık her şeyi sarahatle görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücud bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ay ışığı içinde birer murassâ hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadan bir mâyi sallanıp bir şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştık. Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu.
Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan harab olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!"
Ağaçların tozlu yapraklarını, kayalar üzerinde durup soyulan kertenkeleleri, denizin kirli suları altında cam kırıklarını, paslı tenekeleri, eski pabuç nâşlarını seyretmenin ne kadar çabuk ruha kesel verdiğini tecrübe etmeyen var mı? Güneşli geçen bir gezinti gününden sonra, akşamüstü eve mahzun ve nevmid dönmemenin mümkün olmadığını tecrübelerimle bilirim. Güneş, bütün gün, insana doğru fakat acı şeyler söyleyen bir arkadaştır. Onun ışığında eğlenmenin ve mes'ut olmanın hiç imkanı var mı?
Nihayet akşam oldu. Karanlık bastı. Karşı karşıya oturmuş iki insan, artık yüzlerimizi görmüyor, yalnız seslerimizi duyuyorduk. Birden, arkamızda garip bir fısıltıyı andıran bir hışırtı duyar gibi olduk. Başımızı çevirdik: iki büyük fıstık ağacı arkasından kırmızı bir ay, sanki yapraklara sürünerek yükseliyordu. Birden etrafımızda dünyanın bütün manzaraları değişti: Sanki Japonyalı bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği mübhem ve nâtamam bir âlem içinde idik. Artık her şeyi sarahatle görmek ve tahayyül etmek imkanının sarhoşluğu vücudumuzu, yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda, gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücud bulmuştu. Karşıda yemek yiyen fakir ailenin kirli kızları, yüzlerine vuran ay ışığı içinde birer murassâ hayal olmuşlardı. Denizin bulanık suları boşalmış ve onun yerine şimdi sahilin kumları üzerinde ziyadan bir mâyi sallanıp bir şarkı söylüyordu. Dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştık. Zira aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlayacak kadar dolmuştu.
Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan harab olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin!"
türkiye'nin baudelaire'i olacaktı. keşke.
kocaman adam ah muhsin ünlü'ye özeniyor lan hala, şaka gibi. ben utanıyorum kendisi adına. çay edebiyatının yarattığı biri işte, bugünkü çoluk çocuklar büyüyünce sizi kimse sevmeyecek öğretmenim, haberiniz olsun, bir de dük esprisi hiç komik değil vallahi.
dünyanın en büyük şairlerinden, en büyük sanatkarlarından. şiirini musiki üzerine bina etmiş, bir hayal dünyası ile yoğurmuştur. bazı ahmakların dediği gibi kutsal, ilahi bir söz söylediğini iddia etmemiş, şiir işçiliği yapmıştır.
(bkz: tannenberg muharebesi)
Eşkıya gibi milyonlarca adamı ordu diye meydana sürersen, öldür öldür bitmedikleri için olabilir tabii.
Eşkıya gibi milyonlarca adamı ordu diye meydana sürersen, öldür öldür bitmedikleri için olabilir tabii.
karl marx bir cindir diyen şey. ne tarihçisi, insan bile denilmez buna. tespite bak hele, karl marx cinmiş, süper, üstad üstad. buna inanan gerizekalılarla aynı ülkede yaşamaktan utanç duyuyorum.
brezilya imparatoru, portekiz kralı. 12 ekim 1798'de, saat 8'de, lizbon'daki queluz sarayı'nda doğdu. Babası portekiz kralı altıncı joao, annesi ispanya prensesi carlota joaquina idi. Tam adı Pedro de Alcântara Francisco António João Carlos Xavier de Paula Miguel Rafael Joaquim José Gonzaga Pascoal Cipriano Serafim'di. 1801 yılında ağabeyinin ölümü üzerine beira prensi ve veliaht oldu. 1807'de ülkesi napolyon tarafından işgal edilince ailesi ile birlikte en zengin sömürgeleri olan brezilya'ya kaçtılar.
Babası tekrar tahta geçmek için portekiz'e döndüğünde pedro'yu naip ve brezilya valisi unvanı ile brezilya'da bıraktı. 1821'de portekiz parlamentosu eski sömürge politikasına dönülmesini savunuyordu, kral joao'nun ve hükümetinin hiçbir etkinliği kalmamıştı. Tam o sırada prens pedro brezilya halkına bir söz verdi. "Yoldaşlar! Portekiz parlamentosu bizi köleleştirmek istiyor. Kanım üzerine, onurum üzerine, tanrımın üzerine yemin ederim ki brezilya özgür olacak! Bundan sonra bu yolda ya istiklal ya ölüm diyeceğiz!" Aynı yıl brezilya imparatorluğu ilan edildi ve pedro ilk brezilya imparatoru oldu. 1826 yılında portekiz kralı olarak da taç giydi ama tahtı en sevdiği çocuğu maria'ya bıraktı. Küçük kardeşi tahtı gasp edince portekiz'e döndü ve orada, doğduğu sarayda veremden öldü.
Babası tekrar tahta geçmek için portekiz'e döndüğünde pedro'yu naip ve brezilya valisi unvanı ile brezilya'da bıraktı. 1821'de portekiz parlamentosu eski sömürge politikasına dönülmesini savunuyordu, kral joao'nun ve hükümetinin hiçbir etkinliği kalmamıştı. Tam o sırada prens pedro brezilya halkına bir söz verdi. "Yoldaşlar! Portekiz parlamentosu bizi köleleştirmek istiyor. Kanım üzerine, onurum üzerine, tanrımın üzerine yemin ederim ki brezilya özgür olacak! Bundan sonra bu yolda ya istiklal ya ölüm diyeceğiz!" Aynı yıl brezilya imparatorluğu ilan edildi ve pedro ilk brezilya imparatoru oldu. 1826 yılında portekiz kralı olarak da taç giydi ama tahtı en sevdiği çocuğu maria'ya bıraktı. Küçük kardeşi tahtı gasp edince portekiz'e döndü ve orada, doğduğu sarayda veremden öldü.
dünyanın en mantıklı sisteminde menderes, demirel, özal ve tayyip tarafından yönetilmesi elbette cumhuriyetin suçu değildir canım, niçin cumhuriyeti suçluyor, terbiyesiz.
"Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir." -Platon
bahsettiğim de tam olarak buydu işte. dünyayı sadece siyah ve beyazdan ibaret zannedenler demokrasiyi hak etmiyor. inançsız ve milliyetçiyim, ama eğitimsiz bir toplumda demokrasi olduğunda nelerin olduğunu da görebiliyorum. anlatsam anlamak istemeyeceksiniz, ama herkesin seçme hakkına sahip olmasına gerek yok, sonra başımıza tayyip falan geliyor. beni temsil edecek adamları orta bir terk heriflerin seçme yetkisi olamaz, beni temsil edecek adamlar da imamhatip mezunu barzolar olamaz. yine anlamak istemeyeceksiniz.